SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ
Siyasal iddiası olan tüm İslami hareketleri terör örgütü kapsamına sokan BAE, bu hareketlerle silahlı-silahsız her türlü mücadeleyi temel politikası haline getirmiş durumda.
31 Mayıs’ta bu mecrada yayımlanan “BAE: Körfez’in ‘ithal
akıl’la güçlenen ülkesi” başlıklı yazımızda, boyundan büyük hesapların
peşinde koşan BAE’nin siyasi hedeflerini sıralarken, “Arap Baharı” sürecinde
çürümüş seküler milliyetçi rejimlerin en önemli alternatifine dönüşen MüslümanKardeşler (İhvan-ı Müslimin) başta olmak üzere, siyasi iddiası olan İslami
hareketlerin tamamını terör örgütleri kapsamına sok(tur)arak onlarla içte ve
dışta topyekûn mücadele etmek olduğu vurgulanmıştı. Bu yazımızda BAE’nin İslami
ideolojilere/hareketlere karşı aşırı alerjisinin, bilhassa İhvan’la amansız
mücadelesinin nedenlerini sorgulayacağız. Bu mücadeleyi meşrulaştırmak için benimsediği
söylemleri ve kullandığı yöntemleri ele alıp muhtemel sonuçlarını analiz
edeceğiz.
BAE, İhvan’a ve İslamcılara niçin düşman?
Onlarca yıldır seküler Arap rejimlerinin baskısı altında
dizginlenen İhvan menşeli hareketlerin, “Arap Baharı”yla birlikte katıldıkları
ilk serbest seçimlerde sandıklardan zaferle çıkması, daha da önemlisi halka
dayalı alternatif bir yönetim modelini ortaya koyma ihtimalleri, iktidarın
babadan oğula geçtiği bütün monarşileri ve otoriter rejimleri alarma geçirdi.
Zira Mısır’da İslamcıların ilk iktidar deneyiminden başarıyla çıkması halinde
bu dalgadan Ortadoğu ülkelerinin hiçbiri muaf kalamazdı; hele de devletlerini
ve saltanatlarını, İngiltere ve ABD’yle kurdukları derin ilişkilere borçlu olan
ve okumuş-yazmış dindar nüfusu büyük ölçüde İhvan’a sempati besleyen BAE gibi
yönetimler. Dolayısıyla beka kaygısı en temel nedendi.
İkincisi, 2011-2012 yılı itibarıyla İhvan menşeli
hareketlerin Fas’tan Irak’a kadar Arap coğrafyasında yükselişe geçip tek başına
veya koalisyonlar içinde yönetime gelmeleri, -AK Parti’yi rol model almaları
nedeniyle- Türkiye’nin bölgedeki nüfuz alanını genişletecekti. Keza Katar da
bölgedeki değişim sürecine başından itibaren en aktif desteği veren
aktörlerdendi. “Arap Baharı”nı farklı bölgesel vizyonların çatışması üzerinden
okuduğumuzda, gerek yüzyıl sonra Türk unsurun bölgede yeniden etkin hale
gelmesi gerekse rakip komşu Katar’ın Körfez’deki dengeleri sarsacak şekilde
Ortadoğu’yu yönlendirmesi BAE’nin kabullenebileceği bir gidişat değildi.
Nitekim bu süreçte Türkiye ile Katar’a tam zıt pozisyonda yer alan aktör, bir
süre sonra karşı-devrimcilerin operasyonel üssüne dönüşecek BAE’ydi.
Düşmanlığın üçüncü (şahsi) nedenine geçmeden İhvan’ın
BAE’deki geçmişine kısaca değinmek meseleyi daha anlaşılır kılacaktır. Nasırcı
ve/ya Baasçı seküler Arap milliyetçiliğinin Ortadoğu’yu derinden sarstığı
1950’lerden 1970’lere -tıpkı Körfez’in diğer Arap monarşileri gibi- BAE de
İhvan’ı ve Selefi akımları bu tehdide karşı bir kalkan olarak kullandı ve
destekledi. İhvan’ın BAE kolu Islah Cemiyeti, bağımsızlıktan üç sene sonra,
1974’te Mısır ve Kuveyt’te üniversite eğitimi almış BAE’li gençler tarafından
kuruldu. Başta eğitim ve hukuk alanı olmak üzere devletin kurumsal temellerinin
atılmasında –Mısır, Suriye, Filistin kökenli– İhvan mensubu akademisyenler ve
profesyonel meslek sahipleri en büyük katkıyı sağladı ve 1970’lerde Islah
Cemiyeti mensupları hükümetlerde bakan olarak yer aldı.
BAE yönetimi ile İhvan/Islah’ın arasının açılması ise
cemiyetin nüfuzunu artırıp adeta “devlet içinde devlet”e dönüştüğü, daha
katılımcı bir hükümetin tesisi ve servetin daha adil dağıtımı konusunda siyasal
taleplerini açıkça dillendirdiği ve İhvan düşmanlığıyla meşhur Mısırlı eski
güvenlik görevlilerinin BAE güvenlik teşkilatını şekillendirdiği 1980’lere denk
düştü.? 1990’larda Islah ile Abu Dabi yönetimi arasındaki ilişkiler daha da
gerginleşti. İslami hareketlerle ilişkilerde asıl dönüm noktası ise ABD’deki 11
Eylül saldırılarına iki BAE vatandaşının karışması oldu. Daha evvel
Afganistan’daki Taliban rejimini tanıyan üç ülkeden biriyken, bundan sonra Abu
Dabi yönetimi, –dönemin terörle mücadele ruhuna uygun bir şekilde– bölgede
İslami hareketlerle topyekûn mücadelenin öncülüğünü üstlendi. On yıl sonra
“Arap Baharı” ile birlikte BAE, bu politikasını çok daha agresif ve dışarıdan
geniş bir destekçi ağıyla yürütme imkânı buldu. İslamcı ideolojilerin ve
hareketlerin her türlüsüne karşı “sıfır hoşgörü” politikasını benimsedi.
Özellikle Mart 2011’de farklı görüşlerden 133 entelektüelin siyasi reform ve
daha fazla katılım talebini içeren dilekçesi, ülke tarihinin en ciddi bastırma
harekâtını tetikledi. Islah Cemiyeti 2012’de çeşitli STK’larla birlikte
kapatıldı, 100’e yakın mensubu tutuklandı ve 2014’te ilan edilen terör
örgütleri listesinde yer aldı.
İşte bütün bu süreçte BAE’nin İslamcı hareketlerle tavizsiz
mücadelesinin asıl mimarı, 1990’larda silahlı kuvvetlerin başına geçerek Abu
Dabi’de iktidar iplerini yavaş yavaş ele geçiren ve 2014’ten bu yana ülkeyi
fiilen yöneten Veliaht Prens Muhammed Bin Zayid’dir. Kendisi daha 1990’larda
“İslamcı aktivizmin kaynaklarını kurutma” planını devreye soktu. Bu çerçevede
İslamcılar memuriyetten atılmaya ve kamusal alandaki faaliyetleri kısıtlanmaya,
üniversiteler siyasetten arındırılmaya, camilerdeki Kur’an kurslarının yanısıra
çeşitli yardım kuruluşları ve STK’lar kapatılmaya başlandı. 1994’te Islah
Cemiyeti'nin birçok şubesi kapatılarak dış faaliyetleri yasaklandı.
Öte yandan BAE’nin İslamcı hareketlere alerjisinin Abu Dabi
Emirliği ve Veliaht Prens Muhammed bin Zayid’le büyük ölçüde bağlantılı
olduğunu vurgulamak gerekir. Zira Dubai, Re’su’l-Hayme ve Fuceyre emirlikleri,
1970’lerden itibaren İhvan’a kucak açtı. 11 Eylül 2001’den sonraki süreçte
Islah cemiyeti faaliyetlerini Re’su’l-Hayme emirliğinin himayesinde sürdürebildi.
Ancak hâlihazırda bu emirlikler, gerek Abu Dabi’nin muazzam bir silahlı gücü ve
istihbarat aygıtını elinde tutmasının yol açtığı tedirginlik, gerek petrol
servetinin asıl sahibi bu emirliğe iktisaden bağımlılıkları, gerekse 2008
finans krizinin akabinde Dubai’nin borç sarmalına girerek Abu Dabi’yi dengeleme
rolünü yitirmesi yüzünden Veliahtın aşırı politikalarına ses çıkaramıyorlar.
Öyle ki Islah Cemiyeti'nin liderliğini yürüten Re’su’l-Hayme Emirinin kuzeni
Sultan bin Kayed el-Kâsımi, 2012 Nisanında bu yana hapiste.
Seküler Arap milliyetçiliği ve 'otoriter istikrar'
Abu Dabi yönetimi, “Arap Baharı”nı ılımlılık ve hoşgörüye
karşı radikalliği körükleyen bir süreç olarak algılıyor. Bu süreçte siyasal ve
toplumsal alanı dönüştürmek isteyen İslamcı hareketlerin her türlüsünü
radikalleşmeye, şiddete başvuran aşırıcılığa doğru bir sıçrama tahtası olarak
görüyor. BAE’ye göre İhvan-ı Müslimin, kökü dışarıda olan, tek bir çatı altında
İslami hilafet kurmayı hedefleyerek devletlerin egemenliğini ihlal eden ve
siyasi sistemlerini istikrarsızlaştıran yıkıcı ve terörist bir örgüt. Onu,
Körfez liderlerinin altını oymak ve bölgenin muazzam zenginliklerine el koymak
için “uluslararası komplo”lara girişmekle suçluyor. İhvan’ı İran’dan bile daha
büyük bir tehdit olarak algılıyor. Sahip olduğu siyasi nüfuzu abartarak ve
terör örgütü gibi sunarak hem bölgesel hem de küresel alanda İhvanofobiyi
körüklüyor. Yine Suudi Arabistan’ın Vehhabi anlayışını da bölgedeki terörün ve
radikalizmin temel kaynağı olarak görüyor.
Siyasal iddiası olan tüm İslami hareketleri terör örgütü
kapsamına sokan ve onlarla silahlı-silahsız her türlü mücadeleyi temel
politikası haline getiren BAE, bölgede barış ve istikrarın teminatı olarak
gördüğü sekülerliği ve din-devlet ayrışmasını hararetle savunuyor. Keza seküler
Arap milliyetçiliğini İslamcılığa ve yükselen Türkiye ile İran 'tehdidine'
karşı bir panzehir olarak destekliyor; “Arap Devrimleri”yle devrilen seküler
otoriter yönetimleri geri getirmeyi ve bölgede “otoriter istikrar”ı yeniden tesis
etmeyi hedefliyor. Aslında komşularından İran Şiiliği, Suudi Arabistan
Vehhabi-Selefiliği, Katar da İslamcılığı himaye eden bir politika izlerken
BAE’nin elinde güçlü rakiplerine karşı başkaca bir alternatif de bulunmuyor.
İslamcı dalgayı boğmak için kullandığı yöntemler
BAE, “Arap Baharı”nı ve İslamcı dalgayı boğmak adına yumuşak
ve sert güç unsurlarını 2011’den itibaren içeride ve dışarıda devreye sokmuş,
2014’ten bu yana giderek çeşitlendirmiş ve dozajını artırmış durumda. Abu
Dabi’nin amaçlarına ulaşmak için kullandığı araçları dini alanı yönlendirip
tanzim etmekte de kullandığını belirtilmeli.
Abu Dabi yönetimi, -“karşı-devrimci ılımlı Arap rejimleri”
ekseniyle birlikte- bir yandan askeri darbe, vekâlet savaşı veya doğrudan
askeri müdahale gibi yöntemlere başvurarak İslamcıları bastırmaya; diğer yandan
onları terörle özdeşleştiren yoğun propaganda ve psikolojik harp taktikleriyle
geniş halk kitlelerinin akıllarında ve gönüllerinde bitirmeye, bir ümit ve
alternatif olmaktan çıkarmaya çalışıyor. İslamcılarla mücadele ederken (tıpkı
Mısır ve Tunus’taki Temerrüd Hareketi veya Yemen’de güneyli ayrılıkçılar gibi)
yereldeki seküler, milliyetçi, kabileci, geleneksel veya gayrimüslim unsurlarla
işbirliği yapıyor, maddi destek sağlıyor. Son yıllarda tasavvufi gruplara ve
Selefilerin siyaseti ve isyanı caiz görmeyen Medhaliler gibi kollarına desteği
dikkat çekiyor; hatta cihadi Selefi gruplarla savaşta bu türden “zararsız” dini
grupları silahlandırıyor. Öte yandan kendisi başarılı bir seküler siyasal model
kurarak ve ılımlı-itaatkâr bir din anlayışının bayraktarlığını yaparak
İslamcıların çözüm olduğu algısını yıkmaya odaklanıyor. Kamusal alanda siyasal
talepleri dillendirmeyen, rejimlere itaatkâr ve apolitik bir Müslüman toplum
oluşturmayı hedefliyor. Ayrıca genç nüfusu haz ve eğlence kültürüne daldırarak
apolitize etmeye, böylelikle hem radikalizme kayışlarını engellemeye hem de
değişim-dönüşüm taleplerini baltalamaya çalışıyor. Bu noktada BAE’nin en dikkat
çekici başarısı, genç Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı resmi dini
anlayış olan Vehhabilikle arasına mesafe koyup ülkesini “ılımlı İslam”
çizgisine getirmesi ve yüzde 70’e varan genç nüfusunu eğlence kültürüyle
tanıştırmaya iknası oldu. Bütün bu süreçte BAE, İslami hareketlerle mücadelede
uzman Batılı ve Arap -Muhammed Dahlan gibi- sicili bozuk danışmanlardan
istifade ediyor.
Sekülerlik ve “ılımlı İslam” örtüsü altında dinin bir araç olarak kullanımı
Bir yandan Ezher gibi rejimlere sadık geleneksel dini
müesseselere ve ulemanın siyasete doğrudan girmesini onaylamayan kesimlere
destek verirken, diğer yandan mevcut birçok dini yapıyı terör örgütleri
listesine koy(dur)arak sistem dışına itiyor, öte yandan da “ılımlı, orta yolcu,
hoşgörülü, ilerici ve reformist” dini anlayışı üzerinden Atlas Okyanusu’ndan
Körfez’e kadar uzanan coğrafyada hem yeni dini müesseseler kuruyor hem de mevcutları
finanse ve himaye ediyor.
Bu bağlamda BAE’nin en dikkat çekici adımı, İhvan’a yakın
durup devrim sürecine en güçlü desteği veren (Yusuf el-Karadavi’nin
liderlindeki) Dünya Müslüman Âlimler Birliğini terör örgütleri listesine
alması, bu birliğin başkan yardımcılığından istifa etmiş Şeyh Abdullah bin
Beyye’nin başkanlığında -İhvan’ın ve Selefilerin artan nüfuzunu kırıp “ılımlı
İslam”ı yaymak üzere- Müslüman Toplumlarda Barışı Güçlendirme Forumunu ve
Müslüman Âkiller Meclisini (2014) kurdurması.
Keza uluslararası alanda radikalleşmeyi önleme çabalarına,
özellikle Küresel Terörizmle Mücadele Forumuna (2011) büyük destek veriyor; bu
çerçevede Şiddete Varan Aşırıcılıkla Mücadele Merkezine (Hidayet-2012) ev
sahipliği yapıyor. Şiddete başvuran radikal ve nihilist ideolojilerle,
özellikle de DEAŞ'la sosyal medya üzerinden mücadele etmek ve radikalleşme
temayülü olan gençleri önceden tespit edip İslam’ın hoşgörülü yüzüyle
tanıştırmak üzere dijital bir platform olan Savab Merkezini (2015) -ABD’yle
birlikte- açtı. Son olarak fetvaların resmi mercii kılmak ve diğer otoritelerin
verdiği fetvaları denetlemek üzere dünyanın dört bir yanından “aydın ve ılımlı”
âlimleri toplayarak BAE Fetva Konseyini kurdu (2018).
BAE, Batı’daki İslami söylemi, dini faaliyetleri ve
hareketleri de benzer yöntemlerle tanzim etmeye çalışıyor. ABD’deki Müslümanların
haklarını savunan en etkili ve köklü kuruluşlardan Amerikan-İslam İlişkileri
Konseyi (CAIR-1994) ve Kuzey Amerika İslam Cemiyeti (ISNA-1982) ile İtalya,
Finlandiya, İsveç, Almanya, İngiltere gibi Avrupa ülkelerindeki önemli İslami
cemiyetleri ve insani yardım kuruluşlarını 2014’te kendi terör örgütleri
listesine aldı. Aynı istikamette adım atması için ABD ve Avrupa’ya da uzunca
bir süredir baskı yapıyor. İslami hareketlerle nasıl baş edilmesi gerektiği
konusunda Amerikan yönetimine politika tavsiyelerinde bulunuyor. Önümüzdeki
günlerde BAE’nin etkisiyle Trump yönetiminin İhvan-ı Müslimin’i terör örgütü
ilan edeceğine dair güçlü emareler var.
BAE sorunun kaynağını yeni bir pakette çözümmüş gibi sunuyor
Bugün Ortadoğu’da hem seküler Arap milliyetçiliği hem de
İslam ümmeti vurgusu üzerinden birlik ve beraberliği savunan tüm geleneksel
akımlar ve örgütlü yapılar sarsılmış durumda. Dahası Sünni Arap dünyası çok
boyutlu derin bir kriz içinde; bu sadece siyasi, sosyo-ekonomik ve hukuki
değil, aynı zamanda fikri, felsefi, dini ve ahlaki bir kriz. Kimlik/aidiyet
krizi de cabası. BAE ve müttefiklerinin karşı-devrimci politikaları ve barışçıl
İslamcı hareketleri terörle özdeşleştirerek sistem dışına iten uygulamaları,
Sünnilik içi kutuplaşmayı ve krizi ağırlaştıran faktörlerin başında geliyor.
İhvan’ı bitirmek üzere açtıkları topyekûn savaş, Sünni İslamcılığın barışçıl ve
halk egemenliği anlayışına bağlı daha kuşatıcı, köklü, orta yolcu ve
entelektüel bir formunu tükettiği gibi, bunun doğurduğu boşluk ve tetiklediği hayal
kırıklıkları ve korkular dindarı-seküleri tüm kesimlerde uçlara doğru
savrulmalara ve radikalleşmeye yol açtı. El-Kaide’nin yükselişi ve DEAŞ'ın alan
hâkimiyeti tam da bu süreçle eşzamanlı gelişti; siyaset ve sandıkla barışçıl
dönüşümün önünün tıkanması, özellikle genç kitlelerde değişim için silahtan
başka çare kalmadığı düşüncesini besledi ve cihadi Selefi akımların önünü açtı.
İhvan’ı diğer Sünni İslamcı hareketlerden ayıran en temel
özellik, 90 yıllık geçmişiyle bu tür hareketlerin en eskisi ve köklüsü olması,
tabanda ciddi bir karşılık bulması ve en önemlisi, yozlaşmış otoriter rejimlere
alternatif arayışındaki İslami hassasiyeti olan eğitimli ve entelektüel
kesimlerin birçoğunu bünyesinde barındırmasıydı. 20. yüzyıla damgasını vurmuş
Sünni İslamcı neredeyse tüm fikri-örgütsel hareketler bir şekilde İhvan’dan
türemiş, adeta bir okul vazifesi icra etmişti. İdealleri, örgütlenmesi ve
kitleleri harekete geçirebilme kabiliyeti bakımından daha yaygın ve etkili bir
başka toplumsal hareket ortaya çıkmamıştı. Tabii ki İhvan menşeli hareketler,
diğer birçok İslamcı örgüt gibi, kendi içlerinde -çoğulculuk ve kapsayıcılığı
sağlayamama, yasaklı olmaları yüzünden gizli faaliyet alışkanlığı,
söylemlerinin sloganik kalması, siyasette naiflik ve tecrübesizlik, Selefiliğe
kayış gibi- birtakım problemlerle maluldüler. Ancak terör örgütü ilan edilerek
lider kadrolarının ve mensuplarının ölüm, hapis veya sürgüne maruz bırakılması,
aslında Arap dünyasının beynine ve kalbine indirilmiş en ağır darbedir. Zira
eğitimli kadroların tasfiyesi, Arap dünyasında entelektüel sermayeyi tükettiği
gibi, toplumsal dinamizmin taşıyıcılarını da sindirdi. Doğan boşluğun yol
açtığı çapsızlıkların ve travmaların sonuçlarını Ortadoğu daha uzun yıllar
çekecektir.
BAE, Sünni Arap dünyasının derin krizlerini çözebilecek
anlamlı bir alternatif sunmadığı gibi, böyle bir kapasiteye de sahip değil.
Arap milliyetçiliğini, sekülerliği ve otoriter istikrarı yeniden tedavüle
sokmaya çalışsa da bunlar tam da “Arap Devrimleri”ni tetikleyen o ağır sorunların
temel müsebbibiydi. BAE’nin bugünkü çıkışları, –bütün alternatiflerin
tüketildiği bir ortamda– sorunun kaynağını yeni bir pakette çözümmüş gibi
sunmaktan ibaret. Daha da önemlisi, BAE bu krizlerden bizzat nemalanarak
Ortadoğu ve Afrika’da yayılmaya ve yeni bir bölgesel güç olarak sivrilmeye
çalışıyor, tabii ki ABD ve İsrail’in taşeronluğunu üstlenerek.
BAE bölgede seküler rejimler istediğini sık sık vurgulasa da
her seküleri bağrına basmış değil. Filistin lideri Mahmud Abbas seküler ve
milliyetçi bir lider olmasına rağmen BAE’nin bölgesel vizyonuyla tam uyumlu bir
teslimiyet içinde olmadığından onu devirip de yerine İsrail’in ve kendisinin
has adamı Muhammed Dahlan’ı geçirmek için fırsat kolluyor. Öte yandan Şii ve
Selefi hareketlerden nefretine ve çeşitli cephelerde doğrudan veya dolaylı
çatışmasına rağmen baş düşmanı İhvan’a karşı bunlarla zaman zaman işbirliğine
girmekten hiç çekinmiyor.
BAE “ılımlı İslam’ın yeni yüzü” olarak kendi dini anlayışını
pazarlarken oturtabileceği köklü ve meşru bir zemine sahip değil. Mekke-Medine
gibi kutsal mekânları da Ezher gibi köklü dini-ilmi kurumları da barındırmıyor,
bir tarihsel meşruiyeti de bulunmuyor. Ama bunlara ev sahipliği yapan ülkeleri
-içine düştükleri zafiyetleri fırsat bilerek- kendisini rol model kılacak
şekilde yönlendiriyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan’ın Sünni dünyanın dini
ağırlık merkezi olma iddiasını, rejimin Vehhabiliğe dayanan 270 yıllık
dini-tarihi temellerini sarsarak ve kendisi gibi sekülerleştirerek boşa
çıkarmaya uğraşıyor. Keza Mısır’da Ezher’in yanısıra rejime sadık dini
müesseseleri ve ulemayı mali desteklerle ve kendi açtığı dini kurumlarda önemli
görevler vermek suretiyle kontrolü altında tutuyor.
Bugün bir yandan Sünnilik-Şiilik üzerinden yürüyen Suud-İran
mezhepçi rekabeti, diğer yandan İslamcılar ve -BAE’nin başını çektiği-
karşıtları üzerinden Sünnilik içi rekabet Ortadoğu’yu paramparça etmiş durumda.
Aslında din, hiçbir aktör için başlı başına bir amaç değil; bölgedeki siyasi,
jeopolitik ve jeoekonomik mücadelede kullandıkları etkili bir araçtan ibaret.
Rejimler rakiplerini saf dışı bırakmak, bölgesel liderliğe oynamak ve milli
menfaatlerini erişmek için kendine has bir İslam anlayışını pazarlayarak
kitleleri yönlendirme çabası içinde. BAE’nin politikaları da bu genel
çerçevenin dışında değil.
Dinin iktidarlar tarafından siyasi amaçlarla istismarı, hem
buna alet olan âlimlerin ve dini müesseselerin güvenirliğine hem de İslam’ın
bizzat kendisine büyük zarar veriyor. Din üzerinden yürütülen siyasi kavgalar
ve savaşlar, Arap gençlerin bir kısmını radikalleştirirken, diğer bir kısmını
da İslam’dan soğutup uzaklaştırıyor. Ortadoğu’daki mevcut kutuplaşma ve
güvenlik eksenli politikaların baskın olduğu ortamında maalesef ki zamanın
ruhuna uygun anlamlı, kapsayıcı ve güvenilir alternatifler üretecek dini
önderler ve âlimler de siyasi liderler de yok. BAE’nin din-devlet ayrışması ve
“ılımlı İslam”a dayalı modeli de kendisinin gizli siyasi gündemi ve kirli
ittifak ilişkileri nedeniyle uzun vadede başarısız kalmaya mahkûm.