ABD’nin Ortadoğu’ya ilgisi, kuruluşundan önce başlayan
misyonerlik faaliyetlerine dayanmaktadır. Bu faaliyetler, I. Dünya Savaşı’na
kadar ticari ve kültürel alanda, fazla bir gelişme göstermeden devam etmiştir.
II. Dünya Savaşından sonra İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ile tamamen bu bölgeye
yerleşmiştir. ABD’nin Soğuk Savaş döneminde Ortadoğu politikası, başkanlarının
adları ile anılan doktrinler çerçevesinde gerçekleşmiştir. ABD’nin Soğuk savaş
döneminde Ortadoğu’daki muhtemel politikaları Sovyetler Birliği eksenli
şekillenmiş ve Sovyetler Birliği Parçalandıktan sonra ise temel politikası
‘terörizmle mücadele’ şeklinde değişmiştir.
11 Eylül saldırıları sonucunda ABD’nin günümüze kadar
geçerliliğini koruyan politikaları değişmiş ve Başkan Bush’un ‘Ya bizimlesiniz
ya teröristlerle’ şeklindeki söylemi ile dünyayı adeta Soğuk Savaş dönemi gibi
iki kutuplu bir şekle sokmuştur. Ardından gelen Afganistan ve Irak saldırıları
ile terörizm ile mücadele dönemini başlatmış olduğu açıkça görülmüştür.
Uluslararası siyasal sistemi temelinden sarsan bu olaylar ABD’nin uzun zamandan
beri denetlemeye çalıştığı enerji kaynaklarına (petrol) da hâkim olmasını
sağlamıştır. ABD sözde ‘demokratikleştirme, özgürleştirme’ sloganları ile
girdiği Irak’ta halen varlığını devem ettirmekte ve uluslararası toplumda her
alanda hegoman güç olduğunu kanıtlayana kadar da duracağa benzemektedir. ABD
son zamanlarda da İran’ın nükleer santralleri konusunda tereddütlü olduğunu
uluslararası topluma açıklaması akla “Afganistan ve Irak’tan sonra İran’a mı
saldıracak” sorusunu getirmektedir.
Gerçekleşen bu olaylar bağlamında çalışmada ilk olarak
Ortadoğu’nun jeopolitik durumu ve II. Dünya Savaşının bitimine kadar
Ortadoğu’daki genel durum analiz edilecektir. Daha sonra değişen uluslararası
sistem bağlamında ABD’nin Ortadoğu’da şekillenen politikasından ve SB ile
giriştiği mücadelelerin Ortadoğu boyutunun ekonomik ve politik yanı
çözümlenmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda bir diğer durum ise; Sovyetler
Birliğinin dağılması ile Soğuk Savaş dönemine hâkim olan Uluslararası sistemin
çökmüş olması ve ABD’nin bölge ile olan bağlantılarının ‘yeni dünya düzeni’
bağlamında yeni bir şekil almış olmasıdır. Son olarak da 11 Eylül olaylarının
patlak vermesi ile Amerikan güvenlik stratejilerinin çökerek yeni bir yapı
alması ve bu bağlamda hayalini kurduğu ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ bağlamında
Afganistan ve Irak işgalleri incelenecektir. Bunun yanında ABD’nin Afganistan
ve Irak’a müdahalesinin günümüzde ortaya çıkan ve ileride ortaya çıkması
muhtemel bölgesel ve bölge dışı uluslararası siyasi etkilerinin neler
olacağının tartışılması ve günümüzdeki Amerikan askerlerinin bu bölgede
gerçekleştirdiği eylemleri açıklamak açısından önemlidir.
I- Ortadoğu’nun Jeopolitik Konumu ve Soğuk Savaş Öncesi
Ortadoğu’daki Genel Durum
Coğrafi, ekonomik ya da siyasi olarak bölgeler özelliklerine
göre şekil alırlar. Aynı zamanda diller, dinler ya da mezhepler bölgeye şekil
vermede ve tanımlamada esas alınabilir. Kısaca bir bölgeyi tanımlamada anlamlı
ve sistemik ortak özellikler bulunmalıdır. Bu esasları göz önüne aldığımızda
Ortadoğu diye bir bölge tanımlaması olmamaktadır. Günümüzde ‘Ortadoğu’ olarak
adlandırılan coğrafya; Türk- İran havzası (Türkiye, İran, Afganistan) Arap
Yarımadası (Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman,
Katar, Yemen) Bereketli Hilal diye tabir edilen bölge (Irak, İsrail, Ürdün,
Lübnan, Suriye) ve Afrika kıtasındaki Mısır‘dan müteşekkildir. Orta Doğu,
oldukça geniş bir alana sahip ve barındırdığı petrol rezervleri sebebiyle büyük
devletlerin ilgisini daima üzerine çekmiş bir bölgedir. Yaklaşık olarak 15
milyon km² alana ve 450 milyon nüfusa sahiptir. Bölgenin sınırları net bir
şekilde çizilememekte, ancak sınırların belirlenmesinde en büyük etken Amerika
Birleşik Devletleri’nin (ABD) değişik zamanlardaki stratejileri olmaktadır.
Ortadoğu adeta medeniyetlerin beşiği durumunda olup başta İslam dini olmak
üzere Hristiyanlığın, Yahudiliğin ortaya çıktığı ve yayıldığı bir bölgedir.
Deniz havzası bakımından dünyada çok önemli geçiş yollarının bulunduğu (
Süveyş, boğazlar, Basra körfezi vb..) önemli bir alandır. Ayrıca bölgenin bu
özellikleri yanında ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir.
Dünya petrol rezervlerinin %70’i doğal gaz rezervlerinin ise %35’i bu bölgede
bulunmaktadır. Bu bölgede egemenlik sağlama bir devlete dünya hegemonyasını ele
geçirme ya da sürdürme; kimin ne kadar üreteceğine ya da tüketeceğine karar
verme yetkisini elinde bulundurma olanağını vermektedir.[1]
Çok uzun bir süre Osmanlı yönetimin çerçevesinde kalan Ortadoğu, Osmanlı’nın yıkılış sürecinde Batılı emperyalist güçlerin eline geçmeye başlamış, I. Dünya Savaşı sonunda da tamamen Batı kontrolüne girmiştir. Osmanlı’yı bu bölgeden sürmek ve kendi egemenliklerini bölgeye yaymak isteyen İngiltere ve Fransa, özellikle Ortadoğu’nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının fark edilmesiyle birlikte Ortadoğu’yu paylaşma yarışına giriştiler. Bölge üzerinde benzeri hayalleri olan Almanya ve Rusya’yı I. Dünya Savaşı ile diskalifiye ettikten sonra bölgeyi gerçekten paylaştılar. 20. yüzyılda bölgeye üçüncü bir güç daha girdi: Siyonizm, yani Filistin’de bir Yahudi Devleti kurma hedefindeki radikal Yahudi milliyetçiliği. Siyonistler Ortadoğu’ya henüz Sultan Abdülhamit zamanında girmek istemişler ama Sultan’ın sert tepkisi nedeniyle beklemek zorunda kalmışlardı.[2] Bölgenin Osmanlı İmparatorluğu‘nun egemenliğinden çıkması, onlar için altın bir fırsat oldu. Ortadoğu’da, özellikle Ortadoğu’nun doğusunda hâkim güç İngiltere olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın sonunda, İngiltere İmparatorluğunu tasviye ederken, yavaş da olsa terk ettiği bölgelerden birisi Ortadoğu’dur.
II. Dünya savaşından sonra bölgeyle ilgilenmeye başlayan ABD
ve Sovyetler Birliği (SB) olmuştur. Ama ABD ve SB’nin bölge ile II. Dünya
Savaşı’ndan sonra ilgilenmeye başladıkları gibi bir görünüm varsa da, bu ABD
için geçerli değildir. ABD’nin bölgeye yönelik politikası 1920’lerde bölgede
petrolün varlığının fark edilmesiyle ve buna paralel olarak Amerikan petrol
şirketlerinin bölgedeki petrol ayrıcalıklarından pay kapma yarışına dâhil olmalarıyla
beraber başlamıştır. ABD’yi orta doğuda başat güç haline getiren durum ise 1956
Süveyş Bunalımı‘dır. Ancak ABD’nin bölgeyle askerî angajmanı esas olarak II.
Dünya Savaşı sonrası yıllara, yani Soğuk Savaş XE “Soğuk Savaş” yıllarına
rastlamaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyanın askeri,
ekonomik ve siyasi liderliğini üstlenen ABD, savaştan önce İngiltere, Fransa,
İtalya, Almanya, Japonya ve diğer kapitalist ülkelerden doğan boşluğu
doldurmaya başlamıştır. ABD’nin 19. ve 20. yüzyıllarda zenginleşmesi ile
birlikte biriken sermayenin dışa açılması sağlanmış ve yatırım amacı dışında
kar amacı da güdülmüştür. Bu çerçevede Ortadoğu petrollerine ilgisinin artması
söz konusu olmuştur.
ABD’nin Ortadoğu bölgesinde kendisinin de bulunması gerektiğini
anlaması 2. Dünya Savası sonrasına rastlar. Bunun en önemli nedeni Soğuk
Savaşın getirdiği algılama sonucu ABD, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nin bölgeye inmesini önlemek istemesiydi. SB’nin Ortadoğu’ya yönelişi
II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Türkiye üzerinden olmuştur. SB’nin 19
Mart 1945’de Türkiye’ye verdiği nota ile iki ülke arasında büyük bir gerginlik
başlatmıştır. SB boğazlardan üst istemeye başlamış ve gelişen bu olaylar
sonrasında ABD gelişmelere müdahale ederek Postdam konferansında Sovyet
girişimini gündeme getirmiştir.[3] Neticede iki kutuplu dünya sisteminde kutbun
birini oluşturan ABD, bu özelliğine uygun bir rolü uluslararası arenada oynamak
zorundaydı, bunun için de enerji kaynaklarına ya sahip olmalı ya da yakın
olmalıydı. Kısaca ya bu kaynakları kontrol etmeliydi ya da en azından kutbun
diğer ucunun stratejik hedeflerini gerçekleştirmesine mani olmalıydı. II. Dünya
Savaşı sona ermiş ve dünya sistem olarak iki kutuplu bir yapı almıştır. Soğuk
Savaş yılları da başlamış ve dünya yeni bir şekle bürünmeye hazırlanmıştı.
II-Soğuk Savaş Dönemi ve ABD’nin Ortadoğu Politikası
Soğuk savaşın ortaya çıkardığı durum çift kutuplu bir yapı
teşkil ediyordu ve ABD Batının önderliğini üslenmişti. Karşısında ise
komünizmin öncülüğünü yapan SB vardı. Zaman zaman değişiklikler göstermesine
rağmen, II. Dünya Savaşı sonuna kadar Ortadoğu ile ilgili genel politikasını
değiştirmeyen ABD, bu tarihten sonra, Sovyetlerin bir tehdit olarak ortaya
çıkmasıyla birlikte, Ortadoğu politikasını, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını
engellemek şeklinde değiştirmiştir. Bu politika soğuk savaş döneminde devam etmiş
ve SSCB’nin dağılmasıyla birlikte yeni bir boyut kazanmıştır.[4] ABD’nin
uluslararası sistemde lider konumunu kazanmaya başlaması, II. Dünya Savaşı
sonrasında bir yandan liberal düşünce ve değerlerin Batı Avrupa ve büyük ölçüde
de Üçüncü Dünya ülkeleri elitlerince benimsendiği, diğer taraftan da, bunları
reddeden karşı kampın etkin biçimde çevrelendiği döneme denk düşmektedir. ABD
soğuk savaş yıllarında üstlendiği Batı Bloku liderliğini iyi bir şekilde yerine
getirmesi için ekonomik ve stratejik öneme sahip olan petrole sahip olması
gerekiyordu.
Amerika’nın 2. Dünya savası sonrası güvenlik politikasını
Sovyetler Birliği’nin çevrelenmesi stratejisi oluşturmuştur. Çevreleme doktrini
gereği, İkinci Dünya Savası’ndan harap olarak çıkan Batı Avrupa’nın
toparlanmasına yönelik bir ekonomik yardım yapılması planlanıyordu. ABD
Dışişleri bakanı George Marshall sıkıntıdaki Batı Avrupa ülkelerini savaş
sonrası durumlarını düzeltmek için bir program hazırlamaya davet etti. Ayrıca
Avrupa ülkelerinin ekonomik sıkıntıları uzun dönemde ABD içinde kötü sonuçlar
doğurabilirdi. Bu bağlamda Marshall planı ABD kongresinde kabul ediliyordu. Bu
plan ekonomik anlamda Sovyetleri çevrelemeye yönelik ve ekonomik sıkıntı çeken
devletlerin komünizmin etkisi altına girmesini önlemek içindir. Zaten Truman
Doktrini‘nin temeli, Amerikan yöneticilerinin sürekli ve ağır bir Sovyet
tehdidi altında bulundukları korkusudur.
Truman Doktrini’nin uygulanmasında Sovyet tehdidini
engellemek ve ekonomik kaygıların oynadığı rol kadar, Wilson ilkelerine dayalı
bir dünya oluşturmak da vardır. Truman Doktrini’nin ilanından sonra, ABD bu
doktrini Ortadoğu’ya da genişletmek için İngiltere ile birlikte girişimlerde
bulundu. Ancak bu dönemde SB’nin sınır komşusu olduğu Türkiye ve İran dışında
Ortadoğu’da etkinliği çok azdı. Bu yüzden kendilerini Türkiye gibi tehdit
altında hissetmeyen Arap devletleri doktrinin Ortadoğu’ya genişletilmesine izin
vermediler.[5]
SB’nin Ortadoğu’ya yönelik diğer harekâtı ise İran üzerinden
olmuştur. Alman ordularının 1941’de SB’ne saldırmaları üzerine, SB’ de
İngiltere ile arasındaki irtibatı sağlamak için İran’ı işgal etmişler ve
aralarında 29 Ocak 1942’de imzaladıkları anlaşma gereği savaşın sona ermesinden
itibaren 6 ay içinde birliklerini bu bölgeden çekeceklerini taahhüt
etmişlerdir. Savaş sona erdikten sonra İngiltere İran’dan askerlerini çekmiş,
fakat SB çekmemiştir. Daha sonra İran ile SB arasında yapılan anlaşma sonucu
Mayıs 1946’da İran’dan tamamen çekilmişlerdir.[6]
İran olayından iki yıl sonra 1948’de İsrail devleti kurulmuş
ve Ortadoğu’daki çatışmalar Arap-İsrail eksenli olarak günümüze kadar süre
gelmiş ve bundan sonraki süreçte de adil bir çözüm bulunana kadar devem edeceğe
benzemektedir. ABD’nin Ortadoğu politikasının devem etmesinde kilit bir role
sahip olan İsrail saat 16.00’da kurulmuş ve aradan yarım saat bile geçmemesine
rağmen saat 16.30 civarlarında ABD tarafından tanınmıştır. SB tarafından da
saat 17.00’de tanınmış ve “manda” yönetimi bitmiştir. İsrail Devletinin
kurucusu Ben Gurion, Tel-Aviv’den Amerikan halkına teşekkür mesajı gönderirken,
Arap uçakları kenti bombalamağa başlamışlardı.[7]
Yıllardır bölgenin liderliğini üstlenen İngiltere ve bölge
ülkelerinin birbiriyle ters düşmeye başlamasıyla ABD yavaş yavaş bölgenin
koruyuculuğunu üstlenmeye başladı. Bu nedenle ABD, Sovyetler Birliği’nin
Ortadoğu’ya doğru yayılmasını önlemek için bölge ülkelerini Batı destekli bir
savunma örgütü içinde bir araya getirme kararı aldı. ABD, örgüte liderlik
yapacak ülke olarak laik ve demokratik Türkiye’yi görmekteydi. İlk olarak Nisan
1954’te Pakistan ile Türkiye arasında Dostluk ve Güvenlik İşbirliği Anlaşması
imzalandı. Bu antlaşma her ne kadar diğer Arap devletlerinin katılımına açık
olsa da Arap devletleri, bu işbirliği anlaşmasını Batılı devletlerin yeni bir
oyunu olarak gördüklerinden Pak’ta katılmadılar. Bağdat Paktı 1955 yılında
Türkiye ve İran arasında imzalandı. Daha sonraları pakta Irak, Pakistan ve
İngiltere de katılmıştır. ABD Bağdat Paktına üye değildir çünkü diğer Ortadoğu
ülkeleri ile zıtlaşmak istemiyordu. Irak anlaşmaya ek bir madde koydurarak
İsrail’in pakta girmesini istememiştir. Bu gelişme sonrasında İsrail kurulan
paktın kendisine karşı kurulmuş bir ittifak olarak algılıyor. Ayrıca Pakt’ın
üyelerinden olan Irak’ta meydana gelen darbe sonucu ve Irak’ın giderek SSCB’nin
etkisine girmesinden sonra Irak darbeden bir yıl sonra, yani 1959 yılında
Bağdat Pakt’ından ayrıldı. Irak’ın paktan ayrılması ile diğer ülkeler bir araya
gelerek paktın adını Merkezi Anlaşma Örgütü (Central Treaty Organization CENTO
1959) olarak değiştirdiler.
1952 Mısır’da Nasır’ın iktidara gelmesi ile Batı yanlısı bir
politika izlemeyen Mısır, Bağdat Paktı’nın kurulmasından sonra Anti-Batı Arap kamuoyu’nun
temsilcisi durumuna yükselmiştir. 1955 yılında Gazze şeridinde İsrail-Mısır
çatışmalarının başlaması üzerine Mısır, İngiltere ve ABD’den silah satın alma
talebinde bulunmuştur. SB’nin silah satma teklifi de ABD ve İngiltere’yi
harekete geçirmemiştir. Bunun üzerine Mısır Çekoslovakya’dan silah satın alma
anlaşması yapmış ve böylelikle SB de tekrar Ortadoğu politikasına dönmüştür.
Mısır Nil nehri üzerinde yapılması planlanan Avsan barajı için ABD’’nin zorluk
çıkarması üzerine[8] Süveyş kanalını millileştireceğini ilan etmiştir. Bunun
üzerine İngiliz-Fransız-İsrail görüşmeleri sonucunda, İsrail Mısır’a saldıracak
ve İngiliz-Fransız birlikleri müdahale edecek bu şekilde kanaldaki çıkarları
güvence altına alınacaktı. 1956’da İsrail Sina yarım adasını işgale başladı ve
İngiltere ve Fransa mısıra bir nota göndererek çatışmaların durdurulmasını
istedi. Mısır’ın notayı reddetmesi üzerine İngiliz ve Fransız kuvvetleri 5
Kasım’da müdahalede bulunmuştur. ABD ve SB’nin Birleşmiş Milletler’de baskı
yapmaları ve veto hakkını kullanmaları sonucunda İngiltere ve Fransa
saldırıları durdurdu. İngiltere ve Fransa’nın bu veto karşısında çekilmeleri
bir bakıma onların ‘büyük güç’ olmaktan çıkmasına sebep oldu. Aslında başkan
Eisenhower’ın bu üç saldırgan devlete karşı tutumu görüntüyü kurtarmaktan başka
bir şey değil ve tamamen taktik gereğiydi. Zira ABD’nin bu devletlerle temel
konularda bir anlaşmazlığı yoktu ve millileştirme girişimi Eisenhower’ın da
hoşuna gitmemişti.[9] 1956 Süveyş buhranının en önemli neticesi, Sovyet
Rusya’nın Mısır’ı bir kez daha kurtarmasıydı. Dolayısı ile Sovyetlerin Arap
dünyasında prestiji artmıştır. Başka bir ifade ile İngiltere ve Fransa kaş
yapayım derken göz çıkarmıştır. Nasırın ve SB’nin Ortadoğu’daki prestijini ve
tesirini yok etmek isterlerken, büsbütün artırmışlardır. [10]
Bütün bunlara rağmen Süveyş krizinin ardından bölgede Sovyet
etkisinin artması üzerine Başkan Eisenhower, kendi adı ile bilinen bir doktrin
ilan etmiştir. Eisenhower 5 Ocak 1957’de kongreye gönderdiği mesajında şu konularda
kendisine yetki verilmesini istemekteydi. Bağımsızlığını korumak için ekonomik
kalkınma çabası içinde olan Ortadoğu ülkelerine ekonomik yardım yapılması;
bunlardan askeri yardım isteyen ülkelere askeri yardım da yapılması;
uluslararası komünizmin kontrolü altında bulunan herhangi bir devletten gelecek
silahlı, bir saldırıya karsı ve bölge devletleri istediği takdirde Amerikan
Silahlı Kuvvetlerinin kullanılması.[11] Eisenhower Doktrinin asıl amacı,
İngiltere’nin zorunlu olarak bıraktığı boşluğu doldurmak ve batılı ülkeler için
son derece önemli olan petrolün düşman eline geçmesini önlemek olsa gerekir.
Ayrıca bu bölgeye komünist etkisinin girmesinin önlenmesi ve ilerde büyük
anlaşmazlıklar çıkarabilecek Arap-İsrail savaşını, komünist müdahalesi olmadan
serbestçe çözebilmek olanağının yaratılması da düşünülmüş olabilir. Kısaca
Eisenhower Doktrini’nin tüm Ortadoğu ya yaygınlaştırılması çabası olarak
değerlendirilebilir. Eisenhower Doktrininin en önemli sonucu, soğuk savaşın
yeniden hızlanmasında bir basamak oluşturması ve ABD’nin Ortadoğu’ya müdahale
olanaklarını artırması aynı zamanda da Ortadoğu da İngiltere ve Fransa’dan
bağımsız politika izleme olanağını sunmasıdır.[12] Bunun sonucunda Ortadoğu’da
Avrupa devri kapanıyor ve süper güç devri başlıyordu.
Nixon, 1970’lerdeki dünyanın 1960’lardaki dünyadan çok
farklı olduğunu görmüş ve Amerika’nın eskiden olduğu gibi dünyanın her yerinde
komünist güçlerle çatışma içine girmesinin ve silahlı çatışmalara sürükleyecek
sorumluluklar almasının mümkün olamayacağını görmüştür. Bu düşüncelerden sonra
yumuşama(detant) dönemi başladı ve bir başka olarak da Nixon Doktrini ortaya
çıkmıştır. 18 Şubat 1970’de Kongreye gönderdiği raporda dile getirilen ve kendi
adı ile anılan Doktrin de Nikson, “uluslararası ilişkilerde II. Dünya savaşı
sonrası dönemin sona ermiş olduğunu ve yeni bir dönemin gereklerini
karşılayacak şekilde bir dış politika oluşturulmasının gerektiğini” ifade
ederek, “ABD’nin özgür ulusların savunulması ile ilgili bütün kararları, bütün
planları ve programları yalnız başına yürütmek durumunda olmadığını, yükün bir
kısmını ABD dost ve müttefiklerinin üstlenmesi gerektiğini” belirtmekteydi.
Zaten Nixon Doktrini’nin özü, “Bundan böyle bölgesel çatışmalara ABD’nin
doğrudan askeri müdahalelerde bulunmayacağını ve yerine askeri ve ekonomik
yardımla yetineceği” oluşturmaktadır.[13] Nitekim koşullar dikkate alındığında
Nixon Doktrini’nin önemli bir nitelik de kazandığını ve bölgede Irak’ın dışında
iki büyük devlet olan İran ve Suudi Arabistan’a silah transferini artırılmasını
öngören ‘İki Ayaklı’ politika uygulamaya konulmuştur.[14] 1979’daki İran
devrimi ve Afganistan’ın SB tarafından işgaline kadar devem eden süre
içerisinde bu politika egemen olmuştur.
Bunlardan hariç Ortadoğu bölgesinde gerilim durmuyordu ve
Ekim 1973’de bölge için iki önemli hadise gerçekleşmiştir. Arap orduları ilk
kez İsrail karşısında sınırlı da olsa başarı kazanmışlardır. Bunun yanısıra 19
Ekim 1973’de petrol üreten Arap ülkeleri ortak hareket ederek petrol
ambargosunu başlatmışlardır. Ambargo batılı ülkelere petrolün güvenli akışından
sorumlu olan Birleşik Devletleri Arap-İsrail uyuşmazlığına çözüm aramaya
itmiştir. Ama sonuçta petrol şirketlerinin çoğunun Amerikan şirketleri olduğu
düşünülecek olursa bu ambargodan ABD’nin çok fazla etkilendiği düşünülemez.
Ancak petrol fiyatlarındaki ani artıştan sağlanan petro dolarlar tekrar Batı’ya
yatırım olarak dönerken gelişmiş ülkeler kısa bir süre sonra maliyet artışını
mamül malların fiyatlarına yansıtarak bunu telefi etme yoluna gitmeye
başladılar ve bu durumda bunlardan en fazla etkilenen de sonuçta yine az
gelişmiş yoksul ülkeler, yani üçüncü dünya ülkeleri olmuştur.
1979 sonlarında Sovyetler’in Afganistan’a askeri müdahalede
bulunarak ülkeyi kontrol altına alması ve İran’da meydana gelen gelişmeler çerçevesinde
ABD dış politikasında önemli değişikler yapacak olan Carter Doktrini ilan
ediliyor ve 1970-1980 dönemine hakim olan Nixon Doktrini dönemi kapanmış ve
yeni bir döneme girilmiş olunuyordu. Bunun sonucunda Başkan Carter 1980 de
kongrede yapmış olduğu konuşmada, “Basra Körfezinin denetimini ele geçirmek
amacıyla herhangi bir yabancı güç tarafından yapılacak müdahaleler ABD’nin
yaşamsal çıkarlarına bir saldırı olarak dikkate alınacağını ve böyle bir
saldırıya askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her türlü araçla müdahale
edileceğini” belirtmiştir. Bu çerçevede, ABD’nin Irak-İran Savaşının başlaması
üzerine bölgede askeri varlığını arttırdığı görülmektedir. Savasın yayılması
üzerine petrol yatakları ve dolum tesislerinin İran’ın hava saldırısına uğraması
üzerine savunma kapasitesini artırma amacıyla AWACS uçaklarını Suudi
Arabistan’a göndermiştir.[15]
İran’da ABD yanlısı bir politika izleyen Şah rejimi Humeyni
ve yandaşları tarafından yıkılınca bölgede sorunlar hat safhaya ulaşmıştır.
Devrimin %90’ı şii olan bir ülkede gerçekleşmesi, %60’ı Şii olan Irak’ta
tedirginlikle karşılandı ve Saddam’ın rejiminde değişiklik yapacağı korkusu
açısından Baas rejimi açısından oldukça önemlidir. İran’da başlayan bu yeni
akım Irak dışında diğer Ortadoğu ülkelerinde de etkisini gösterdi. Devrim
sonucunda İran-Irak ilişkileri boyut değiştirmiş Şatt-ül Arap’ın denetim
hakları, Basra körfezinde söz sahibi olma mücadelesi ayrıca din ve etnik
konulardaki farklılıklar iki ülke arasındaki gerginliği artırdı. Körfez bölgesinde
denetim Şah Pehlevi zamanında ABD ile işbirliği içinde olan İran’ın elinde
bulunuyordu. Devrim sonrası ABD-İran ilişkileri bozulmuş ve körfez denetimine
Irak ve Suudi Arabistan’da talip oldu. Sorunların başlaması üzerine Irak-İran
arasında 22 Eylül 1980′de savaş başladı.
Amerika Birleşik devletleri,, İran’daki müttefiki Şah’ı
devirip iktidara gelen İslami rejimden hiçbir zaman hoşnut olmamıştı. Bu
sebeple, 1967 yılında diplomatik ilişkilerini kestiği Irak ile tekrar
yakınlaşmaya çalıştı. Çeşitli kanallardan Irak’a silah yardımı yaptı ve büyük
miktarda borç para sağladı. Irak’ın biyolojik ve kimyasal silahlar üretmesine
yardımcı oldu. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere 1986 Mart’ında,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’ın İran’a karşı kitle imha
silahları (kimyasal ve biyolojik silahlar) kullanmasını eleştiren kararlar
almasını, karşı oy kullanarak engelledi.[16] ABD savaş sırasında iki ülkeyi de
dengeleme anlamında politika izlemiştir. Savaş sırasında kim yenilgi halindeyse
ona yardım etmiş ve körfez bölgesinde güçlü bir devletin ortaya çıkmasını
istememiştir.
Soğuk Savaş’ın ve SSCB’nin sona ermesi ile çift kutuplu
sistem sona ermiş ve tek kutuplu sistemin başlaması bütün dünyada
istikrarsızlıklara yol açmıştı. Ortadoğu bölgesine de ABD’nin Soğuk Savaş
sonrasında en çok sorunla karsı karsıya kaldığı ancak hayati çıkarlarını da
korumak zorunda olduğu bir bölgeydi. Bu nedenle Irak’ın Kuveyt’i işgaline de
hiçbir ses çıkarmamıştır. Soğuk savaşın sona ermesi ile ABD’nin Ortadoğu’da ki
durumu ve Ortadoğu da ki sorunlar yeni bir hal almıştır.
III- Soğuk Savaş Sonrası Dönem ve ABD’nin Ortadoğu
Politikasi
Soğuk Savaş sonrası ABD, ‘Büyük Tasarım’ diye adlandırdığı
ve dünya sistemindeki tüm ülkelerde Serbest Piyasa Ekonomisine bağlı, liberal
değerleri benimsemiş parlamenter demokratik siyasal modelin hâkim kılınmasını
içeren bir hareket benimsemiştir. Bu söylem ABD’nin Soğuk Savaş sonrası
uyguladığı politikalarda da açıkça görülmektedir. ABD’nin tek süper güç olduğu
Soğuk Savaş sonrası dünya sistemi, ekonomik ve siyasal açıdan çok kutuplu,
askeri açıdan ise tek kutuplu bir şekil almış durumdadır. Batı dünyası Soğuk
Savaş yılların da tüm kötülüklerin kaynağında Sovyet ideolojisini görmüştür.
Soğuk savaş sonrası dönemde ise bu durumdan çok farklı olarak özellikle
Ortadoğu ve Balkanlar ekonomik ve askeri açıdan çözülmemiş sınır sorunları ve
dinsel fanatizm gibi olaylarla sürekli savaş halinde olmuştur. ABD soğuk savaş
yıllarında devletleri, Sovyet ideolojisinden duydukları korku nedeni ile
korumak ve demokratik bir yapı vaadiyle kendi etrafında toplamış ve onları
kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiştir.
Irak-İran savaşı sırasında Batı dünyasının tamamı, Arap
dünyasının büyük çoğunluğu, Sovyet Rusya ve sosyalist ülkeler, Irak’ı
desteklemişlerdir. Çünkü 1979 Şubatında İran da kurulan teokratik, Şii ve
İslami radikal rejimin, daha ilk günden bütün komşularına ‘devrimci ihracı’
çabasına girmesi büyük endişe yaratmıştır. Savaşı her iki tarafta kazanamamış
ise de savaşın sonunda İran tehlikesinin de ortadan kalktığı bir gerçektir. Ne
var ki, bir İran tehlikesi ortadan kalkarken, hiç kimse bir Irak tehlikesinin
ortaya çıkabileceğini düşünmemiştir.[17] Soğuk savaş sonrası bölgesel nitelikli
başlayan ama daha sonra küresel bir boyut alan en önemli gelişme Irak’ın
Kuveyt’e saldırısıdır. Burada akla gelen soru Saddam’ın Kuveyt’i neden işgal
ettiği ve ne düşünceleri olduğudur. Saddam en başta soğuk savaş sonrası
gelişmelerini kendi üzerindeki denetleyici faktörün kalkması şeklinde
yorumlamıştır. Bir diğer sebep ise İran-Irak savaşı sırasında Kuveyt, Suudi
Arabistan gibi ülkeler Irak’a yüklü miktarlarda para vermişlerdi ama 1988 de
savaş bitince bu paraları geri istemişler ve Saddam da paraların geri
istenmesini hazmedememesi ve en önemlisi de Irak’ın Kuveyt’i kendi toprakları
üzerinde İngiltere tarafından kurulmuş yapay bir devlet olarak görmesi ve
Kuveyt ‘in Osmanlı zamanından beri Irak topraklarında olduğunu idda etmesi gibi
sebepler Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesine sebep olmuştur.
Bunlardan başka ekonomik olarak; Kuveyt’in 1980’den bu yana
kendisine ait olan el-Rumeyla petrol bölgesinde petrol kuyuları açarak, diğer
taraftan petrol üretimini artırması nedeniyle petrol fiyatlarının düşmesi ve
Irak’ın ekonomik kayba uğramasıdır. Irak’ın ABD’nin kendisini İran-Irak savaşında
desteklemesi nedeniyle bu konuya ılımlı yaklaşacağını sanması, sekiz yıl süren
bir savaştan sonra İran’ın kendisine bir cephe açamayacağını düşünmesi ve son
olarak da İran tehlikesinden Arap dünyasını kurtaran bir devlet olarak bölge
devletlerinin bu işgale ses çıkarmayacağını düşünmüştür. Bir diğer ekonomik
sebep ise Kuveyt’e olan borçlarından kurtulmak istemesidir.[18]
ABD savaşa neden müdahale etti? ABD ilk başta Kuveyt’i işgal
eden Irak’ı cezalandırmazsa biliyor ki Irak bölgede 260–270 milyar varil
petrole sahip olan Suudi Arabistan’ı da rahatça işgal edebilecekti. Bir diğer
neden ise Ortadoğu’da uyguladığı politikasının temel taşı olan İsrail’in de
Irak tarafından işgal edilebilmesi ihtimalidir. Bir de SB’nin yıkılması ile
artık Ortadoğu’ya müdahaleyi kolayca gerçekleştirebilmesidir. Bunun en açık
kanıtı da Irak’ın Kuveyt’e saldırmasına tepki gösteren ülkeler arasında
Sovyetlerin de olmasıdır. ABD körfez savaşı nedeni ile Suudi Arabistan’a daha
çok kuvvet yığdı ve politikasını da bir bakıma sağlamlaştırmış oldu.
Irak’ın Kuveyt’i işgali ile ortaya çıkan Körfez Krizi
sırasında BM örgütü ve özellikle Güvenlik Konseyi uluslararası soruna yönelik
olarak, 1945’den sonraki dönemden beri, hiç olmadığı kadar etkin bir
konumdaydı. Bu doğrultuda ABD’nin öncülüğünde BM Güvenlik Konseyi 660, 661,
662, 664, 665, 666, 667, 669, 670, 674 ve 677 sayılı kararları alarak Irak’ın
Kuveyt’ten koşulsuz olarak derhal çekilmesini ve sorunun taraflar arasında
görüşmeler yoluyla çözülmesini istemiştir. Özellikle Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nin 6 Ağustos’ta aldığı 661 sayılı karar, Irak ile her türlü
ticareti yasaklarken, meşru Kuveyt Hükümeti’nin mal varlıklarının korunması
için üye ülkelere çağrıda bulunuyordu. Bütün çabaların sonuç vermemesi üzerine
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Irak’a karşı güç kullanılmasına izin veren
678 sayılı kararı kabul etti. Bu karara göre Irak’a 15 Ocak 1991’e kadar BM’nin
kararlarına uyması için süre tanınmaktaydı. Ama Irak verilen süre içinde
çekilmemiş körfez savaşı başlamıştır. Görüldüğü gibi ABD artık giriştiği
eylemlerde BM’i arkasına alarak hareket etmiş ve yaptığı eylemleri
meşrulaştırmak için kullanmıştır. Körfez savaşı sonrası ABD bölgede en etkin
güç konumuna gelmiş ve Ortadoğu politikasını oluşturan; İsrail’in güvenliği,
kendi çıkarlarına başkası tarafından gelebilecek engellemeleri ve petrolün
uygun bir fiyattan dünyaya açılması sağlamıştır. Kendi stratejik ve ekonomik
çıkarları doğrultusunda bölgenin korumacılığını üstlenen ABD yaptığı müdahale
ile bölgenin tepkisini çekmiştir ve bölgede anti-amerikan bir dalganın esmesine
sebep olmuştur. Uluslararası politika açısından ise soğuk savaş sonrası
uluslararası politikada meşru olmayan kuvvet kullanımına karşı, ABD dış
politika yöneliminin uluslararası toplumda bulduğu destek, yeni dünya düzeninin
belirsizliklerine karşın, güvenlik risklerinin en aza indirgendiğinin
varsayılmasına yol açmıştır. Adım adım 11 Eylül olaylarına gelirken Clinton’la
beraber başlayan, barış içinde bir dünya atmosferi beklentisi George W. Bush
dönemiyle birlikte tarihe karıştı. IRA silah bırakmaya girişirken, Barak-Arafat
görüşmesinin ucunda Nobel Barış Ödülü beklenmeye başlanmışken önce İsrail’deki
seçimlerde Şaron’un kazanması ve hemen onu takip eden 11 Eylül şoku ABD’nin
bütün savunma algısını değiştirmiştir.[19]
IV- 11 Eylül ve ABD’nin Ortadoğu Politikası
11 Eylül 2001 tarihi hem uluslararası ilişkiler hem de
ABD’nin Soğuk Savaş döneminden itibaren izlediği stratejiler açısından önemli
bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu tarihten sonra uluslararası
sistemde yaşanan somut gelişmeler akademik ve siyasi çevrelerde yoğun
tartışmalara neden olmuştur. Bu açıdan pek çok şeyi değiştiren, 11 Eylül, her
şeyden önce Amerikan güvenlik algılamalarını da değişikliğe uğratmıştır. Soğuk
Savaş sonrasın da ABD’nin bu ana kadar karşılaşmış oldukları sorunlar doğrudan
kendi ulusal güvenliğine yönelmiş tehditler değildi. Ama bu tarihten sonra
artık sorunları yanı başında hisseder duruma gelmişti ve bunun içinde 11 Eylül
gerisinde izlemiş olduğu parametreleri artık değiştirmesi gerektiğini
milyonların gözleriyle gördüğü ‘ikiz kuleler’ saldırısı ile görmüştür. 11 Eylül
2001 saldırıları sonrasında ABD, soğuk savaş yılları boyunca çok boyutlu bir
temele oturtmaya çalıştığı güvenlik stratejilerini tek bir noktaya odaklamıştır:
Terörizm ile mücadele. Bu gelişme aynı zamanda 2001 Ocağında işbaşına gelen
Bush yönetiminin Clinton sonrası dış politikaya getirdiği daha agresif ve
müdahaleci üsluba yeni bir meşruiyet de kazandırmıştır.[20] Beyaz Saray dünyayı
adeta, ‘bizden yana olanlar ve olmayanlar’ diye ikiye ayırıyordu. 11 Eylül
2001’de meydana gelen trajik olayların ve Irak’tan algılanan tehdidin sonucu
olarak, 20 Eylül 2002 tarihinde “Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal
Güvenlik Stratejisi” başlıklı yeni ulusal güvenlik stratejisi yayınlanmıştır.
Bush yönetiminin 20. ayında ve 11 Eylül saldırılarından bir yıl sonra kaleme
alınan stratejinin amacı, dünyayı sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha
iyi yapmaktır.[21] 11 Eylül sonrasında Amerikan dış politikasının temel
felsefesini oluşturan ‘Bush Doktrini’ açıkça dünyayı dünya’yı soğuk savaş
yıllarında olduğu gibi ikili bir ayrıma tabi tutmaktadır. Bush, 26 Eylül’de
kongredeki mesajında tüm ülkelere bir seçim yapması gerektiğini, ya
bizimlesiniz, ya teröristlerle ifadesi ile ikili ayrım yaptığını açık bir
şekilde ortaya koymuştur. Soğuk savaş sonrası ABD, tehdidi soğuk savaş
yıllarındaki gibi Sovyet tehdidinden almıyordu. Yeni tehdit terör… Nitekim
Başkan Bush; 14 Eylül 2001’de The National Cathedral’da yaptığı konuşmada,
“ABD’nin, küresel uzantıları olan teröristlere karşı savaş yaptığı” ve bu
savaştaki “düşmanın, masum kişilere karşı yürütülen önceden tasarlanmış siyasi
amaçlı şiddet anlamında, terörizm” olduğu belirtildikten sonra, teröristler ve
bilerek bunları barındıranlar veya yardım edenler arasında bir ayırım
yapılmayacağı ve bunlar arasından da özellikle kitle imha silahlarını edinmeye
veya kullanmaya çalışanların hedef alınacağı; ABD’nin, vatandaşlarını, nerede
olursa olsun çıkarlarını korumak için “tehdit sınırlarına ulaşmadan teşhis ve
imha” yoluna gidileceği ve bu konuda “gerekli olduğunda tek başına hareket
etmekte” tereddüt etmeksizin “kendini koruma hakkını kullanarak bu teröristlere
karşı önceden davranıp (by acting preemptively)” ülke ve halka zarar vermelerinin
önleneceğini açıklamıştır.[22]
Bush Doktrini’nin, zaman içinde yeni ilavelerle uygulama
alanının genişletildiği görülmektedir. ‘Önleyici savaş stratejisi’ adı verilen
politika çerçevesinde ABD yönetimi önleyici savaş ve önceden saldırı kavramları
doğrultusunda artık çok taraflı işbirliği yerine tek taraflı inisiyatif
kullanarak Amerikan çıkarlarını ve güvenliğini savunmaya dönük bir strateji
izleyeceğini ortaya koymaktadır. Bu stratejinin özü, tehdidin niteliğine de
kullanılacak silahların insiyatifine de ABD yönetiminin karar vereceğidir.[23]
ABD’nin geliştirdiği bu yeni stratejiyi 11 Eylül ile birlikte Afganistan’da
Taliban’a, Irak’ta Saddam’a yönelik hamlelerin yanı sıra bu terörü
desteklediğini düşündüğü belli başlı ülkelere yönelik sert bir tutum
takındığından görmekteyiz.
a. 11 Eylül ve ABD’nin Afganistan işgali
ABD; 11 Eylül saldırıları ile yaşadığı şaşkınlığı üzerinden
attıktan sonra, bu saldırılarda yirmi binden fazla kişinin ölümüne neden
olduğundan dolayı, bir zamanlar Afganistan’daki Rus işgaline karsı kullandığı
yani kendisinin yetiştirdiği terörist Usame Bin Ladin’i suçlamıştı. ABD
yönetimi, 11 Eylül 2001 saldırısını düzenleyen El-Kaide yöneticilerinin ve
militanlarının barındığı yer olarak gösterdiği Afganistan’ı hedef almıştı.
ABD’nin 11 Eylül sonrası geliştirdiği stratejiler açısından talibanın Afganistan’da
barınması ABD için tamamen bir savaş nedeni olarak değerlendirilmiş ve 7 Ekim
2001’de Afganistan’ı işgal etmiştir. ABD Afganistan’a yönelik bir askeri
girişimi meşrulaştırmak için BM Güvenlik konseyinden 14 Kasım 2001 tarihinde
1378 sayılı kararı çıkartmış ve ABD liderliğinde NATO kuvvetlerinin 2001
yılındaki Afganistan’da başlattığı askeri harekâtı meşru kılmıştır. ABD’nin
NATO öncülüğünde başlattığı harekâta “Kalıcı Özgürlük Harekâtı” ismini
vermiştir. 12 Eylül 2001 günü ABD, NATO teşkilatının kurucu anlaşmasında yer
alan ve müttefiklerden herhangi birine yapılan saldırının tüm ittifaka yapılmış
bir saldırı olarak kabul edilmesini öngören 5’inci [24] maddeyi isletme kararı
almasını istedi ve NATO gücü harekete geçmiştir. Usame bin Ladin ele geçirilememiş
ama Afganistan kuzey ittifakının eline geçmişti. ABD daha Afganistan
saldırısında Irak’a saldırma planları yapmış ve Irak liderliğinin iç ve dış
politikada ortaya koyduğu tavırları eleştirmeye başlamışlardı. Irak’ın
uluslararası barış ve güvenliğe karşı büyük bir tehlike olduğunu ileri
sürüyordu. Günümüz itibari ile ABD halen Afganistan’da bulunmakta ve
tehlikeleri önlemek için NATO bünyesine daha fazla asker göndermesini talep
etmektedir. Türkiye’den de Türk askerlerinin çatışmalara katılmasını istemektedir.
b. 11 Eylül ve ABD’nin Irak’ı İşgali
Bush yönetimi Afganistan operasyonunun ardından Saddam
Hüseyin’in liderliğindeki Irak’a yöneldi. Irak’ta kitle imha silahlarının
bulunduğuna dair elinde kanıt belgeler olduğunu savunan Bush yönetimi,
uluslararası arenada istediği desteği tam olarak alamasa da Irak Savaşı’na
girmekten çekinmedi. Kitle imha silahlarından umduğu durumu alamayan Bush
demokratikleştirme ve insan hakları sloganlarını kullanarak uluslar arası
toplumdan umduğu desteği almaya çalışmıştır. 2002 Eylül‘ünde W.George Bush’un
Genel Kurulunda yaptığı açılış konuşmasında Irak’ın uluslararası toplum için
bir tehdit arz ettiğini ileri sürmesi savaşın olacağının en yakın sıcak bir
kanıtıdır. Ve bir hafta sonra yaptığı açıklamada Amerikan ulusal güvenlik
stratejisini Amerikan çıkarlarına yönelebilecek tehditlere karşı tek taraflı “
Önleyici Müdahale” üzerine kurduklarını beyan etmiştir.[25] ABD Saddam
yönetimini, komşuları için tehdit oluşturmakta, teröristleri desteklemekle,
kendi halkı üzerinde baskı uygulamakla, nükleer enerji programını denetime
sokmamakla, kimyasal ve biyolojik silah üretmekle suçlamaktadır. ABD bütün
bunlar olurken Irak sorununu daha fazla karışmadan bir çözüme kavuşturmak
istemiştir. Bu çerçevede 8 Kasım 2002 tarihinde BM güvenlik konseyinden
1441[26] sayılı kararı çıkartmıştır. 1441 sayılı karar bölgede uluslar arası
örgütlerin görevlerini serbestçe yerine getirmeleri çağrısını yapmıştır.
ABD Başkanı George W. Bush’un 18 Mart Salı günü, yaptığı
ulusa sesleniş konuşmasında Saddam ve ailesinin Irak’ı terk etmesi için 48
saatlik bir ültimatom vermiştir. Irak yönetiminin 1441 sayılı kararda yapılan
çağrıları dikkate almadığından ve Saddam Hüseyin ve ailesine Irak’ı terk
etmeleri için verdiği 48 saatlik sürenin dolmasından sonra, “Irak’ı
özgürleştirme Harekatı” olan saldırıyı resmen başlatmış ve günümüzde de halen
devam eden kaos ortamının oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Savaşın başlamasından sonra Irak yönetimi yıkılmış ve ülke
Amerika’nın kontrolüne geçmiştir. Daha sonra Saddam Hüseyin doğum yeri olan
Tikrit’te 600 askerin katıldığı bir operasyonla yakalanmış ve insan haklarını
hiçe saymak ve terörizme destek vermesi gibi suçlardan yargılanarak idam
edilmiştir. 2004 Haziran’ın da egemenlik Irak geçici hükümetine devredilmiştir.
Bu arada kaos ortamı devem ederken 30 Ocak 2005’te, direnişçilerin tehditleri
altında Irak’da genel seçimler düzenlenmiş, Sünnilerin büyük oranda boykot
ettiği seçimlerde Şii birleşik ittifakı, sandalyelerin çoğunu alırken ikinci
sıradaki Kürt partileri de meclisin dörtte birini oluşturmuştur.[27] Irak’ta
2003 Mart’ında başlayan değişim halen sürmektedir. Ülkedeki diktatör rejim son
bulmasına rağmen iç karışıklıklar, bombalamalar devam etmektedir. Amerikan
Askerleri halen Irak topraklarında dolanmakta ve her gün haklı ya da haksız
olarak insanların üzerine gitmekte ve acımasızca öldürmeye devem etmektedir.
ABD dünya petrol rezervlerinin büyük bir çoğunluğunu bulunduran Irak’ı işgal
ederek Irak petrollerini ele geçirmiş ve batıya daha kolay ulaşmasını
sağlamıştır ve dünya hegomanyalığını büyük bir oranda perçinlemiştir.
c. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)
Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin batıda Fas, Moritanya,
doğuda Orta Asya ve Moğolistan, kuzeyde Kafkasya ve Türkiye, güneyde Arap
Dünyası’ndan Somali’ye kadar uzanan bir coğrafyada yer alan ülkelere yönelik
siyasi, hukuki, bilgi/eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarını içeren
kapsamlı bir “İslam coğrafyası” dönüşüm stratejisi olup, bu alanlarda uzun
vadeli bir değişimi hedeflemektedir.[28] ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ aslında Soğuk
Savaşın bitmesi ve Sovyet Bloğu’nun dağılmasıyla tek süper güç haline gelen
ABD’nin bir Pax Americana oluşturma düşüncesidir[29]. Büyük Ortadoğu Projesi
sadece Ortadoğu bölgesine ait bir şey değildir. Bu kavram geniş anlamda Orta
Doğu tanımında bulunan tüm ülkeleri kapsamakta ve bu geniş tanımın içinde
Avrasya ve Kafkasların da olduğu unutulmamalıdır.
21. yüzyılın başlarında Amerika’ya karşı düzenlenen 11 Eylül
saldırısı insanlık tarihindeki ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan en kapsamlı
değişikliklerin başlangıcı olmuş ve yeni milat olarak tanımlanmıştır. Özellikle
2002 yılından itibaren daha yoğun tartışılmaya başlayan Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) bir anlamda 11 Eylül saldırısı sonrasında küresel bağlamda yaşanan
değişikliklerin başlangıcı olma özelliğini taşımaktadır.[30] ABD’nin, enerji
ihtiyacının büyük bir bölümü Ortadoğu’dan karşılandığı için petrolün sorunsuz
ve devamlı şekilde akışını sağlamak ve bölgede ABD’yi tatmin edebilecek şekilde
istikrar ve güvenliğin sağlanması hayati önem taşımaktadır. Ancak İsrail –
Filistin/Arap dünyası karşı durmasının yaklaşık 50 yıldır devam etmesi, Irak’ta
ABD’nin taleplerine boyun eğmeyen Saddam Hüseyin’in dikta rejiminin devam
etmesi (İkinci Körfez Savaşı’nda devrilmiştir), İran ve Suriye’nin kitle imha
silah projesi çalışmalarına hız vermesi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını tehdit
eden en önemli konular olmuştur. Bu konuları uygun bir ortamda çözmek ve soğuk
savaş sonrası kazandığı hegomonik gücünü devem ettirmesi için BOP’ni yeni dünya
düzeni kavramı içinde Ortadoğu başta olmak üzere Avrasya ve Kafkasya’yı da
içine alan bölgeye dikte etmeye çalışmıştır. 2001 yılında Amerikan Yönetiminin
başına geçen yeni muhafazakarlar 21. Yüzyılın ABD’nin yüzyılı olacağına
inanarak politikalarını yürütmeleri, dünya üzerinde askeri bir politika
izlemeleri, ABD’nin küresel liderliği elde etme yolunda, güç politikası
izlemekten kaçınmayacağının en açık bir izi olmuş ve uygulamaya konulan BOP’ni
gerçekleştirme yolunda daha agresif bir tavır alınmıştır.
Dünya’nın ekonomik değerleri üzerinde egemenlik tesis etmek,
tarihin her döneminde büyük devletlerin başlıca amaçlarından biri olmuştur.
Bugün ABD, Rusya, AB, Çin, Japonya gibi küresel devletler egemenliklerini tesis
etmişler ve ekonomik açıdan da hegomonik bir yapıya sahip olmuşlardır. İşte tam
bu noktada ABD’nin BOP’si devreye girmektedir. Bu küresel devletlerin sahip
olduğu özelliklere sahip olmayan ve birçok gelirleri de petrole dayalı olan,
ekonomik açıdan olmasa da kültürel ve siyasal açıdan üçüncü dünya ülkeleri diye
tabir ettiğimiz Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika ülkeleri gelmektedir. İşte bu
sebeplerden dolayı, ABD’nin tarif ettiği BOP’si, saydığımız bu bölgelerdeki
ülkeleri kapsamaktadır. Çoğunluğunu Müslüman halkların oluşturduğu bu geniş
coğrafya insanlık tarihi kadar eski bir mücadele ve rekabete konu olmuş bir
bölgedir. Bu rekabet zaman zaman askeri ve stratejik bir boyut kazanmış
özellikle I. Dünya Savaşı sonrası dönemde petrolün varlığının değerinin
anlaşılması ekonomik unsurları bölgeye ilişkin rekabetin temel parametresi
haline getirmiştir.[31]
Dünya petrol rezervleri açısından da oldukça önemli bir
kaynağa sahip olan Büyük Ortadoğu daima küresel uluslararası aktörlerin
ilgisini çekmiş ve uzun mücadelelerine sahne olmuştur. Zira dünya petrol
rezervlerinin yaklaşık %70’i doğalgaz rezervlerinin ise yüzde %40’ı bu bölgede
bulunmaktadır. Bu orana Büyük Ortadoğu Projesini içeren yaklaşık 27 devleti de
katarsak daha da yükselmektedir. Küresel güçler büyük oranda petrol
ihtiyaçlarını Ortadoğu bölgesinden sağlamaktadır. Petrole sahip olmayan büyük
devletlerin bu enerji kaynaklarına harcadıkları para büyük oranlara ulaşmış
bulunmakta ve bunu da açık olarak ABD’nin dünya petrol tüketiminin %25’ini
yapmasından anlıyoruz. Bu rakam Avrupa, Rusya ve Orta Asya ülkelerinin toplam tüketimine,
ya da Çin ve Japonya’nın da içinde bulunduğu Asya Pasifik bölgesinin payına
eşittir. Dolayısıyla, ABD toplam ithalatının yüzde 25’ini bölgeden
gerçekleştirirken, Japonya yüzde 70’ini Avrupa ülkeleri ise yaklaşık yüzde
55-60’ını bölgeden karşılamaktadır.[32] ABD bu oranları dikkate alınca bölgeye
olan ilgisi daha da artmakta ve dünyadaki hegomonik gücünü sürdürmek için
bölgeyle her zaman ilgilenmiş ve halende kanlı bir şekilde ilgilenmektedir.
V- SONUÇ
Sonun başlangıcı olarak nitelendirilen 11 Eylül 2001
saldırıları her ne kadar terörist lider Usame Bin Ladin tarafından
gerçekleştirilse de, Amerika’nın 2. Dünya Savasından beri kurmaya çalıştığı
hegemonyasını gerçekleştirmesi açısından bir koz olmuştur. Çünkü Amerika
Birleşik Devletleri terörizmle mücadele, halklara özgürlük, kitle imha
silahlarını yok etmek gibi söylemlerin arkasına saklanarak çıkarlarına göre
hareket etmiştir. ABD’nin 11 Eylül terörist saldırıları sonrasında
gerçekleştirdiği eylemler ve yaptığı söylemler, açıklanan doktrin gereği icra
ettiği Irak harekâtı, 2. Dünya Savası sonrasında uluslararası barış ve
güvenliğin bir daha bozulmaması amacıyla oluşturulmaya çalışılan ve
etkinlikleri bazen sorgulansa da genel anlamda kabul gören uluslararası
kurallar ve kurumların sonunu getirmiştir. Her ne kadar 11 Eylül’den sonra
artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak dense de, tıpkı 2. Dünya Savaşından önce
yaşananlar gibi, dünya egemenlik savaşlarına neden olmuş ve olmaya da devam
edecektir. Bugün yine ekonomik ve siyasi pastadan en büyük payı almayı
hedefleyen Amerika ve büyük payı kaptırmak istemeyen AB, Rusya, Çin ve Japonya
arasında mücadele yaşanmaktadır. ABD 11 Eylül sonrası dünya üstünlüğünü
sağlamlaştırmak amacıyla bölge petrollerini hâkimiyeti altına almış ve bundan
da en büyük pastayı Amerikan petrol şirketlerine bırakmıştır. Bütün bu
gelişmeler, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bir bir hayata
geçirilmiştir ve bu süreç halen devem etmektedir. ABD’nin, Afganistan ve
Irak’tan sonra yeni hedefleri haline gelen ve nükleer çalışmaları dolayısıyla
İran ve Suriye’yi hedef alacağı yönünde yorumlar yapılmaktadır. Ama dünya
kamuoyunda yapılan tartışmalara bakarsak Beyaz Saray‘ın Irak operasyonu
bitmeden ve dünyadaki konjonktür gereği bu işe kalkışamayacağı yönündedir.
ABD’nin demokratikleşme söylemleri ile girdiği Afganistan ve Irak’ta kaos
ortamı ve iç çatışmalar devam etmekte ve güncel basından her gün ölüm haberleri
alınmaktadır. Dünyada var olan uluslararası sistem gereği ve ABD’nin sisteme
hâkim olma çabaları nedeni ile genelde Ortadoğu özelde de Irak’ta çatışma ve
kargaşanın uzun bir müddet daha dinmeyeceği gözükmektedi