BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

23 Ekim 2020 Cuma

Körfez-İsrail normalleşmesi bölgede yeni dengelerin oluşumuna zemin hazırlıyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Körfez ülkelerinin son dönemde İsrail’le zaten normal olan ilişkilerini alenileştirme kararı alması Orta Doğu bölgesindeki güç ve güvenlik mimarisinde yeni dengeler ortaya çıkaracak bir potansiyel taşıyor.



Başta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere Körfez ülkelerinin son dönemde İsrail’le zaten normal olan ilişkilerini alenileştirme kararı alması Orta Doğu bölgesindeki güç ve güvenlik mimarisinde yeni dengeler ortaya çıkaracak bir potansiyel taşıyor. BAE-Suudi ekseni, son dönemde takip ettiği politikalarla, bölgenin geleneksel ağırlık merkezini Kahire’den uzaklaştırarak Körfez ülkelerini Orta Doğu'nun yeni hegemon gücü haline getirme çabası Mısır, Ürdün ve Irak gibi ülkelerde derin bir rahatsızlığa neden oldu. Türkiye ve Katar’ın, Körfez bloğunun bölgesel politikalarından duyduğu rahatsızlığa ilaveten bölgenin sayılan önemli aktörlerinin de Körfez-İsrail yakınlaşmasını kendi çıkarları açısından bir tehdit olarak algılaması, bölgede oluşacak yeni dengelerin en önemli habercisi.

Körfez-İsrail yakınlaşmasını takiben bölgede oluşabilecek yeni dengelerin ilk işareti 13 Ekim’de Mısır, Ürdün ve Irak Dışişleri Bakanları arasında Kahire’de düzenlenen üçlü zirve oldu. 14 Ekim’de Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın Mısır’a yönelik mesajları, 22 Eylül’de el- Fetih ve Hamas yetkililerinin Ankara’da gerçekleştirdikleri uzlaşma gündemli toplantı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şeyh es-Sabah’ın vefatı üzerine Kuveyt’e düzenlediği taziye ziyareti de oluşabilecek bu yeni dengenin işaretleri olarak okunmalıdır.

Orta Doğu’nun geleneksel ağırlık merkezi Kahire’den uzaklaşırken

Son dönemde küresel siyasetin gündemine her ne kadar ağırlıklı olarak Doğu Akdeniz ve Kafkaslardaki gerginlikler hâkim olsa da Orta Doğu bölgesinde birbiri ardınca tarihi kırılmalar meydana geliyor. İlk olarak Körfez-İsrail normalleşmesi ile bölge siyasetinde önemli bir kırılma yaşanırken, ikinci olarak normalleşme anlaşmasının da doğal bir sonucu olarak Arap dünyasının ve Orta Doğu bölgesinin geleneksel ağırlık merkezinin Kahire’den uzaklaştığına şahit olduk. Her iki gelişme de bölge güç ve güvenlik mimarisinde önemli sonuçlar ortaya çıkaracak jeopolitik dönüşümlerdir.

Aslında bölgenin geleneksel ağırlık merkezi bir süredir Kahire’den uzaklaşmaktaydı. Özellikle Arap Baharı sürecinde Mısır’ın içeride yaşadığı istikrarsızlıklar ve ulusal gücünün azalması, üstüne Körfez’in statükocu bloğunun Bahreyn müdahalesi, Yemen savaşı gibi agresif politikaları, Riyad-Dubai eksenini bölge siyasetinde öncelikli bir konuma yükseltmişti. 3 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleşen darbenin ardından iktidara gelen Sisi yönetiminin ekonomik, diplomatik ve siyasi açıdan Körfez monarşilerine dayanmak zorunda kalması, bölgedeki güç dengesinin üzerinde önemli sonuçları olmuştu. Kızıldeniz’deki Tiran ve Sanafir adalarının Suudi Arabistan’a terk edilmesi, Mısır’ın Yemen savaşı ve Katar krizinde Körfeze eklemlenmek zorunda bırakılması ve son olarak Libya’da, Körfez’in bölgesel politikaları için Mısır ordusunun sahaya sürülmeye zorlanması Kahire’nin bölgesel güç denklemindeki rolünün azalmasının en önemli göstergeleri/sonuçlarıdır. Tüm bu gelişmelere ilaveten Körfez-İsrail normalleşmesi, Orta Doğu bölgesinin geleneksel ağırlık merkezini kesin bir şekilde Kahire’den uzaklaştırdı. Son dönemde yaşanan bu gelişmelerle Mısır sadece Arap-İsrail ilişkilerinde ve Filistin meselesindeki ayrıcalıklı konumunu kaybetmekle kalmadı; bu gelişmeler aynı zamanda Mısır’ın bölge jeopolitiğindeki eşsiz konumunu sarstı ve bölgedeki askeri avantajlarını da yok etti.

Son gelişmelerle Mısır sadece Arap-İsrail ilişkileri ve Filistin meselesindeki ayrıcalıklı konumunu kaybetmekle kalmadı; bu gelişmeler aynı zamanda Mısır’ın bölge jeopolitiğindeki eşsiz konumunu sarstı ve bölgedeki askeri avantajlarını da yok etti.

Bölgesel düzlemde Mısır’ın yaşadığı bu kayıpların sebeplerinden üç tanesi özellikle öne çıkıyor; Suudilerin Kızıldeniz kıyısına inşa etmeyi düşündükleri devasa turizm merkezi (NEOM), Körfez enerji kaynaklarının Kızıldeniz’in bay-pas edilerek Doğu Akdeniz’e taşınmasına yönelik projeler ve İran-Körfez rekabetinde Mısır’ın askeri, demografik ve entelektüel avantajlarının kaybolması.

İlk olarak, Kızıldeniz geleneksel olarak Mısır’ın nüfuz sahası iken son dönemde Yemen savaşı ve Vizyon 2030 projesi ile Körfez aksının yakından ilgilendiği bir bölge olmaya başladı. Bu dönemde Körfez ülkelerinin Kızıldeniz’i bir iç deniz haline getirmek için yoğun bir çaba içine girdiklerine şahit olduk. Suudilerin Kızıldeniz’deki insansız 50 adayı seçkin bir turizm merkezine dönüştürmeyi de içeren projenin toplam alanı 34 bin kilometrekare olup (yaklaşık Belçika kadar) Maldivler, Seyşeller, Bali ve Hawaii’nin toplam büyüklüğü kadardır. NEOM projesi, milli geliri önemli ölçüde turizm gelirlerine bağlı olan Mısır için ciddi ekonomik zorluklara yol açacaktır. Mısır’ın, Suudilerin bu alanda yapacakları trilyon dolarlık bir yatırımla rekabet edebilmesinin imkânsız olması, bölgedeki ekonomik avantajların Körfez’e kaptırılması sonucunu doğuracaktır. İsrail’in Kızıldeniz’e çıkış kapısı olan Akabe körfezinin ağzındaki Tiran ve Sanafir adalarının Suudilere kaptırılması da Kızıldeniz jeopolitiğinde Mısır’ın azalan gücünün başka bir işaretidir.

İkinci olarak, Körfez-İsrail yakınlaşmasıyla, yaklaşık 150 yıldan beri küresel enerji ve ticaret için hayati önemde olan Süveyş kanalı, İsrail üzerinden Körfez’den Doğu Akdeniz’e oluşturulacak yeni alternatif rotalarla bu önemini kaybedecektir. Suudi hava sahasının İsrail uçaklarına açılması, İsrail-Körfez arasında yeni raylı sistemler ve petrol boru hatları projeleri, Süveyş’in hem jeopolitik önemini hem de Mısır ulusal refahı için sağlaması beklenen katkıyı anlamsız kılacaktır. Bu noktada Sisi’nin darbe ile yönetime geldiğinde Mısır’ın kıt kaynaklarından 8 milyar dolardan fazla para harcayarak Süveyş kanalını genişlettiğini hatırlatmak gerekiyor. Son dönemde yaşanan bu gelişmeler hem Süveyş kanalının geleneksel önemini azaltacak hem de Sisi yönetiminin yaptığı bu büyük yatırımı çöp haline getirecek bir potansiyel taşıyor.

Son olarak Mısır yaklaşık elli yıldan bu yana Körfez-İran rekabetinde Körfez güvenliğinin en önemli dayanaklarından biri olmuştur. Körfezin statükocu ekseni açısından, bu yönüyle, Mısır, Körfez güvenliğinin ve istikrarının en önemli güvencesidir. Özellikle günümüze kadar, İran’ın Levant bölgesinde ve Doğu Akdeniz’deki nüfuzunu sınırlayabilecek yegâne aktör olması, Mısır’ı Körfez açısından vazgeçilmez kılan önemli faktörlerden biriydi. Ancak Körfez-İsrail yakınlaşması hem İran’ın bölgede askeri olarak dengelenmesinde hem de İran nüfuzunun Doğu Akdeniz ve Levant’da sınırlandırılmasında Mısır’ın bu ayrıcalıklı rolünü ortadan kaldırdı. Çünkü İsrail, hem askeri kapasitesine hem de Batı ile kurduğu yakın ilişkilere güvenerek gerektiğinde Suriye, Lübnan, Irak ve bölgenin diğer ülkelerinde hava saldırıları ile İran karşısında sahada etkili bir mücadele yürütebiliyor. Son dönemde Mısır ordusunun Körfez ekseni tarafından Libya çöllerinde Mısır ulusal çıkarı için hiçbir değeri olmayan bir mücadeleye zorlanması da Mısır’ı geleneksel nüfuz alanlarından uzak tutma çabalarından biri olmuştu.

Körfez-İsrail yakınlaşmasını yol açacağı siyasi ve ekonomik sonuçlar bakımından kendi ulusal çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak algılayan aktörler arasındaki yakınlaşma, ABD seçimleri sonucuna da bağlı olarak, önümüzdeki dönemde daha görünür bir hal alabilir.

Türkiye’nin bölge siyasetinde yükselen profili

Arap Dünyası’nın ve Orta Doğu’nun geleneksel ağırlık merkezinin Kahire’den uzaklaşmasına yol açan ikinci etken Türkiye’nin bölge siyasetinde yükselen profilidir. Doğu Akdeniz, Kafkaslar ve Orta Doğu bölgesindeki kriz alanlarında Türkiye’nin artan ağırlığı bölgede Türkiye’nin dışlandığı bir politikanın başarı şansını azaltmakta. Orta Doğu özelinde Filistin meselesinde Türkiye’nin Körfez ve Mısır’ın geleneksel ağırlığına meydan okuyacak bir kapasiteye ulaşması bu kanaatin en önemli göstergesidir.

Geçtiğimiz Ağustos ayı itibarıyla Körfez’in İsrail ile normalleşme girişimleri ortaya çıktığında hem ülkemizde hem de küresel ölçekte Katar’ın da Körfez ekseni gibi İsrail’le normalleşeceği, Türkiye’den uzaklaşarak Körfez ekseninin peşine takılacağına dair çok sayıda analiz yayımlandı. Ancak gelinen süreçte Katar’ın takip ettiği politika bu varsayımları haklı çıkarmadı. Üstelik son dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kuveyt ve Katar ziyaretleri ile Türkiye, Körfez’de İsrail ile normalleşmeden rahatsız olan önemli bir aktör Kuveyt’le ilişkilerini güçlendirmeye başladı. Bu son girişim, Körfez’de Filistin meselesindeki çatlağı derinleştirecek bir sonuç doğuracaktır. Bir taraftan Filistin meselesine sırtını dönme pahasına İsrail ile ilişkileri normalleştirme politikası takip eden BAE-Suudi ekseni, diğer taraftan İsrail’e mesafeli durarak Filistin davasına sahip çıkan Katar ve Kuveyt. Türkiye’nin bu iki Körfez ülkesi ile geliştirdiği yakın ilişkiler bölge siyasetindeki rolünü güçlendiriyor. Eylül ayı sonunda Filistinli gurupların (el-Fetih ve Hamas) Ankara’da gerçekleştirdikleri buluşma ise uzun yıllardır bu tür diplomatik girişimlerin mekânı olan Kahire’nin bölgesel meselelerdeki azalan önemini simgeleyen başka bir olay olmuştur.

Bölgede oluşması muhtemel yeni dengeler

Körfez’in İsrail ile normalleşerek Orta Doğu bölgesinin siyasi, ekonomik ve diplomatik merkezi haline gelme girişimi, bölgenin tüm aktörleri tarafından ciddi bir rahatsızlık kaynağı olarak görülüyor. Mısır, Ürdün ve Irak Dışişleri Bakanlarının Kahire’de düzenledikleri ve bu yıl üçüncüsü gerçekleşen zirve ile bu ülkeler bölgede oluşum aşamasında olan askeri, ekonomik ve diplomatik yeni bir bloğun işaret fişeğini ateşlemiş oldular. Her üç ülke de, başta Filistin meselesi olmak üzere bölge siyasetinden dışlanmışlık algısı ile İsrail-Körfez yakınlaşmasının kendi çıkarlarına vereceği olası zararları engellemek istiyor. Nitekim bu toplantıda görüşülen Irak’tan Akabe körfezine bir petrol boru hattı projesi, Körfez’in İsrail’in Aşkelon limanı üzerinden Doğu Akdeniz’e uzanacak boru hattına yönelik önemli bir meydan okumadır. Çünkü Irak’ın Ürdün ile kara sınırı, İsrail ile Körfez arasında doğrudan bir kara bağlantısını kesiyor. Ürdün’ün Körfez karşıtı bir blokta yer alması Körfez-İsrail ilişkilerindeki derinleşmeye önemli bir darbe vuracaktır. Mısır’ın bölgede alternatif blokların oluşumu için başlattığı diplomatik girişimler, Körfez ülkelerinin, içinde bulundukları ekonomik krizle de bağlantılı olsa da, Sisi yönetimini fonlamayı kesmelerinin en önemli sebeplerinden.

Türkiye, bu süreçte bir taraftan Katar ve Kuveyt’le ilişkilerini sıkılaştırma politikası takip ederek BAE-Suudi eksenini dengelerken diğer taraftan geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın Mısır’a yönelik mesajları ile son dönemde bölgede yaşanan gelişmelerle önemi azalan Mısır ile yakın ilişkiler kurma niyetini gösteriyor. Türkiye ve Mısır arasında buzları eritecek bir yakınlaşma Körfez-İsrail yakınlaşması ile bölgede oluşan dengesizliği bertaraf edebilecek bir girişimdir.

Bölge siyaseti yakından takip edildiğinde son dönemde Körfez-İsrail yakınlaşmasının, başta Türkiye, Mısır ve Irak olmak üzere bölgedeki tüm aktörler nezdinde ciddi bir rahatsızlık ortaya çıkardığı kolaylıkla anlaşılabilir. Özellikle Körfez ülkelerinin iddialı ve maceracı politikalarının en önemli hamisi konumundaki Trump yönetiminin yaklaşan ABD seçimleri nedeniyle bir belirsizlik içinde olması bölgede Körfez-İsrail yakınlaşmasını kendi ulusal çıkarları açısından tehdit olarak algılayan aktörlerde bir hareketlenmeye sebep oldu. Şimdilik bazı işaretlerini gözlemlediğimiz Orta Doğu bölgesindeki muhtemel yeni dengelerin, ABD seçimleri sonucuna da bağlı olarak, önümüzdeki dönemde daha görünür bir hal alacağını söyleyebiliriz.

[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]



Batı medyasında Azerbaycan karşıtlığı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Uluslararası ölçekte yayın yapan büyük medya kuruluşlarının Ermenistan'ın Gence saldırısı ve genelde sivil katliamlar karşısındaki yaklaşım biçimi başlangıcından bu yana problemli.




Azerbaycan’ın yaklaşık 30 yıldır Ermenistan işgalindeki Dağlık Karabağ bölgesinin bazı kısımlarını yeniden ele geçirmesiyle Kafkasya’daki statüko sarsılmış oldu. Yaygın ifadeyle, cin şişeden çıkmış durumda. Türk ve dünya medyasının bölgeye dair bilgi ihtiyacının karşılanmasında öne çıkan isimlerden biri olan gazeteci Ceyhun Aşirov’un ifadesiyle söylersek, Ermenistan’ın Kafkasya’da yaptığı “mağlup halk” propagandası çöpe atıldı. Azerbaycan Türkleri “muzaffer millet” olduğunu Dağlık Karabağ’daki ilerleyişiyle teyit etmiş durumda. “Hani nerede Ermenistan ordusu? Karşımızda duramadılar, kaçıyorlar” sözleriyle cephedeki ilerleyişe atıfta bulunan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev de yıllardır küresel medyanın omuz vermesiyle şişirilen Ermenistan algısının kâğıttan kaplan olduğunu dünya kamuoyuna tekrar duyurmuş oldu. Ermenistan’dan gelen açıklamalarda ise tüm bu kayıplar ve yenilgiler bir “gerçi çekilme” olarak sunulmaya çalışılıyor. Fakat görünen tablo gerçek durumun çok farklı olduğunu ve Ermenilerin çatışmaların yaşandığı cephelerde mağlup olduğunu bariz şekilde gösteriyor.

Cephede yenilen Ermenistan ordusunun başvurduğu yöntemlerden biri ise sivil katliamlarına devam etmek. 1990’lı yılların başında, başta Hocalı bölgesinde olmak üzere sivil katliamlar yapan Ermenistan, şimdi de cephedeki yenilgilerini örtmek için Azerbaycan’ın Gence şehrine füze saldırıları yapıyor. Şu ana kadar onlarca sivil bu saldırılarda hayatını kaybetti; onlarca ev enkaza dönüştü.

Çatışma bölgesinin dışında yer alan bu bölgelere yapılan saldırılar aslında uluslararası sözleşmelere göre savaş suçu kapsamında. Fakat daha önce de benzer suçları işlemesine rağmen, Ermenistan devleti, bir yaptırımla yüzleşmeyeceğini bildiği için, benzer suçları tekrar işlemekten kaçınmıyor. Küresel örgütlerin sessizliğini bir onay şeklinde değerlendiren Ermenistan’ın sivil yerleşim bölgelerine saldırılarını sürdürme ihtimali yüksek. Oysa uluslararası toplumun kendi ilke ve kurumlarının prestiji için bile olsa bu saldırılar karşısında sessiz kalmaması gerekirdi.

Batı medyası üç maymunu oynuyor

Öte taraftan uluslararası ölçekte yayın yapan büyük medya kuruluşlarının Gence saldırısı ve genelde sivil katliamlar karşısındaki yaklaşım biçimi başlangıcından bu yana problemli. Küresel örgütlerin ve politik güç merkezlerinin taraflı olduğu bir düzlemde, aynı ülkelerin uzantısı konumundaki medyadan tarafsızlık beklemek rasyonel olmasa da, gazetecilik ilkeleri konusunda evrensel vaazlar vermekte tereddüt göstermeyen medya kuruluşlarının tutumları Ermenistan taraftarlığı konusunda bir adım öne çıkıyor. Haber ve yorumlarda “Türk saldırganlığı” ifadesine yoğun şekilde rastlanabiliyor.

Bu bağlamda Rusya’nın Sputnik, Fransa’nın Agence France Presse (AFP) ve France 24, İngiltere’nin BBC ve Reuters ile ABD’nin Associated Press (AP) haber ajansları tarafından sürdürülen genel yayın politikası sorunlu içeriklere sahip. Gence saldırısından sonra New York Times, Wall Street Journal ve CNN gibi kuruluşlar saldırıya yer vermediler. Örneğin AP tarafından geçilen haberde önce Ermenistan Savunma Bakanlığı’nın saldırıyı inkâr haberi verildi; sonrasında ise AP konuya ilişkin haberinin giriş cümlesinde "Azerbaycan Ermenistan'ı ikinci büyük kentini balistik füzeyle vurmakla suçladı" ifadesi kullanılarak saldırganın, katliamı yapan tarafın açıklaması öne çıkarıldı. Genel olarak yayınlarda Ermenistan Başbakanı Paşinyan’a mikrofon uzatılarak Ermeni tezlerinin dolaşıma sokulması yönünde yaygın bir çaba var.

Öte taraftan İran devlet televizyonu Press TV de bu halkanın içinde. Press TV yayınlarında net ifadelerle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik karalama kampanyasına girişmiş durumda ve bu söylemini tipik yeni oryantalist yaklaşımın örtülerinden “sultan”, “imparatorluk” türünden ifadelerle donatmış durumda. Yayınlarda genelde Ermenistan’ın tezleri savunuluyor. Katar’a bağlı İngilizce yayın yapan El-Cezire’deki bazı haberlerde de Ermenistan yanlısı içerikleri görmek mümkün. Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan tarafından fonlanan medya kuruluşlarında ise tümüyle Ermenistan tezleri yer alıyor.

Büyük medya kuruluşları aslında gerçeği bilmelerine rağmen “görmedim, duymadım, bilmiyorum” şeklinde üç maymunu oynamaya devam ediyorlar. Bu tavırlarını yedi maddede özetlemek mümkün.

Batı medyasının yedi günahı

Birincisi, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Azerbaycan toprağı olarak defalarca tanımlanan Dağlık Karabağ bölgesindeki Ermenistan işgali açık şekilde vurgulanmıyor. Ermenistan’ın oradaki varlığı BM tarafından “işgal” olarak tanımlanmış olmasına rağmen, Ermenistan’ın bu toprakları sahiplerine bırakarak barışçıl bir şekilde neden geri çekilmediği (muhtemelen Ermenistan’ı üzmemek için) yeterince sorgulanmıyor. Yayınlarda bu bölge için genelde “ihtilaflı bölge” ifadesine yer veriliyor veya “Azerbaycan’ın iddiasına göre” ifadesi öne ekleniyor.

İkincisi, Ermenistan’ın Gence’ye yaptığı balistik füze saldırısında hayatını kaybeden onlarca sivile dair haberler hem vaktinde verilmedi hem de katliamın boyutlarını göstermeye yetecek kadar görüntü haberlere eklenmedi. Ermenistan ile “katliam” kavramını yan yana getirmekten itinayla uzak durulan bir tavır egemen durumda. Halbuki sivil katliamlar yapıldı ve devamının geleceğine dair bir karamsarlığı hem bu sessizlik hem de Ermeni tarafının açıklamaları maalesef düşündürüyor.

Üçüncüsü, sivillerin hayatını kaybettiği saldırıya dair haberde gerçek bilgi açıkça ortada olmasına rağmen, bunun yerine sivil ölümler “Azerbaycan’ın suçlaması ve iddiası” şeklinde sunuldu. Böylesi sivil katliamlar karşısında, savaşan iki taraftan birinin söylemini besleyecek bir dil kullanılması ve olguyu zayıflatmak için “iddia” kelimesinin araya sıkıştırılması planlı bir tutuma işaret ediyor. Yani “Ey okuyucu! İnanmasanız da olur; bu zaten savaşan taraflardan birinin iddiası ve bunu rakibini karalamak için yapıyor” denilmiş oluyor.

Dördüncüsü, Ermenistan devleti Dağlık Karabağ bölgesine (başta Latin Amerika, Suriye ve Lübnan olmak üzere) çeşitli bölgelerden yabancı teröristler taşımasına rağmen, Batı medyası buna hak ettiği şekilde yer vermedi. Halbuki terör örgütü PKK unsurlarının da içinde yer aldığı grupların İran üzerinden bölgeye taşındığı konusunda çokça görüntü ve ses kaydı mevcuttu. Bunun aksine, gerçek olmamasına rağmen, Azerbaycan’ın bölgeye yabancı savaşçı getirdiği yönündeki Ermeni propagandasını tekrarladı.

Beşincisi, uluslararası medyaya bağlı gazeteciler çatışmayı takip edebilmek için büyük ölçüde Ermenistan tarafına seyahat etti ve etmeye devam ediyor. Halbuki olması gereken, bölgedeki durumun her iki taraftan da takip edilmesiydi. Fakat tek taraflı bir takip süreci, doğal olarak önyargıyı da beraberinde getiriyor. Bunun yansımalarını haberlerde görmek mümkün.

Altıncısı, küresel medyadaki Ermenistanlı veya Ermeni diasporasına yakın gazetecilerin çabası ideolojik gazeteciliğin yansımalarına sahip. Bu tür haberlerden biri The Washington Post tarafından Isabelle Khurshudyan (üç yazardan biri) imzasıyla yayımlandı [1] ve haberin başlığında bile Suriyeli paralı askerlerin Dağlık Karabağ’daki çatışmalarda öldüğü yalanı, Türkiye bağlantısı kurularak verildi. Benzer şekilde Sputnik ve Russia Today’in Genel Yayın Yönetmeni Margarita Simonyan’ın Ermeni kökenli olması, bu yayın organlarında taraflı bir dil kullanılmasında Rusya’nın devlet politikasından daha fazla rol oynuyor.

Sputnik Türkçe’de dengeli bir dil kullanılırken bu etki özellikle Sputnik’in İngilizce yayınlarında daha belirgin. Putin’in Dağlık Karabağ’a yabancı teröristlerin getirilmesi konusundaki yaklaşımını, gerçek dışı olmasına rağmen, Suriye ve Libya’dan buraya Azerbaycan tarafından getirildiği iddia edilen savaşçılar bağlamında ele almışlar. Gerçekte bölgeye Ermenistan tarafından (başta PKK’lı teröristler olmak üzere) çeşitli bölgelerden getirilen yabancı teröristlere ise hiç değinilmiyor. Sputnik İngilizce yayınlarının sosyal medya hesabından sürece dair yapılan paylaşımlarda bir kilise görselinin sürekli kullanılması ise ilginç. Konuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen, herhangi bir haber için bile kilise görseli tercih edilmiş. Bir diğer detay ise Minsk grubu olarak ABD, Fransa ve Rusya’nın Karabağ’daki sorunun çözümü konusunda barışçıl müzakerelere çağrıda bulunması konusu aktarıldıktan sonra, sürekli Türkiye’nin Azerbaycan’ı saldırganlığa teşvik ettiği ve bu yönde desteklediği bağlamında cümlelere yer verilmesinde öne çıkıyor. Bu doğrudan Türkiye’yi ötekileştiren bir yaklaşım olarak okunabilir.

Yedincisi, Batı medyası uzun süredir kapıldığı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığını yeniden tedavüle sokmuş durumda. Azerbaycan devletinin işgal edilmiş topraklarını geri alma sürecinde Batı medyasında çıkan analizlerde bu karşıtlığın izlerini görmek mümkün. Hatta hikâyeyi İlham Aliyev’den daha çok Erdoğan karşıtlığı üzerinden kurgulama çabasındalar.

Dolayısıyla küresel ağa sahip, etki kapasitesi yüksek medya kuruluşlarının böylesine taraflı bir yaklaşıma mahkûm olmaları, gazeteciliğin temel kriterleri bakımından büyük bir hayal kırıklığını ve çoğu yerde ideolojik gazeteciliğin izlerini barındırıyor. Türkiye’nin son 200 yıllık serüveninde yakından tanıdığı ve artık kanıksadığı bu önyargı mekanizması, bugün Azerbaycan’ın haklı davasını örtmek ve sesinin duyulmasını engellemek için çalıştırılmış durumda. Fakat eskisi kadar etkili olamıyor.

[İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yusuf Özkır aynı zamanda Kriter dergisinin yayın koordinatörüdür]

[1] https://www.washingtonpost.com/world/middle_east/azerbaijan-armenia-turkey-nagorno-karabakh/2020/10/13/2cdca1e6-08bf-11eb-8719-0df159d14794_story.html



22 Ekim 2020 Perşembe

İran'ın Karabağ siyaseti Tebriz sokaklarını zorluyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


İran’ın Ermenistan’a yaptığı yardımları protesto amacıyla Tebriz'de düzenlenen gösteriler, Tahran'ın izlenen politika konusunda iç kamuoyunu ikna edemediğini gösterirken mevcut politikanın artık sürdürülemez hale geldiğine de işaret ediyor.



27 Eylül sabahı Ermenistan'ın saldırılarıyla başlayan ve ateşkes ilanlarına rağmen hâlâ devam eden Karabağ çatışmaları Azerbaycan ve Ermenistan’ın yanı sıra birçok ülkenin de başlıca gündem maddesi haline geldi.

Her ne kadar müzakere masasında İran’ın adı az anılsa da sahada son derece önemli bir konumda bulunduğunu söylemek mümkün. Tahran’ın dış politikasını tek boyutlu olarak mezhep merkezli okuyanlar ise Ermenistan’dan yana sergilediği duruştan dolayı şaşkınlar. Ancak asıl şaşkınlığa neden olan şey, İran Türklerinin ülkenin izlediği dış siyaseti protesto etmeleri oldu. Pazar günü ikinci kez sokağa dökülen İran Türkleri, Ermenistan’la sınır kapısının açık tutulmasını protesto ettiler. Şimdi daha önce bu gösteriler sonucu söylemini değiştiren İran’ın kamuoyu baskısı neticesinde Karabağ’da politika değişikliğine gidip gitmeyeceği merak konusu.

Karabağ'daki çatışmaların ardından Tebriz ve Tahran başta olmak üzere birçok şehirde İran Türklerinin gösteriler düzenlemesi, sözkonusu potansiyelin ne kadar yüksek olduğunun bir işareti. Nitekim sadece Tebriz’de pazar günü gerçekleşen gösterilere bakıldığında İran Türklerinin durumdan ne kadar rahatsız olduklarını rahatlıkla anlayabiliriz.

Tebriz'deki gösteriler

İran’da konu her ne olursa olsun halk gösterileri her zaman kırmızı çizgi sayılır. Sokak gösterileri ancak ve ancak yönetimin onayı veya daha doğrusu eliyle yapılabilir. Örneğin her sene 24 Nisan’da başkent Tahran’da sözde “Ermeni Soykırımı” adı altında gerçekleşen anma törenleri ve yürüyüşlerin en üst düzey onay ve iradesi olmadan hayata geçmesini düşünmek fazlasıyla saflık olur. Dolayısıyla Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliği önünde Türk bayrağının yakılmasına ve Türkiye aleyhtarı sloganlar atılmasına gösterilen müsaadeyi Tahran’ın siyasi iradesiyle bağlantılı olarak düşünmek gerekir. 

Ekonomik olarak oldukça zor bir dönemden geçen İran zaten geniş çapta bir protesto potansiyeline sahip. Geçtiğimiz aylarda çoğunlukla hayat pahalılığına tepki olarak başlayan gösterilerin kısa bir zaman diliminde ülke geneline yayılması ve siyasi boyutlar kazanması yönetimin kâbusu haline gelmişti. İşte bu nedenle ülkede herhangi bir halk hareketinin başlamadan hemen önce engellenmesi hedeflenir ve bu tepkilerin bastırılması için sert müdahaleye de başvurulur.

Karabağ'daki çatışmaların ardından Tebriz ve Tahran başta olmak üzere birçok şehirde İran Türklerinin gösteriler düzenlemesi, sözkonusu potansiyelin ne kadar yüksek olduğunun bir işareti. Nitekim sadece Tebriz’de pazar günü gerçekleşen gösterilere bakıldığında İran Türklerinin durumdan ne kadar rahatsız olduklarını rahatlıkla anlayabiliriz. Protestolar başlamadan önce onlarca aktivist eyleme katılmamaları için güvenlik güçleri tarafından uyarılmış, ayrıca gösteriden önce yine önlem amaçlı birkaç kişi gözaltına alınmıştı. Tebriz’de istisnasız tüm ana sokaklarda yoğun güvenlik önlemleri alıp şehri adeta bir kışlaya çeviren İran yönetimi, bütün bu tedbirlere rağmen Karabağ konusundaki öfkeye zincir vuramadı. Polisin sert müdahalesi sonucu sadece birkaç dakika sürebilen gösterilerde 100’den fazla kişinin gözaltına alındığı bildirildi. Öte yandan birkaç gün önce benzer eylemde gözaltına alınanlar da hâlâ serbest bırakılmış değil. Tepkilerin odağında İran’ın Ermenistan’a yaptığı yardımlar bulunuyor. İran ne iç ne de dış kamuoyunu tarafsız olduğuna ikna edemiyor; tüm baskılara rağmen bu politikasına yönelik itirazların da önünü alabilmiş değil.

İran Türklerini özellikle son yaşananlardan sonra diğer milletlerden de ayırmak gerekiyor. Çünkü örneğin yıllardır İran’ın Suriye politikası aktif bir şekilde halk tarafından protesto ediliyor ama yönetim en ufak bir geri adım atmış değil. Ancak söz konusu Türklerin, İran’ın Karabağ politikasına itirazı olunca liderler kısa sürede söylemsel olarak ciddi bir yumuşamaya gitmek zorunda kalmış gözüküyor.

Bu aşamadan sonra Tebriz sokaklarında talep edildiği üzere İran’ın Ermenistan’a lojistik yolunu kapatması muhtemel görünmese de bundan sonra en azından işgalci Ermenistan’a her türlü desteği sağlamanın maliyeti tamamen Tahran’ın hesabına yazılacaktır. Bu durum İlham Aliyev’in de sinyallerini verdiği gibi savaş sonrası Azerbaycan’ın İran ile olan ilişkilerini de derinden etkileyecektir.

Türkiye’nin bu süreçte her anlamda Azerbaycan’ın yanında yer alması İran Türkleri için de geleceğe yönelik umut kaynağı haline geldi. Karabağ gibi haklı bir davada uluslararası baskılara rağmen Ankara ve Bakü’nün yan yana sağlam duruşu Tebriz’de, Tahran’dan her gün daha çok soğuyan yeni nesil tarafından dikkatle takip ediliyor. İşte böyle bir ortamda Azerbaycan ve Türkiye'nin tezlerinin İran yönetiminin çizgisine rağmen rağmen gibi kesim tarafından destekleniyor oluşu İran’ın elini ciddi oranda zayıflatmış görünüyor.

İran'ın manevra alanı sınırlı

İran’ın Karabağ konusunda Ermenistan’dan yana tutumu bugünlerde daha da belirgin olarak açığa çıksa da aslında başından beri aynıydı. 8 yıllık Irak savaşından kurtulup nefes alabilen İran'ın Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra başlıca önceliği bölgeye açılmaktı. Bu çerçevede İran’dan sonra nüfusunun büyük çoğunluğunu Şii mezhebine mensup olanların oluşturduğu Azerbaycan, İran yönetimi için bu açılımın en cazip adresi olarak görünüyordu. Ancak gelişmeler, Güney Kafkaslarda bir nüfuz alanı temin etmeyi hedefleyen İran'ın beklediği gibi olmadı. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ismi bile güneydeki İran’da yerleşen Türkler [Güney Azerbaycan] için son derece heyecan vericiydi. Savaş yıllarının kapalı atmosferinden çıkılmış, Humeyni dönemi sona ermiş ve ülkede yeni rüzgarlar esmeye başlamışken Tebriz’de hep Bakü nağmeleri söylenmeye başlamıştı. Yıllarca ötekileştirilmiş, dışlanmış Türklere karşı Tahran bütün çabalarına rağmen Aras’ın sınır olduğunu bir türlü benimsetememişti. Birinci Pehlevi döneminden itibaren Fars milliyetçiliğini merkeze alarak ulus devletin inşa edildiği İran’da Türkler asıllılar nüfusları itibarıyla tamamen bir köşeye çekilmeyecek kadar kalabalık olsalar da kendi kimliklerini geri kazanmakta oldukça zorlanmışlardı. Devrimden umduklarını bulamayan Türkler merkezden soğudukça daha çok kendi özlerine dönmüşlerdi. İşte tam da bu ortamda ikiye bölünen halkın kuzeyde kalan kısmının müstakil bir ülke olarak yeniden doğması güneydekileri de bir hayli heyecanlandırmıştı. 

Bu sürecin taşıdığı tehlikeleri hisseden İran, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin yeni yönetimine karşı iyice tedirgin olmaya başladı. Halk Cephesi ve Ebulfez Elçibey’in iktidara gelmesiyle birlikte Güney Azerbaycan meselesi en üst düzeyde dile getirildi. Bütün Azerbaycan’dan sık sık bahseden Elçibey’in milliyetçi tutumu İran için tam bir kâbus haline gelmişti. Bu ortamda Karabağ sorunu giderek tırmanmaya başladı ve İran seçimini yaptı. Güçlü ve istikrarlı bir Azerbaycan’ın İran Türkleri için nasıl bir ilham kaynağı olduğunu bilen Tahran, Karabağ meselesinin çözülemez hale gelmesini uzun vadeli çözüm olarak görüyordu. İran böylece özellikle arabuluculuk şansını meselenin başından beri yitirmiş oldu. 8 Mayıs 1992’de Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin inisiyatifiyle Azerbaycan ve Ermenistan yetkilileri Tahran’da ateşkes antlaşmasını imzaladıktan sonra aynı gün Karabağ'ın sembolü Şuşa, Ermeni güçleri tarafından işgal edildi. Ayrıca enerji kaynakları konusunda tamamen dışa bağımlı Ermenistan’ın özellikle savaş zamanında can simidi yine İran oldu ve bütün bu gelişmeler, Azerbaycan’ın gözünde Tahran’ın tarafsız olma iddialarının geçerliliğini kaybetmesine yol açtı. Bugün de İran’ın benzer hassasiyetleri olsa da meseleyi 90’lardan farklı kılan faktörler Karabağ sorununun çözüme kavuşmasında da son derece belirleyici görünüyor. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin her anlamda Ermenistan’a göre güçlü bir konumda olması Karabağ meselesinin çözülmesini kaçınılmaz hale getirdi. Sahada inisiyatifini yitiren İran tamamen Rusya’nın enstrümanı haline gelmiş görünüyor. Özellikle Türkiye’nin Azerbaycan’daki nüfuzunun artmasından rahatsız olan İran rekabet gücüne sahip olmadığı için Ermenistan’a mahkûm olduğunun farkında. Güçlü bir Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Tebriz’de ilham kaynağı olduğu gerçeği hafife alınamayacak kadar önemli. Ancak en az Bakü kadar Ankara faktörü de burada önemli. Nitekim Türkiye’nin bu süreçte her anlamda Azerbaycan’ın yanında yer alması İran Türkleri için de geleceğe yönelik umut kaynağı haline geldi. Karabağ gibi haklı bir davada uluslararası baskılara rağmen Ankara ve Bakü’nün yan yana sağlam duruşu Tebriz’de, Tahran’dan her gün daha çok soğuyan yeni nesil tarafından dikkatle takip ediliyor. İşte böyle bir ortamda Azerbaycan ve Türkiye'nin tezlerinin İran yönetiminin çizgisine rağmen rağmen gibi kesim tarafından destekleniyor oluşu İran’ın elini ciddi oranda zayıflatmış görünüyor. Bu çerçevede Karabağ’da ulaşılacak sonucun İran Türklerini memnun etmemesi halinde İran için mevcut politikanın sürdürülmesi son derece zorlaştıracaktır. Dolayısıyla İran’ın genel olarak Karabağ politikasında hareket alanının oldukça sınırlandığı söylenebilir.

Öte yandan karşılıklı güvene dayalı ilişkilerin tesis edilmesinde zorlanan İran yönetimi daha radikal kararlara yönelerek durumu daha da zorlaştırabilir. Yakın tarihte İran’ın eski Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Musevi’nin Bakü Büyükelçisi olarak atanması Tahran’ın Azerbaycan’ı ne kadar önemsediğini gösteriyor. Ancak Musevi’nin Fars milliyetçiliğinin başlıca mahfilleriyle sıkı ilişkileri ve görevde olduğu kısa sürede sergilediği performans bu bakışın izlenen politikada ağır basmasına sebep olabilir. Tecrübeyle sabit olduğu üzere Fars milliyetçiliğini esas alan politikalar İran Türklerinin merkezden daha da uzaklaşmasına ve tepkilerinin de artmasına sebep oluyor. Özellikle Müslüman ve üstelik mezhep bağının bulunduğu Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ın savunulması Tebriz’de yönetime yönelik tepkilere zemin hazırlıyor. Mevcut ağır koşulların her an geniş çaplı protestolara yol açabileceği, bu protestoların da hızla ülke geneline yayılabileceği gerçeği dikkate alındığında İran'ın Karabağ politikasının artık sürdürülemez hale geldiği, bu çerçevede toplumun önemli bir kesiminin dışlanması anlamına gelecek politikalarda ısrar edilmesinin ciddi riskler barındırdığı ifade edilebilir. Böylesi bir ortamda saatler Bakü'ye göre Karabağ’a ayarlandığında, zillerin Tebriz’de çalması hiç de uzak bir ihtimal değil.

[Taha Kermani İran’da başladığı iletişim eğitimini Türkiye’de gazetecilik bölümünde tamamlamıştır ve İran hakkındaki serbest gazetecilik faaliyetlerine Türkiye’de devam etmektedir]





İsrail siyasetindeki yükselen güçler: Eymen Avde ve Birleşik Liste

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


İsrail vatandaşı Filistinlilerin ağırlıkta olduğu dört büyük siyasi partinin ittifakından oluşan ve iki devletli çözümün en büyük destekçisi olan Birleşik Liste, 2015 yılından itibaren İsrail muhalefetinde yükselen bir pozisyona sahip.


On iki yıla yakın süredir İsrail’de başbakanlık görevinde bulunan Binyamin Netanyahu, İsrail siyasetinin sağ kanadını domine eden bir lider profili çiziyor. Netanyahu, başbakanlığının ötesinde, koalisyon hesaplarının ana merkezi, fazlasını talep eden diğer sağ parti liderlerini siyaseten cezalandıran bir otorite ve kendisine yöneltilen adli suçlara karşı yargı mercilerinin meşruiyetini halka sorgulatacak etkiye sahip gücün bir diğer adıdır.


Birleşik Liste ve İsrail siyasetindeki etkisi, ağırlıklı olarak İsrail vatandaşı 2 milyon Arap’ın sandığa gitmesiyle paralellik gösterse de, bilhassa 2020 seçimlerinde Eymen Avde’nin hem listedeki farklı siyasal eğilimleri toparlaması hem de iki devletli çözümü savunan sol görüşlü Yahudilerin de oylarına talip olması hasebiyle, Birleşik Liste’ye alışılmışın dışında bir başarı getirdi.

 

Netanyahu’nun şahsi popülaritesi kendi taraftarları ve koalisyon ortaklığını kaybetmek istemeyen diğer partilerce devam ettirilmeye çalışılsa da, son iki yıllık süreçte Yisrael Beytanu (Evimiz İsrail) ve Yamina (Sağa Doğru) gibi sağ partilerin koalisyon ortağı dindar partilerle sorunlar yaşaması ve bakanlık dağılımlarından memnun olmamaları gibi sebeplerle sarsılmış durumda. 2019 yılını seçimlerle geçiren ve 2020 Mayıs ayına kadar hükümetsiz kalan İsrail toplumu ise bu yeni süreçte siyasal tercihlerini çeşitlendirdi ve tek adam hegemonyasını kırabilmek için alternatif siyasi çıkış yollarına yöneldi. Bu çıkış yolları genel manada siyasi ortamın oluşturduğu tepkiler neticesinde şekillenmişse de, muhalif siyasi figürlerin fırsatları iyi değerlendirmeleri Netanyahu’ya karşı güçlü rakiplerin ortaya çıkmasına neden oldu.


İsrail vatandaşı Filistinlilerin ağırlıkta olduğu dört büyük siyasi partinin ittifakından oluşan ve iki devletli çözümün en büyük destekçisi olan Birleşik Liste, 2015 yılından itibaren İsrail muhalefetinde yükselen bir pozisyona sahip.

 

2019 yılında Netanyahu’ya karşı İsrail muhalefetinin iki bloğu adından sıkça söz ettirdi; biri hükümet ortaklığına kadar yükselirken diğeri “kral yapıcı” bir pozisyonda seçimlere damga vurdu. Bunlardan ilki merkez-sol çizgide yer alan, Savunma Bakanı Benny Gantz liderliğindeki Mavi-Beyaz bloğu. Gantz 2019 yılında İsrail solunun ve Netanyahu karşıtı cephenin sembol isimlerinin başında geldi ve şartların getirdiği alternatif olarak da hatırı sayılır oy oranlarına ulaştı. Ne var ki Mayıs 2020’den bu yana, doğal rakibi olarak görülen Netanyahu’nun boyunduruğu altında koalisyon ortağı olarak bulunması, Gantz’ı her gün biraz daha eksilten bir hata oldu. Kendi bloğundan seçilen bakanların istifa etmesi, dışişleri bakanlığına sahip olunsa da uluslararası anlaşmalarda yetki belirsizliği sebebiyle pasif durumda kalınması ve Netanyahu’nun Gantz’ı güçten düşürerek yeni alternatifler oluşturma çabaları Mavi-Beyaz’ı düşüşe geçirdi.


Mart 2020’de yüzde 12,67 oy alarak 120 kişilik Knesset’e 15 vekil gönderip tarihi bir rekora imza atan Birleşik Liste, aynı zamanda bir yıldır süregelen koalisyon hesaplarında Likud’un elini en çok zorlayan unsur oldu.

 

Öte yandan 2019’un ve Mart 2020 seçimlerinin bir diğer kilit unsuru olan, Filistin asıllı İsrail Parlamentosu Milletvekili Eymen Avde liderliğindeki Birleşik Liste ise İsrail siyaseti içindeki istikrarlı muhalif tavrı sayesinde, parti politikaları gereği herhangi bir koalisyonda bulunmayacak olsa bile, nevi şahsına münhasır bir pozisyon yakaladı. Eymen Avde liderliğindeki Hadaş (Yeni Parti), Ahmet Tibi liderliğindeki Ta’al (Arap Yenilenme Hareketi), Mansur Abbas liderliğindeki Ra’am ve Mtanes Shehadeh liderliğindeki Balad gibi Arap siyasetçilerin ağırlıkta olduğu partilerden oluşan Birleşik Liste, Arap nüfusun da ötesinde, özellikle Eylül 2019 ve Mart 2020 seçimlerinde Yahudi solundan oy devşirebilmiştir.


İsrail vatandaşı Filistinlilerin ağırlıkta olduğu dört büyük siyasi partinin ittifakından oluşan ve iki devletli çözümün en büyük destekçisi olan Birleşik Liste, 2015 yılından itibaren İsrail muhalefetinde yükselen bir pozisyona sahip. Birleşik Liste ve İsrail siyasetindeki etkisi, ağırlıklı olarak İsrail vatandaşı 2 milyon Arap’ın sandığa gitmesiyle paralellik gösterse de, bilhassa 2020 seçimlerinde Eymen Avde’nin hem listedeki farklı siyasal eğilimleri toparlaması hem de iki devletli çözümü savunan sol görüşlü Yahudilerin de oylarına talip olması hasebiyle, Birleşik Liste’ye alışılmışın dışında bir başarı getirdi. Mart 2020’de yüzde 12,67 oy alarak 120 kişilik Knesset’e 15 vekil gönderip tarihi bir rekora imza atan Birleşik Liste, aynı zamanda bir yıldır süregelen koalisyon hesaplarında Likud’un elini en çok zorlayan unsur oldu.


İsrail meclisindeki ilk başörtülü vekil olan İman Hatib’in seçilmesi ise Yahudi Milli Devleti Temel Yasasını meclisten geçiren Netanyahu’ya ve onun İsrail toplumunu ayrıştıran politikalarına karşı seçmenin bir cevabı niteliğinde değerlendirilebilir. Zira İsrail devletinde ayrıcalıklı bir vatandaşlık sınıfı oluşturulma çabası Arap seçmeni daha çok sandık başına götürdüğü gibi, aynı zamanda birlikte yaşama ilkesine bağlı Yahudi seçmenleri de alternatif siyasi merkezlere doğru yönlendirmeye başlamış durumda. Bu yönelimde aslan payını Mavi-Beyaz alternatifi kapsa da, Eymen Avde’nin Hayfa, Tel Aviv ve Celile üçgeninde yapmış olduğu Yahudi seçmene yönelik hamleler de az ya da çok sandığa yansıdı. Bir yıl süren seçim sürecinde popülerliğini koruyan Mavi-Beyaz ve Birleşik Liste ilişkileri İsrailli uzmanlara göre sürekli değişiklik gösterirken, “Birleşik Liste Mart 2020 seçimleri öncesinde gösterdiği performans sayesinde herhangi bir sol-merkez hükümetinde yer alabilir mi” soruları da sıkça gündeme geldi. Eymen Avde’nin söylemleri, Mavi-Beyaz ve Benny Gantz’ın Filistinlilere yönelik tutumlarının bir ortaklığa dönüştürülemeyeceği yönünde olsa da Birleşik Liste’nin öncelikli amacı Netanyahu liderliğindeki sağ bloğun iktidardan indirilmesi. Nitekim iki muhalif bloğun bir koalisyon içinde yer almaması Gantz’ı Netanyahu’ya iterken Avde’nin ise istikrarlı duruşunu muhafaza etmesini sağladı.


Yahudi Milli Devleti Temel Yasasını, Trump Planı doğrultusunda Batı Şeria’nın işgal hazırlıklarını ve Netanyahu’nun tek adamlığına aranan alternatif çözümleri, Birleşik Liste’ye olan teveccühün politik atmosferden kaynaklı sebepleri olarak kategorize edebiliriz. Lakin Birleşik Liste’nin başarısının altındaki lider karizmasının etkisine de değinmemiz gerekiyor. Eymen Avde şüphesiz hem politik tavrını muhafaza ederek hem de diyalog yollarını geliştirerek blok içine ve seçmen çeşitliliğine yönelik başarılı bir sınav verdi. Daha önceleri kişisel popülaritesi uluslararası basında nispeten göz ardı edilen, fakat yaptığı hamlelerle Birleşik Liste’yi çok etkin bir konuma yükselten Eymen Avde, 2019’da Time dergisinin dünyayı değiştirebilecek 100 kişi sıralamasına girdi. Bu sıralamaya girmesinde Birleşik Liste’yi ve 48 Araplarını İsrail siyasetinde etkin bir politik konuma taşıması en büyük etmendir. Açıkçası Yahudi Devleti Temel Yasası Knesset’ten geçtikten sonra Yahudi olmayan bir politik aktörün bu kadar hızlı yükseleceğini kimse tahmin edememiş olsa gerek; Avde bu yükselişindeki temel meşruiyeti sadece 1948 yılından sonra İsrail sınırlarında kalan Arap nüfusu temsil ile değil, Netanyahu hükümetinin baskıcı politikalarından bezmiş tüm muhalefete makul görünerek elde etti. Ayrıca İsrail muhalefetinin parlayan diğer yıldızı olan Benny Gantz’ın siyasi hatalarını tekrar etmeyerek Birleşik Liste’nin politik duruşundan taviz vermedi ve Netanyahu-Gantz koalisyonunun dağılması durumunda gerçekleşecek yeni bir seçimde daha fazla Yahudi-Sol seçmene ulaşabilecek bir potansiyele kavuştu.


Öte yandan, Avde’nin siyasi bir figür olarak başarılı olması, sadece İsrail muhalefeti içinde Netanyahu hükümetiyle kavgasını etkin bir araç olarak kullanmasıyla ilgili değil. Avde aynı zamanda Birleşik Liste içindeki diğer partilerle müşterek bir denge kurmayı da bildi. Avde’nin liderlik ettiği Hadaş’ın iki devletli çözüm arayışı ve seküler tavrına karşın Balat’ın tek devletli çözümü savunması ve İslami kimliği bile Birleşik Liste içinde ciddi bir ikilik unsuru; bu zıtlıkları bir arada tutabilmek ise Avde’nin siyasi becerilerinin sadece biri.


Eymen Avde iki devletli çözümü savunan Yahudi solu kadar, Filistin siyasetinde yeniden birliğin sağlanması konusunda da İsrail-Filistin ilişkilerine aracılık edebilecek bir köprü potansiyeline de sahip. Trump Planının hayata geçirilmesi için yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisine rağmen ciddi adımlar atan Netanyahu hükümetine karşı, Fetih ve Hamas’ın diyalog çabaları hızlanmış durumda. Bu çabaların içinde İsrail siyasetinin parlayan ismi Eymen Avde de bulunuyor. Temmuz ayında Ramallah’ta gerçekleştirilen Fetih-Hamas görüşmelerine iştirak eden Avde, İsrail sağından ağır eleştiriler alsa da, İsrail solunda olduğu kadar Filistin siyasetinde de bir karşılığa sahip olduğunu kanıtladı. Eymen Avde, nihai hedefin iki devletli çözüm olduğunu savunan İsrailli seçmenlerin Filistin tarafıyla en yakın bağ kurabileceği yerel bir siyasi figür haline geldi.


Kısacası, Birleşik Liste’nin İsrail solundaki istikrarlı yükselişinin baş mimarı Eymen Avde, İsrail siyasetinin karşılaştığı pek çok sorunda kilit rol oynayabilecek bir figür olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Gantz’ın doğurduğu hayal kırıklığı, Netanyahu’nun toplum nezdinde rüşvet soruşturmasından aklanamamış olması, geleceği muğlak fakat agresif bir pozisyonda gündemde tutulan Batı Şeria’nın işgal planı gibi nedenlerin İsrail siyasetinin sol cenahında güç birikmesine neden olacağı kesin. Kırk beş yaşında bir hukukçu olan Eymen Avde’nin bir sonraki dönem için yapacağı hamleler ise bu politik teveccühü kendi üstüne ve Birleşik Liste’ye mal edip edemeyeceğini gösterecektir. Yine de şimdiye kadar ortaya koyduğu siyasi performans sayesinde, siyaset sahnesindeki spot ışıkları bir müddet daha Avde’nin üstünde kalacağa benziyor.



Azerbaycan Karabağ ve Ermenistan

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Azerbaycan'ın Kanayan Yarası: Dağlık Karabağ

Azerbaycan'da 4 bin 400 kilometrekarelik bir alanı kapsayan Dağlık Karabağ (Yukarı Karabağ) meselesi, Azerbaycan ile Ermenistan arasında yıllardır çözüm bekliyor. 

Karabağ ve çevresindeki yedi bölgede Ermenistan işgali 1992'den beri devam etmekte ve bu bölgede sadece Ermeni nüfusu yaşamaktadır. İşgalden sonra bu bölgede hiçbir ülke tarafından tanınmayan sözde Dağlık Cumhuriyeti kuruldu.

Azerbaycan


Dağlık Karabağ Sorunu Nasıl Başladı?


Azerbaycan'da 18 Mart 1918 tarihinde Azerbaycan Halk Cumhuriyeti'nin (AHC) kurulması ile Ermenistan, Azerbaycan’a karşı toprak iddialarını ortaya koymaya başladı. Bu eylemler, 18 ay yaşayan AHC’nin düşmesinin ardından Azerbaycan'ın 28 Nisan 1920'de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (ASSC) olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine (SSCB) katılmasından sonra da devam etti. 

Ermenilerin "Büyük Ermenistan" Hayali


Aslında Ermenilerin Karabağ, Erivan ve Nahçıvan topraklarına ilişkin iddialarının başlangıcı 18. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Onların tek hayali denizden denize (Hazar Denizi'nden Ege Denizi’ne kadar) büyük Ermenistan'ı kurmaktı. 


Azerbaycan


Dağlık Karabağ Özerk Vilayetinin kuruluşu


5 Temmuz 1921'de Rusya Komünist Partisi Merkezi Komisyonu, Kafkasya Bürosu Müslümanlarla (Azerbaycanlılar) Ermeniler arasında barış için ASSC sınırları içinde Şuşa şehri merkez olan Dağlık Karabağ’a geniş özerklik verilmesini kabul etti. Bu karardan memnun olmayan Ermeniler 1923’te Dağlık Karabağ’ın Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne (ESSC) katılma meselesini gündeme getirdiler. 


Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesinin Ermenistan’a sınırı olmadığı için Azerbaycan Merkezi İcra Komisyonu'nun 7 Temmuz 1923 tarihli kararıyla merkezi Hankendi olarak Azerbaycan’ın terkibinde Dağlık Karabağ Özerk Vilayeti (DKÖV) oluşturuldu. Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin iş birliği ile gerçekleştirilen bu hamle ile, SSCB ülkelerinde Karabağ’da yaşayan Ermenilerden çok daha fazla sayıda Ermeni yaşamasına rağmen, sadece Azerbaycan’da özerk vilayet kurulmuş oldu.


ESCC'den Azerbaycanlıların göç ettirilmesi 


ESSC’de yaşayan Azerbaycanlıların sayısı Azerbaycan’da yaşayan Ermenilerin sayısından çok daha fazla olmasına rağmen Azerbaycanlılar, Ermenistan’dan özerk vilayet isteğinde bulunmadılar. Ermenistan’da 200 binden fazla Azerbaycanlı yaşadığı halde, SSCB ve ESSC hükümeti onlara kültürel özerklik vermediği gibi, 1948-1953 ve 1988 yıllarında Azerbaycanlılar Ermenistan’dan göç ettirilmiştir.


Azerbaycan



Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesine, 19. yüzyılda İran’dan ve Türkiye’den (o dönemde Osmanlı İmparatorluğu) göç eden Ermeni nüfusunun teklifi esas alınarak 6 Ekim 1923’de özerk vilayetin başkenti Hankendi'nin ismi, Ermeni Bolşevik Stepan Şaumyan’ın şerefine Stepanakert olarak değiştirildi.


Özerk vilayetin Ermeni nüfusu zaman zaman ayrımcı sloganlar atarak Ermenistan’la birleşmeleri için protestolar yaptılar. Bu protestoların en büyüğü 1988 yılının Şubat ayında oldu.


1987’de Azerbaycan ve Ermenistan arasında Dağlık Karabağ çatışmasının başlamasının ardından bu sorun 1991’in sonunda savaşa dönüştü.


1989 Kasım ayında SSCB Yüksek Sovyeti, DKÖV’in özerkliğinin kaldırılıp doğrudan ASSC’ye bağlanmasına dair kararı kabul etti. Daha sonra 1989 Aralık ayında ESSC Yüksek Sovyeti Moskova’nın kararını geçersiz saydı ve DKÖV’in Ermenistan’a birleştirildiğini açıkladı.


Azerbaycan, Kazakistan ve Rusya’dan 20 üst düzey devlet görevlisini taşıyan uçak, 20 Kasım 1991'de Ermeniler tarafından düşürüldü ve içerisinden kimse sağ çıkamadı. Heyet, Ermenilerle görüşme yapmaya gidiyordu. Bu olay Dağlık Karabağ’ın özerklik statüsünün kaldırılmasını hızlandırdı.


Azerbaycan


Dağlık Karabağ'ın özerklik statüsünün kaldırılması


26 Kasım 1991'de Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Yüksek Kurulunun kararıyla SSCB, DKÖV’in özerklik statüsünü kaldırdı. Aynı gün bağımsız Azerbaycan parlamentosunun kararıyla 7 Temmuz 1923 ve 16 Haziran 1986 tarihli kararlar hükümden düşürülerek Dağlık Karabağ’ın toprakları Hocavend, Terter, Goranboy, Şuşa ve Kelbecer idari bölgeleri arasında bölüştürüldü. Sovyet Birliği'nin çökmesinin ardından Birleşmiş Milletler (BM), Dağlık Karabağ’ı bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin toprağı olarak tanıdı.










6 Ekim 2020 Salı

Macron'un Türkiye karşıtı politikası nereye varacak?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un iktidarda üç senesini doldurmasına rağmen iç siyasette hâlâ sağlam bir siyaset zemini bulamamış olması, dış politikada oldukça atak ve hızlı adımlar atmasına neden oluyor.



Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un iktidarda üç senesini doldurmasına rağmen iç siyasette hâlâ sağlam bir siyaset zemini bulamamış olması, dış politikada oldukça atak ve hızlı adımlar atmasına neden oluyor. Fakat içeride devam eden ekonomik krizin yeni tip koronavirüs (Kovid-19) kriziyle birleşmesi sonucu işsizliğin ve bütçe açığının giderek artması ve “Sarı Yelekliler” hareketinin protestoları Macron’u daha da zor bir duruma sokmuş görünüyor.


Bir yandan ekonomide ve iç politikada uğraştığı sorunları örtme çabası, diğer yandan 2022’de yapılacak seçimler için en önemli rakiplerinden biri olan Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’in oy oranının anketlerde yüksek çıkması, Macron’un tutarsız girişimlerinin temel sebepleri arasında yer alıyor. Sorun şu ki Macron’un Fransa’nın gerek bölgesel gerekse küresel düzeyde rolünü genişletmek için uygulamaya çalıştığı politikalar, sadece Avrupa’da değil, transatlantik ilişkiler, Orta Doğu ve Afrika’da da yüksek gerilim oluşturmaya devam ediyor. Fransa Cumhurbaşkanı’nın Suriye, Libya, Irak gibi uluslararası güncel sorunların hemen hepsinde boy göstermeye çalışması ve Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan anlaşmazlığı Avrupa Birliği (AB) üyelerini, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) dâhil ederek ısrarla uluslararası bir sorun haline getirme gayreti, zaten Kovid-19 kriziyle boğuşan günümüz küresel siyasetinin dengelerini de sarsıyor.

ABD ve İngiltere’nin ardından NATO’daki üçüncü nükleer gücü teşkil eden Fransa’nın bu özelliği bile, Avrupa güvenliğinde ve savunmasında yönetici bir rol oynayabilmesini sağlayamayacaktır. Zira Fransa’nın güvenlikle ilgili konularda tek başına karar vermesi, başta Berlin olmak üzere, diğer AB başkentlerinde ciddi bir hoşnutsuzluğa yol açacak ve uzun vadede Birliğin bütünlüğüne zarar verecektir. İlaveten, bir yandan Kırım ve Beyaz Rusya meselelerinin herkesin gözü önünde cereyan etmesi, öte yandan Avrupa’nın –özellikle Almanya’nın– Rus doğal gazına aşırı bağımlılığı söz konusuyken, hiçbir Avrupa ülkesi Rusya’ya karşı NATO’suz ve ABD’siz kalmak istemeyecektir. Bu çerçevede, Kasım 2020’de gerçekleşecek Amerikan başkanlık seçimlerinin sonucu Avrupa siyasetini de doğrudan etkileyecektir. Birlik içindeki genişlemeye yönelik adımları (Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’un üyelik süreçlerini verilen sözlere rağmen veto ederek) durduran Macron, AB’nin bölgesel ve küresel düzeyde inandırıcılığına gölge düşüren bir tutum izlemektedir. AB içinde Almanya’nın Merkel sonrasında da aktif bir liderlik sergileyebilmesi, Macron’un uluslararası arenadaki çıkışlarını ve bu çıkışlarını AB’ye mâl etme girişimlerini dengeleyebilecektir.

Fransa’nın boy gösterdiği coğrafyalarda Türkiye’nin eskisine göre daha aktif politikalar üretmesi, doğal olarak iki ülke ilişkilerinde bir çıkar çatışmasına yol açmakta. Fakat bu çıkar çatışmalarının her fırsatta hasmane bir tutumla AB’ye aksettirilmeye çalışılması, Türkiye’nin kendi haklarını ve çıkarlarını savunma çabalarının saldırganlık ve “yeni Osmanlıcılık” şeklinde yorumlanması işleri çıkmaza sokuyor. Kuzey Atlantik İttifakı (NATO) çatısı altında müttefik olan iki ülke arasındaki ilişkilerin son zamanlarda bu kadar kolay tırmanmasının nedenleri arasında, yukarda söz edilen iç sorunların etkisi olduğu kadar, dış faktörlerin de rol oynadığını vurgulamak gerek. Bu bağlamda, Fransa Doğu Akdeniz gibi aslında kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir konuda dahi yer alabilmekte ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’a askeri imkânlar sunarak kışkırtıcı bir destek verebilmekte. ABD’nin ve NATO’nun bölgeye dair açıklamaları da göz önüne alındığında, bu coğrafyada son derece karmaşık ve tehlikeli bir tablonun teşkil edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Zira Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de, deniz yetki alanları paylaşımı açısından, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde, kendi kıyılarından çıkamayacak hale getirmeye çalışmak ve sürekli gerilimi tırmandırmak, Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) başı çektiği çoklu bir akıl tutulmasına işaret ediyor. Bu kötümser tabloda şimdilik sevinilecek şey ise Doğu Akdeniz sorununda diplomatik çabaların nihayet gündeme gelebilmesi. Tarafların bu müzakere alanını iyi kullanması, Avrupa ve Transatlantik aksındaki barış ve güvenlik açısından büyük bir önem arz ediyor. Bu konuda sarf edilecek gayretler, Fransa ile Türkiye arasında diğer bölgelerdeki gerilimin de azalması ihtimalini taşıyor.

Macron’un dış politikadaki tutumu AB’yi de NATO’yu da zorluyor

Donald Trump yönetimindeki ABD’nin küresel liderliğinin gerilemesi ve dolayısıyla uluslararası politikada oluşan güç boşluğu, Macron’a daha iddialı ve girişken bir dış politika için alan açmış görünüyor. İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılması ve Angela Merkel’in görev süresinin 2021’de dolacak olmasının getireceği değişim ise bu politik alanın daha da genişleyebileceği umudunu veriyor. 2017’de göreve gelirken içeride yapısal reformlar ve AB içinde de entegrasyonun artırılması vaatlerini sunan Macron, AB’nin kendi güvenliğini ve savunmasını sağlayarak küresel düzeyde daha fazla hareket etme yeteneğine kavuşmasını amaçlarken Fransa’nın AB’yi yönlendirebilmesini hedefliyor. Bu çerçevede, uluslararası politikadaki hemen her soruna AB’nin diğer üyelerinin görüşlerini beklemeden gereğinden hızlı şekilde tepki gösteren Fransa, çoğu zaman hem AB ülkeleriyle hem de NATO içindeki müttefikleriyle farklı pozisyonlarda yer alabilmekte. Fransa’nın geçtiğimiz günlerde AB’nin Akdenizli üyelerini Korsika’da toplayarak bir blok teşkil etme girişiminin de bu durumu değiştirdiği söylenemez. Özetle, Avrupalıların geri kalanının birçok konuda Fransa ile aynı fikirde olmadığı gerçeği AB’nin geleceğine yönelik ayrışmalara neden olurken NATO’nun uluslararası sorunlar karşısında ortak tutum takınma kabiliyetini de tehlikeye düşürmektedir. Nitekim Macron’un The Economist dergisine verdiği mülakatta “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği” yönündeki ifadesi ittifakın üyeleri arasında şok etkisi meydana getirmişti. AB üyesi ülkeler için temel tehdidin hâlâ Rusya olarak algılandığı göz önünde bulundurulduğunda, NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin neden hâlâ Avrupa güvenliği için gerekli görüldüğü ve Macron’un bu talihsiz açıklamasının AB’nin geri kalanında nasıl karşılandığı daha iyi anlaşılmakta.

ABD ve İngiltere’nin ardından NATO’daki üçüncü nükleer gücü teşkil eden Fransa’nın bu özelliği bile, Avrupa güvenliğinde ve savunmasında yönetici bir rol oynayabilmesini sağlayamayacaktır. Zira Fransa’nın güvenlikle ilgili konularda tek başına karar vermesi, başta Berlin olmak üzere, diğer AB başkentlerinde ciddi bir hoşnutsuzluğa yol açacak ve uzun vadede Birliğin bütünlüğüne zarar verecektir. İlaveten, bir yandan Kırım ve Beyaz Rusya meselelerinin herkesin gözü önünde cereyan etmesi, öte yandan Avrupa’nın –özellikle Almanya’nın– Rus doğal gazına aşırı bağımlılığı söz konusuyken, hiçbir Avrupa ülkesi Rusya’ya karşı NATO’suz ve ABD’siz kalmak istemeyecektir. Bu çerçevede, Kasım 2020’de gerçekleşecek Amerikan başkanlık seçimlerinin sonucu Avrupa siyasetini de doğrudan etkileyecektir. Birlik içindeki genişlemeye yönelik adımları (Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’un üyelik süreçlerini verilen sözlere rağmen veto ederek) durduran Macron, AB’nin bölgesel ve küresel düzeyde inandırıcılığına gölge düşüren bir tutum izlemektedir. AB içinde Almanya’nın Merkel sonrasında da aktif bir liderlik sergileyebilmesi, Macron’un uluslararası arenadaki çıkışlarını ve bu çıkışlarını AB’ye mâl etme girişimlerini dengeleyebilecektir.

Fransa’nın boy gösterdiği coğrafyalarda Türkiye’nin eskisine göre daha aktif politikalar üretmesi, doğal olarak iki ülke ilişkilerinde bir çıkar çatışmasına yol açmakta. Fakat bu çıkar çatışmalarının her fırsatta hasmane bir tutumla AB’ye aksettirilmeye çalışılması, Türkiye’nin kendi haklarını ve çıkarlarını savunma çabalarının saldırganlık ve “yeni Osmanlıcılık” şeklinde yorumlanması işleri çıkmaza sokuyor. Kuzey Atlantik İttifakı (NATO) çatısı altında müttefik olan iki ülke arasındaki ilişkilerin son zamanlarda bu kadar kolay tırmanmasının nedenleri arasında, yukarda söz edilen iç sorunların etkisi olduğu kadar, dış faktörlerin de rol oynadığını vurgulamak gerek. Bu bağlamda, Fransa Doğu Akdeniz gibi aslında kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir konuda dahi yer alabilmekte ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’a askeri imkânlar sunarak kışkırtıcı bir destek verebilmekte. 

21. yüzyılda diplomasi en iyi çözüm aracı

2017’de Avrupa yanlısı bir söylemle cumhurbaşkanlığını kazanan Macron’un Avrupa’daki liderlik iddiası AB üyesi diğer ülkelerde rahatsızlık oluştururken, birliğin dış politikasında da bölge barışını zora sokacak sorunlara yol açıyor. Macron kimi zaman Afrika’da, kimi zaman Libya’da, diğer AB üyelerini beklemeden hareket ederek esasen ortak çıkarları da tehlikeye sokmaktadır. Bu kapsamda Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin Doğu Akdeniz’deki Yunanistan-Türkiye deniz yetki alanları anlaşmazlığı fırsat bilinerek Fransa tarafından gittikçe gerilmesi, bunun için adeta özel bir mesai yürütülmesi, taraflar arasında iletişimin kurulmasını güçleştirirken bölgedeki sıcak çatışma riskini de artırdı. AB Dönem Başkanı Almanya’nın ve NATO’nun devreye girmesiyle bir diyalog zemini oluşturulan Doğu Akdeniz meselesinde diplomatik girişimler ve yapıcı müzakereler şüphesiz en iyi çözüm yolu olacaktır.

Dünyanın Kovid-19 krizinin yol açtığı yıkıcı sorunlarla uğraştığı bir dönemde, anlaşmazlıkların bir anda istenmeyen noktalara sürüklenmesi, kimsenin arzu edeceği bir şey değil. Bu kapsamda, başta Türkiye ve Fransa cumhurbaşkanları arasında gerçekleştirilen görüşme olmak üzere, her düzeydeki iletişimin, sorunların çözümüne katkı sağlayacağı ve bölgeyi bir yangın yerine çevirmekten uzaklaştıracağı açıktır. Diplomasi yolunun açılması ve tarafların buna uygun hareket etmesi, Doğu Akdeniz’deki mevcut gerginliğin sıcak bir çatışmaya dönüşme ihtimalini şimdilik ortadan kaldırmıştır. Ancak ertelenen AB zirvesinden Türkiye’ye karşı herhangi bir yaptırım kararının çıkması, çifte standartları nedeniyle Türk kamuoyu nezdinde AB’nin azalan güvenilirliğini ve inandırıcılığını tamamen yok edecektir. Böyle bir durum, AB’nin Türk muhatapları üzerinde etki doğurabilme gücünü de ortadan kaldırarak olası diplomatik girişimleri en baştan sabote edecektir. Böyle bir durumda ise Türkiye’nin de aynı şekilde karşılık vermekten başka çaresi kalmayacaktır.



google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html