BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

30 Eylül 2018 Pazar

Suriye’de işlenen bütün katliamların ilk şahidi biziz

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Beyaz Baretliler'in Başkanı Salih, "Suriye’de işlenen bütün katliamların ve hak ihlallerinin ilk şahidi biziz. Rus ve rejim uçaklarının saldırılarının hepsine şahit olduk." dedi.



HABERİN VİDEOSU İÇİN TIKLAYINIZ

Suriye Sivil Savunması Beyaz Baretliler'in Başkanı Raid Salih, kuruluşlarının bugüne kadar Suriye'de Beşşar Esed rejimi ve destekçilerinin insanlığa karşı işlediği suçlara ilk elden tanıklık edip kanıt topladığını, bu nedenle Rusya ve benzer ülkelerin ithamlarına maruz kaldıklarını söyledi.

Suriye iç savaşında bir mihenk taşı olan Beyaz Baretli gönüllüler, aynı anda iki mücadele veriyor. Bir yandan her çeşit bombardımana maruz kalan sivilleri kurtarmaya çalışıyorlar, diğer taraftan Beşşar Esed rejimi ve Rusya tarafından "meşru ve açık hedef" haline getirilmelerinden kaynaklı tehlikelere göğüs geriyorlar.
Beyaz Baretliler'in verdiği bir diğer mücadele ise kendileri hakkındaki iftira ve karalama kampanyalarına karşı.
Resmi adıyla Suriye Sivil Savunması, dünya çapında bilinen adıyla Beyaz Baretliler'in Başkanı Raid Salih, insanlık adına verdikleri mücadeleyi AA'ya değerlendirdi.
Öncelikle bu mülakat için teşekkür ediyoruz. 
Beyaz Baretliler kimdir? 
Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? 
Beyaz Baretliler’i ne zaman ve ne amaçla kurdunuz?
Beyaz Baretliler, 2012 yılının sonu ve 2013 yılının başında Halep’te işe başladı. Bizler, farklı geçmişlere sahip, çeşitli meslek gruplarından bir grup Suriyeli genciz. Ekiplerimizde marangoz, terzi, demirci ustası, tüccar ve doktorlar var. Farklı arka planlara sahibiz.

Bildiğiniz üzere 2012 yılı sonunda Suriye’de bazı bölgeler rejimin kontrolünden çıkmaya başladı. Bunun ardından rejim, sivil yerleşimleri karadan ve havadan saldırı başlattı. Bu durumda sivilleri, saldırıların geride bıraktığı enkazdan kurtarmak için çalışan bir ekibe ihtiyaç doğdu. Yani bu şekilde başladık. 2013 yılında gönüllü ekipler olarak birçok şehirde işe koyulduk. Ben de bu ekibe 2013 yılının ortasında katıldım.
Daha sonra 25 Ekim 2014’te kuruluş kurultayımız yapıldı. Sivil Savunmanın, Suriye dışında bilinen adıyla Beyaz Baretliler’in kuruluş toplantısı, Adana’da yapıldı.
Toplantıya Suriye’deki arama kurtarma ekiplerinin yönetici kadrolarından 70 kişi katıldı. Kurumumuzun tüzüğünü hazırladık. O toplantıda Suriye halkına hizmet eden Sivil Savunma ekiplerinin üst yapısı olmak üzere ulusal bir çatı kuruluşu üzerinde uzlaştık. Buna da Suriye Sivil Savunması adını verdik.
2015 yılının başlarında ise arama ve kurtarma çalışmaları sırasında giydiğimiz "beyaz baretlerden" dolayı bize Beyaz Baretliler denilmeye başladı.
2017 yılına geldiğimizde sayımız 4 bin 300 gönüllüye ulaştı. Bunların içerisinde 400 kadın gönüllü çalışanımız vardı. Ancak rejim güçlerinin birçok bölgeyi sözde anlaşmalar yaparak ele geçirmesiyle çalışan sayımız 2 bin 975 kişiye düştü. Şu an gelinen noktada ulaşabildiğimiz bütün bölgelerde arama kurtarma çalışmaları yürütüyoruz.
Suriye'nin her yerinde çalışma yapabiliyor musunuz?
Hayır, bizler sadece ulaşabildiğimiz bölgelerde faaliyet gösteriyoruz. Çalışmalarımıza engel olunmayan her bölgede var olmaya çalışıyoruz. Şimdilerde Suriye’nin kuzeyinde, kuzeybatısında, Fırat Kalkanı Bölgesi'nde ve Afrin’de hizmet veriyoruz. Bununla birlikte bazı bölgelerde çalışamıyoruz. Rejim bizleri terörist olarak nitelendirdiği için hakim olduğu bölgelerde çalışamıyoruz. Defalarca tehdit edildik. Beşşar Esed de bizi tehdit edenlerin en başında geliyor.
Ayrıca YPG’nın kontrol ettiği bölgelerde de çalışamıyoruz. Çünkü YPG, 2015 yılı sonunda çalışanlarımızı tutukladı. O dönemde ayrıca Afrin’de ambulanslarımıza ve arama kurtarma ekipmanlarımıza el koydular. Benzer sebeplerle DEAŞ’ın kontrol ettiği bölgelerde de çalışamıyoruz. Bilindiği üzere DEAŞ da 2015 yılında Beyaz Baretliler'i tutukladı.
Beyaz Baretliler'in idari işleyişi ve yönetimi nasıl? 
Başkanınız, yönetim kurulunuz, farklı yönetsel komisyonlarınız ve diğer yapılarınızdan bahseder misiniz? Ekiplerimizi Suriye’nin idari yapılanmasına göre tanzim ediyoruz. Genel merkezimiz Suriye’nin kuzeyinde yer alıyor. Ekiplerimizin güvenliği açısından konuşlandığımız yerlerin isimlerini söyleyemeyeceğim. Bunun için beni mazur görün. Genel idaremiz Suriye’nin kuzeyinde. Genel merkeze bağlı her ilde müdürlüklerimiz var. İl müdürlüklerinin altındaki daha küçük yerleşimlerde yine ana ve yan ofislerimiz var.
"Tek şart siyasi ya da askeri dayatma yapılmaması"
Hakkınızda çeşitli ithamlar var. Farklı ülkelerin ve kuruluşların sizi finanse ettiği söyleniyor. Bu ithamlarla ilgili ne dersiniz? Finansmanınızı nasıl sağlıyorsunuz?
İthamlarla finans konusu farklı şeyler. Biz Suriye halkına destek olmak isteyen herkesten yardım ve destek kabul ediyoruz. Bizim açımızdan buna bir mani yok. Tek şartımız bu yardımlar yapılırken bize siyasi ya da askeri konularla alakalı dayatmaların yapılmaması.
Yani bize destek olarak verilen finans, şartsız ve dayatmasız olduğu sürece biz onu kabul ediyoruz. Bu çerçevede çok sayıda ülkeden finans alıyoruz. Ayrıca halktan ve hayır kurumlarından da destek alıyoruz. Yani bizim 3 ana finans kaynağımız var. Ülkeler, hayır kurumları ve halk kampanyaları.
Sivil Savunmaya destek veren ülkeler Katar, İngiltere, ABD, Hollanda, Danimarka ve Almanya. Bugünlerde Fransa ile de imza aşamasındayız.
Bazı ülkelerden doğrudan destek almanın dışında kurumlardan destek alıyoruz. Türk Kızılayı ve İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı bizi destekledi. Katar el-Hayriyye ve diğer Katarlı hayır kurumlarından destek geldi. Kanada’da faaliyet gösteren Kanadalı hayır kurumlarından ve Avrupa’da çok sayıda kurumdan destek aldık.
Halk kampanyalarını ise internet üzerinden gerçekleştiriyoruz. Çok şükür çok iyi sonuçlara ulaştık bu kampanyalardan. Buralardan gelen finansmanı acil durumlar, şehit aileleri ve yaralılar için kullanıyoruz. Ekiplerimizden şehit düşenlerin ailelerine yardım amaçlı da kullanıyoruz.
"Çelişkili suçlamalar güvenilir çalışmalara imza attığımızı gösteriyor" 
Suçlamalarla ilgili ne söyleyeceksiniz?
Delili olan bir tek itham olsa da ben de bu sorunuza cevap versem, bir şeyler söylesem. Bize yönelik birden fazla itham var. Yani birinin çalışmasını gözlemleyip bir kusur bulamazsan onu suçlayabilmek için bocalayıp durursun.
Türk istihbaratı olduğumuzu söyleyenler oldu. Katar ve Suudi Arabistan istihbaratı için çalıştığımızı söylediler. Amerikan istihbaratı olduğumuz söylendi. İngiliz istihbaratı, MOSSAD, DEAŞ, Nusra ile bağlantılı olmakla suçladılar. Bu çelişkili suçlamalar, bizim Suriye’de güvenilir çalışmalara imza attığımızı gösteriyor. Suriyeli halkımıza hizmet gayesiyle, kendimizi uğruna adadığımız bu çalışmanın mottosu; "Ve kim bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur" şeklindeki Maide suresinin 32. ayetidir. Yani alemlerin Rabbi olan Allah’ın sözleri apaçık ortada. Bir insanı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmaktır.
İnanıyorum ki yaptığımız iş çok büyük ve büyük fedakarlıklar gerektiriyor.
Siz İngiliz istihbaratına bağlı MI6’in Suriye’deki kolu musunuz? 
Size yöneltilen bir suçlama da Beyaz Baretliler’i bir İngiliz güvenlik uzmanı ve eski istihbarat subayının kurduğu yönünde. Bu iddia hakkında ne dersiniz?
Öncelikle bizim kurucularımızdan biri değil. Kurucumuz hiç olmadı. Böyle bir şey yok. Yani Beyaz Baretliler’in kurucusu diyebileceğimiz kimse yok. Sanıyorum siz James Le Mesurier’den söz ediyorsunuz. Mayday Rescue’nın kurucusu. Mayday Rescue, Beyaz Baretliler’i destekleyen kurumlardan sadece biridir.
Sivil Savunma (Beyaz Baretliler) 2013’te kuruldu. Mayday Rescue ise daha sonra, sanıyorum 2014’te kuruldu. James, Beyaz Baretliler’e destek olan kurumlardan birini yönetiyor. Dolayısıyla bu, Beyaz Baretliler’i bu kişinin kurduğu anlamına gelmez.
Az önce de ifade ettiğim üzere Beyaz Baretliler’i kuranlar Suriyeli gençlerdir. Ve halen, Beyaz Baretliler içerisinde Suriyeliler haricinde kimse çalışamaz.
"Açıklık ve şeffaflık temelinde çalışıyoruz"
Çalışmalarınızı finanse eden ülke ya da kurumlarla nasıl bir ilişkiniz var?
Bize destek sağlayan, dostlar ve ortaklarımızla ilişkilerimiz karşılıklı saygı üzerine kurulmuştur. Bu çerçevede bize kimse şart koşamaz. Kurum içinde çalışmalarımızı şeffaflık ilkesi üzerine sürdürüyoruz. Çalışmalarımızı adalet ve sorgulama ilkelerine göre devam ettiriyoruz.
Yolsuzluğa karışan herkesi sorguluyoruz. Kurum içinde hukuki denetim var. Dış yardımları almamızın prosedürleri var.
Finansörlerimizle periyodik toplantılar yaparak bütçeyi ve kullanılacağı alanları belirliyoruz. Açıklık ve şeffaflık temelinde çalışıyoruz. Yıllık bütçeyi oluştururken, bize finans desteği sağlayanlarla toplantı gerçekleştiriyoruz. Nelere ihtiyacımız olduğunu belirliyoruz. Onlar da uygun bir şekilde bu finansal desteği sağlıyorlar. Yıllık çalışmalarımıza da bu şekilde başlıyoruz.
Beyaz Baretliler hakkında konuştuğumuzda, her zaman gençleri görüyoruz. 
Ekibinizde kadınlar da var mı?
Evet var. 2017 yılının sonlarında 450 gönüllü kadın çalışanımız vardı. Maalesef büyük bir kısmını kaybettik. Hayat şartları gereği ayrılmak durumunda kalanlar oldu. Şu an yaklaşık 240 gönüllü kadın çalışanımız var.
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...

28 Eylül 2018 Cuma

İsrail Suriye’ye 'saldırma hürriyetini' kaybetmekten korkuyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


İç savaşın yaşandığı Suriye’de rahatlıkla operasyon düzenleyen İsrail ordusu, hesapta olmayan Rus uçağının Suriye’de düşmesiyle bu “serbest dolaşım hürriyetini” kaybedeceği belirtiliyor.




İsrail’de hâkim görüşe göre, iç savaşın başladığı 2011’den bu yana Suriye’de rahatlıkla operasyon düzenleyen İsrail ordusu, hesapta olmayan Rus uçağının Suriye’de düşmesiyle bu “serbest dolaşım hürriyetini” kaybedeceği belirtiliyor.
Suriye hava savunma sistemlerince 17 Eylül’de Rusya’ya ait İl-20 askeri uçağının Suriye hava sahasında düşürülmesi üzerine Rusya, İsrail’in uçağının düşürülmesinden sorumlu olduğunu belirtti.

Ancak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu olayın hemen ardından, İsrail askeri heyetinin Moskova'ya varmasından önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı telefon görüşmesinde, sorumluluğu Şam rejimine yükleyip Suriye’yi suçladıktan sonra Rus uçağının düşürülmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirdi.
Fakat öyle görünüyor ki savaşların yaşandığı ve ülkelerin çıkarlarını gerçekleştirmek için savaştığı bir bölgede, pişmanlık ve dayanışma ifadelerinin çok da bir karşılığı yok.


"İsrail Rusya’nın atacağı adımlar konusunda endişeli"



İsrailli analist Avi Issacharoff AA muhabirine yaptığı açıklamada, “İsrail tarafında Rusya’nın atacağı adımlar konusunda büyük bir endişe var." dedi.
Issacharoff, Rusya’nın İsrail’in Suriye hava sahasında serbest dolaşım hürriyetini sınırlandırabileceğini belirterek, “İsrail’deki endişenin kaynağı, Rusya'nın, Suriye'nin derinliklerinde İran ve Suriye hedeflerine saldıran İsrail savaş uçaklarının hareket özgürlüğüne getireceği kısıtlama türüdür.” ifadelerini kullandı.

Suriye’de düşürülen Rus uçağının İsrail açısından çok büyük bir problem teşkil ettiğini vurgulayan Issacharoff, “İsrail her zaman Rusya ile herhangi bir sorun yaşamamaya dikkat etti. Elbette hem siyasi hem de askeri düzeyde İsrail ve Rusya arasında sürekli bir koordinasyon var. Ancak pazartesi günü yaşanan olay büyük bir sorun oldu." dedi.

Issacharoff, İsrail’in Rus uçağının düşürülmesinden sorumlu olmadığını öne sürerek, “Hiç kimse asker taşıyan bir Rus uçağının düşmesini beklemiyordu. İsrail’in sorumlu olmadığı, resmi olarak bunu açıkladığı, ordunun da ön soruşturma sonuçlarını yayımladığı doğrudur. Rus pozisyonunun yumuşaması var ama hala sorun devam ediyor." değerlendirmesinde bulundu.
Durumun “bekle gör” modunda olduğunu ve kimsenin Rusya’nın nasıl bir karar alacağını kestiremediğine vurgu yapan Issacharoff şunları kaydetti:

"Kimse Rusların ne yapacağını bilmiyor ama mevcut anlaşmaları sürdürmek için İsrail’in çok yoğun bir çabası var. Ancak Ruslar da çift yönlü bir oyun oynuyor. Bir yandan Suriyelilerle koordinasyon halindeler ve onlara koruma sağlıyor. Öte yandan, Suriye topraklarında herhangi bir İran temerküzünü engellemek için İsrail'e Suriye'de İran hedeflerini vurması için yeşil ışık yakıyor.”

Öte yandan eski İsrail Askeri İstihbarat Şefi Amos Yadlin ise yaptığı açıklamada, Rusya’nın teknik olarak hata yaptığını ve gerçekleri saptırdığını öne sürerek, Rus uçağının Suriye’ye ait karadan havaya SAM-5 füzesiyle vurulduğunu savundu.
Yadlin, sosyal paylaşım sitesi Twitter’daki hesabından yaptığı yazılı açıklamada, İsrail savaş uçaklarının Suriye’deki operasyon sırasında Rus uçaklarının bölgede olmadığını, Suriye hava savunma sistemlerinin devreye girdiği sırada da İsrail uçaklarının kendi hava sahasına döndüğünü belirterek, “Oysa, Suriye ordusunun rastgele atışları, gökyüzünde Rus uçaklarının olduğu gerçeğini hesaba katmamıştı." dedi.

İsrail'in hayatını kaybeden Rus askerleri için üzüntüsünü dile getirdiğini ancak buna rağmen “hıncın Rus tarafında kalıcı olduğunu” vurgulayan Yadlin, Rusya ile ortak bir çalışmayla şeffaf ve profesyonel bir şekilde bilgi toplamanın krizi sona erdirebileceğini söyledi.


"Olay İsrail’i Ruslarla çok zor bir duruma soktu"



İsrail’in Haaretz gazetesinin askeri analisti Amos Harel ise, Rusya’nın İsrail’e ilişkin pozisyonunda değişme olabileceğini ve İsrail’in Suriye hava sahasında serbest dolaşımını sınırlandırabileceği değerlendirmesinde bulundu.
Harel, olayın İsrail’i Rusya’ya karşı köşeye sıkıştırdığını belirterek, "Olay İsrail’i Ruslarla çok zor bir duruma soktu ve şimdiye kadar kuzey cephesinde stratejik olarak özgürce hareket eden İsrail hava kuvvetlerinin hareket özgürlüğünü olumsuz etkileyebilir." dedi.

Gelişmelerin pratik etkilerinin önümüzdeki günlerde ortaya çıkacağını söyleyen İsrailli askeri analist, "Örneğin, Rusya, İsrail'den operasyonları öncesinde haber verme talebinde bulunabilir. Ya da üslerinin bulunduğu kuzey Suriye bölgesini İsrail savaş uçakları için uçuşa yasak bölge ilan edebilir. Şimdiye kadar mahrum bıraktığı Suriye ordusuna yeni hava savunma sistemleri verebilir." ifadelerini kullandı.


"İsrail daha çok bedel ödeyecek"



İsrail’in Yediot Ahronot gazetesinin askeri analisti Alex Fishman ise olayı ele aldığı makalesinde, “Başarısızlığın bedeli” başlığını vererek, askeri bir krizin diplomatik ataklarla son bulamayacağına dikkati çekti.

Fishman Ortadoğu’nun kolay bir lokma olmadığını vurgulayarak, “Askeri hedefler yerine getirilse bile, bu bir başarısızlık. Çünkü Ortadoğu kolay bir lokma değil. İsrail daha çok bedel ödeyecek. Çünkü Rusya, asker, istihbarat uzmanı ve mürettebat taşıyan 15 kişilik bir elektronik casus uçağını kaybetti." ifadelerini kullandı.
İsrail’in Rusya ile daha uyumlu olması gerektiğini vurgulayan Fishman, “Rusya’nın, Rus Parlamentosu Savunma Komitesi'nin, önerdiği gibi, İsrail hava kuvvetlerinin üslerine karşı yarın sabah bir intikam almayacakları ve İsrail uçaklarının Suriye'deki Rus uçaksavar sistemleri tarafından düşürülmeyeceği doğrudur. Ancak, eskiye nazaran İsrail’in daha fazla Suriye topraklarındaki manevralarını Rusya’nın çıkarları ile yürütmesi gerekecek.” dedi.

Rus uçağının düşürülmesinin sorumlusu İsrail Rusya Savunma Bakanlığı Sözcüsü İgor Konaşenkov dün yaptığı açıklamada, Suriye'de Rus İl-20 askeri uçağının düşürülmesinin sorumlusunun İsrail Hava Kuvvetleri olduğunu söyledi.
İsrail Hava Kuvvetleri ise yaptığı yazılı açıklamada, Rusya'nın Suriye'de kendisine ait İl-20 askeri uçağının düşürülmesinden İsrail Hava Kuvvetlerinin sorumlu olduğu yönündeki suçlamalarını reddederken Tel Aviv ile Moskova arasında Suriye üzerindeki koordinasyon mekanizmasının devamının iki ülkenin çıkarına olduğunu belirtmişti.


Suriye'deki saldırılara devam edileceği sinyali



İsrail Hava Kuvvetlerinin açıklamasında, İran'ın Suriye'ye yerleşmeye çalıştığını ileri sürerek, "İsrail yönetiminin aldığı kararlarla uyumlu olarak İsrail ordusunun İran'ın Suriye'ye yerleşme girişimlerine karşı operasyonlarına devam edeceğiz." ifadelerine yer vermişti.

Rus İl-20 askeri uçağı, 17 Eylül'de, Suriye’ye ait S-200 hava savunma sistemi tarafından düşürülmüş ve Rusya, İsrail'e ait F-16 savaş uçaklarının, İl-20 uçağını kalkan olarak kullandığı için uçağın füzelere maruz kaldığını öne sürmüştü.
İsrail Hava Kuvvetleri Komutanı Amikom Norkin ve beraberindeki heyet, hafta içi gerçekleştirdikleri ziyarette, İl-20 uçağı hadisesine ilişkin, Rusya'yı ikna etmek için Moskova'da görüşmeler gerçekleştirmişti.
İsrail Savunma Bakanı Avigdor Liberman da perşembe günü yaptığı açıklamada, İsrail'in Suriye'deki İran hedeflerine saldırmaya devam edeceğini ve İran'ın Suriye'deki yapılanmasına izin vermeyeceğini vurgulamıştı.

İsrail Başbakanı Netanyahu daha önce de, "İsrail, ertelemek yerine bir an önce henüz emekleme sürecinde olan İran saldırganlığını savaşa neden olsa bile sonlandırmak için kararlıdır." açıklamasında bulunmuştu.

İsrail son dönemde Suriye'deki İran hedeflerine yönelik saldırılar düzenliyor. İsrailli yetkililer, “İran'ın Suriye'deki oluşumu” olarak isimlendirdikleri varlığını engellemek için bir dizi strateji geliştirme konusunda ise ısrarlı.

İsrail ayrıca iç savaşın başladığı 2011'den bu yana zaman zaman Suriye ve Golan Tepeleri'nden, topraklarına roket atıldığını ileri sürerek, İran destekli Hizbullah güçlerine ve rejime ait askeri noktalara saldırılar düzenliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'nın Almanya Ziyaretinde Can Dündar Sorusu

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Erdoğan'dan Alman gazeteciye tokat gibi cevap Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Almanya Başbakanı Angela Merkel ile düzenlediği basın toplantısında Can Dündar ile ilgili gelen soruya net cevap verdi ve "Şu an bu kişi Türk yargısına göre bir mahkûmdur, ajandır. Devletin sırlarını ifşa etmiştir. Kendisinin iadesini istemek en doğal hakkımızdır" dedi.


Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier tarafından resmi törenle karşılanan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Almanya Başbakanı Angela Merkel ile görüştü. Görüşme sonrası gazetecilerin karşısına geçen iki lider gündeme ilişkin soruları cevapladı.

ERDOĞAN'DAN VİZE SERBESTİSİ VURGUSU


Cumhurbaşkanı Erdoğan burada yaptığı ilk açıklamada; "Sayın Merkel ile görüşmemizde bir süredir çalışmayan mekanizmaları işler kılma noktasında fikir birliğine vardık. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle beraber ülkemiz yeniden reform yoluna girmiştir. Vize serbestisi konusunda kalan 6 kriteri en kısa zamanda yerine getirmeyi planlıyoruz. Vize serbestisinin sağlanması ve gümrük birliğinin güncelleştirilmesi hem Türkiye’nin hem AB’nin faydasına olacaktır. Bu kritik sürecin belli çevrelerin kaprislerine maruz bırakılmadan iletilmesini diliyoruz. Almanya’nın vereceği desteğe de büyük önem veriyoruz" ifadelerini kullandı.

MERKEL: EKİMDE 4'LÜ ZİRVE DÜŞÜNÜYORUZ


Merkel ise göç mevzusuna dikkat çekerek, "Türkiye olağanüstü yüksek bir performans sergilemektedir. Suriye’den gelen 3 milyon kadar mülteciye ev sahipliği yapmaktadır. İdlib konusunu ele aldık. Orada kırılgan bir durum var. Rusya, Türkiye ve Fransız devlet başkanlarıyla birlikte ben de bir araya gelerek ekim ayının ortalarında dörtlü zirve düşünüyoruz. Belli yükümlülüklerimiz var. AB’nin özellikle mülteci projeleri için kaynakların bürokratik olmayan şekilde akmasını sağlamak istiyoruz. Terörle mücadele konusunda işbirliğimizi daha da iyileştirmek istiyoruz." diye konuştu.

CAN DÜNDAR SORUSUNA NET CEVAP


SORU: Türkiye’de Alman vatandaşlarının tutuklu olmasını belirttiniz. Sayın cumhurbaşkanı umut vaat etti mi çözüm bulunacağına dair… Can Dündar’ın akredite olması ama sayın cumhurbaşkanını dikkate alarak kendisi gelmiş buraya, bu konuyu ele aldınız mı? Nazi serzenişlerinizden ötürü özür dilediniz mi?

Merkel: Şimdi ben adli yardımlaşma ile ilgili söz konusu olan tek tek konuları ele almak istemiyorum. Gazeteci Dündar konusunda ihtilafların olduğu ortada. Kendisinin basın toplantısına katılmayacağına kendisi karar vermiştir. Yine yanlış anlaşılma olmasın diye şunu söylemek istiyorum. Burada herhangi bir şekilde iki sınıflı bir akreditasyon yoktur. Çok sayıda gazeteci burada bulunuyor, bundan ötürü herkes tek tek soru soramıyor. Ama eşitlik açısından bu hak tanınmıştır. Bunu açıklamak istedim. Can Dündar’ın kendisi katılmama kararı vermiştir. Kendisiyle ilgili sayın cumhurbaşkanı ile farklı görüşlerin olduğunu teyit edebilirim.

Erdoğan: Bu samimi açıklaması için teşekkür ediyorum. Türk yargısı bırakılması gerekli olanları tutuksuz yargılanmak üzere de olsa bırakmıştır. Hiç ona gerek kalmadan bırakılması gerekeni de bırakmıştır, isim vermeyeceğim. Fakat son söylediğiniz kişiye gelince; önce Can Dündar’ın bir ajan olduğunu, devletin sırlarını ifşa etme durumunda olan bir kişi olduğunu ve bunun 5 yıl 10 aya mahkum edildiğini biliyorsunuzdur. 5 yıl 10 aya mahkum olan bir kişi, kaçarak Almanya’ya gelmiştir. Şu anda bu kişi Türk yargısına göre bir mahkumdur ve 5 yıl 10 ay mahkumiyeti vardır, ajandır. Devletin sırlarını ifşa etmiştir.Hiçbir ülkede devletlerin sırları ifşa edilmez, suç teşkil eder. Bir diğer konu biz Almanya ile suçluların iadesi anlaşması yapmış bir ülkeyiz. Bizim böyle bir suçluyu iadesini istemek en doğal hakkımızdır. Bir Alman hakikaten burada yargılanmış mahkum olmuşsa, bizden Almanya isteyebilir. Biz de bunu vermek durumundayız. Böyle bir şey benim başıma gelse, ben veririm, hiç bakmam.

ENVER ALTAYLI'NIN KİRLİ GEÇMİŞİNİ AÇIKLADI


SORU: Sayın Erdoğan ile tutuklu olanlar üzerine konuştuğunuzda bunu nasıl gözümüzde canlandırabiliriz? Bunları ne zaman tahliye edeceksiniz diye mi soruyorsunuz? Türkiye’deki yargının bağımsızlığına yönelik şüpheler var. Siz ısrarla tahliye edin mi diyorsunuz?Sonra sayın cumhurbaşkanına sormak istiyorum. Enver Altaylı Türkiye’de de tanınan bir insani 14 aydır iddianame olmadan tutuklu kendisi. Siz de dindar bir insansınız. Merhamet duygusundan hareket ederek, böyle bir insanın tahliye olması makul olmaz mıdır?

Merkel: Ben tabi aramızda nasıl konuştuğumuzu tek tek anlatacak değilim. Ama somut olarak ele alıyoruz tabi ki. Ve uzun da görüşmeler oluyor. Mesela sizin adını verdiğiniz kişi şu anda işimizi zorlaştıran vakalardan biri. Toplam 5 vaka var. Kesinlikle son derece somut olarak bu konuları ele aldığımıza güvenebilirsiniz.

Erdoğan: Bir defa şunu kabul etmek lazım. Yani ne ben Almanya’nın hukuk sistemini veya mahkemelerini eleştirme hakkına sahibim, ne de sizler Türk yargı sistemini eleştirme hakkına sahipsiniz. Yargılar bağımsızdır. Verdikleri karara saygı duyulur. Kendi ülkemde bile beğenmediğim kararların verildiği zamanlar olmuştur, uymak zorunda kalmışımdır. Bunları hep yaşadık, yaşıyoruz. Şu anda Türk yargı sisteminin Alman vatandaşları hakkında mesela tutuksuzluk kararı aldığı kişiler olmuştur ve serbest bırakmıştır. Enver Altaylı… Acaba ben sorsam Enver Altaylı’yı tanır mısınız diye… Geçmişinde bu kişinin neler olduğunu bilir misiniz diye. Türkiye’nin istihbarat sistemi içinde de dolaylı olarak yer aldığını bilir misiniz diye sorsam acaba siz bilir misiniz? Bu istihbarat sisteminde ne gibi işlevler görmüş? Türk yargısı bu kişiyi acaba niçin tutuklamış? Onun için biz yargıya saygı duymak zorundayız.

SORU: Almanya’da yaşayan FETÖ üyelerinin olduğu biliniyor. İadeleri konusunda nasıl bir yol izlenecek?

Merkel: Ben şunu söyleyebilirim PKK Almanya’da yasaklanmıştır. Bütün aktiviteleri de yasaklanmıştır. Bugün ayrıntıları ele almadık. Ama daha önceki görüşmelerde ele almıştık. FETÖ konusunda Türkiye’nin tabı ki savlarını son derece ciddiye alıyoruz ama daha çok bilgiye ihtiyacımız var, nesnel bulguya ihtiyacımız var. PKK ile aynı seviyede ele almamız için daha çok kanıta ihtiyacımız var. Almanya’da da aranan kişiler var. Henüz bazı vakalarda başarılı olamadık. Bazı insanların Almanya’da olup olmadığından da emin değiliz, araştırmalar devam ediyor.

Erdoğan: Aslında tabi burada daha önce de benim isimlerine varıncaya kadar binlerce PKK terör örgütü mensubu Almanya’da bulunuyor. Dağınık olarak bunların bulunduğu bir vaka. FETÖ’ye gelince, FETÖ’nün de yüzlerce mensubu buralarda bulunuyor. Ve burada gerek bizim istihbarat teşkilatımızın, gerek Alman istihbaratının müşterek çalışmalarıyla birbirimize olan özgüvenle nerede kimi yakalıyorsak bunu tabi teslim etmemiz işimizi kolaylaştıracaktır diye düşünüyorum. Kaldı ki PKK’nın bir terör örgütü olduğunu kabul eden bir Almanya’nın bunu yapmaktan daha kolay bir şey olamaz. Aramızda suçluların iadesi anlaşması var. bu türleri yakalayıp teslim etmek ülkemizin huzuru mutluluğu için çok büyük önem ifade ediyor.

MERKEL: DAHA ÇOK BİLGİYE İHTİYACIMIZ VAR


SORU: Yeni normalleşme adımlarının atılacağını biliyoruz. Almanya’dan Türkiye’ye bir heyet verecek, ilk somut adımları ne zaman bekleyebiliriz?

Merkel: Belki tekrar bu somut vakalara dönebilirim. Mesela bazı vakalarda iddianamenin henüz hazırlanmamış olmasını konuştuk. Bundan ötürü çok muğlak bir durum ortaya çıkıyor. Ve tabi ki yargının bağımsızlığına karşı saygımız sonsuzdur. Ama bazı durumları, bazı süreçlerin farklı olmasını dilerdik. Bu da apaçık ortada. Darbe konusuna gelince kesinlikle şiddetle kınıyoruz. Kendim bizzat Türkiye’ye ziyarette bulundum, 200’den fazla insanın hayatından olduğunu biliyorum. Şimdi biz bu alanda daha çok bilgi edinmek için karşılıklı temasları sürdürüyoruz. Ama bu Gülen hareketini gerçekten PKK ile aynı seviyede değerlendirme açısından bu durumda değiliz, daha çok bilgiye ihtiyacımız var.

Erdoğan: Ben de özellikle yarınki görüşmemizi ekonomik ilişkiler noktasında çok çok önemsiyorum. Yarın ekonomik ilişkilerimizi gündeme taşıyacağız. Bu sürecin Türkiye Almanya arasında çok önemli olduğuna, özellikle ileri teknolojide, dijital dönüşümde, daha önceden de planladığımız bir çok adım var. Almanya, Türkiye bu ortak adımlarla inanıyorum ki bölgede de ciddi bir performansı sergileyecektir.

Dünyada Amerikan Çağı Bitiyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Tamer Ashraf
Trump yeni bir şey söylüyor ama dünya yeniden kuruluyor.

Amerika yalnızlaşırken, Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye yeni bir zeminde buluşmak üzere. 

Hatta Amerika’ya karşı yeni ittifaklar yeni oluşumlar hızla kurulmak üzere. 

Artık dünyanın jandarması Amerika’nın parmak sallamasını kimse iplemiyor!

Sizce de öyle değil mi?

Hatırlıyor musunuz, Amerika’nın Kudüs’e büyükelçiliğini taşıma kararından sonra Birleşmiş Milletlerde (BM) bir oylama yapılmıştı. Ve oylamanın sonucu çok ama çok tartışılmıştı.

21 Aralık 2017’deki oylamadan hemen önce Trump Amerikan yardımı alan ülkeleri tehdit etmişti ve şayet aleyhte oy kullanırlarsa yardımları keseceği tehdidinde bulunmuştu.

Ama oylama Trump’ın tehdidine rağmen Türkiye ve Filistin’in zaferiyle sonuçlanmıştı.

O gece internet sitelerinde haber şöyle duyurulmuştu:

ABD’nin Kudüs kararının ardından BM Genel Kurulu’nun olağanüstü gündemli toplantısında, ABD’nin kararını geri çekmesini öngören bir tasarı oylandı.

Bağlayıcı niteliği bulunmayan tasarı 128’e karşı, 9 oyla kabul edildi. 35 ülke ise çekimser kaldı.

ABD ve İsrail dışında, Guatemala, Honduras, Marshall Adaları, Nauru, Mikronezya, Palau ve Togo, Trump’ın Kudüs kararını destekleyen ülkeler oldu.

35 ülke ise tasarı için çekimser oy kullandı:

Antigua ve Barbuda, Arjantin, Avustralya, Bahama Adaları, Benin, Bhutan, Bosna Hersek, Kanada, Hırvatistan, Çekya, Dominik Cumhuriyeti, Ekvatoryal Gine, Fiji, Haiti, Macaristan, Jamaika, Kiribati, Litvanya, Lesotho, Malawi, Meksika, Panama, Paraguay, Filipinler, Polonya, Romanya, Ruanda, Solomon Adaları, Trinidad Tobago, Tuvalu, Güney Sudan, Uganda, Vanuatu.”

2017’nin son günlerinde BM’de yaşanan hadise, önceki gün yaşananlara ışık tutar niteliktedir.

AMERİKA ARTIK NE TEHDİTLE NE SİLAHLA İKNA EDEMİYOR


O gün Amerika’nın yardımını alan ülkeler bile aleyhte oy kullanmıştı. Yine o gün ismini yeni duyduğumuz hatta dünya haritasında nerede olduğunu bile bilmediğimiz birkaç ülke Amerika’ya destek vermişti. Nauru mesela!

“Amerikan çağı bitiyor, Amerika geriliyor. Batıyor” gibi cümleleri kurmak için çok erken olduğunu biliyorum.

Fakat, 2001’deki ikiz kulelere yapılan saldırı bahane edilerek geliştirilen yeni “terörle mücadele konsepti” özellikle İslam dünyasına kan ve kaostan başka bir şey getirmedi.

Bununla birlikte 2008 küresel krizinden sonra da ekonomik olarak gerileyen Amerika, Trump ile birlikte “malların ve sermayenin serbest dolaşımı”nı önleyerek ayakta kalma yolunu seçti.

Bu iki hadise, Amerikan çağının zora girdiğinin işaretidir. Amerikan toplumu Trump ile birlikte yeniden zenginleşiyor bu doğru. Ama aynı şekilde dünyanın müreffeh toplumları dahi Amerika’nın yeni ekonomi savaşı nedeniyle zorluklar çekiyor. Tehdit ve şantajlara boyun eğen petrol üreden ülkelerse her gün ekstra bir fatura ödemekle meşgul.

KURALSIZLIĞI DOKTRİNLEŞTİRMEK İSTEYEN TRUMP’A “ADALET” DİYEN BİR ERDOĞAN VAR


Önceki gün Trump, BM kürsüsünden bütün ülkelere kendince racon kesti. İronik biçimde globalleşme doktrinini reddettiğini ilan etti. “Sosyalizm kötü” dedi. “Petrol fiyatları yüksek” dedi. “Amerika” dedi. “Ulus devlet” dedi.

Trump’ın sözlerine ilişkin en kapsamlı analizi gazetemiz Yeni Şafak’ta Zekeriya Kurşun hoca yazdı. )

Zekeriya Kurşun’un yazısı şöyle bitiyor,

“(…) Bütün çelişkilerine rağmen bu konuşma kesinlikle hafife alınmamalıdır. Ama bir sonuç olarak acaba tarih farklı bir coğrafyadan mı tekerrür ediyor? sorusunu da sormamızı gerektirmektedir.

Trump’ın korumacı, saldırgan ve müdahaleci, barışı ve uluslararası işbirliğini baltalayıcı, ticareti sınırlayan konuşması karşısında; Cumhurbaşkanı Erdoğan, adalete, insan haklarına, gelir dağılımındaki eşitsizliğe vurgu yapan ve daha fazla uluslararası işbirliği ve serbest ticareti öneren konuşması yüz yıl öncesini hatırlatmaktadır.

ABD Başkanı Wilson, 1919’da bütün mağrurlukları ile Paris’te toplanarak mazlum milletlerin kaderini tayin eden galip Avrupalılar karşısında milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını ve “açık kapı” politikalarını savunarak, Milletler Cemiyeti’nin kuruluşu için yola çıkmıştı.

Acaba yüz yıl sonra tarih, ‘dünya beşten büyüktür’ ilkesini ortaya koyan Erdoğan’ın çağrısı ile BM’nin yeniden yapılanmasına giden bir süreci mi hazırlamaktadır?”

2017’nin son günlerinde BM’de yaşanan hadise ve ardından önceki günkü genel kurul toplantısında yaşananlar insanlığın yeni bir merhaleye geldiğinin işaretidir.

Ya elindeki silaha ve etrafa yaydığı korkuya güvenen “güç sarhoşluğu” ile önüne gelene çemkirenlerin dünyayı teslim aldığını göreceğiz… Ya da yüz yıl önce Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunun önünü açan Wilson gibi cesaretle öne atılanların “Dünya beşten büyüktür” cümlesinin gerçekleştiğini.

SON 300 YILDA BİLE DÜNYA BİRKAÇ KEZ KURULMADI MI?


16 Nisan 1964 yılında Time dergisine konuşan İsmet İnönü, “Müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir... Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur” demişti.

Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem BM’de yaptığı konuşma, hem Amerikan medyasına hem Alman medyasına yaptığı açıklamalar gösteriyor ki Türkiye “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” tezinde ısrarlı. Sahi son 300 yılda bile dünya birkaç kez kurulmadı mı?

İLGİLİ HABERLER




















27 Eylül 2018 Perşembe

Suudi Arabistan Trump’a güvenebilir mi?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Trump dönemi Washington’ın politikaları, uluslararası sistemdeki güç dağılımını sarstı. Göreceli güç artırımına giden Trump yönetimi, uluslararası sistemdeki diğer aktörlerin ABD’ye bakışını da etkiledi.




ABD Başkanı Donald Trump’ın beklenmedik ve rasyonel olmayan hamleleri, geleneksel uluslararası ilişkiler ittifaklar mefhumunu yerle bir etti. Başkanlık seçimleri boyunca kullandığı söyleme bakılacak olursa, Trump’ın yeni bir dünya düzeni kurma planı olduğu görülmekte. “Amerika’yı yeniden büyük yap” veya “Amerika’yı yeniden harika yap” diye tercüme edebileceğimiz “Make America great again” sloganı aslında bu dünya düzenin ilk işaretçisiydi. Ayrıca Trump’ın selefi Obama’yı şiddetle eleştirmesi de söz konusu yeni dünya düzenini inşa etmenin bir parçası olarak görülebilir.

Trump başkanlık seçimleri boyunca mültecilere yönelik ırkçı söylemler geliştirirken bazı ülkelere yönelik de ağır söylemlerde bulunmuştu. Söz konusu söylemlerden ABD’nin geleneksel müttefikleri olan Körfez ülkeleri de nasibini almıştı. Trump “Borcumuzu Körfez ülkeleri ödeyecek. Onlar bizsiz yoklar” ifadelerini kullanırken, söz konusu söylemler, Körfez’de soğuk duş etkisi meydana getirmişti. Gerek Wikileaks belgelerinin basına sızması sonucu gerekse çeşitli medya organlarının yaptığı haberler, Körfez ülkelerinin seçimler boyunca Hillary Clinton’ı desteklediklerini ortaya çıkarmıştı. Dolayısıyla Körfez ülkeleri gerek destekledikleri adayın kazanamaması gerekse kendilerine yönelik beklenmedik söylemlerle iktidara gelen bir ABD başkanıyla karşı karşıya gelmişti. Trump söylem bazında Körfez’i kaygılandırsa da selefi Obama eylem bazında Körfez ülkelerinin endişelerini hadsafhaya çıkarmıştı. Suudi Arabistan Obama döneminde ABD’ye güvenilmemesi gerektiğini anlamıştı.


Obama’dan Körfez’e ders: ABD’ye güven olmaz


Barack Obama dönemi ABD dış politikası, başkanın demokrat olması hasebiyle, daha çok müdahalecilikten uzak olmuştu. Obama ve ekibi daha çok uluslararası hukuk, insan hakları gibi yumuşak güçle yakından alakalı unsurları siyasete alet ederek, ABD’nin uluslararası sistemdeki pozisyonunu değiştirmeye yönelik ilk adımları atmıştı. Diğer bir deyişle Obama dönemi ABD, gerek Ortadoğu’dan gerekse dünya siyasetinden bir hayli geri çekilmişti.

Arap ayaklanmaları süresince Washington’ın takip ettiği politika da Riyad’ın ABD’ye olan güvenini sarsmıştı. Mübarek gibi uzun süredir müttefiki olan bir diktatörün iktidardan gitmesine göz yuman ABD, gerekirse Körfez’deki monarşilerin demokrasiye geçişine ve iktidardaki monarşilerin devrilmesine de göz yumabilirdi. Genelde Körfez’in özelde ise Suudi Arabistan’ın bu kaygısı, ABD’nin grand stratejisindeki değişiklikle daha da şiddetlendi. Obama döneminde Irak’tan askeri olarak çekilmeye başlayan Washington için Ortadoğu, daha çok “uzaktan dengelenecek” bir bölge olarak görüldü. Bu durum en çok ABD’ye güvenlik konusunda son derece bağımlı olan ülkeleri ciddi şekilde kaygılandırmıştı. ABD’nin güvenlik şemsiyesi olmaksızın Ortadoğu’da varlıklarını sürdürmesi neredeyse imkansız olarak görülen Körfez ülkeleri (özellikle Suudi Arabistan), Obama’nın söz konusu politikasından memnun değildi. 

Üst düzey Suudi yetkililer söz konusu rahatsızlığı defalarca dile getirmiş, Obama yönetiminin insiyatif alıp bölgesel gelişmelere kayıtsız kalmamasını ve aktif müdahil olmasını açıkça deklare etmişlerdi. Fakat Obama yönetimi askeri müdahale gibi seçeneklerden uzak durdu. Suudi Arabistan özellikle Suriye bağlamında Obama’nın çok geç olmadan müdahil olmasını istemişti. Suriye’de kimyasal silah kullanılması durumunda “kırmızı çizgileri”nin ihlal edileceğini ve askeri müdahalenin mümkün olabileceğini söyleyen Obama, Guta ve diğer birçok şehirde sivillere yönelik kimyasal saldırılar olmasına ve uluslararası toplum tarafından bu saldırılar teyit edilmesine rağmen herhangi bir adım atmadı. Dolayısıyla Riyad yönetimi ABD’ye olan güvenini yitirdi.

Öte yandan ABD’nin Suudi Arabistan’ın 1979’dan beri bölgesel rekabet içinde olduğu İran’a yönelik politikası da Riyad’ın Washington’a bakışını tamamen değiştirdi. Nitekim Obama döneminde İran ile P5+1 anlaşması imzalanmış ve İran “normal” bir Ortadoğu ülkesi olmak yolunda önemli adımlar atmaya başlamıştı. Artık el-Suud ailesi ve Suudi yöneticiler İran’ı uluslararası sisteme entegre etmeye çalışan ve Tahran’ı şer ekseninde görmeyen bir yönetimle karşı karşıyaydı. Obama döneminde Suudi Arabistan ABD’ye güvenmemesi gerektiğini anlamıştı. 11 Eylül saldırıları ile zedelenen, ABD’nin Irak işgaliyle çatlamaya başlayan ABD- Suudi Arabistan ittifakı Obama döneminde derinden sarsılmıştı.


Trump’ın Riyad’a biçtiği rol


Trump iktidarıyla ise ikili ilişkilerdeki yaralar sarılmaya başlanmıştı. İlk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapan Trump, İran karşıtı söylemleriyle Arabistan için umut ışığı olarak görülmüştü. Trump’ın politik tavırları Suudi Arabistan’ın (her ne kadar şu an için iyi ilişkilere sahip olsalar da) ABD’ye güvenmemesi gerektiğini ortaya koyuyor. Nitekim Trump dönemi Washington’ın politikaları uluslararası sistemdeki güç dağılımını sarstı. Göreceli güç artırımına giden Trump yönetimi, uluslararası sistemdeki diğer aktörlerin ABD’ye bakışını da etkiledi. Bu noktada Trump yönetiminin Çin, Rusya, Almanya, Fransa, İran, Türkiye gibi ülkelere başlattığı ekonomik savaş, söz konusu ülkeler tarafından saldırgan bir tavır olarak okunabilir ve uluslararası sistemdeki ABD müttefiklerinin kaygılarını artırabilir. 

Bu bağlamda, Suudi Arabistan ABD’yi karşısına almadan Çin ve Rusya gibi ülkelerle yakınlaşarak Washington’a olan bağımlılığını azaltabilir. Trump’ın ABD’yi bir şirket gibi yönetme istediğinin aşikar oluşu, müttefikleri ve uluslararası aktörlerle yaşadığı problemler, Riyad’ın devlet aklıyla hareket etmesini gerektiriyor. Trump döneminde, ABD’nin yıllardır “stratejik ortağı” olarak tanımladığı Türkiye ile olan ilişkilerinin birçok boyuttan krizlerle karşılaşması, ABD’nin yıllardır geleneksel müttefiği olan Riyad’ın da krizlerle karşılaşabileceğini gösteriyor.

Arabistan’ın de facto lideri birinci veliaht ve savunma bakanı Muhammed bin Selman ile Trump ve damadı Kushner’in güçlü bağlara sahip olduğu biliniyordu. Fakat Selman’ın Washington’dan (Kushner’dan uzaklaşarak) bağımsız hareket etmeye çalıştığı, dolayısıyla da Trump’ın Riyad yönetimini cezalandırabileceği düşünebilir. Söz konusu cezalandırmanın Türkiye veya İran ile ABD’nin yaşadığı kriz derecesinde olmayacağı söylenebilir. “ABD Suriye’ye yönelik yıllık 230 milyon dolarlık saçma kalkınma ödemesini sonlandırdı. 

Suudi Arabistan ve Ortadoğu’daki diğer zengin ülkeler ABD yerine ödeme yapacaklar” şeklinde açıklamalar yapması, Trump’ın gerekirse Suudi Arabistan’ın imajını zedeleyeceğini ve Riyad’ı bir banka olarak kullanabileceğini göstermektedir. Bu durum da Riyad’ın ABD’ye güvenmemesi gerektiğini ortaya koyuyor. Arabistan’ın ABD’yi dengeleyecek aktörlerle yakınlaşması da söz konusu. Artık sadece ABD’ye endeksli bir dış politika izlemek zorunda olmayan Riyad, aktör çeşitlendirerek Trump’a güvenmemesi gerektiğini anladığını gösteriyor. Nitekim Kral Abdullah’ın veliahtlık döneminden itibaren başlatılan, ABD’ye olan bağımlılığı azaltma ve dış politikada aktör çeşitliliğine gitme politikası halen sürdürülüyor. Suriye müdahalesiyle bölgesel etkinliği artan Rusya ile Körfez ülkelerinin yakınlaşması, ekonomik olarak gittikçe güçlenen ve Ortadoğu’da aktif rol almaya çalışan Çin’in Körfez ile gittikçe sağlam ilişkiler inşa etmesi Riyad’ın elini güçlendirdi.

Suudi Arabistan’a yönelik Trump’ın söylemleri ve hamleleri düşünülecek olursa, Riyad’ın Trump’a güvenmemesi gerektiği kolaylıkla söylenebilir. Trump’ın hiyerarşik ilişki türünü benimsemiş olması ve bunu sıklıkla dile getirmesi ve Suudi Arabistan’ı ve Körfez ülkelerini “sağımlık inek” olarak görmesi de Riyad’ı rahatsız etmektedir. Öte yandan Trump’ın azlinin konuşulduğu ve akıl sağlığıyla ilgili raporların ortaya konulduğu konjonktürde Suudi Arabistan’ın Trump’a güvenmemesi daha rasyoneldir. Uluslararası ilişkiler literatüründe ilişkiler güven üzerinden değil, çıkar üzerinden kurulur. 

Bu noktada Riyad yönetiminin de Trumplı bir Washington’a soru işaretleriyle yaklaşması elzemdir. Zaten 2015 sonrası pro-aktif bir dış politika izleyen Riyad yönetimi, eleştirel bir dil kullanan ve hiyerarşik pozisyon alan ülkelere yönelik sert adımlar atmıştı. Bu noktada Almanya, İsveç ve Kanada ile yaşanan krizler bu minvalde okunabilir. Ayrıca gerek Katar krizi gerekse Yemen politikasında Suudi Arabistan’ın Trump yönetiminden beklediği desteği alamaması da, tek sesli olmayan Washington yönetimiyle karşı karşıya olan Riyad’ın Trump’a güvenmemesi gerektiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla Trump’ın yeni dünya düzenindeki Suudi Arabistan’a bakışı ve Riyad’a biçtiği rol, Suudi Arabistan’ın neden Trump’a güvenmemesi gerektiğini açıklıyor.

Trump'ın "Sanırım iki devletli çözüm en iyisi olur." sözleri İsrail'i karıştırdı!

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN  REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Trump'ın sözleri İsrail'i karıştırdı!


ABD Başkanı Donald Trump'ın Filistin-İsrail meselesinin çözümüne ilişkin yaptığı, "Sanırım iki devletli çözüm en iyisi olur." değerlendirmesi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun liderlik ettiği Likud Partisi üyeleri ve koalisyondaki bakanlar tarafından eleştirilirdi.




New York’taki dünkü konuşmasında Trump'ın "iki devletli çözüm" önerisine itiraz etmeyen Netanyahu, ardından gelen "tek devletli çözüm" önerisinin de kendisi için kabul edilebilir olduğunu ancak sorunun Filistin devletinin adı değil devletin mahiyeti olduğunu söyledi.

The Times Of Israel gazetesine göre, Netanyahu, Washington'un, iki devletli bir çözüme ulaşılması halinde, İsrail'in Batı Şeria'daki kapsamlı güvenlik kontrolünü devam ettirmesini kabul ettiğini aktardı.

Trump'un açıklamalarına karşı Netanyahu'nun "diplomatik yaklaşımının" kabul görmediği Likud Partisi ve hükümet ortaklarından ayrıca Trump'ın iki devletli çözüm açıklamasına eleştiriler geldi.


''FİLİSTİN UMURUMDA DEĞİL''


İsrail Savunma Bakanı Avigdor Liberman Golan Tepelerine düzenlediği ziyarette yaptığı açıklamada, "Filistin devleti umurumda değil. 

Filistin Devleti beni ilgilendirmiyor, beni ilgilendiren şey Yahudi devletidir. Burada daha birçok büyük sorunlar var." dedi.


''GERİSİ DAHA AZ ÖNEMLİ''


Liberman, "İsrail'deki Araplar nüfusun yüzde 20'sini oluşturuyor. İsrail bayraklarıyla değil de Filistin bayrakları ile gösteriler ve protestolar düzenledikleri gerçeği var. Benim bununla ilgili sorunum var. 

Bu gerçek bir problem. Bir Yahudi devletine sahip olma kaygısı duymak zorundayız, gerisi daha az önemli." şeklinde konuştu.

Koalisyon ortaklarından Yahudi Evi partisi lideri ve İsrail Eğitim Bakanı Naftali Benet, sosyal paylaşım hesabından yaptığı açıklamada, Trump'ın İsrail'in gerçek bir dostu olduğunu ancak Yahudi Evi Partisi hükümette kaldığı müddetçe, Filistin devletinin kurulamayacağını iddia etti.

İsrail'in Kanal 2 televizyonunda açıklama yapan, Kültür Bakanı Miri Regev, "İki devletli çözüm kötü bir çözümdür. Filistinlilerle çözüm İsrail'in zararına olmamalı." ifadelerini kullandı.


''FİLİSTİN DEVLETİ YOKTU, OLMAYACAKTA''


Yahudi Evi Partisi Milletvekili Moti Yogev de "Daha önce bir Filistin devleti yoktu, olmayacakta. 

Çünkü bu topraklar İsrail'in. Bu sebepten dolayı İsrail'in güvenliğini tehdit edecek Yahuda ve Samara'da (Batı Şeria) bir devlet kurulmasına izin verilemez." diye konuştu.

''ASLA KURULMAYACAK''

Likud Partisinden Gidon Saer, "İsrail topraklarında asla Filistin devleti kurulmayacak." ifadelerini kullanırken söz konusu ayni partiden milletvekili olan Miki Zohar ise Trump'ın sözlerinin hayal kırıklığı oluşturduğunu ve İsrail'in ABD başkanını iki devletli bir çözümü kabul etmekten vazgeçirmeye çalışması gerektiğini söyledi.

Yahudi Evi Milletvekili Bezalel Smotrich ise ''sorunun çözümü İsrail topraklarının bölünmesi temelinde olmamalıdır.'' diye konuştu.

ABD Başkanı Trump ve Başbakan Netanyahu, Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna katılmak için geldikleri New York’ta dün bir araya gelmişti.

Görüşmenin ardından Netanyahu ile birlikte basın mensuplarına açıklama yapan Trump, İsrail’in yanında oldukları mesajını yinelemişti.

Trump Filistin-İsrail meselesinin çözümüne ilişkin yaptığı değerlendirmede, ''Sanırım iki devletli çözüm en iyisi olur.'' demişti.

Filistinlilerin müzakere masasına geri döneceğinin ''kesin'' olduğunu öne süren Trump, ''İsrail de diğer taraf için iyi bir şeyler yapmalı.'' diyerek Tel Aviv yönetiminin de sorunun çözümü için taviz vermesi gerektiği imasında bulunmuştu.

Filistin'den açıklama: Trump bize savaş açtı!



Filistin Dışişleri Bakanı Riyad el-Maliki, mevcut ABD yönetiminin Filistin halkına karşı açıktan savaş açtığını söyledi.

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile birlikte Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na katılmak için New York'ta bulunan Bakan Maliki, ABD Başkanı Donald Trump'ın dün Filistin-İsrail meselesine dair yaptığı açıklamaları basına değerlendirdi.

Maliki, Başkan Trump'ın Filistin-İsrail meselesine yönelik iki devletli çözümden yana olduğu açıklamasının beklentilerinin altında olduğunu belirterek, "Başkan Trump, birini bölgemiz için gerçek bir barışı istediğine inandırmak istiyorsa 1967 sınırlarında iki devletli çözümü desteklediğini, Doğu Kudüs ve Batı Şeria'nın işgal altındaki topraklar olduğunu söylemeli." dedi.

Trump yönetiminin Filistin'e yönelik politikalarını eleştiren el-Maliki, "Mevcut ABD yönetimi Filistin halkına karşı açıktan savaş açtı." diye konuştu.

ABD Başkanı Trump, dün İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada Filistin-İsrail meselesine ilişkin, "Sanırım iki devletli çözüm en iyisi olur." ifadesini kullanmıştı.

Trump, dün akşam düzenlediği basın toplantısında ise İsrail ve Filistin halkının iki devletli bir çözümü kabul edeceğine inandığını kaydederek, "İsrailliler ve Filistinliler tek devlet istiyorlarsa bana uyar, iki devlet istiyorlarsa bu da bana uyar. Onlar mutluysa ben de mutluyum." açıklamasını yapmıştı.

Kendi duvarlarını ören Avrupa

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Küresel ekonomik kriz ile kuzey-güney bölünmesini yaşayan Avrupa, göçmen akınının tetiklediği aşırı sağcı siyasi akımlarla beraber bir doğu-batı bölünmesine doğru da yelken açmış durumda.




1989'da Moskova'dan esen "Değişim Rüzgarı"nın yerle bir ettiği Berlin Duvarı'nın enkazının üzerinde bir yıl geçmeden birleşen Almanya, Avrupa Birliği'nin tek devlet ideali çevresinde toplanması için itici güç olmuştu. Avrupa Birliği, Varşova Paktı'nın eski üyelerini derinlemesine sorgulamadan sınırlarının içerisine katarak doğuya doğru genişlerken küreselleşmenin mutlak zaferine iman etti. Yeni duvarların yükselmeyeceğine dair sarsılmaz bir inançla başlayan bu "birlik" olma yolculuğu yine küreselleşmenin getirdiği kaotik düzen ve geçmişin biriktirdiği kapanmamış hesaplarla bugünlerde bir duvardan diğerine tosluyor.

2009'da patlak veren küresel ekonomik kriz Avrupa Birliği'nin kendi içerisinde inşa ettiği ilk duvarın temellerini attı. Birlik kısa süre içerisinde Almanya'nın başını çektiği zengin kuzey ülkeleri ile "har vurup harman savurmuş" oldukları ima edilen güney ülkeleri arasında bölündü. Yunanistan'dan başlayarak Akdeniz kıyısı boyunca Portekiz'e kadar tüm birlik ülkeleri birbiri ardına kemer sıkma politikalarına yöneldi, geniş halk kitleleri "ekonomik reformlar" adı altında refahlarından fedakarlık edecekleri şartlara zorlandılar.

Ekonomik yıkımın en ağır darbesini yiyen Yunanistan'ın bu süreçten kağıt üzerinde de olsa çıkabilmesi ancak 2018 yılında mümkün oldu. Avrupa Birliği'ndeki bu kuzey-güney bölünmesi İtalya, İspanya, Belçika gibi ülkelerdeki mikro milliyetçi damarları da tetikledi. Bu ülkelerin görece varlıklı etnik grupları ya da bölgeleri ayrılıkçı taleplerini giderek yüksek bir sesle gündeme getirirken, karşılarında yükselen milliyetçi-aşırı sağcı dalgayı buldular. Avrupa'da kuzey-güney ülkeleri arasında yükselmeye başlayan duvara paralel yeni duvarlar bu kez üye ülkelerin içerisinde de yükselmeye başladı.


Libya müdahalesinin ağır bedeli


Ekonomik kriz ile mücadele halindeki Avrupa Birliği için "cehennemin kapılarının" açılması ise Arap Baharı sürecinde sorgusuz sualsiz müdahil olduğu Libya'daki iç savaş ve Beşşar Esed rejiminin yıkılacağına mutlak bir inanç duyduğu Suriye'deki çatışma sürecine seyirci kalması ile gerçekleşti. 2011 yılının ekim ayında 42 yıl boyunca Libya'ya hükmetmiş olan Muammer Kaddafi muhalifler tarafından Sirte'de yakalanıp linç edilirken, Fransa başta olmak üzere kimi Avrupa başkentlerinde zafer şarkıları söylenmekteydi. Aradan geçen yedi yılda Libya'ya "demokrasi" gelmediği gibi, bugün Trablus ve çevresinde sürmekte olan çatışmalarla kaos giderek boyut kazanmakta. Avrupa'nın ise bu kaostan payına düşen, sonu gelmeyen bir mülteci akını oldu.
Kaddafi'nin yönetimde olduğu yıllarda, Avrupa başkentlerinden, Afrika'dan Avrupa'ya göçü önlemek için para talep ettiği yani bir nevi şantaj yaptığı iddiaları gündeme getirilmişti. Kaddafi'nin tarih sahnesinden silinmesinden sonra yaşananlar ise bir Kuzey Afrika ülkesinde sonu hesap edilmeden merkezi yönetimin ve istikrarın yok edilmesinin bedelinin ne olacağını uluslararası topluma gösterdi. Yalnızca Libya'daki istikrarsızlıktan ve çatışmalardan canlarını kurtarmak isteyenler değil, Afrika'nın sahra altı ülkelerindeki yoksulluk, kuraklık ve kıtlıktan kaçan on binlerce kişi daha iyi bir gelecek umuduyla yollara döküldü. Çölleri plastik şişelerden yaptıkları ayakkabılarla aştılar, otobüsler dolusu insan çöllerde kumların arasında yitip gitti, açlıktan öldü, Libya'ya varabilenler ise insan kaçakçılarının ölüm gemilerinde şanslarını denemek zorunda kaldılar. Bu süreçte Tunus'a 113 kilometre mesafede bulunan İtalya'daki Lampedusa Adası'nın ismi tüm dünyada ilk kez duyuldu. Binlerce Afrikalı göçmen Lampedusa'ya ayak basarak Avrupa Birliği'nin parçası olma heyecanını yaşıyordu. Lampedusa üzerinden İtalya'ya başlayan bu göçmen akını, Avrupa içerisinde yükselecek yeni bir duvarın da habercisiydi. Göçmen yükünü tek başına omuzlamak zorunda kaldığı ve AB'deki ortaklarından hiçbir destek alamadığı gerçeğiyle yüzleşen İtalya, göçmenlerin ilk ayak bastıkları ülkeye sığınma başvurusu yapmak zorunda olduğunu kayıt altına alan Dublin Sözleşmesini bir kenara bırakarak 2015 yılının Haziran ayında sınırlarını açtı.

Kısa sürede Fransa başta olmak üzere çok sayıda ülke, İtalya'nın açtığı kapılardan geçen göçmenlerin akınıyla karşı karşıya kaldı. İtalya'nın açtığı kapıya Fransa'nın yanıtı ise Avrupa içerisinde yeni bir "duvarın" temelini atmak oldu. Fransa, İtalya ile sınırlarını kapattı, yakaladığı göçmenleri komşusuna geri gönderdi. İki ülke arasında benzer krizler 2011 yılında Tunuslu göçmenler nedeniyle de yaşanmıştı ancak bu defa yaşanan Avrupa Birliği'ndeki dengeleri değiştirecek boyuta ulaştı. Fransa, İtalya'ya yardımda isteksiz davranıp kapılarını da kapatarak, komşusunda kısa sürede göçmen karşıtı bir koalisyonun iktidara gelebileceği öngörüsüne de sahip olacak basireti sergileyemedi.


Duvar Akdeniz sularına taşındı


Avrupa kendi eliyle istikrarsızlaştırdığı Libya'dan kaynaklanan göçmen dalgasına çözüm üretemeden, 2016 yılı ile beraber Suriye'den gelen ve bu defa bir tsunami boyutuna ulaşan akınla karşı karşıya kaldı. Suriye'deki savaştan kaçan sivillerin korunması için Türkiye, Ürdün ve Lübnan'a gereken desteği vermekten kaçınan Batı dünyası bu kez doğu sınırlarından Orta Avrupa'ya ilerleyen insanlık ayıbıyla yüzleşti. Halihazırda ekonomik krizle ve kendi içerisindeki göçmen karşıtı aşırı sağcılarla başetmekten aciz durumdaki Yunanistan bu göçmen dalgasına dayanamadı. Makedonya, Sırbistan, Macaristan, Avusturya ve Almanya toplumları, günler içerisinde kendilerinden binlerce kilometre uzakta yaşandığından emin oldukları, zaman zaman televizyon haberlerinde gözucuyla izledikleri bir insanlık dramının gerçeğiyle yüzleşti. Bu yeni göçmen akını, Avrupa'da duvarlar yükselten Fransa'ya yeni ortaklar ekledi. Macaristan, Çekya, Polonya ve Slovakya "Vişegrad Dörtlüsü" adı altındaki bölgesel birliklerini göçmen karşıtı politikalar odağında yeniden organize ettiler. Macaristan sınırlarını göçmen geçişlerini engellemek için boydan boya çitlerle donatırken, Avrupa Birliği genelinde sınır kontrolleri yeniden yürürlüğe girdi. Batı dünyası, 19. yüzyıldan bu yana açlığa, yoksulluğa ve iç çatışmalara mahkum ettiği Afrika, Asya ve Ortadoğu toplumlarının gerçekleri ile kendi kentlerinin sokaklarında yüzleşmek yerine bu insanları duvarlar inşa ederek dışarıda tutma, topraklarına ulaşmayı başarmış olanları ise kurdukları kamplarda insan onuruna yakışmayacak şekilde yaşatma gayreti içerisine girdi.

Almanya'da Başbakan Merkel liderliğindeki Hristiyan Demokrat hükümetin, göçmen gerçeği ile barışık bir politika izleme çabası ise son iki yılda Avrupa genelinde kendisini giderek daha fazla hissettiren yeni bir aşırı sağ dalgasının büyümesine yol açtı. Merkel'in çabaları ile Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan göçmen anlaşmasının şartları aradan geçen yıllara rağmen Brüksel kaynaklı olarak yerine getirilmezken, göçmen politikaları Merkel'in de koltuğunu daha şiddetli şekilde sarsıyor.
Göçmen karşıtı siyasetten beslenen Almanya İçin Alternatif Partisi ( AfD) anketlere göre gücünü her geçen gün artırırken, Berlin'in Moskova ile başta enerji olmak üzere çeşitli alanlardaki işbirliğinden rahatsız olan ABD'nin, merkez sağın farklı unsurları ve aşırı sağ üzerinden Alman siyasetini dizayn etme teşebbüsleri basına daha sık yansıyor. Göçmen akınının sosyo-ekonomik sonuçlarını doğrudan yaşayan bir başka ülke İtalya'da ise mart ayında yapılan genel seçimden göçmen karşıtı bir hükümet yapılanması çıktı. İtalya'da Beş Yıldız Hareketi ile Lig Partisi'nin kurduğu koalisyon bir ileri adım daha atarak, göçmenlere karşı inşa edilen duvarı Akdeniz'in sularına taşıdılar. Kuzey Afrika'dan yola çıkan ve ölümün kıyısında yolculuk yapan göçmenler gemiler tarafından kurtarılsa dahi bugün İtalya, Fransa ve Malta limanları tarafından kabul edilmiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un New York'taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu çalışmaları sırasında yaptığı bir açıklama bu konuda Paris ile Roma arasındaki ipleri kopma noktasına getirdi. Macron'un, göçmenler nedeniyle İtalya ile Avrupa Birliği arasında siyasi kriz yaşandığını iddia etmesi ve Roma yönetimini insani, denizcilik ve uluslararası hukuka riayet etmemekle suçlamasına sert bir karşılık geldi. İtalya Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini, ülkesinin Macron'dan hukuk ve insanlık dersi almayacağını söylerken, Fransa'nın sınırlarını kapatarak 50 bin kadın ve çocuk göçmeni geri çevirdiğini hatırlattı.
google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html