BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

30 Temmuz 2018 Pazartesi

BAE'nin dış politikası ve gizli gündemi

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Siyasal iddiası olan tüm İslami hareketleri terör örgütü kapsamına sokan BAE, bu hareketlerle silahlı-silahsız her türlü mücadeleyi temel politikası haline getirmiş durumda.

31 Mayıs’ta bu mecrada yayımlanan “BAE: Körfez’in ‘ithal akıl’la güçlenen ülkesi” başlıklı yazımızda, boyundan büyük hesapların peşinde koşan BAE’nin siyasi hedeflerini sıralarken, “Arap Baharı” sürecinde çürümüş seküler milliyetçi rejimlerin en önemli alternatifine dönüşen MüslümanKardeşler (İhvan-ı Müslimin) başta olmak üzere, siyasi iddiası olan İslami hareketlerin tamamını terör örgütleri kapsamına sok(tur)arak onlarla içte ve dışta topyekûn mücadele etmek olduğu vurgulanmıştı. Bu yazımızda BAE’nin İslami ideolojilere/hareketlere karşı aşırı alerjisinin, bilhassa İhvan’la amansız mücadelesinin nedenlerini sorgulayacağız. Bu mücadeleyi meşrulaştırmak için benimsediği söylemleri ve kullandığı yöntemleri ele alıp muhtemel sonuçlarını analiz edeceğiz.

BAE, İhvan’a ve İslamcılara niçin düşman?

Onlarca yıldır seküler Arap rejimlerinin baskısı altında dizginlenen İhvan menşeli hareketlerin, “Arap Baharı”yla birlikte katıldıkları ilk serbest seçimlerde sandıklardan zaferle çıkması, daha da önemlisi halka dayalı alternatif bir yönetim modelini ortaya koyma ihtimalleri, iktidarın babadan oğula geçtiği bütün monarşileri ve otoriter rejimleri alarma geçirdi. Zira Mısır’da İslamcıların ilk iktidar deneyiminden başarıyla çıkması halinde bu dalgadan Ortadoğu ülkelerinin hiçbiri muaf kalamazdı; hele de devletlerini ve saltanatlarını, İngiltere ve ABD’yle kurdukları derin ilişkilere borçlu olan ve okumuş-yazmış dindar nüfusu büyük ölçüde İhvan’a sempati besleyen BAE gibi yönetimler. Dolayısıyla beka kaygısı en temel nedendi.
İkincisi, 2011-2012 yılı itibarıyla İhvan menşeli hareketlerin Fas’tan Irak’a kadar Arap coğrafyasında yükselişe geçip tek başına veya koalisyonlar içinde yönetime gelmeleri, -AK Parti’yi rol model almaları nedeniyle- Türkiye’nin bölgedeki nüfuz alanını genişletecekti. Keza Katar da bölgedeki değişim sürecine başından itibaren en aktif desteği veren aktörlerdendi. “Arap Baharı”nı farklı bölgesel vizyonların çatışması üzerinden okuduğumuzda, gerek yüzyıl sonra Türk unsurun bölgede yeniden etkin hale gelmesi gerekse rakip komşu Katar’ın Körfez’deki dengeleri sarsacak şekilde Ortadoğu’yu yönlendirmesi BAE’nin kabullenebileceği bir gidişat değildi. Nitekim bu süreçte Türkiye ile Katar’a tam zıt pozisyonda yer alan aktör, bir süre sonra karşı-devrimcilerin operasyonel üssüne dönüşecek BAE’ydi.
Düşmanlığın üçüncü (şahsi) nedenine geçmeden İhvan’ın BAE’deki geçmişine kısaca değinmek meseleyi daha anlaşılır kılacaktır. Nasırcı ve/ya Baasçı seküler Arap milliyetçiliğinin Ortadoğu’yu derinden sarstığı 1950’lerden 1970’lere -tıpkı Körfez’in diğer Arap monarşileri gibi- BAE de İhvan’ı ve Selefi akımları bu tehdide karşı bir kalkan olarak kullandı ve destekledi. İhvan’ın BAE kolu Islah Cemiyeti, bağımsızlıktan üç sene sonra, 1974’te Mısır ve Kuveyt’te üniversite eğitimi almış BAE’li gençler tarafından kuruldu. Başta eğitim ve hukuk alanı olmak üzere devletin kurumsal temellerinin atılmasında –Mısır, Suriye, Filistin kökenli– İhvan mensubu akademisyenler ve profesyonel meslek sahipleri en büyük katkıyı sağladı ve 1970’lerde Islah Cemiyeti mensupları hükümetlerde bakan olarak yer aldı.
BAE yönetimi ile İhvan/Islah’ın arasının açılması ise cemiyetin nüfuzunu artırıp adeta “devlet içinde devlet”e dönüştüğü, daha katılımcı bir hükümetin tesisi ve servetin daha adil dağıtımı konusunda siyasal taleplerini açıkça dillendirdiği ve İhvan düşmanlığıyla meşhur Mısırlı eski güvenlik görevlilerinin BAE güvenlik teşkilatını şekillendirdiği 1980’lere denk düştü.? 1990’larda Islah ile Abu Dabi yönetimi arasındaki ilişkiler daha da gerginleşti. İslami hareketlerle ilişkilerde asıl dönüm noktası ise ABD’deki 11 Eylül saldırılarına iki BAE vatandaşının karışması oldu. Daha evvel Afganistan’daki Taliban rejimini tanıyan üç ülkeden biriyken, bundan sonra Abu Dabi yönetimi, –dönemin terörle mücadele ruhuna uygun bir şekilde– bölgede İslami hareketlerle topyekûn mücadelenin öncülüğünü üstlendi. On yıl sonra “Arap Baharı” ile birlikte BAE, bu politikasını çok daha agresif ve dışarıdan geniş bir destekçi ağıyla yürütme imkânı buldu. İslamcı ideolojilerin ve hareketlerin her türlüsüne karşı “sıfır hoşgörü” politikasını benimsedi. Özellikle Mart 2011’de farklı görüşlerden 133 entelektüelin siyasi reform ve daha fazla katılım talebini içeren dilekçesi, ülke tarihinin en ciddi bastırma harekâtını tetikledi. Islah Cemiyeti 2012’de çeşitli STK’larla birlikte kapatıldı, 100’e yakın mensubu tutuklandı ve 2014’te ilan edilen terör örgütleri listesinde yer aldı.
İşte bütün bu süreçte BAE’nin İslamcı hareketlerle tavizsiz mücadelesinin asıl mimarı, 1990’larda silahlı kuvvetlerin başına geçerek Abu Dabi’de iktidar iplerini yavaş yavaş ele geçiren ve 2014’ten bu yana ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prens Muhammed Bin Zayid’dir. Kendisi daha 1990’larda “İslamcı aktivizmin kaynaklarını kurutma” planını devreye soktu. Bu çerçevede İslamcılar memuriyetten atılmaya ve kamusal alandaki faaliyetleri kısıtlanmaya, üniversiteler siyasetten arındırılmaya, camilerdeki Kur’an kurslarının yanısıra çeşitli yardım kuruluşları ve STK’lar kapatılmaya başlandı. 1994’te Islah Cemiyeti'nin birçok şubesi kapatılarak dış faaliyetleri yasaklandı.
Öte yandan BAE’nin İslamcı hareketlere alerjisinin Abu Dabi Emirliği ve Veliaht Prens Muhammed bin Zayid’le büyük ölçüde bağlantılı olduğunu vurgulamak gerekir. Zira Dubai, Re’su’l-Hayme ve Fuceyre emirlikleri, 1970’lerden itibaren İhvan’a kucak açtı. 11 Eylül 2001’den sonraki süreçte Islah cemiyeti faaliyetlerini Re’su’l-Hayme emirliğinin himayesinde sürdürebildi. Ancak hâlihazırda bu emirlikler, gerek Abu Dabi’nin muazzam bir silahlı gücü ve istihbarat aygıtını elinde tutmasının yol açtığı tedirginlik, gerek petrol servetinin asıl sahibi bu emirliğe iktisaden bağımlılıkları, gerekse 2008 finans krizinin akabinde Dubai’nin borç sarmalına girerek Abu Dabi’yi dengeleme rolünü yitirmesi yüzünden Veliahtın aşırı politikalarına ses çıkaramıyorlar. Öyle ki Islah Cemiyeti'nin liderliğini yürüten Re’su’l-Hayme Emirinin kuzeni Sultan bin Kayed el-Kâsımi, 2012 Nisanında bu yana hapiste.

Seküler Arap milliyetçiliği ve 'otoriter istikrar'

Abu Dabi yönetimi, “Arap Baharı”nı ılımlılık ve hoşgörüye karşı radikalliği körükleyen bir süreç olarak algılıyor. Bu süreçte siyasal ve toplumsal alanı dönüştürmek isteyen İslamcı hareketlerin her türlüsünü radikalleşmeye, şiddete başvuran aşırıcılığa doğru bir sıçrama tahtası olarak görüyor. BAE’ye göre İhvan-ı Müslimin, kökü dışarıda olan, tek bir çatı altında İslami hilafet kurmayı hedefleyerek devletlerin egemenliğini ihlal eden ve siyasi sistemlerini istikrarsızlaştıran yıkıcı ve terörist bir örgüt. Onu, Körfez liderlerinin altını oymak ve bölgenin muazzam zenginliklerine el koymak için “uluslararası komplo”lara girişmekle suçluyor. İhvan’ı İran’dan bile daha büyük bir tehdit olarak algılıyor. Sahip olduğu siyasi nüfuzu abartarak ve terör örgütü gibi sunarak hem bölgesel hem de küresel alanda İhvanofobiyi körüklüyor. Yine Suudi Arabistan’ın Vehhabi anlayışını da bölgedeki terörün ve radikalizmin temel kaynağı olarak görüyor.
Siyasal iddiası olan tüm İslami hareketleri terör örgütü kapsamına sokan ve onlarla silahlı-silahsız her türlü mücadeleyi temel politikası haline getiren BAE, bölgede barış ve istikrarın teminatı olarak gördüğü sekülerliği ve din-devlet ayrışmasını hararetle savunuyor. Keza seküler Arap milliyetçiliğini İslamcılığa ve yükselen Türkiye ile İran 'tehdidine' karşı bir panzehir olarak destekliyor; “Arap Devrimleri”yle devrilen seküler otoriter yönetimleri geri getirmeyi ve bölgede “otoriter istikrar”ı yeniden tesis etmeyi hedefliyor. Aslında komşularından İran Şiiliği, Suudi Arabistan Vehhabi-Selefiliği, Katar da İslamcılığı himaye eden bir politika izlerken BAE’nin elinde güçlü rakiplerine karşı başkaca bir alternatif de bulunmuyor.

İslamcı dalgayı boğmak için kullandığı yöntemler



BAE, “Arap Baharı”nı ve İslamcı dalgayı boğmak adına yumuşak ve sert güç unsurlarını 2011’den itibaren içeride ve dışarıda devreye sokmuş, 2014’ten bu yana giderek çeşitlendirmiş ve dozajını artırmış durumda. Abu Dabi’nin amaçlarına ulaşmak için kullandığı araçları dini alanı yönlendirip tanzim etmekte de kullandığını belirtilmeli.
Abu Dabi yönetimi, -“karşı-devrimci ılımlı Arap rejimleri” ekseniyle birlikte- bir yandan askeri darbe, vekâlet savaşı veya doğrudan askeri müdahale gibi yöntemlere başvurarak İslamcıları bastırmaya; diğer yandan onları terörle özdeşleştiren yoğun propaganda ve psikolojik harp taktikleriyle geniş halk kitlelerinin akıllarında ve gönüllerinde bitirmeye, bir ümit ve alternatif olmaktan çıkarmaya çalışıyor. İslamcılarla mücadele ederken (tıpkı Mısır ve Tunus’taki Temerrüd Hareketi veya Yemen’de güneyli ayrılıkçılar gibi) yereldeki seküler, milliyetçi, kabileci, geleneksel veya gayrimüslim unsurlarla işbirliği yapıyor, maddi destek sağlıyor. Son yıllarda tasavvufi gruplara ve Selefilerin siyaseti ve isyanı caiz görmeyen Medhaliler gibi kollarına desteği dikkat çekiyor; hatta cihadi Selefi gruplarla savaşta bu türden “zararsız” dini grupları silahlandırıyor. Öte yandan kendisi başarılı bir seküler siyasal model kurarak ve ılımlı-itaatkâr bir din anlayışının bayraktarlığını yaparak İslamcıların çözüm olduğu algısını yıkmaya odaklanıyor. Kamusal alanda siyasal talepleri dillendirmeyen, rejimlere itaatkâr ve apolitik bir Müslüman toplum oluşturmayı hedefliyor. Ayrıca genç nüfusu haz ve eğlence kültürüne daldırarak apolitize etmeye, böylelikle hem radikalizme kayışlarını engellemeye hem de değişim-dönüşüm taleplerini baltalamaya çalışıyor. Bu noktada BAE’nin en dikkat çekici başarısı, genç Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı resmi dini anlayış olan Vehhabilikle arasına mesafe koyup ülkesini “ılımlı İslam” çizgisine getirmesi ve yüzde 70’e varan genç nüfusunu eğlence kültürüyle tanıştırmaya iknası oldu. Bütün bu süreçte BAE, İslami hareketlerle mücadelede uzman Batılı ve Arap -Muhammed Dahlan gibi- sicili bozuk danışmanlardan istifade ediyor.

Sekülerlik ve “ılımlı İslam” örtüsü altında dinin bir araç olarak kullanımı

Bir yandan Ezher gibi rejimlere sadık geleneksel dini müesseselere ve ulemanın siyasete doğrudan girmesini onaylamayan kesimlere destek verirken, diğer yandan mevcut birçok dini yapıyı terör örgütleri listesine koy(dur)arak sistem dışına itiyor, öte yandan da “ılımlı, orta yolcu, hoşgörülü, ilerici ve reformist” dini anlayışı üzerinden Atlas Okyanusu’ndan Körfez’e kadar uzanan coğrafyada hem yeni dini müesseseler kuruyor hem de mevcutları finanse ve himaye ediyor.
Bu bağlamda BAE’nin en dikkat çekici adımı, İhvan’a yakın durup devrim sürecine en güçlü desteği veren (Yusuf el-Karadavi’nin liderlindeki) Dünya Müslüman Âlimler Birliğini terör örgütleri listesine alması, bu birliğin başkan yardımcılığından istifa etmiş Şeyh Abdullah bin Beyye’nin başkanlığında -İhvan’ın ve Selefilerin artan nüfuzunu kırıp “ılımlı İslam”ı yaymak üzere- Müslüman Toplumlarda Barışı Güçlendirme Forumunu ve Müslüman Âkiller Meclisini (2014) kurdurması.
Keza uluslararası alanda radikalleşmeyi önleme çabalarına, özellikle Küresel Terörizmle Mücadele Forumuna (2011) büyük destek veriyor; bu çerçevede Şiddete Varan Aşırıcılıkla Mücadele Merkezine (Hidayet-2012) ev sahipliği yapıyor. Şiddete başvuran radikal ve nihilist ideolojilerle, özellikle de DEAŞ'la sosyal medya üzerinden mücadele etmek ve radikalleşme temayülü olan gençleri önceden tespit edip İslam’ın hoşgörülü yüzüyle tanıştırmak üzere dijital bir platform olan Savab Merkezini (2015) -ABD’yle birlikte- açtı. Son olarak fetvaların resmi mercii kılmak ve diğer otoritelerin verdiği fetvaları denetlemek üzere dünyanın dört bir yanından “aydın ve ılımlı” âlimleri toplayarak BAE Fetva Konseyini kurdu (2018).
BAE, Batı’daki İslami söylemi, dini faaliyetleri ve hareketleri de benzer yöntemlerle tanzim etmeye çalışıyor. ABD’deki Müslümanların haklarını savunan en etkili ve köklü kuruluşlardan Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (CAIR-1994) ve Kuzey Amerika İslam Cemiyeti (ISNA-1982) ile İtalya, Finlandiya, İsveç, Almanya, İngiltere gibi Avrupa ülkelerindeki önemli İslami cemiyetleri ve insani yardım kuruluşlarını 2014’te kendi terör örgütleri listesine aldı. Aynı istikamette adım atması için ABD ve Avrupa’ya da uzunca bir süredir baskı yapıyor. İslami hareketlerle nasıl baş edilmesi gerektiği konusunda Amerikan yönetimine politika tavsiyelerinde bulunuyor. Önümüzdeki günlerde BAE’nin etkisiyle Trump yönetiminin İhvan-ı Müslimin’i terör örgütü ilan edeceğine dair güçlü emareler var.

BAE sorunun kaynağını yeni bir pakette çözümmüş gibi sunuyor



Bugün Ortadoğu’da hem seküler Arap milliyetçiliği hem de İslam ümmeti vurgusu üzerinden birlik ve beraberliği savunan tüm geleneksel akımlar ve örgütlü yapılar sarsılmış durumda. Dahası Sünni Arap dünyası çok boyutlu derin bir kriz içinde; bu sadece siyasi, sosyo-ekonomik ve hukuki değil, aynı zamanda fikri, felsefi, dini ve ahlaki bir kriz. Kimlik/aidiyet krizi de cabası. BAE ve müttefiklerinin karşı-devrimci politikaları ve barışçıl İslamcı hareketleri terörle özdeşleştirerek sistem dışına iten uygulamaları, Sünnilik içi kutuplaşmayı ve krizi ağırlaştıran faktörlerin başında geliyor. İhvan’ı bitirmek üzere açtıkları topyekûn savaş, Sünni İslamcılığın barışçıl ve halk egemenliği anlayışına bağlı daha kuşatıcı, köklü, orta yolcu ve entelektüel bir formunu tükettiği gibi, bunun doğurduğu boşluk ve tetiklediği hayal kırıklıkları ve korkular dindarı-seküleri tüm kesimlerde uçlara doğru savrulmalara ve radikalleşmeye yol açtı. El-Kaide’nin yükselişi ve DEAŞ'ın alan hâkimiyeti tam da bu süreçle eşzamanlı gelişti; siyaset ve sandıkla barışçıl dönüşümün önünün tıkanması, özellikle genç kitlelerde değişim için silahtan başka çare kalmadığı düşüncesini besledi ve cihadi Selefi akımların önünü açtı.
İhvan’ı diğer Sünni İslamcı hareketlerden ayıran en temel özellik, 90 yıllık geçmişiyle bu tür hareketlerin en eskisi ve köklüsü olması, tabanda ciddi bir karşılık bulması ve en önemlisi, yozlaşmış otoriter rejimlere alternatif arayışındaki İslami hassasiyeti olan eğitimli ve entelektüel kesimlerin birçoğunu bünyesinde barındırmasıydı. 20. yüzyıla damgasını vurmuş Sünni İslamcı neredeyse tüm fikri-örgütsel hareketler bir şekilde İhvan’dan türemiş, adeta bir okul vazifesi icra etmişti. İdealleri, örgütlenmesi ve kitleleri harekete geçirebilme kabiliyeti bakımından daha yaygın ve etkili bir başka toplumsal hareket ortaya çıkmamıştı. Tabii ki İhvan menşeli hareketler, diğer birçok İslamcı örgüt gibi, kendi içlerinde -çoğulculuk ve kapsayıcılığı sağlayamama, yasaklı olmaları yüzünden gizli faaliyet alışkanlığı, söylemlerinin sloganik kalması, siyasette naiflik ve tecrübesizlik, Selefiliğe kayış gibi- birtakım problemlerle maluldüler. Ancak terör örgütü ilan edilerek lider kadrolarının ve mensuplarının ölüm, hapis veya sürgüne maruz bırakılması, aslında Arap dünyasının beynine ve kalbine indirilmiş en ağır darbedir. Zira eğitimli kadroların tasfiyesi, Arap dünyasında entelektüel sermayeyi tükettiği gibi, toplumsal dinamizmin taşıyıcılarını da sindirdi. Doğan boşluğun yol açtığı çapsızlıkların ve travmaların sonuçlarını Ortadoğu daha uzun yıllar çekecektir.
BAE, Sünni Arap dünyasının derin krizlerini çözebilecek anlamlı bir alternatif sunmadığı gibi, böyle bir kapasiteye de sahip değil. Arap milliyetçiliğini, sekülerliği ve otoriter istikrarı yeniden tedavüle sokmaya çalışsa da bunlar tam da “Arap Devrimleri”ni tetikleyen o ağır sorunların temel müsebbibiydi. BAE’nin bugünkü çıkışları, –bütün alternatiflerin tüketildiği bir ortamda– sorunun kaynağını yeni bir pakette çözümmüş gibi sunmaktan ibaret. Daha da önemlisi, BAE bu krizlerden bizzat nemalanarak Ortadoğu ve Afrika’da yayılmaya ve yeni bir bölgesel güç olarak sivrilmeye çalışıyor, tabii ki ABD ve İsrail’in taşeronluğunu üstlenerek.
BAE bölgede seküler rejimler istediğini sık sık vurgulasa da her seküleri bağrına basmış değil. Filistin lideri Mahmud Abbas seküler ve milliyetçi bir lider olmasına rağmen BAE’nin bölgesel vizyonuyla tam uyumlu bir teslimiyet içinde olmadığından onu devirip de yerine İsrail’in ve kendisinin has adamı Muhammed Dahlan’ı geçirmek için fırsat kolluyor. Öte yandan Şii ve Selefi hareketlerden nefretine ve çeşitli cephelerde doğrudan veya dolaylı çatışmasına rağmen baş düşmanı İhvan’a karşı bunlarla zaman zaman işbirliğine girmekten hiç çekinmiyor.
BAE “ılımlı İslam’ın yeni yüzü” olarak kendi dini anlayışını pazarlarken oturtabileceği köklü ve meşru bir zemine sahip değil. Mekke-Medine gibi kutsal mekânları da Ezher gibi köklü dini-ilmi kurumları da barındırmıyor, bir tarihsel meşruiyeti de bulunmuyor. Ama bunlara ev sahipliği yapan ülkeleri -içine düştükleri zafiyetleri fırsat bilerek- kendisini rol model kılacak şekilde yönlendiriyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan’ın Sünni dünyanın dini ağırlık merkezi olma iddiasını, rejimin Vehhabiliğe dayanan 270 yıllık dini-tarihi temellerini sarsarak ve kendisi gibi sekülerleştirerek boşa çıkarmaya uğraşıyor. Keza Mısır’da Ezher’in yanısıra rejime sadık dini müesseseleri ve ulemayı mali desteklerle ve kendi açtığı dini kurumlarda önemli görevler vermek suretiyle kontrolü altında tutuyor.
Bugün bir yandan Sünnilik-Şiilik üzerinden yürüyen Suud-İran mezhepçi rekabeti, diğer yandan İslamcılar ve -BAE’nin başını çektiği- karşıtları üzerinden Sünnilik içi rekabet Ortadoğu’yu paramparça etmiş durumda. Aslında din, hiçbir aktör için başlı başına bir amaç değil; bölgedeki siyasi, jeopolitik ve jeoekonomik mücadelede kullandıkları etkili bir araçtan ibaret. Rejimler rakiplerini saf dışı bırakmak, bölgesel liderliğe oynamak ve milli menfaatlerini erişmek için kendine has bir İslam anlayışını pazarlayarak kitleleri yönlendirme çabası içinde. BAE’nin politikaları da bu genel çerçevenin dışında değil.
Dinin iktidarlar tarafından siyasi amaçlarla istismarı, hem buna alet olan âlimlerin ve dini müesseselerin güvenirliğine hem de İslam’ın bizzat kendisine büyük zarar veriyor. Din üzerinden yürütülen siyasi kavgalar ve savaşlar, Arap gençlerin bir kısmını radikalleştirirken, diğer bir kısmını da İslam’dan soğutup uzaklaştırıyor. Ortadoğu’daki mevcut kutuplaşma ve güvenlik eksenli politikaların baskın olduğu ortamında maalesef ki zamanın ruhuna uygun anlamlı, kapsayıcı ve güvenilir alternatifler üretecek dini önderler ve âlimler de siyasi liderler de yok. BAE’nin din-devlet ayrışması ve “ılımlı İslam”a dayalı modeli de kendisinin gizli siyasi gündemi ve kirli ittifak ilişkileri nedeniyle uzun vadede başarısız kalmaya mahkûm.

29 Temmuz 2018 Pazar

ABD'nin İsrail'e desteği Ortadoğu barışını tehdit ediyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

İsrail’in ırkçı Ulus Devlet Yasası Trump’ın barış planına hazırlık mı? 

ABD’deki Evanjelistler ve İsrail,’deki Yahudilerin bir kısmı için Trump asla sıradan bir ABD başkanı değil. İsrail’deki Tapınak Enstitüsü Keyhüsrev ve Trump’ı yan yana gösteren bir hatıra parası bile bastırdı.


Pers Kralı Keyhüsrev’le ABD Başkanı Donald Trump’ın nasıl bir alakası olabilir ki? İlk duyulduğunda kulağa alakasız gelse de ABD’deki Evanjelik Hıristiyanlar ve İsrail’deki Dindar-Siyonist Yahudiler için kesinlikle öyle değil. Özellikle ABD’deki Evanjelik güruhtan bazıları Trump’ın başkanlığına Tevrat’tan deliller getiriyor ve dahası pek çok “Televanjelist” vaize göre Donald Trump, moden çağın Keyhüsrevi.
Tevrat’a göre Keyhüsrev, Kudüs’teki tapınakları yıkılan ve vadedilen topraklardan Babil’e sürülen Yahudileri, Babil’i ele geçirerek kurtarmıştı. Dahası o dönem, kendisinin yakınında olan Yahudi peygamberi Ezra’ya ciddi imkanlar verip Kudüs’teki tapınağın yeniden inşasını sağlayarak sürgüne giden Yahudilerin yeniden kendilerine vaadedilen topraklara geri dönmelerine yardım etti. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan ve yakın bir zamanda İsrail’in Batı Şeria’daki işgalini uluslararası düzlemde legalize edecek bir planla gelmeye hazırlanan Trump, neden modern çağın Keyhüsrevi olmasın ki? Tapınak hayalleri kuran Dindar-Siyonist kamp için dahası da var. Onlara göre Kubbetu's Sahra’nın yerinde yükselecek Yahudi tapınağı da Trump’ın başkanlığı sırasında inşa edilecek. Tapınakçı Yahudiler için Trump’ın Kudüs’ü başkent olarak tanıması yeterli bir 'mucize'. Bunun anısına İsrail’deki Tapınak Enstitüsü Keyhüsrev ve Trump’ı yan yana gösteren bir hatıra parası bile bastırdı. Yani ABD’deki Evanjelistler ve İsrail’deki Yahudilerin bir kısmı için Trump asla sıradan bir ABD başkanı değil.
İsrail merkeze alınarak bakıldığında 21. yüzyılın -şimdilik- ilk çeyreğine İsrail’in altın dönemi demek hiç de yanlış olmaz. İkinci Irak savaşından bu yana hemen hemen bütün bölgesel değişimler, İsrail’in güvenliğine doğrudan katkıda bulundu. Saddam rejiminin Amerikan işgaliyle son bulmasından İran’a uygulanan yaptırımlara, Mısır’daki darbeden Suriye’deki kaosa kadar birçok gelişme İsrail’i tehdit eden unsurları saf dışı bıraktı. İsrail’in bu mevcut konumunu komplo teorilerine başvurmak yerine İsrail’in Batılı ülkelerle kurduğu ittifaklar ve ABD’nin verdiği koşulsuz destek bağlamında düşünmek gerekiyor. Barack Obama’nın başkanlığının son döneminde İsrail’e sağlanan mali ve askeri destek, ABD-İsrail ilişkilerinin tarihindeki en yüksek miktara ulaşırken, Donald Trump’ın ABD başkanı olmasıyla, İsrail’e verilen politik ve finansal destek yeni zirveleri gördü. Bugün İsrail’in gerek dış politika söylemi gerekse içeride yaptığı çeşitli düzenlemelerin hiçbiri ABD desteğinden bağımsız olarak anlaşılamaz. Birkaç gün önce İsrail Parlamentosu'nda oylanan Ulus Devlet Yasası da buna dahil. Yasanın hem içeriği hem de zamanlaması ABD’nin Kudüs hamlesi ve ardından gelecek olan “Yüzyılın Anlaşması” için bir hazırlık olarak görülebilir.

Yüzyılın Anlaşması'nın ayrıntıları

Her ne kadar detayları kamuoyuyla paylaşılmamış olsa da Yüzyılın Anlaşması’na dair pek çok kanaldan çeşitli yorumlar geliyor. Bu da aslında detayların yavaş yavaş siyasetçilerle paylaşılarak suyun ısıtıldığının bir göstergesi. Bir yandan İsrail’in yanında duran Suudi Arabistan, Filistin meselesinde barışı savunur bir söylem benimserken, diğer yandan Filistinli yetkililer Trump’ın önerisinin kabul edilemeyeceğini söylüyor. İsrailli yorumculara göre İsrail’in işleri yolunda. Yüzyılın Anlaşması kabul görecek bir öneri olmasa bile ABD’nin İsrail’e Batı Şeria’nın İsrail egemenliğine girmesi ve Kudüs’ün hızla Yahudileştirmesi konusunda engel olmayacağı yorumları yapılıyor. Trump’ın Ortadoğu diplomasisi açısından bu kötü ihtimal. İyi ihtimalse Yüzyılın Anlaşması’nın çeşitli baskılarla masada tutularak uluslararası topluma yegâne meşru çözüm şeklinde sunulması. Halihazırda şimdiden anlaşma merkezli bir koalisyon oluşmuş gibi bir görüntü mevcut. İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’ün Amerika’nın liderliğinde bir araya geldiği henüz adı konmamış koalisyona, Trump’ın planını Müslümanlara empoze edecek ittifak gözüyle bakılıyor
Geçtiğimiz aylarda Ramazan’dan sonra açıklanacağı söylenen ama açıklanmayan planın içeriği çokça tartışılırken, kimi yorumcular da ABD’nin detayları kontrollü olarak çeşitli politik çevrelerde sızdırıp içeriği gelen tepkilere göre belirlediğini söylüyor. Şimdiye dek farklı çevrelerde konuşulan ve birbirini doğrulayan ayrıntılar da mevcut. Bunlardan biri şehrin doğusunu da içine alacak şekilde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak taraflarca tanınması. Bu zaten ABD’nin büyükelçilik hamlesiyle de facto olarak dayattığı bir durumdu. Aynı derecede kritik bir madde de Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleriyle alakalı. Yüzyılın Anlaşması’yla mevcut yerleşimlerin İsrail’in tam egemenlik alanına dahil edilmesi öngörülüyor. İsrail halihazırda yerleşimleri sadece yerleşimcilerin üzerine ev inşa edip kullandığı araziden ibaret görmeyip, güvenliklerini sağlamak bahanesiyle etraflarındaki arazileri de yerleşime dahil ediyor. Her ne kadar anlaşma, Batı Şeria’da “Filistin Devleti’nin egemenliğinde” olacak bir miktar toprak öngörse de bu önceki barış planlarında Batı Şeria’da gelecekteki bir Filistin devletine bırakılacak toprak miktarının yüzde sadece 11’ine tekabül ediyor. Diğer yandan Gazze’ye “özel bir statü verilerek” orada ayrı bir devletin kurulması ve güvenliğinin de Mısır’a devredilmesi öngörülüyor. Son olarak da İsrail’in kuruluşundan bugüne sürgün ettiği Filistinli mültecilerin geri dönüşüne dair umutlar da son buluyor. Trump’ın planına göre konunun gündeme gelmesi bile imkansız gibi.

Trump'ın planı İsrail'in tarihsel eğilimine uygun

Trump’ın planının İsrail’in kuruluşundaki vizyonla uyuşan bir yönü var. İsrail’in kurucuları, yani ilk Başbakan David Ben Gurion ve etrafındakiler İsrail’in bağımsızlığı ilan ederken aslında devletin konvansiyonel manada devlet özellikleri taşımadığının farkındaydı. Yeni devletin sınırları, nüfusun nitelikli bir çoğunluk oluşturmaması ve mevcut Yahudi toplumunun kolektif kimlikler bakımından görece homojen bir görünüm vermemesi gibi meseleler, Ben Gurion’un İsrail’i yerli yerinde bir devlet olarak görmesine imkan vermiyordu. Bu sorunların çözümlenerek, İsrail’in bütünleşmiş bir devlet olarak ortaya çıkışı zaman alacak bir meseleydi.
Diğer yandan David Ben Gurion, o dönemde sayıları 1000’i bulmayan ve Siyonizmi reddeden ultra-Ortodoks Yahudilere bazı imtiyazlar vermişti. Bu imtiyazların temelinde de ulusal bütünlüğü sağlama noktasında desteklerinin alınmasıydı. Ben Gurion zaman içerisinde ulusun gittikçe sekülerleşeceğini ve bütünleşeceğini düşünüyordu. Ne var ki süreç öyle gelişmedi ve günümüz İsrail’i, aşırı sağın gittikçe yükseldiği ve çeşitli Yahudi grupların bile birbirini dışladığı bir yapıya dönüştü. Ancak Ben Gurion’un bu bütünleşme beklentisinin sonuçlarından birisi de kuruluşun hemen sonrasında yapılacak bir anayasaya karşı çıkmasıydı. Böyle bir anayasa sınırları, vatandaş tanımını ve başka birçok unsuru sabitleyerek tamamlanma sürecinde İsrail devletinin esneklik göstermesini engelleyecekti. Sabit bir hukuki metnin varlığında, sınırlar bu metinle sabitlenmiş olacak ve Doğu Kudüs’ün ya da Batı Şeria’nın İsrail topraklarına katılması mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla bir anayasa devletin tamamlanmasının önündeki en büyük engeldi.
Gerek jeopolitik olarak İsrail’in güvenliği gerek de tarihsel miras Batı Şeria’nın ve Kudüs’ün tamamının İsrail egemenliğine girmesini gerektiriyordu. Bu noktadan bakıldığında İsrail’in attığı adımlar; 67 Savaşı, sonrasında Yahudi yerleşimlerinin genişlemesi, Doğu Kudüs’te İsrail egemenliğinin sağlanması ve bu çerçevede İsrail’in attığı uluslarası adımlar İsrail’in jeopolitik olarak sürekli tamamlanma arayışında olduğunu gösteriyor. Bu durum kolektif kimlikler için de geçerli. İsrail’deki güvenlik söylemiyle iç içe geçen kimlik politikaları 67 Savaşı’ndan bugüne Dindar-Siyonist Blok’un kontrolsüz yükselişini beraberinde getirdi ve toplumdaki temel siyasi blok sağın sağında konumlandı. Bu çerçevede Donald Trump’ın gerek Kudüs hamlesi gerekse “Yüzyılın Anlaşması” gibi bir planla gelmesi, İsrail’in bu tarihsel eğilimine ciddi bir katkı sağlıyor.
Ulus Devlet Yasası Trump’ın barış planına İsrail içinde hukuki bir zemin hazırlamak bağlamında incelenebilir. Ulus Devlet Yasası’yla vatandaşlık tanımının üstü örtük bir şekilde değiştirilerek “ülkenin kaderini belirleme hakkının Yahudilere münhasır” hale getirilmesi ve Arapça’nın devletin resmi dillerinden biri olmaktan çıkarılması, Arapların tehcirini kolaylaştırıp toplumun Yahudileştirilmesini ve böylelikle nitelikli Yahudi çoğunluğun sağlanmasını kolaylaştıracaktır. Diğer yandan yasada Yahudi yerleşimlerinin geliştirilip güçlendirilmesi milli bir değer olarak belirlenmektedir. Bu çerçevede yasa bir türlü açıklanamamış “Yüzyılın Anlaşması’na” İsrail iç hukukunda bir hazırlık olarak görülebilir. Nitekim mevcut yasa ilk defa 2011 yılında parlamentoya getirilmişti ve ancak Trump’ın ABD başkanı olduğu bir konjonktürde parlamentodan geçirilebilirdi.

ABD'nin İsrail'e desteği Ortadoğu barışını tehdit ediyor



ABD yönetimi, maddi ve askeri yardımlarının yanı sıra BM'de İsrail'in koruyucu kalkanı gibi davranarak Ortadoğu barışını sekteye uğratan en önemli konulardan Filistin meselesinin çözümüne engel oluyor.
Ortadoğu'nun "şımarık çocuğu" olarak tabir edilen ve Filistinlilerden gasbedilen topraklar üzerine kurulan İsrail'in en büyük destekçilerinin başında ABD geliyor.
Washington yönetimi, maddi ve askeri yardımlarının yanı sıra Birleşmiş Milletler'de (BM) İsrail'in koruyucu kalkanı gibi davranarak Ortadoğu barışını sekteye uğratan en önemli konulardan Filistin meselesinin çözümüne engel oluyor.
Beyaz Saray'daki başkanlar, yıllar içinde değişse de ülkedeki güçlü Yahudi lobisi sayesinde ABD'nin İsrail politikasında kayda değer bir değişiklik gözlenmiyor.
Başta İsrail'in yasa dışı Yahudi yerleşim birimleri politikası olmak üzere Filistinlilerin topraklarından sürülmesi ve her geçen gün İsrail işgalinin artması gibi konularda Washington yönetimi Tel Aviv'e bazen açıktan bazen de gizliden destek veriyor.
Uzmanlara göre, Beyaz Saray'ın İsrail'e verdiği bu destek, Filistin meselesinin gün geçtikçe daha da içinden çıkılmaz bir hâl almasına ve Ortadoğu, dolayısıyla da dünya barışının bir türlü sağlanamamasına neden oluyor.

İsrail'i tanıyan ilk ülke ABD oldu

İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un, 2 Kasım 1917'de siyonizmin ünlü hamisi Lord Rothchild'e gönderdiği ve "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen mektup, Yahudilerin Filistin toprakları üzerinde bir İsrail devleti kurma hayalini gerçekleştirmeleri için atılan en önemli adımlardan biri olarak gösteriliyor.
Balfour mektubunda, "Majestelerinin hükümeti, Yahudilere Filistin'de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Bu maksatla her ne gerekiyorsa yapılacaktır." cümleleriyle İsrail'in kurulmasına İngiltere'nin vereceği desteği açıkça ifade etti.
İngilizlerin desteği, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan ve Holokost olarak adlandırılan Yahudi soykırımı olayları, Filistin üzerinde bir İsrail devletinin kurulması sürecini hızlandırdı.
BM Genel Kurulu'nda 29 Kasım 1947'de Filistin topraklarının ikiye ayrılarak İsrail ve Filistin'in kurulması planı, dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman'ın bizzat yürüttüğü lobi faaliyetleri sayesinde kabul edildi.
İngilizlerin Filistin'deki manda yönetimine son vermesiyle 14 Mayıs 1948'de İsrail'in ilk başbakanı David Ben Gurion, beraberindeki 25 kişiyle Tel Aviv Müzesi'nde İsrail'in Bağımsızlık Bildirgesi'ni dünya kamuoyuna ilan etti.
Bildirgenin yayımlanmasından saatler sonra Başkan Truman, gasbedilen Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail'i tanıdıklarını duyurdu. Böylece, İsrail'i tanıyan ilk ülke ABD oldu.
ABD'nin bu adımı, Ortadoğu'daki barış sürecini ateşe atan ve onlarca yıldır çözüme kavuşturulamayan Filistin meselesinin başlamasına neden oldu.
Bağımsızlık ilanından kısa süre sonra Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan, İsrail'e karşı savaş ilan etti.
Ancak savaş sonrası kazanan taraf İsrail, Filistin topraklarının bir kısmını işgal etti.
Bu savaşın ardından İsrail, 5 Haziran 1967'de de Mısır'a saldırdı. Daha sonra Suriye ve Ürdün'ün de katıldığı ve "Altı Gün Savaşı" olarak bilinen bu savaşa hazırlıksız yakalanan Arap ülkeleri hezimete uğradı.
Savaşı kazanan İsrail, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri'nin yanı sıra Doğu Kudüs ve Batı Şeria'yı işgal ederek Filistin topraklarında iki devletli çözüm olasılığının ortadan kalkmasına giden yolu başlatmış oldu.
Ayrıca Golan Tepeleri'nin işgal edilmesi, İsrail ile Suriye arasındaki düşmanlığı daha da pekiştirdi.
İsrail, işgal ettiği Mısır toprağı Sina Yarımadası'ndan 1979'da imzalanan Camp David Barış Antlaşması'yla çekildi.
ABD yardımları sayesinde İsrail, işgal politikalarını pekiştiriyor
Bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana ABD'nin İsrail'e yaptığı finansal ve askeri yardım tutarının 120 milyar dolardan fazla olduğu belirtiliyor.
Bu yardımlar sayesinde bugün İsrail ile Filistin arasındaki güç dengesi yok olmuş durumda. Bir tarafta ABD yardımlarıyla Ortadoğu'nun en güçlü ülkelerinden biri hâline gelen İsrail, diğer tarafta ise 6 milyona yakın insanı mülteci konumunda olan, işgal altındaki bir Filistin bulunuyor.
Bu orantısız güç dengesi ve ABD'nin desteği sebebiyle İsrail, Filistin meselesinin çözümü için olumlu adımlar atmak yerine her geçen gün işgal politikalarına bir yenisini ekliyor.

İsrail'in koruyucu kalkanı: "ABD vetoları"

Washington yönetimi, yaptığı finansal ve askeri yardımların yanı sıra BM'de elindeki veto kartını kullanarak İsrail'in Filistin'deki işgalini daha da pekiştiriyor ve her fırsatta Tel Aviv'in hamiliğini üstleniyor.
BM'de bugüne kadar veto kartına 80'den fazla başvuran Washington yönetiminin, bu vetoların yarısından çoğunu İsrail'i korumak için kullanması dikkati çekiyor.
ABD'nin bu tutumu, İsrail'in Filistin üzerindeki işgalinin güçlenmesine yol açtığı gibi Tel Aviv'in uluslararası baskı altına alınmasına da engel oluyor.

Trump yönetiminin İsrail'e açık desteği

ABD Başkanı Donald Trump'ın Beyaz Saray'daki koltuğuna oturduktan sonra Filistin meselesinde attığı adımlar, işgali devam ettirmesi konusunda İsrail'i daha da cesaretlendirdi.
Trump, ilk olarak Aralık 2017'de Kudüs'ü "İsrail'in başkenti" olarak tanıdıklarını açıklayarak, Tel Aviv'deki ABD büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınmasına onay verdi.
Bu karar, yeni ABD yönetiminin Filistin'de iki devletli çözüm yerine İsrail'in işgal politikalarına destek vereceğinin ilk sinyali oldu. Trump'ın bu adımı bölgede az da olsa devam eden barış umutlarını tamamen suya düşürdü.
Nitekim, 14 Mayıs 2018'de ABD'nin Kudüs'teki elçilik açılışı için Amerikalı ve İsrailli yetkililerin katılımıyla görkemli bir tören düzenlenirken, aynı esnada abluka altındaki Gazze Şeridi sınırında kararı protesto eden 60 Filistinli, İsrail askerleri tarafından şehit edildi.
ABD'nin, İsrail'in barışçıl göstericilere karşı kullandığı orantısız gücü eleştirmek yerine Hamas'ı suçlaması, Trump yönetiminin meselenin çözümünde ara bulucu özelliğini yitirdiğini ve açıkça taraf olduğunu ortaya koydu.
Filistin meselesinde tarafını belli eden Trump yönetimi, Gazze sınırında İsrail'in uyguladığı orantısız gücün önüne geçmek için 1 Haziran'da Filistin halkı için koruma talep eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tasarısını da veto etti.

"Yüzyılın Anlaşması" ya da "Yüzyılın Şamarı"

ABD yönetiminin, Filistin-İsrail sorununun çözümü için yeni bir plan hazırlığında olduğu biliniyor. Başkan Trump'ın "Yüzyılın Anlaşması" dediği plan henüz açıklanmasa da ayrıntıları basına sızmış durumda.
Basında yer alan iddialara göre, hazırlanmaya devam edilen "Yüzyılın Anlaşması" planı, Filistin tarafına getirdiği ağır şartlar nedeniyle meseleye çözüm olmaktan çok İsrail işgalini pekiştiriyor.
Söz konusu iddialara göre plan, "Kudüs'ün tamamının İsrail'in başkenti olması, Batı Şeria'daki yasa dışı Yahudi yerleşim birimlerinin büyük kısmının boşaltılmaması" gibi İsrail'in lehine maddeler içeriyor.
Planda ayrıca İsrail'in topraklarından çıkardığı 6 milyona yakın Filistinli mültecinin geri dönüş hakkına değinilmediği dile getiriliyor. Bu da Trump yönetiminin yurtlarından olan milyonlarca Filistinlinin topraklarına geri dönme hayalini görmezden geldiği şeklinde yorumlanıyor.
İsrail işgalini pekiştireceği dile getirilen planın, Filistin halkına bazı ekonomik yardımların dışında bir şey vadetmediği belirtiliyor.
Bu nedenle "Yüzyılın Anlaşması" Filistin meselesine çözümden çok sorunun daha da derinleşmesine ve bölgedeki gerginliğin giderek artmasına neden olacak gibi gözüküyor.
Plana karşı çıkan ve "Yüzyılın Anlaşması" planını "Yüzyılın Şamarı" olarak nitelendiren Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, planla ilgili ABD'li yetkililerle görüşmeye yanaşmıyor.

Trump'ın Filistin politikası Yahudilere emanet



ABD Başkanı Trump'ın Filistin politikasına yön veren kişilerin çoğunlukla Yahudi olması dikkati çekiyor. Bu kişilerin başında Trump'ın damadı Jared Kushner geliyor.
New York'un önde gelen Yahudi ailelerinden birine mensup Kushner, ABD yönetiminin İsrail-Filistin politikalarını belirlemede en etkili isimlerden biri olarak gösteriliyor.
ABD'nin Tel Aviv'deki büyükelçiliğinin 14 Mayıs'ta Kudüs'e taşınma törenine de katılan Kushner'in Trump'ın elçilik kararını almasında büyük etkisi olduğu belirtiliyor.
Daha önce hiçbir diplomatik tecrübesi olmayan 36 yaşındaki Yahudi damadı Kushner'i işaret eden Trump, "Jared (Kushner) çok iyi bir çocuktur. İsrail ile kimsenin yapamayacağı anlaşmayı yapacaktır. Pazarlık yeteneği ona doğuştan verilmiş. Ortadoğu'da barışı Kushner sağlayamazsa hiç kimse sağlayamaz." ifadelerini kullanmıştı.
Trump'ın Filistin politikasına yön veren bir diğer önemli isim ise ABD'nin İsrail Büyükelçisi David Friedman. ABD'de aşırı sağ kanada yakın duran ve yine Yahudi bir aileden gelen Friedman'ın da ABD'nin büyükelçiliğini Kudüs'e taşımasında etkili olan bir diğer isim olduğu dile getiriliyor.
Seçim kampanyası boyunca Trump'a İsrail konusunda danışmanlık yapan Friedman, yaptığı bir açıklamada, "İsrail hükümetinin işgal altındaki Filistin topraklarında yeni yerleşim birimleri inşa etmesinin barışın önünde engel olmadığını" savunmuştu.
ABD Başkanı'nın Filistin politikasına yön veren diğer bir isim ise Trump'ın Uluslararası Müzakereler Özel Temsilcisi Jason Greenblatt. New York'ta yıllarca Trump'ın avukatlığını yapan Greenblatt, Haredim Yahudisi bir aileden geliyor.
Washington yönetiminin İsrail ile gündelik iletişimini de organize eden isim olarak bilinen Greenblatt da Kushner gibi Filistin konusunda diplomatik bir tecrübeye sahip değil.

27 Temmuz 2018 Cuma

Abd Ve Türkiye İlişkileri Fetö-Pkk

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Rahip Brunson olayı ve ABD siyasetinde Evanjelik etki 

Trump ve Pence’in Twitter üzerinden rahip Brunson için Türkiye’yi tehdit açıklamalarının Evanjelik arka plana dayanan teo-politik yönü çok belirgin.

Terör örgütleri FETÖ ve PKK adına suç işlediği ve casusluk yaptığı suçlamasıyla 2016’dan bu yana tutuklu yargılanan ABD’li rahip Andrew Craig Brunson’ın tutukluluğunun sağlık sorunları sebebiyle ev hapsine çevrilmesi üzerine, ABD’den en üst düzeyde Türkiye’yi yaptırımla tehdit eden açıklamalar geldi. Önce başkan yardımcısı “koyu Evanjelik” Pence, daha sonra da Başkan Trump, Brunson serbest bırakılmadığı takdirde Türkiye’ye geniş yaptırımlar uygulayacakları yönünde açıklamalarda bulundular.
Bu meyanda önce Twitter üzerinden Pence, “Türkiye Rahip Andrew Brunson’ı serbest bırakmaz ve ABD’deki evine gönderilmesi konusunda harekete geçmezse, bu masum din adamı serbest kalana kadar ABD Türkiye’ye önemli yaptırımlar uygulayacaktır” açıklamasını yaptı. Pence’in bu ‘tweet’i hesabının başına sabitlemesi dikkat çekti. Pence’in tweetinden sonra yine Twitter hesabından Trump “ABD dindar bir Hıristiyan, aile babası ve muhteşem bir insan olan Rahip Andrew Brunson’ın uzun süreli tutukluluğu sebebiyle Türkiye’ye geniş yaptırımlar uygulayacak. Bu masum din adamı derhal serbest bırakılmalı” şeklinde bir tweet attı.
Buna karşılık Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy’un Brunson davasının hukuk kuralları çerçevesinde yürüdüğünü ifade eden açıklamasının ötesinde, Trump ve Pence’in tehditkâr açıklamalarına yine sosyal medya üzerinden Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu şu ifadelerle cevap verdi: “Hiç kimse bize talimat veremez. Kimsenin tehdidine de boyun eğecek değiliz. Hukuk kuralları istisnasız herkes için geçerlidir.” Bu minvaldeki bir diğer cevap ise Adalet Bakanı Gül’ün –yine Twitter üzerinden– Brunson davasında tam bağımsız ve egemen bir ülke olan Türkiye’nin yargısının nihai sözü söyleyeceğini belirten açıklamasıyla geldi. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay “Türkiye bir hukuk devletidir ve Türk adaleti herkese eşit mesafededir. Ucuz tehditlere karşı da tahammülümüz yoktur” açıklamasını yaparken İbrahim Kalın ise yine hukuk vurgusunu öne çıkararak “FETÖ konusunda bugüne kadar hiçbir adım atmayan ABD yönetimi, bağımsız Türk yargısının yetki alanında olan bir hususu bahane ederek, Türkiye’ye karşı tehditler savurarak netice alamayacağını bilmelidir” açıklamasını yaptı.
Bütün bu gelişmelerin, 24 Haziran sonrasında Brüksel’deki NATO toplantısında Sayın Cumhurbaşkanımız ile ABD Başkanı Trump arasındaki samimi görüşmeyle uyumsuz olduğu ortada. Bu yeni durumun Münbiç ve F35’ler konusundaki mutabakatı nasıl etkileyeceğini göreceğiz. Zira ABD tarafının en üst ağızlarının Twitter üzerinden yaptığı Brunson’a dair açıklamalar, zikri geçen mutabakat ve görüşmelerdeki tutumlarla çelişkili ve ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinde kafaları fena halde karıştırıcı bir durum arz ediyor.

“Twitter diplomasisi” ve Türkiye’ye yaptırım tehdidi

Trump’ın bu açıklamayı Twitter üzerinden yapması, daha önce yazıp vazgeçtiği veya Beyaz Saray tarafından düzeltilen tweetlerini de akla getirmiyor değil. Ne var ki Trump’ın bu yöntemi bir anlamda “Twitter diplomasisi” olarak kullandığı da bir gerçek. Tabiatıyla burada, Twitter üzerinden yapılan bu açıklamaların “bağlayıcı/resmi” beyan olup olmadığı veya diplomasideki yerinin ne olduğu soruları da akla geliyor. Hem Trump’ın hem de yardımcısı Pence’in (Twitter üzerinden de olsa) bir rahiple ilgili olarak Türkiye gibi bir ülkeyi tehdit eden ifadelere yer vermesi, nereden bakılırsa bakılsın ABD ile Türkiye arasında pek çok alanda son yıllarda baş gösteren “örtülü kriz”in aşikâr, somut hale gelmesidir. Bu açıklamalar, Türkiye ile ABD arasında zaten var olan güven bunalımı ve krizi daha da derinleştirme potansiyeli taşıyor.
Öte yandan Brunson olayına dair Trump-Pence ikilisinin açıklamalarındaki ortak kritik nokta, Türkiye’ye uygulayacaklarını söyledikleri “geniş çaplı yaptırımlar”. Açıklamalarda bu yaptırımların niteliğine dair bilgi yok. Ancak bunun en önemli ayağının “ekonomik” olacağı düşünülebilir. Nitekim ABD Senatosu ve Dış İlişkiler Komitesi Brunson olayına dair gelişmeyi de gerekçe göstererek, “Türkiye Uluslararası Finans Kuruluşları Yasası” başlıklı Türkiye’nin uluslararası kuruluşlardan kredi almasını kısıtlayan tasarıyı kabul etti. Bu gelişme ile ABD yaptırımların ilk somut işaretini de vermiş oldu.
Rahip Brunson olayında Evanjelik Pence’in etkisi
Brunson olayıyla alakalı belki de göz önünde tutulması gereken husus, ABD adına Türkiye’de önemli hizmetlerde bulunmuş Brunson’ın Evanjelik bir misyoner olması. Bu durum, Brunson olayının politik olmaktan ziyade “teo-politik” bir arka plana sahip olduğunun, ABD yönetiminin (özellikle de Pence’in) blok halinde oy aldıkları Evanjeliklerin istekleri doğrultusunda politika belirlediklerinin göstergesidir.
Nitekim, Trump’ın başkan seçilmesi üzerine kaleme aldığımız “Trump’ın zaferinde Evanjeliklerin rolü ve İslam karşıtlığı”  ve daha sonra Kudüs kararının ardından “Trump’ın Kudüs kararında Evanjeliklerin rolü”  başlıklı yazılarımızda, Trump’tan ziyade, “beyaz, milliyetçi, koyu bir Evanjelik” olan yardımcısı Pence’in, blok halinde kendilerini destekleyen ve sayıları 100 milyonu bulan, ABD’deki “Siyonist Hıristiyanlar” olarak da anılan Evanjeliklerin isteklerini politikaya yansıtacak adımların atılmasını sağlayacağını belirtmiştik. Dolayısıyla Trump’tan ziyade Pence’in seçilmesi, ABD ve AB başta olmak üzere bütün dünyadaki Protestanlar-Evanjeliklerde bir umut olarak görülmüş, muhafazakâr taleplerini, Pence üzerinden gerçekleştirmeye çalışacakları öngörülmüştü.
Pence’in yön verdiği bu anlamdaki en önemli adım, ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı olmuştu. Türkiye başta olmak üzere İslam dünyası ve Müslüman halklar üzerinde infiale yol açan bu karar uygulamaya da konulmuştu.
Koyu Evanjelik Pence’in yön verdiği ikinci önemli gelişme ise Rahip Brunson hakkında yukarıda andığımız ve tamamen Evanjelik saiklerle yapıldığı anlaşılan açıklamadır. Nitekim bu açıklama karşısında, Trump da kayıtsız kalmamış ve Brunson hakkında kendisine blok halinde oy veren Evanjelikleri sevindirecek açıklamasını yapmıştır. Bir rahip sebebiyle en önemli müttefiklerinden biri olan Türkiye’yi “geniş çaplı yaptırımlarla” tehdit edebilmeyi göze alan Trump, ABD’deki Evanjelikler arasında sürekli Türkiye karşıtı bir malzeme olarak gündemde tutulan Brunson olayında, blok halinde oylarını aldığı kesimi memnun eden, popülist tonu yüksek bu açıklamayı yapmıştır. Üstelik neredeyse 150 yıllık tarihi süreçte en önemli illerinde Amerikan Protestan (Evanjelik) misyoner okullarının açılmasına izin vermiş, casusluktan tutuklanana kadar geçen uzun sürede Brunson’ın misyonerlik faaliyetlerine de müdahale etmemiş Türkiye’ye, “din özgürlüğü” ihlali imasıyla birlikte bunu yapmıştır.
Aslında özellikle Müslümanlara yönelik ihlallerin alabildiğine artış gösterdiği ABD’de, bu ihlale dair en son açıklamayı yapması gerekenler, belki de Trump ve Pence’tir. Nitekim Trump ve Pence’in söz konusu tweetlerine yapılan yorumlarda, din özgürlüğü ve hukukun üstünlüğüne dair meselelerde onların iç çelişkilerini öne çıkaran ve Evanjeliklerin istekleri doğrultusunda politika belirlediklerini ima eden yorumlar mevcuttur.
Öyle anlaşılıyor ki Brunson olayına dair Trump ve Pence’in Twitter üzerinden yaptıkları (Türkiye’ye yaptırım tehdidi içeren) açıklamaların Evanjelik arka plana dayanan teo-politik yönü belirgindir. Ne var ki Brunson olayının sadece Brunson’dan ibaret olmadığı da bir gerçektir. Burada en dikkat çeken detay, Trump’ın bu açıklamasının, Cumhurbaşkanımızın BRICS toplantısı için bulunduğu Güney Afrika’da, Rusya ve Çin devlet başkanlarıyla görüşmesinin hemen öncesinde yapılmış olmasıdır. Ayrıca Hazine ve Maliye Bakanımız Berat Albayrak’ın Çinli finans kuruluşlarından elde ettiklerini duyurduğu 3,6 milyar dolarlık kredi paketinin de bu açıklamalardaki etkisini göz ardı etmemek gerekir.
Bütün bunlar, 24 Haziran sonrasında Türkiye-ABD ilişkilerinin seyrine dair oldukça kafa karıştırıcı gelişmeleri işaret ediyor. Brunson olayına dair önümüzdeki günlerde yapılacak açıklamalar ve bu minvalde atılacak adımlar, bu kafa karışıklığını azaltacak veya daha da çoğaltacak. Bekleyip göreceğiz.


'ABD kendisini Türkiye'ye hukuk dersi verecek düzeyde görmesin'

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Öznur Çalık, "Amerika hiçbir zaman ve hiçbir şekliyle kendisini Türkiye'ye hukuk dersi verecek ayarda ve düzeyde görmesin." dedi.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Öznur Çalık, "Amerika hiçbir zaman ve hiçbir şekliyle kendisini Türkiye'ye hukuk dersi verecek ayarda ve düzeyde görmesin. Türkiye'nin hukuk devleti olduğunu bütün dünya biliyor. Buna müdahale etmeye hiç kimsenin hakkı da haddi de yok." dedi.
Çalık, özel bir hastaneyi ziyaretinin ardından gazetecilere yaptığı açıklamada, CHP'nin 100 yıllık bir siyasi parti olduğunu dile getirerek 36 olağan ve 19 olağanüstü kongre yaptığını belirtti.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Aday olmayacağım" dedikten bir hafta sonra genel başkanlığa talip olduğunu hatırlatan Çalık, Muharrem İnce'nin de cumhurbaşkanı adayı olduğunda genel başkanlığa aday olmayacağını deklare ettiğini söyledi.
Çalık, bu süreçte yaşananların herkes tarafından izlendiğini ifade ederek şöyle konuştu:
"Cumhuriyet Halk Partisine genel başkan olan kişilerin profili değişmiyor. Önce 'Ben genel başkanın karşısında aday olmayacağım.' diye açıklama yapıyorlar, bir hafta sonra ise aday olacaklarını açıklıyorlar. Öncelikle vatandaşın, milletin nezdinde ana muhalefetin lideri olarak güven hissi oluşturmanız lazım. Güven verebilen bir genel başkan olmanız lazım. Lider olabilmeniz için öncelikle güven vermeniz lazım. Lider olunmaz, doğulur."
"Türkiye Cumhuriyeti muz cumhuriyeti değildir"
Bir siyasi partinin genel başkanını göndermek istediğini, bir diğerinin ise genel başkanını partinin başına tekrar getirmek için çalıştığını anlatan Çalık, "Bizim derdimiz ise millete hizmet etmek. Siyasi partiler genel başkanlarının kim olacağını arayadursunlar, birbirleriyle kavga ededursunlar biz milletimize hizmet etmeye devam ediyoruz. CHP'nin yaptığı kendine yakışıyor, durumu da zaten bu. CHP'nin tarihine baktığımızda canları sıkıldıkça olağanüstü kongre yaptığını görüyoruz. Bizim ise milletimizle dertlenecek çok işimiz var. Biz hizmet edeceğiz." değerlendirmesini yaptı.
Çalık, bir gazetecinin "ABD Başkanı Donald Trump ve Kongrenin Türkiye'ye yönelik tehditkar söylemleri" hakkındaki görüşlerini sorması üzerine, Türkiye'nin özgür, bağımsız bir hukuk devleti olduğunu ve bunun tüm dünya tarafından bilinmesi gerektiğini vurgulayarak şunları kaydetti:
"Sadece ülkeler kendilerine lazım olduklarında hukuk talebinde bulunmamalı. Karşılıklı ülkelerin hukuklarını korumakla mükellef olanlar gereğini yerine getirmeli. Amerika hiçbir zaman ve hiçbir şekliyle kendisini Türkiye'ye hukuk dersi verecek ayarda ve düzeyde görmesin. Türkiye'nin hukuk devleti olduğunu bütün dünya biliyor. Buna müdahale etmeye hiç kimsenin hakkı da haddi de yok. Amerika önce kendi elindeki bize teslim etmesi gereken papazla ilgili işlemlerini yapsın. Türkiye Cumhuriyeti devleti hukuk devleti olarak gereğini yerine getirmiş, hukukun gerekleri neyse onu yerine getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti muz cumhuriyeti değildir. Bilsinler ki Türkiye kendi kararını hukuki çerçevede verecektir. Kim olursa olsun, hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun gereğini yerine getirecektir hukuk çerçevesinde."

AB-ABD görüşmesi tansiyonu düşürdü, sorunu çözmedi

ABD Başkanı Trump ve AB Komisyonu Başkanı Juncker arasında ticari gerginliği çözmek için gerçekleştirilen görüşme, taraflar arasındaki tansiyonu düşürdü ancak soruna kalıcı bir çözüm ortaya koymadı.
Avrupa Birliği (AB) ile ABD arasında son dönemde transatlantik ilişkileri zora sokan ticari gerginliği çözmek için düzenlenen liderler görüşmesi, tansiyonu düşürmesine rağmen sorunlara kalıcı çözüm ortaya koymadı.
Washington'da buluşan ABD Başkanı Donald Trump ve AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, son dönemde ticaret alanında giderek tırmanan gerginliği azaltmaya yönelik adım attı.
Görüşmenin ardından yayımlanan ortak bildiride, "Bugün öncelikli olarak otomotiv sektörü dışındaki sanayi ürünlerine ilişkin gümrük vergilerini ve tarife dışı kısıtlamaları sıfırlamaya yönelik birlikte çalışma kararı aldık." ifadesi dikkati çekti.
Ticari gerginliğin başlangıcı TTIP
Son dönemde adeta bir ticaret savaşının yaşandığı AB ile ABD arasındaki ilk gerginlik, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) anlaşmasına yönelik taraflar arasında yürütülen müzakerelerin Trump'ın görevi devralmasının ardından rafa kaldırılmasıyla başladı.
Korumacı ekonomi politikalarını savunan Trump, 2013'ten beri müzakereleri süren TTIP'e yönelik müzakereleri askıya aldı. Bu adım, TTIP'e güçlü destek veren AB'yle ilk gerginliğin tohumunu atmış oldu.

Gümrük vergisi krizi

Transatlantik ilişkilerde savaş rüzgarı estiren temel adım ise ABD'nin "ulusal güvenlik gerekçesini" öne sürerek ithal çelik ve alüminyuma ilave gümrük vergileri uygulaması kararı oldu. ABD'nin geleneksel müttefiki AB'yi de sonradan bu ilave gümrük vergilerine dahil etmesi, taraflar arasında ticaret savaşını tetikledi.
AB'nin vergilerden muafiyet için yoğun diplomasi trafiği sonuç vermeyince birliğin ABD'ye misillemesi gecikmedi.
AB, kısa süre içinde, ilave gümrük vergilerine karşı dengeleyici tedbirleri devreye soktu. Böylelikle AB, ABD'den ithal ettiği kot pantolon, motosiklet, çelik, mısır, fıstık ezmesi, portakal suyu, viski ve puro gibi yüzlerce farklı ürüne yüzde 25 oranında gümrük vergisi koydu.
Trump, AB'nin kararına büyük bir tehditle karşılık vererek taraflar arasındaki ticaret savaşını ateşledi. ABD Başkanı Trump, AB'yi, Avrupa'dan ithal edilen tüm araçlara yüzde 20 ek gümrük vergisi uygulamakla tehdit etti.
ABD'nin AB ekonomisi için kilit öneme sahip otomotiv sektörünü hedef almasının ardından birlikte kapsamlı bir misilleme listesi hazırlığı başladı.
Trump-Juncker görüşmesinin gerçekleşeceği gün AB, ithal araçlara gümrük vergisi uygulanması halinde tarım, makine ve yüksek teknoloji ürünlerini kapsayacak 20 milyar dolarlık ticari misilleme listesi hazırladığını duyurdu.
Liderler, bu karşılıklı çekişme ve yüksek gerilimli bir atmosferde ikili görüşmeye gitti.
Görüşmeden ne çıktı?
Taraflar, görüşmenin ardından temel başarılarını, küresel ekonominin en başat oyuncuları arasındaki ticari konularda yaşanan uzlaşmazlıkların müzakere edilerek çözülmesi konusunda anlaşma sağlanması olarak lanse etti.
Temel olarak, görüşmeden otomotiv sektörü dışındaki sanayi ürünlerine ilişkin gümrük vergilerini ve tarife dışı kısıtlamalarını sıfırlamaya yönelik birlikte çalışma kararı çıktı.
Taraflar hizmet sektörü, kimyasal, ilaç, tıbbı ürünler ve soya fasulyesi alanındaki ticareti artırma konusunda ortak çalışma yapacaklarını duyurdu. Bu adımların, iki taraftaki çiftçilere ve yatırımlara fayda sağlayacağı savunuldu.
Avrupa'nın enerji kaynaklarını çeşitlendirmek için ABD'den daha fazla sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithal etmek istediği ve enerji alanında stratejik iş birliğinin güçlendirilmesi konusunda mutabık kalındı.
Ayrıca, karşılıklı ticareti kolaylaştırmak, bürokratik engel ve maliyetleri azaltmak amacıyla ortak standartlar belirlemek üzere diyalog yürütülmesi kararı alındı.
Avrupa ve ABD şirketlerini haksız ticaret uygulamalarından korumak için güç birliği yapılması konusunda anlaşıldı.
Dünya Ticaret Örgütü'nün reform edilmesi ile fikri mülkiyet, zorla teknoloji transferi, sanayi desteklemeleri ve fazla kapasite gibi sorunlar karşısında yakın iş birliği yapılması kararlaştırıldı.
Tüm bu adımları gerçekleştirmek için derhal bir çalışma grubunun oluşturulacağı, bu grubun mevcut gümrük vergileri konusunda kısa vadede sorunları belirlemek için çalışma yapması karara bağlandı.
Taraflar, bu anlaşmanın müzakereler devam ettiği ve bir tarafın çalışmaları sonlandırmadığı sürece geçerli olacağını vurguladı.

ABD ve AB'nin elde ettikleri



ABD Başkanı Trump, görüşmeyle birlikte AB'nin daha fazla enerji ve tarım ürünü satın almasını sağladı. Aynı zamanda, ABD- Çin arasında devam eden ticari gerginliklerde AB'yi yanına çekerek elini güçlendirmiş oldu.
AB ise kritik olan otomotiv sektörüne, müzakereler sürdükçe ilave gümrük vergisi uygulanmamasını sağlayarak zaman kazanmış oldu.
İki taraf da, "elde ettikleri" başarıyı son anda bir basın toplantısı düzenleyerek ön plana çıkardı.
Juncker de Trump da "başarı hikayesine" muhtaç
İki liderin içinde bulunduğu siyasi konjonktür, "başarı hikayesinin" iki taraf için de neden önemli olduğunu açıklamaya yardımcı oluyor.
Başkan Trump, iç siyasette özellikle Helsinki’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'le görüşmesinin yarattığı rahatsızlıkla baş etmeye çalışıyor.
NATO, İngiltere ve Finlandiya görüşmelerinin ardından AB’yi "düşman" olarak nitelendiren Trump'ın, iç siyasetin yarattığı ve Çin ile ticari alanda gerilen ilişkilerin oluşturduğu baskıyla eski dostu Avrupa ile tekrar yakınlık kurmaya çalıştığı görülüyor.
Öte yandan, AB Komisyonu Başkanı Juncker da evde çözüm bulunamayan göçmen krizinin yarattığı baskı ve bazı üye ülkelerde aşırı sağın yükselmesinin yarattığı sıkıntılarla boğuşuyor.
Juncker'ın 2014'ün kasımında devraldığı görev 2019'da sona erecek. Özellikle 2015 yılında patlak veren göçmen krizine kalıcı çözüm bulma konusunda başarısız olan Juncker, birlik için büyük önem arz eden ilave gümrük vergileri konusunda ABD’yle anlaşma sağladığını göstererek olumlu bir siyasi miras bırakmak istiyor.
Görüşmeden çıkan sonuç detaylı bir şekilde ele alındığında, esasen sorunun çözülmediği, iki tarafın da müzakerelere başlamayı teyit ederek zaman kazandığı, günün sonunda statükonun korunduğu görülüyor.

Trump ve ABD

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Trump'ın twitleri dünyayı şaşkına çeviriyor 

Paylaşımlarında iç meselelerin yanı sıra birçok ülkeye sert mesajlar veren ya da övgüler yağdıran Trump'ın özellikle Kuzey Kore, Rusya ve Almanya hakkında yaptığı yorumlar, küresel çapta tepkilere neden oldu.

ABD Başkanı Donald Trump'ın göreve geldiğinden bu yana sosyal medya hesabında yaptığı bazı paylaşımları dünyayı şaşkına çevirdi.
Paylaşımlarında iç meselelerin yanı sıra birçok ülkeye sert mesajlar veren ya da övgüler yağdıran Trump'ın özellikle Kuzey Kore, Rusya ve Almanya hakkında yaptığı yorumlar hafızalara kazındı.
ABD Başkanı'nın bazı atamaları ve görevden almaları Twitter üzerinden duyurması da hayretle karşılandı.
Bunlardan en dikkat çekicileri eski Dışişleri Bakanı RexTillerson ve eski Özel Kalem Müdürü Reince Priebus'ı görevden aldığını duyurduğu paylaşımları oldu.
Trump, Tillerson'ın görevden alındığını Twitter hesabında "CIA Başkanı Mike Pompeo, yeni dışişleri bakanımız olacak. Şahane bir iş yapacak! Hizmetleri için Rex Tillerson'a teşekkürler. Gina Haspel, CIA'nin yeni direktörü, bu göreve seçilen ilk kadın olacak. Hepsine tebrikler!" ifadeleriyle duyurdu.
ABD Başkanı, özel kalem müdürlüğüne Pierbus'un yerine John Kelly'nin atandığını da Twitter hesabından kamuoyuyla paylaştı.
Rusya'nın ABD seçimlerine müdahalesi konusunda da çok sayıda twit atan Trump'ın en dikkat çekici paylaşımlarından biri, Özel Yetkili Savcı Robert Mueller ile ilgili olandı.
Mueller'in kendisine karşı ön yargılı olabileceğini savunan Trump, "Mueller'in ekibinde neden 13 katı Demokrat, bazı büyük, sahtekar Hillary destekçileri var da hiç Cumhuriyetçi yok? Geçenlerde bir diğer Demokrat da katıldı. Bunun adil olduğunu düşünen var mı?" ifadesini kullandı.
Rusya soruşturmasıyla ilgili rakibi Hillary Clinton'a çattığı bir başka twitinde Trump, Clinton ve Demokrat Partiyi istihbarat şirketi GPS Fusion'a gerçekleri yansıtmayan bir dosya hazırlaması için para vermekle suçladı.
Twitter'da ABD basınına da sert eleştiriler yönelten Trump, bu konuda en fazla yankı uyandıran paylaşımında "Yalan haberler medyası (@nytimes, @NBCNews, @ABC, @CBS, @CNN) benim değil, Amerikan halkının düşmanı." değerlendirmesine yer verdi.
Kuzey Kore ile "nükleer düğmenin büyüklüğü" atışması
Kuzey Kore ile haziran ayında Singapur'daki zirveyle nükleer silahsızlanma müzakerelerini başlatmadan önce Trump'ın, Pyongyang yönetiminin lideri Kim Jong-un'un yeni yıl konuşmasında "nükleer düğmenin masasında olduğu" açıklamasına karşı attığı twit çok konuşuldu.
ABD Başkanı, twitinde "Bitip tükenmiş ve açlıktan kıvranan rejimden birileri, lütfen ona benim de nükleer düğmem olduğunu söylesin. Bu düğme onunkinden çok daha güçlü ve büyük. Ve benim düğmem çalışıyor." ifadesini kullandı.
Donald Trump, kendisine yaşlı diyen Kim için de Twitter'da "Ben ona hiç kısa ve şişmansın dedim mi? Pekala, onun dostu olmak için çok uğraşıyorum, belki bir gün bu olur!" yorumunu yapmıştı.
"Hazır ol Rusya, akıllı füzeler gelecek"
Twitter'da Rusya için de kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz yorumlar yapan, özellikle Rusya'nın ABD seçimlerine müdahalesi soruşturması hakkında Rusya'yı aklayan yorumlar paylaşan Trump'ın, dikkat çekici paylaşımlarından biri Rusya'yı Suriye üzerinden tehdit ettiği twiti oldu.
Trump, bu twitinde "Rusya, Suriye'de herhangi bir füzeyi vurup indirme sözü veriyor. Hazır ol Rusya çünkü yeni, nazik ve akıllı füzeler gelecek. Halkını gazla öldüren ve bundan da zevk alan bir hayvanla ortak olmamalısın." ifadesini kullandı.
ABD Başkanı, bir diğer paylaşımında da "Rusya ile ilişkilerin, ABD'nin yıllardır sürdürdüğü aptalca politikalar nedeniyle hiç bu kadar kötü olmadığını" ileri sürerek şimdi de kendi yönetimine yönelik hileli bir cadı avı yürütüldüğü değerlendirmesini yaptı.
"Avrupa'yı koruyoruz, sonra da ticarette adaletsizce pataklanıyoruz"
Trump, Twitter'da en fazla yüklendiği ülkelerden Almanya'yı göçmen politikası ve NATO bütçesi konusunda sert bir dille eleştirdi ve yakın gelecekte AB ülkelerine uygulayacağı ek gümrük vergilerinin işaretini verdi.
"Almanya'da göçmenler kabul edildikten sonra suç yüzde 10 arttı (yetkililer bu suçları bildirmek istemiyor). Diğer ülkeler daha da beter. Akıllı ol Amerika!" paylaşımını yapan Trump, "ABD, NATO için herhangi bir ülkeden çok daha fazla ödeme yapıyor. Bu ne adil ne de kabul edilebilir. Almanya, NATO için gayri safi yurt için hasılasının yüzde 1'ini öderken biz gayri safi yurt içi hasılamızdan çok daha fazla olarak yüzde 4 ödeme yapıyoruz. Bunun mantıklı olduğuna inanan var mı? Büyük finansal kayıpla Avrupa'yı koruyoruz, sonra da ticarette adaletsizce pataklanıyoruz. Değişim geliyor!" dedi.
Konuyla ilgili başka bir twitinde de "Geçen yılki ziyaretimden bu yana talebim üzerine NATO ülkeleri tarafından fazladan milyarlarca dolar harcanıyor ancak bu yeterli değil. ABD çok harcıyor. Avrupa'nın sınırları perişan. Boru hattı için Rusya'ya milyarlarca dolar verilmesi kabul edilemez." paylaşımını yaptı.

İran'a "Dikkatli olun!" tehdidi

Ülkesinin İran ile varılan nükleer anlaşmadan çekilmesini sağlayan Trump, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'yi hedef alan bir twitinde de büyük harflerle, "Bir daha asla ama asla ABD'yi tehdit etme. Yoksa sonuçları, tarihte acı çeken bazıları gibi olur. Biz artık sizin kaçıkça şiddet ve ölüm içeren sözlerinize katlanacak bir ülke değiliz. Dikkatli olun!" ifadesini kullandı.
ABD Başkanı, sosyal medyada son dönemde ek gümrük vergileri nedeniyle karşı karşıya geldiği komşusu Kanada'nın Başbakanı Justin Trudeau'yu da hedef aldı. Trump, "Kanada Başbakanı Justin Trudeau, G7 toplantılarında çok nazik ve uysal. Benim ayrılmamdan sonra düzenlediği basın toplantısına kadar. Çok sahtekarca ve çaresizce. Bizim vergilerimiz, onun süt ürünlerine getirdiği yüzde 270'e yanıt." dedi.
Pakistan'ı da terörle mücadele etmemekle itham eden Trump, Twitter'da "ABD'nin son 15 yılda aptal gibi Pakistan'a 33 milyar dolar verdiğini, Pakistan'ın ise karşılığında yalandan, Amerikan liderlerini aptal yerine koymaktan başka bir şey yapmadığını, Afganistan'da peşine düştükleri teröristlere sığınak sağladığını" savundu.
Trump'ın ulusal basını hedef alan bir twitinde İngilizce "coverage" yerine hiçbir anlama gelmeyen "covfefe" kelimesini kullanması da ülkede tartışmalara yol açtı. Kelimeyle ilgili video klipler çekildi ve esprili paylaşımlar yapıldı.

Trump etkisi AB ile Çin'i yakınlaştırıyor



ABD-AB arasında yaşanan gerilim ile ABD-Çin arasında yaşanan gerilimin üreteceği muhtemel sonuçlardan biri, AB-Çin arasındaki ilişkilerin, daha güçlü bağlarla şekillenmesi olabilir.
Çin 2013 yılında Kuşak ve Yol Girişimi adı altında, dış pazarların kilidini açmaya yönelik bir rekabetçi bağlantı stratejisini başlatmıştı. Bu girişim, süreç içerisinde bütünsel olarak Çin’in stratejik ve dış politika planlamasında en önemli araç haline dönüştü.
Çin bu girişim kapsamında gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere son otuz yılda kendisinin başardığı kalkınma planını altyapı yatırımları yolu ile ihraç ederken, kendisinin merkezinde olduğu bir ticaret ağı oluşturmayı planlıyor. Ancak bu girişimin uzun vadede sürdürülebilir olabilmesi için, mevcut teknolojilerini girişim kapsamındaki ülkelere transfer ederken, kendi üretim teknik ve teknolojilerini de bir üst noktaya taşımak durumunda. İşte bu bağlamda Çin liderleri, Kuşak ve Yol Girişimi’nin açıklanmasından iki yıl sonra, 2015 yılında, “Made in China 2025” adı altında yeni bir strateji daha ortaya koydu.
Bugün ABD ve Çin arasında başlayan ticari anlaşmazlıkların altında yatan en önemli sebeplerden biri de Made in China 2025 stratejisidir. ABD-Çin arasındaki ekonomik rekabet henüz bir ticaret savaşına dönmese de hızla bu yöne doğru evrilmektedir. Bu çerçevede Çin’in Avrupa Birliği (AB) ile gelişen ilişkileri, Pekin'in ABD’ye karşı ortaya koymaya çalıştığı alternatifler bağlamında önem taşıyor.

Çin’in yeni ekonomik kalkınma stratejisi

Çin Başbakanı Li Keqiang 2015 yılında “Made in China 2025” stratejisini kamuya açıklarken, stratejinin tanımını inovasyon odaklı bir gelişim arayışı olarak özetlemişti. Uygulanacak stratejinin amaç ve kapsamını ise akıllı teknolojilerin uygulanabilirliği ile ilgili olarak temellerin güçlendirilmesi, yeşil kalkınmanın önemi ve Çin’in üretimini miktardan ziyade kaliteli ve katma değerli ürüne yükseltme çabası olarak belirtmişti. Strateji; siber güvenlik dahil olmak üzere yeni nesil bilgi teknolojileri, üretim verimliliği sağlayan yüksek kaliteli sayısal kontrol araçları ve robot teknolojileri, havacılık ve uzay teknolojileri, okyanus mühendisliği ekipmanları ve yüksek gemicilik teknolojileri, gelişmiş demiryolu ekipmanları, enerji tasarrufu sağlayan yeni araç teknolojileri, temiz enerji hedefleri kapsamında yeni teknolojili güç ekipmanları, tarım ve tarım makineleri, grafen ve nano malzemeler gibi yeni teknoloji içeren ürünler, biyomedikal ve yüksek performanslı tıbbi cihazlar olmak üzere 10 sektörü kapsıyor.
Çin hükümeti, yerli yüksek teknoloji işletmelerini desteklemek ve daha fazla Çinli firmanın denizaşırı ülkelerde genişlemesini teşvik etmek için sübvansiyonlar, krediler ve tahviller de dahil olmak üzere geniş kaynaklarla yatırım yapıyor. Made in China 2025 stratejisi kapsamında merkezi hükümetin planladığı harcama toplamı 1,5 milyar doların üzerinde olmakla birlikte, yerel hükümetler de toplamda 1,6 milyar dolar harcama yapacaklarını taahhüt etmişlerdi. Bunun yanında Çin hükümeti beş ulusal üretim inovasyon merkezi ve 48 yerel üretim inovasyon merkezi kurdu. Çin, 2025 yılına kadar ulusal üretim inovasyon merkezi sayısını 40’a çıkarmayı amaçlıyor.
Çin, günümüzde ülkenin büyümesini sağlamak için giyim, ayakkabı ve tüketici elektroniği gibi temel tüketim malları üretmeye ve ihraç etmeye devam ediyor. Bu açıdan bakıldığında, bu düşük katma değerli sektörlerde, Çin, başta Meksika, Brezilya, Hindistan gibi diğer gelişmekte olan ülkelerle rekabet ediyor. Yani dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olmasına rağmen Çin, günümüzde gelişmekte olan bir ülke olarak adlandırılıyor. Çin ekonomik kalkınmayı teşvik ve yoksulluğun azaltılması gibi en önemli konularda kayda değer başarılar elde etmiş olmasına rağmen, gelir seviyesi yüksek ekonomilerin seviyesine ulaşabilmek konusunda hala büyük zorluklarla karşı karşıya. Kişi başına düşen milli gelir, ABD'deki 59 bin dolara kıyasla sadece 8 bin dolar düzeyinde. Bu bağlamda “Made in China 2025” stratejisi, gelişmekte olan birçok ülkeyi rahatsız eden orta gelir tuzağından kaçmak için Çin'in ileri teknoloji sektörlerine doğru hareket etmesini hedeflemesi açısından da çok önemli.
Ancak dünyada yükselen ekonomiler ve ekonomik küreselleşme süreçleri de dikkate alındığında Çin’in “Made in China 2025” stratejisinin yalnız olmadığı görülebilir. Geçtiğimiz haziran ayında Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı, 2018 yılına ait Dünya Yatırım Raporu’nu yayınladı. Raporda gelişmiş ve gelişmekte olan 101 ekonominin sanayi politikaları incelenmiş ve küresel gayrisafi milli hasılanın yüzde 90’ını oluşturan 84 ülkenin özellikle son 10 yılda endüstriyel kalkınma stratejilerini benimsediği ve son 5 yılda da bu stratejilerini hızlandırdıkları sonucuna varılmış. Raporda Hindistan, Güney Afrika, Bangladeş, Vietnam’dan Almanya, Japonya ve elbette Çin’e kadar uzanan çok sayıda sanayi politikasının ayrıntılı olarak incelemeleri bulunmakta. Hükümetler doğal olarak teknolojik yeniliğe odaklanmış durumdalar ve yatırımcı davranışlarını temel altyapıya yönlendirme konusunda mesai harcamaktalar. Günümüzde temel alt yapıdan anlaşılan ise teknolojik ve dijital altyapının hazırlanması.

“Made in China 2025” ABD’yi neden endişelendiriyor?

Bu noktada, Trump yönetiminin bu kadar fazla kalkınma planı arasından Çin’in Made in China 2025 stratejisini ticaret savaşlarının merkezine yerleştirip, ABD’de uygulanan tarife değişikliklerinin Made in China 2025 programını engellemek için tasarlandığını açık bir şekilde ifade etmesi ilginç olsa da sürpriz değil. Almanya’nın ulusal stratejisi olan Endüstri 4.0'ın Çin versiyonu olarak değerlendirilen bu strateji, ana kıta Çin’deki önde gelen üretici ve tedarikçilerin bir dizi teknolojiyi ithal etmekten vazgeçmesini hedef almakta. Dolayısıyla bu durum ABD ve AB’de, yani günümüz teknolojilerinin lider bölgelerinde endişelere neden olmaktadır.
Zaten Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi durumuna yükselmesi ve devam eden ekonomik kalkınması, kaçınılmaz olarak ABD ile doğrudan rekabete girmesine neden olacaktı. Özellikle 2008 yılındaki ekonomik kriz ile birlikte Doha Kalkınma Gündemi müzakerelerinin sonuçsuz kalması, Amerika liderliğindeki neo-liberal küreselleşme projesinin içinde bulunduğu bir krizi işaret etmiş ve Çin’in küresel ekonomi üzerindeki etkisini, belirleyici bir aktör olarak iyice ortaya çıkartmıştı. Ancak ABD’nin bu rekabeti korumacı stratejiler ile engellemeye çalışması hem kendi kurduğu düzenin kontrolünü artık kaybettiğine dair bir itiraf niteliği taşımakta hem de ABD ekonomisi özelinde düşünüldüğünde, kendi üretimini artırmaktan ziyade zayıflatma riskleri de taşımakta.
Çin halen yüksek teknoloji içeren endüstrilerde yaptığı atılımlara rağmen, kendi teknoloji ve inovasyon gündemini ve yeni nesil üretim hedeflerini ilerletmek için yabancı teknoloji transferine ihtiyaç duyuyor. Örneğin Çin havacılık endüstrisi Amerikan uçak üreticisi Boeing ile potansiyel olarak rekabet edebilecek ticari jetler geliştirmekten çok uzak. Çin günümüzde Boeing firmasının büyük bir müşterisi olmaya devam ediyor. Günümüzde ABD, Çin'den sınırlı yüksek teknolojili ürünler ithal etmekle birlikte, yüksek teknolojili ürünlerin üretiminde kullanılan birçok parçayı Çin’den ithal ediyor. Yani ABD, Çin’den uçak satın almıyor ve uzunca bir süre de alması olası görünmüyor. Ancak ABD'de uçak üretmek için kullanılan parçaları Çin’den ithal ediyor ve daha sonra bitmiş ürünlerini Çin'e ve diğer yabancı alıcılara ihraç ediyor. Bu durumda Çin’den ithal edilen yüksek teknoloji kapsamındaki ürünlere uygulanacak olan yüzde 25’lik gümrük tarifesi Boeing firmasının üretim maliyetlerine yansıyacak ve rekabet gücünü özellikle Avrupalı rakiplerine karşı (Airbus) zayıflatacaktır. Kısacası Trump’ın başlattığı ticaret savaşları, eğer ki Çin, misilleme olarak ABD malları üzerinde gümrük tarifeleri uygulamaya karar verirse, ABD'li üreticileri artan üretim maliyetleri ile ve birçok ABD'li ihracatçıyı da kendileri için en büyük pazar olan Çin pazarına erişimin azalması tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak. Ayrıca Çin'in kendi iç piyasası, endüstriyel iyileştirme için kendi kendine katalizör olabilecek dinamikliğe sahip görünüyor.
Çin’in ABD’ye muhtemel cevabı: Güçlü ve etkin alternatifler yaratmak
Aslında büyük bir karmaşayı da içeren bu ekonomik rekabet aynı zamanda bir dönüşümün de eşiğinde olduğumuzun bir göstergesi. Trump’ın neredeyse İngiliz merkantilizmini hatırlatan korumacı politikaları yeni bir dönüşümün eşiğinde olan dünya ekonomisi için bir çözümden ziyade daha çok engeller ve sınırlandırmalar içeriyor. Tam da bu sebeple, Trump ile temsil edilen değişim ve dönüşüme karşı güçlü muhafazakâr direnç, değişeme açık ve küreselleşme yanlısı bir karşı kutup oluşturabilir. Bu durum yapay değil aslında oldukça doğal bir tepki olarak gelişmeye devam ediyor. Sorulması gereken en önemli soru da burada ortaya çıkıyor: Bu karşı tepkiyi koymaya çalışan aktörler bu direnci kırabilecek mi?
ABD-Çin arasında başlayan ve yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklanan ekonomik rekabetin bir diğer ayağı da ABD-AB arasında, NATO bünyesinde güvenlik sorunlarının ele alındığı toplantılarda ortaya çıktı. ABD-AB arasında yaşanan gerilim ile ABD-Çin arasında yaşanan gerilimin üreteceği muhtemel sonuçlardan biri, AB-Çin arasındaki ilişkilerin daha güçlü bağlarla şekillenmesi olabilir.
Aslında Çin bu alternatif arayışını sadece AB ile değil muhtemelen Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika gibi 90’lardan bu yana gittikçe daha aktif ve sofistike dış politika geliştirdiği bölgelerde de deneyecektir. Ancak ekonomik büyüklük açısından AB-Çin ilişkileri ayrı bir öneme sahip. Örneğin daha geçen hafta Pekin’de toplanan yıllık AB-Çin zirvesi bu zamana kadar yapılan zirvelerdeki itidalli havanın aksine her iki tarafın da birbirine karşı oldukça olumlu mesajlar verdiği bir zirve oldu. AB tarafı Çin’in serbest ticarete ve küreselleşmeye katkısını methederken Çin ise AB ile daha yakın ilişkiler önerdi. ABD yaptırımlarının ve tehditlerinin hedefinde olan iki aktör için böyle bir yakınlaşma belki de kaçınılmaz.
Çin’in AB ile ticareti yaklaşık 460 milyar dolar civarındayken, AB’nin ABD ile ticareti 660 milyar dolar civarında. ABD’nin tarife engelleri ve korumacı politikalarından sonra aradaki farkın yer değiştirmesi ortaya ilginç bir tablo çıkartabilir. Bu zamana kadar AB’nin daha çok insan hakları ve demokrasi gibi siyasi ve sosyal değerleri önceleyerek oluşturduğu Çin politikası da böylece ekonominin merkeze alındığı bir politika ile yer değiştirebilir. Ya da karşılıklı müzakere ile bir yandan ekonomi diğer yandan siyasi ve sosyal değerler konusunda bir uzlaşma sağlanabilir.
Çin açısından alternatif oluşturmak ve Trump’ın korumacı ekonomik politikalarına böylece direnmek kısa vadeli bir çözüm olabilir. Ancak benzer esnekliği AB’nin göstermesi çok kolay değil. Zira AB’nin, hele de Brexit ile başı beladayken, korumacı bir ekonomik düzende varlığı bile sorgulanır hale gelebilir. Dolayısıyla AB için ABD’nin ekonomi ve güvenlik konularında oluşturduğu baskı ortamını kırmak ve yeni bir küreselleşme sürecini, en güçlü adaylardan biri olan Çin ile beraber ilerletmek bir çözüm olabilir. AB’nin taşıyıcı gücü olan Almanya uzun süredir Çin ile ekonomik ve siyasi mesafeyi yakınlaştırmıştı. AB de Çin’in ekonomik ve siyasi anlamdaki meydan okumalarına rağmen yeni dönemde Çin ile yeniden temellendirmeyi deneyecektir. Zira diğer ihtimaller çok da iç açıcı değil.

Çin ticaret ağını yeniden kuruyor



Batılı, yani Portekizli, İspanyol, Hollandalı ve ardından İngiliz denizciler ticaret amacı ile 15’inci yüzyılda Güneydoğu Asya’ya ilk geldiklerinde Çinlilerin kurduğu muhteşem bir ticaret ağı ile karşılaşmışlardı. Ancak Batılıların gelmesi ile birlikte Çin kademeli olarak kurduğu bu ticaret ağının kontrolünü kaybetmiş ve Doğu ve Güneydoğu Asya’da sürdürdüğü 2000 yıllık merkez ve yönetici ülke konumunu 17. yüzyılın ortalarında kaybetmişti. Bilinen tarihi boyunca üreten ve kendi içine kapalı bir coğrafya olan Çin, yine üreterek biriktirdiği serveti ile hep dış tehditlere açık olmuştur. Bir bakıma Çin’in dış tehditlere karşı kendi içine kapanması 19’uncu yüzyılın başında gerçekleşen sanayi devrimini kaçırmasına ve coğrafyada çalkantılı geçen iki asra neden olmuştur. Yine aynı dönemde İngilizler, Hindistan’dan getirdikleri afyonu illegal yollarla Çin’e satmış ve bu uyuşturucu maddeye alışan Çin toplumunda sosyal sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Afyon satışını kontrol almaya çalışan Çin imparatorluk yönetimi, 19’uncu yüzyıl içerisinde İngilizlerle iki defa savaşmış ve bu iki savaşı da kaybederek İngilizlere ticari imtiyazlar tanımak zorunda kalarak afyon ticaretinin kontrolünü de kaybetmiştir. Yani afyon, İngilizler için Çin pazarına nüfuz edebilmelerinin anahtarı olmuştur.
Şimdi görülen o ki Çin, Kuşak Yol Girişimi (Yeni İpek Yolu) ile birlikte özellikle kendi bölgesindeki ticaret ağını tekrar kurarken, Made in China 2025 stratejisi ile birlikte, Kuşak Yol Girişimi’nin sürdürülebilirliğini sağlayarak bölgedeki liderliğini kaybetmesine neden olan Sanayi Devrimini kaçırma hatasını, 21’inci yüzyılın dijital devrimini kaçırarak tekrarlamak istemiyor. Muhtemelen Trump ve kurmayları da kendilerini gümrük tarifelerine getirdikleri ek vergilerle kısa dönemli korumaya alırken, 21. yüzyılın afyonunun ne olabileceği konusundaki çalışmalarını sürdürüyorlardır.

google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html