BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

31 Ocak 2020 Cuma

20 soruda yeni koronavirüs salgını

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Toplumu endişeye düşüren ve hakkında net bilginin az olduğu konular asılsız haber salgınlarına uygun bir ortam oluşturabiliyor.




Tarih boyunca birçok salgın milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. İnsanlık son yüzyılda büyük gelişmeler yaşadı ve tıp alanında enfeksiyonlarla mücadele edebilmek için önemli keşifler gerçekleşti. Antibiyotiklerin keşfi adeta bir çağı kapattı ve yeni bir çağ açtı. Enfeksiyon etkenlerine yönelik araştırmalar sağlığımızı tehdit eden bakteri, virüs, mantar türlerine karşı etkili silahlar geliştirmemizi mümkün kıldı. 
Ancak, biz ne kadar kendimizi geliştirdiysek mikroorganizmalar da bize karşı savunma sistemlerini geliştirdi, kendilerini yeniledi. Bu sebeple günümüzde antibiyotik direnci dünyayı tehdit eden küresel bir sorun haline geldi. Ayrıca son yıllarda sık sık değişik virüs ve salgın hastalık isimleri duymaya başladık. SARS, Kuş Gribi, Domuz Gribi, MERS… adlı etkenler ve hastalıklar aralıklı olarak gündemimize gelir oldu. Nihayet mikrobiyologlar bu konuya bir isim verdi: "Yeni ve Yeniden Önem Kazanan Enfeksiyonlar" başlığı açıldı. Şu an Çin’de yaşanan yeni koronavirüs salgını da bu konu başlığı altında yer alan bir “yeni” enfeksiyon.
2019-nCoV adlı yeni koronavirüs henüz yeni doğduğu için hakkında çok az bilgimiz ancak çok fazla endişemiz var. Bu sebeple virüsle ilgili bazı temel sorulara yanıt vermek hayati önem taşıyor.

1. Koronavirüs nedir?


Koronavirüs, hayvanlarda yaygın olarak görülen bir virüs türü. Virüsün 4 alt türü var. Ender olarak hayvanlardan insanlara bulaşabiliyor. Hayvanlardan insanlara bulaştığında oluşan hastalığa “zoonoz” deniyor. Koronavirüsün insandan insana bulaşabilen türünün ilk örnekleri 2003 yılında ortaya çıkan SARS ve 2019 yılında Suudi Arabistan’da ortaya çıkan MERS salgınlarında görüldü. Şu anda gündemde olan tür ise SARS ve MERS salgınlarındaki türden farklı, daha önce tanımlanmamış yeni bir tür. Yeni ortaya çıkan bu koronavirüs türüne verilen isim “2019-nCoV”. Hastalardan elde edilen numunelerdeki virüsün elektron mikroskobu ile çekilen ilk fotoğraf görüntüsü Çin Hastalıkları Kontrol ve Önleme Kurumu (CCDC) tarafından 27 Ocak’ta yayınladı. Fotoğrafta da görüldüğü üzere virüsün yüzeyinde onu kaplayan bir halka görülüyor. Bu kısım “taç” anlamına gelen “korona” kelimesi ile ifade ediliyor.

2. Hastalık neden bu kadar önemli?

En sık görülen, en çok sakat bırakan ve en çok öldüren hastalıklar toplum sağlığı açısından “önemli hastalık” olarak tanımlanır. Ayrıca bir salgında hastalık etkeninin (virüs, bakteri veya mantar olabilir) kişiden kişiye bulaşma hızı, bulaştığı kişilerde şiddetli hastalık ortaya çıkma oranı, hastalık ortaya çıkan kişiler arasındaki ölüm oranı da salgının ne düzeyde önemli olduğuna işaret eder. Gelişen salgın için önleme ve tedavi yönteminin olup olmaması da önem taşır. Daha önce görülen koronavirüs salgınlarından SARS salgınında her 100 hastanın 11’i, MERS salgınında ise her 100 hastanın 35’i ölümle sonuçlanmıştı. Mevcut salgında net bir ölümlülük oranından bahsetmek şu an için mümkün olmasa da hasta ve ölen kişi sayıları incelendiğinde bu oranın SARS ve MERS’e göre daha düşük olduğu, yaklaşık olarak yüzde 3-4 düzeyinde olduğu söylenebilir.
Bu salgını önemli kılan diğer bir husus, virüsün ilk kez ortaya çıkmış olmasından dolayı insanlardaki hastalık sürecinin bilinmezliği. “Virüs bulaşan kişilerden kaçı hasta oluyor, bulaştan kaç gün sonra hastalık ortaya çıkıyor, hastalığın toplam süresi ne kadar” gibi soruların cevapları şu an için belirsiz ve birçok bilim insanı bu soruların cevaplarını bulmak için çalışıyor. Bu belirsizlik tüm müdahale süreçlerini de belirsizleştiriyor ve plan yapmayı zorlaştırıyor.

3. Hastalık nasıl öldürüyor?

Virüs insanlara bulaştıktan sonra en sık akciğerlere yerleşiyor ve burada çoğalıyor. Virüs yeni olduğu için bağışıklık sistemimiz de virüsü tanımıyor ve karşı koymak için yetersiz kalıyor. Bu durumda zatürre gelişiyor ve akciğerlerin kapasitesi sınırlandığı için hastalar solunum sıkıntısı çekmeye başlıyor. Enfeksiyonun giderek yayılması ile genellikle solunum yetmezliği ile hastalar kaybediliyor.

4. Kimler risk altında?

Salgın durumlarında elbette virüsün bulaştığı her hasta ölmüyor, özellikle bağışıklık sistemi zayıf olan toplumsal gruplar bir bulaş olması durumunda hayati risk altında. Bağışıklık sistemi zayıf olan riskli grupların başında yaşlılar, çocuklar ve gebeler yer alıyor. Ayrıca astım, KOAH, böbrek yetmezliği vb. kronik hastalıkları olanlar da risk grubunda yer alıyor. Ancak şu anki yeni koronavirüs salgınında ilk bulgulara göre 25 yaş ve üzerindeki kişilerde hastalık daha fazla. Bilinen en küçük yaştaki hasta ise 2 yaşında Çinli bir kız çocuğu.
Ölüm vakalarının çoğunda (5 kişiden 4’ünde) eşlik eden kronik hastalıkların (Hipertansiyon, Diyabet vb.) olduğu da belirtiliyor. Yani kronik hastalıkları olan bireylerin de bu salgın için risk altındaki grupta yer aldığı söylenebilir. Risk altında olan bir grup da sağlık çalışanları. Özellikle tanı konulan veya şüpheli hastaların izole edildiği kuruluşlarda çalışan sağlık çalışanları yüksek risk altında. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre şu ana kadar 16 sağlık çalışanının hastalığa yakalandığı biliniyor. Çin’in önde gelen medya kuruluşu da bir hekimin hayatını kaybettiği belirtmişti. Sağlık çalışanlarının kendilerini enfeksiyondan korumaları ve güven içinde mesleklerini sürdürmeleri için DSÖ’nün ve bulundukları ülkenin sağlık bakanlıklarının rehberlerini uygulamaları büyük önem arz ediyor. Ülkemizde de Sağlık Bakanlığı sağlık çalışanlarının enfeksiyondan korunması için önlemler içeren bir rehber yayınladı.

5. İlk ne zaman, nerede başladı?

31 Aralık 2019’da sebebi tespit edilemeyen bir zatürre vakasının DSÖ’ye bildirilmesi ile salgın dünya gündemine geldi. O günü izleyen 4 gün içinde 44 vakanın daha görülmesi ile durum daha da ciddi bir hal aldı. Dünyaca saygın bilimsel dergi Lancet’te yayınlanan bir makalede hastaların önemli bir kısmının Çin’in Wuhan şehrindeki deniz ürünleri toptan pazarına temas hikayesinin olduğu ifade edildi. Bu pazar aynı zamanda yabani hayvanların da canlı olarak satıldığı bir pazar. Hasta kişilerin temas hikayesi alındığında ise pazara ilk temasın 10 Aralık 2019’ta olduğu tespit edildi. 1 Ocak 2020 tarihinde de pazar kapatıldı. Şu ana kadar salgının başlangıç noktası tam olarak tespit edilmemiş olmakla birlikte resmi kurumlar ilk başlangıç noktasının Wuhan şehri olduğu konusunda hemfikir. Hastalarda sorgulanan en önemli husus ise Wuhan deniz ürünleri pazarına gidip gitmedikleri.

6. Hangi ülkelere yayıldı?

Bu yazının hazırlandığı sırada virüs 19 ülkeye yayılmış durumdaydı.Bu ülkeler: Çin, Japonya, Kore, Vietnam, Singapur, Avustralya, Malezya, Kamboçya, Filipinler, Tayland, Nepal, Sri Lanka, Hindistan, ABD, Kanada, Fransa, Finlandiya, Almanya, Birleşik Arap Emirlikleri. Bu ülkelerde tespit edilen ilk vakaların genellikle Çin’e seyahat öyküsü mevcut.

7. Türkiye'de tanısı konulmuş hasta var mı?

Henüz Türkiye’de bir vaka saptanmadı. Ateş yüksekliği, öksürük şikayetleri ile Konya ve İzmir’de gözetim altına alınan Çinli turistlerde de şu ana dek 2019-nCoV tespit edilmedi.

8. Daha ne kadar yayılması bekleniyor?

İngiltereli epidemiyologların yayınladıkları bilgilere göre hasta bir kişi en az iki veya üç kişiye hastalığı bulaştırıyor. Lancaster Üniversitesi’ndeki çalışmalara göre salgının birkaç hafta içinde toplam 190 bin kişiye yayılabileceği tahmin ediliyor.

9. Nasıl tanı konuluyor?

Halihazırda bilinen hastalıklar için birçok tanı yöntemi, araç gereç, tahlil vs. mevcut. Ancak yeni çıkan bir virüsün ne olduğunu ve hangi özellikleri taşıdığını anlamak için uzun süren analizler gerekli. Yeni bir virüsün “yeni” olduğunu anlamak için genetik yapısının çözümlenip daha önce bilinen türlerle karşılaştırılması gerekiyor. Eğer bilinen türlere uymuyorsa bu durumda yeni olduğuna kanaat getiriliyor. Bir canlının genetik yapısını çözümlemek eskiden yıllar alabiliyordu, şimdi ise gelişen teknoloji ile günler içerisinde bu mümkün. Nitekim 9 Ocak tarihinde de yeni koronavirüsünün genetik yapısı tamamen çözümlendi. Hastalara tanı koymak için alınan balgam ve burun sürüntüsü numunelerinde bulunan virüslerin genetik yapıları çıkarılıyor, ardından 9 Ocak’ta tespit edilen gen dizisiyle karşılaştırılıyor.
Ancak bu karmaşık ve uzun süren işlemlerin daha hızlı ve kolay yapılabilmesi için bilim insanları yöntem geliştirmeye çalışıyor. Bunun için farklı ülkelerde yeni yöntem geliştiren bilim insanları bulgularını DSÖ’nün bu konuya özgü yayına açtığı bir sayfada yayınlıyor. DSÖ de bu rehber niteliğindeki bulguları tüm laboratuvar çalışanlarının açık erişimine sunuyor. Özetle, yeni koronavirüs için birkaç saat veya gün içinde sonuç veren pratik bir tanı koyma aracımız henüz yok, ama geliştirme aşamasında. Daha önceki SARS ve MERS salgınlarında üretilen yöntemler de bu yeni salgındaki AR-GE çalışmalarını hızlandırıyor.

10. Nasıl bulaşır?

Koronavirüsler genellikle yabani hayvanlarda bulunuyor ancak evcil hayvanlarda da bulunabiliyor. İnsandan insana geçebilen koronavirüslerin sebep olduğu SARS salgınında öne çıkan virüs kaynağı yabani bir kedi türü olan misk kedileriydi. MERS salgınında ise tek hörgüçlü develer öne çıkan virüs kaynağıydı. Yeni koronavirüs salgınında ise tam olarak bir kaynak saptanamamış durumda. İlk zamanlar virüsün yılanlardan yayıldığına dair haberler ortaya çıkmıştı ancak genetik materyali tamamen çözümlendiğinde yeni koronavirüsünün genetik diziliminin yılanlarda değil yarasalarda bulunan koronavirüse yüzde 96 oranında benzediği ifade edildi. Virüsün gen dizilimi SARS’a sebep olan türe de yüzde 80 oranında benzerlik içinde.
Salgın ilk başladığında yeni koronavirüs etkeninin insandan insana bulaştığı şüpheli idi ancak toplumda çok hızlı yayılması, hastaların diğer hasta bireylere temas öyküsü varlığı, ülke sınırları dışında da vakaların görülmesi insandan insana yayılımının mümkün olduğunu gösterdi.
Çin’den gelen kargolarla virüsün bize bulaşıp bulaşmayacağı da sık sorulan bir soru ancak virüsün cansız yüzeylerde yaşamadığını, hayvan veya insanların canlı hücrelerinde yaşayabildiğini vurgulamak gerekiyor. Virüsün bir kişiye bulaşmasından hastalık belirtilerinin ortaya çıkışına kadar geçen süreye kuluçka (inkübasyon) süresi deniyor. Yeni koronavirüsün kuluçka süresinin 2 ila 10 gün olduğu tahmin ediliyor.
Hasta kişilerden veya hastalığı taşıyan hayvanlardan bulaş damlacık yoluyla (hapşurma, öksürme sırasında saçılan ve havada asılı kalabilen küçük sıvı damlalarının başka insanlar tarafından solunmasıyla) gerçekleşiyor. Toplumda her kış görülen grip salgınlarında olduğu gibi koronavirüsler de solunum yoluyla yayılıyor. Ayrıca virüsün mukozal yüzeylere (ağız içi, gözler, burun içi gibi vücudun iç yüzeylerine) teması da bulaş açısından yüksek risk içeriyor. Bu sebeple hasta bireylerin izole odalarda tedavi edilmesi, hastane havalandırma sisteminin yeterli olması önem taşıyor. Hastaların yatırılması için yeterli yer olmadığında ise salgın hastalarına özgü ayrılmış çok yataklı odalarda tedaviye devam edilebileceği DSÖ tarafından belirtiliyor.

11. Bulaştığında ilk belirtiler nelerdir? Spesifik belirtisi var mı?

Hastalığın belirtileri basit bir soğuk algınlığından zatürreye kadar uzanan geniş bir yelpazede dağılıyor. Sık rastlanan en önemli belirtileri ise yüksek ateş, balgamlı öksürük, nefes darlığı. Belirtisini gördüğümüzde doğrudan hastalığı tanıyabileceğimiz spesifik bir belirtisi yok.

12. "Benim de yüksek ateşim, balgamlı öksürüğüm var. Yoksa ben de mi?.."

Yukarıda bahsedilen belirtilerin bir kişide var olması elbette yeni koronavirüs hastası olduğunu göstermek için çok yetersiz. Çünkü bu belirtiler her mevsim gelişen grip enfeksiyonunda da mevcut. Bu sebeple bir kişide koronavirüs şüphesi olabilmesi için yukarıdaki belirtilere ek olarak;
a. Son 14 gün içinde uzakdoğuya seyahat etmiş veya Çin’de bulunmuş olmak
b. Tanı konulmuş bir hastaya yakın temas öyküsü
c. Hastaların tedavi edildiği kurumlarda çalışıyor/bulunuyor olmak
kriterlerinden en az birini karşılıyor olması gerekiyor. Eğer bu üç kriterden birini taşımıyorsanız, yeni koronavirüs hastalığı açısından şüpheli vaka sınıfında değilsiniz.
Özetle; ateşiniz, balgamlı öksürüğünüz varsa ve yukarıdaki kriterlerden birini taşıyorsanız yeni koronavirüs hastalığı açısından şüpheli vakasınız ve acilen en yakın referans hastaneye başvurmalısınız. (Türkiye’deki 25 referans hastanenin listesine şu linkteki Sağlık Bakanlığı rehberinden erişebilebilir: https://hsgm.saglik.gov.tr/tr/haberler/ncov-rehber-ve-vaka-bilgi-formu.html)

13. Aşısı ve tedavisi var mı?

Hastalığın etkeni olan virüs henüz yeni keşfedildiği için bir aşısı da yok. Aşı çalışmaları hızla başlamış durumda ancak geliştirilecek bir aşının hazırlıklarının aylar, piyasaya çıkışının ise yıllar sürebileceği ifade ediliyor. Bu sebeple aşı çalışmaları uzun vadeli çözümler arasında.
Hastalığın yeni olmasından ötürü önceden belirlenmiş bir tedavisi de bulunmuyor. Mevcut vakalara sadece destekleyici tedavi sunuluyor. Örneğin, solunum yetersizliği gelişenlere mekanik solunum cihazları ile solunum desteği sunuluyor, bağışıklık sistemi zayıf olduğu için mevcut hastalığa yeni enfeksiyonların da eklenmemesi için önlem alınabiliyor. Özetle insanlığın ilk kez karşılaştığı bu virüs için şu an itibarıyla yapabileceklerimiz çok kısıtlı.

Her ne kadar aşısı olmasa da toplumun bu hastalıktan korunması için yapılabilecek bazı müdahaleler hastalığın önlenmesi için çok önemli. Örneğin şu anda toplumsal düzeyde en önemli müdahale karantina çalışmaları. Kesin tanı almış veya şüpheli vakaların toplumdan izole edilmesi, salgının kitlesel boyuta ulaştığı şehirlerde ise toplu yaşam alanlarının karantinaya alınması örneklerden bazıları. Şu anda Çin’de 56 milyon nüfus karantina altında. Özellikle salgının başladığı Wuhan şehrinden çıkışlara izin verilmiyor. Karantina uygulanan bazı bölgelerde insanların temel ihtiyaçlarının (yiyecek, su, kıyafet vb.) karşılanmasında da dramatik sorunlar oluşmaya başlamış durumda. Wuhan kentinde bir kadın, yiyecekleri tükenmiş yaşlı bir çiftle kendi yiyeceklerini paylaştığını belirtiyor ve gelecek günlerde yiyecek sorunu nasıl çözeceğini bilmediğini ve yardım istediğini belirtiyor.
Bu gibi salgınlarda bir veya birkaç hastanenin sadece salgın vakalarının incelenmesine tahsis edilmesi Dünya Sağlık Örgütü tarafından öneriliyor. Çin’de de bu amaçla yeni bir prefabrik hastanenin inşaatı sürüyor ve günler içinde tamamlanması hedefleniyor.

14. Ülkeler hangi önlemleri alıyor?

Salgın konusunda Çin yoğun önlemler almış durumda. Topluma en çok yansıyan önlem kapsamlı karantinalar ve seyahat kısıtlamaları. Bu kısıtlamalar virüsün yayılımını yavaşlatıyor ve müdahale fırsatı oluşturuyor. Ay takvimine göre yeni yıl etkinliklerinin ertelenmesi, okulların 2 hafta tatil edilmesi, salgın hastalarına özgü yeni hastanelerin kurulması, yabani hayvan satışlarının durdurulması, salgın süresince toplu etkinliklerin yasaklanması alınan önlemlerden birkaçı. Salgından etkilenen diğer ülkeler Çin’den gelen yolcular için termal kamera sistemleri kuruyor, ülke çıkışında ve girişinde yüksek ateşli bireyler tespit edilmeye çalışılıyor. DSÖ, bu gibi kriz durumlarında ülkelerin halkla sıkı iletişim içerisinde olmasını ve halka doğru ve güvenilir bilgiler sunulmasını, ülkede ilk vaka görüldüğünde yapılacak açıklamaların belirlenmesini, toplumla temas edecek yöneticilerin belirlenmesini öneriyor.

15. Türkiye'de durum ne?

Ülkemizde de Sağlık Bakanlığı sağlık çalışanlarının enfeksiyondan korunması için önlemler içeren bir rehber yayınladı. (Gelişmelere göre güncellenen rehber erişim linki: https://hsgm.saglik.gov.tr/tr/haberler/ncov-rehber-ve-vaka-bilgi-formu.html) Sağlık Bakanlığı bilim kurulunun özenli çalışmasıyla hazırlanan rehbere göre sağlık çalışanları basit önlemlerle hem kendilerini hem de insanlar arası bulaşı en aza indirebilir.
Ülkemizde de 25 hastane Sağlık Bakanlığı tarafından referans hastane olarak ilan edildi. Türkiye’de vaka görüldüğü takdirde hastalar bu referans hastanelerde tedavi altına alınacak.
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın açıklamalarına göre ülkemize Çin’den gelen uçuşlara yönelik havalimanlarında termal kameralarla taramalar da yapılmaya başlandı. Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü bünyesinde de bir operasyon merkezi oluşturuldu.
Türk Hava Yolları (THY) Çin'in Pekin, Guangzhou, Şangay ve Xian şehirlerine düzenledikleri seferleri 9 Şubat'a kadar durdurdu. Ayrıca Wuhan’daki vatandaşlarımızdan dileyenlerin Türkiye’ye dönebilmesi için de bir sefer düzenlendi.

16. Kendimi nasıl koruyabilirim?

Bireysel düzlemde Dünya Sağlık Örgütü’nün tavsiyeleri şu şekilde:
a. Grip, nezle, zatürre vb. hastalığı olan kişilerle yakın temastan kaçınılmalı
b. Özellikle hasta insanlara temas sonrasında eller sık sık yıkanmalı
c. Kırsal alanlarda yabani hayvanlarla temastan ve ölü hayvan cesetleriyle temastan kaçınılmalı
d. Öksürürken ve hapşururken ağız ve burnu kapatacak şekilde dirseğimizin iç kısmını kullanılmalı, eğer eller kullanıldı ise yıkanmalı
e. Hastanelerde enfeksiyondan korunma yöntemleri özenle uygulanmalı.
f. Et ürünleri ve yumurtalar iyi pişirilerek yenmeli
g. Canlı hayvan pazarları veya petlerde el hijyeni ve solunum hijyenine dikkat edilmeli.
h. Ellerin göz ağız ve buruna teması en aza indirilmeli.
i. Hasta hayvanların temas ettiği eşyalara temastan kaçınılmalı
j. Uzakdoğuda olan vatandaşlarımız pastörize olmamış süt, et ve et ürünlerini tüketmemeli.
k. Sağlık çalışanları bakanlığın ve Dünya Sağlık Örgütü’nün sunduğu kalite standartlarına uygun tıbbi malzemeler kullanmalı. Hastanelerde şüpheli kişilerden alınan numunelerin taşınmasında kesinlikle hastanenin pnömatik tüp sistemleri kullanılmamalı, numuneler elden teslim edilmeli.

17. İnternette dolaşan birçok korkutucu haber var. Kime güvenmeliyiz?

Toplumu endişeye düşüren ve hakkında net bilginin az olduğu konular asılsız haber salgınlarına uygun bir ortam oluşturabiliyor. Toplumsal endişe bireylerin zihninde birçok soru ortaya çıkarıyor, net bilgi olmadığı için cevaplanamamış sorular ise hızla asılsız bilgilerle karşılanabiliyor. Sosyal medyada dolaşan haberler toplumu daha fazla paniğe ve korkuya sevk edebiliyor. Korku ve panik ise toplumun koordinasyon içerisinde hareket etmesinin önünde önemli bir engel. Bu sebeple resmi kurumların, ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haberlerini tercih etmek, sosyal medyada dolaşan ve teyit edilmemiş bilgilere maruz kalmaktan kaçınmak, medyada görülen ve “uzman” olarak sunulan kişilerin yetkinliklerini sorgulamak, sunulan bilgileri teyit etmeye çalışmak sağlıklı bilgiler edinmek için de büyük önem arz ediyor.

18. Koronavirüslerle ilgili doğru bilgileri nereden edinebilirim?

Mevcut salgınla ilgili en doğru bilgiler Dünya Sağlık Örgütü’nün web sitesinde gün be gün yayınlanıyor. Salgına yönelik bilgiler özet olarak “durum raporları” bölümünde her gün listeleniyor. Türkiye’ye yönelik gelişmeler için en doğru bilgi kaynağı ise Sağlık Bakanlığı web sitesinin duyuruları ve bakanlık yetkililerinin basın açıklamaları. Daha detaylı bilgiler için ise Çin başta olmak üzere salgınla ilgilenen devletlerin sağlık bakanlıklarının ve halk sağlığı kurumlarının web siteleri güvenilir bilgiler sunuyor.

19. DSÖ'nün bu süreçteki fonksiyonu nedir?

2005 yılında imzalanan “Uluslararası Sağlık Düzenlemeleri – 2005” anlaşmasına göre küresel ölçekteki salgınlarda Dünya Sağlık Örgütü’nün koordinasyon sorumluluğu mevcut. Bu anlaşma DSÖ’ye üye 196 ülke için hukuki olarak bağlayıcı. Bu sebeple ülkelerin bir salgın geliştiğinde ilgili bilgileri DSÖ ile paylaşması ve yapılacak koordinasyona katılması gerekiyor. DSÖ’nün de bu sorumluluklar kapsamında üye ülkelere hızlı ve güvenilir bilgi sağlaması, rehberlik etmesi, gelişmeleri üye ülkelerle paylaşması gerekiyor.

20. DSÖ "acil durum” ilan etmek için neden bekledi?

Daha önce SARS, Kuş Gribi (H5N1), Domuz Gribi (H1N1), Ebola, Zika, Çocuk Felci salgınlarında acil durum ilan eden DSÖ, 22 Ocak’ta yapılan toplantı neticesinde acil durum ilan etmek için henüz erken olduğuna kanaat getirdi. Bu konu uluslararası gündemde de tartışmalı olmakla birlikte acil durum ilan edilmemesine sebep olan argümanlar şu şekilde sıralanabilir:
  • Yeni Koronavirüs salgınının ölümlülük oranı MERS ve SARS salgınlarına göre daha düşük olarak tahmin ediliyor.
  • Virüsün bulaş hızı çok yüksek değil. (R0 değeri 1.4-2.5 düzeyinde)
  • İnsandan insana bulaş oluyor ancak mekanizması tam olarak anlaşılmamış durumda.
  • Virüs kaynağı tam olarak bilinmiyor.
  • Hastalığı teyit edilen vakaların sadece yüzde 25’i şiddetli enfeksiyon düzeyinde.
  • DSÖ’nün genel tutumu, yıkıcı etkileri olabilecek ticari kısıtlamaları minimize etmek yönünde.
22 Ocak'taki toplantıdan bir acil durum kararı çıkmamıştı ancak 30 Ocak'ta yapılan toplantıda DSÖ acil durum ilan etti. Bu ilanda, Çin'in üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı, salgının sağlık sistemi zayıf olan ülkelere yayılmasının acilen önlenmesi gerektiği, salgına uluslararası koordinasyonla müdahale edilmesi gerektiği, uluslararası seyahat ve ticareti kısıtlamaya gerek olmadığı vurgulandı. Acil durum ilan edilmesi kısaca şu anlama geliyor: Birleşmiş Milletler'e üye olan tüm ülkelere en üst düzeyde durumun önemli olduğu ifade edilmiş oluyor. Bunun üzerine ülkeler, sınırlarını kapatma, uçuşları iptal etme, ticareti sınırlama vb kararları kendileri verebiliyor. Bu konuda uluslararası seyahat ve ticaretin sınırlanmasının ekonomik açıdan yıkıcı etkileri olabileceğinden dolayı, bu konuda kısıtlama kararı ilan eden ülkelerin kararlarını bilimsel kanıtlara dayandırmaları gerektiğine dair DSÖ uyarıyor.


'Yüzyılın Anlaşması' mı, 'Yüzyılın İhaneti' mi?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

ABD Başkanı Trump'ın açıkladığı sözde barış planı tüm hükümleri ABD ile İsrail arasında kararlaştırılan bir metindir ve Filistinlilerin de bu “teslim anlaşması”nı bütünüyle kabul etmeleri beklenmektedir.



Amerikan ve İsrail yönetimlerinin “Yüzyılın Anlaşması” olarak lanse ettiği, gerçekte “Yüzyılın İhaneti” olarak tanımlanması gereken Filistin’in geleceğine dair plan, nihayet kamuoyuna açıklandı. Bu, gerçekte bir İsrail planı olup, Trump yönetimi bu planı hemen hemen bütünüyle onaylamış olmaktadır.
Bu “sahte” barış planının kamuoyuna açıklanması sonrasında, Amerikan yönetimi bölgede bulunan vatandaşlarını olası saldırılara karşı güçlü bir şekilde uyardı. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Kudüs ve Batı Şeria'da bu plana tepki olarak şiddet olaylarının meydana gelebileceği ifade edildi. Sadece bu uyarı bile “Yüzyılın Anlaşması”nın, nasıl, hiçbir hukukî ya da ahlâkî kaygı gözetmeyen, Filistin’i imha planı olduğu hususunda Amerikan yönetiminin de aslında şüphesini olmadığını ortaya koymaktadır. Öyle olmasaydı, Amerikan vatandaşları bu meşum planın Filistin tarafında yol açtığı öfke ve hayal kırıklığının sebep olabileceği muhtemel şiddete karşı herhalde bu denli güçlü bir şekilde uyarılmazdı.
“Yüzyılın Anlaşması” olarak tesmiye edilen bu Trumpesk girişime “anlaşma” demek için, herhalde (uluslararası) anlaşmaların nasıl yapıldığı hususundan habersiz olmak gerekir. Uluslararası anlaşmalar, inter alia, aralarında uyuşmazlık olan taraflar arasında karşılıklı hak ve yükümlülükler doğuran ve bir müzakere süreci sonunda nihaileştirilerek yazılı metin haline getirilen belgelerdir. Bu olayda ise, kendilerini âdeta sorgulanamaz birer Titan gibi gören ABD-İsrail ikilisi sorunun asıl muhatabı olan Filistinlilere herhangi bir söz hakkı vermiş değildir. Bu süreçte İsrail ile Filistinliler arasında herhangi bir müzakere yapılmış değildir. Aksine, ortada, tüm hükümleri ABD ile İsrail arasında kararlaştırılan bir metin ve bu “teslim anlaşması”nı bütünüyle kabul etmeleri beklenen Filistinliler vardır. 

"Uyduruk" Filistin devleti

ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması”, gerçekte egemen olmayan, dahası etrafı bütünüyle İsrail tarafından kuşatılmış, ordusuz ve Kudüs’ü hemen hemen bütünüyle İsrail’e terk etmiş olan bir Filistin devletinin kurulmasını öngörmektedir. Tabii, buna ‘devlet’ denirse! Üstelik bu “devlet”in kurulması, dört yıllık müzakere süreci sonunda Filistinlilerin “kendilerinden istenen şartları yerine getirmeleri halinde” mümkün olabilecektir. Başka bir deyişle, Filistinliler şayet “müzakere” sürecinde İsrail’in dayattığı tüm şartlara teslim olmaz ise, burada sözü edilen “uyduruk” devletin bile kurulmasına izin verilmeyecektir.
Bu planda öngörülen Filistin devletinin toprakları Gazze, Negev çölünde Gazze’ye yakın iki arazi parçası ve İsrail işgali altındaki Batı Yakası’nın yalnızca bir bölümünden oluşuyor. Dahası, bu devletin başkenti, birçok BM kararının öngörmüş olduğu Doğu Kudüs değil, onun bir kısım mahallelerinden müteşekkil bir yerleşim yeri olacaktır. Bu plana göre, Oslo anlaşmaları çerçevesinde Batı Yakası içinde C bölgesi olarak tanımlanmış olup, Batı Yakası’ndaki toplam arazinin yüzde 61’ine tekabül eden ve şu anda bütünüyle İsrail’in denetiminde olan toprakların yaklaşık üçte biri, İsrail tarafından ilhak edilecek. Dahası, Ürdün Vadisi de bütünüyle İsrail’e bırakılacaktır ki, burası tüm Batı Yakası’nın yaklaşık üçte birini teşkil ediyor.
Bu plana göre, başta El-Aksa Camii olmak üzere, Kudüs’teki Müslümanlara ait ibadethaneler ve kutsal mekânlar İsrail’in egemenliğinde olacaktır. Yine plan “bağımsız” Filistin devletinin kendi kara sınırları ve hava sahası üzerinde herhangi bir denetim yetkisinin olmayacağını öngörmektedir. Bu devletin başka devletlerle anlaşma yapma yetkisi de olmayacaktır. Plan, sayıları altı milyon civarında olan Filistinli mültecilerin dönüş hakkını reddetmektedir. Dahası, metnin İsrail’in “Yahudi” karakterine vurgu yapması nedeniyle, İsrail vatandaşı olan Filistinlilerin de bu topraklardaki geleceğinin tehlikeye düşürüldüğünü ileri sürmek mümkündür.
Plana göre, Gazze ile Batı Yakası arasında irtibatı sağlamak için yeraltından tünel inşa edilecektir. Tünel projesi henüz İsrail tarafınca kabul edilmiş değildir. Yine bu planın hayata geçirilme sürecinde, Hamas ve İslami Cihad gibi silahlı örgütler silahlarını bırakmak zorunda kalacaklardır. Öte yandan, kurulması öngörülen Filistin devleti için çeşitli yatırım projelerinde kullanılmak üzere 50 milyar dolarlık bir fon oluşturulacaktır ki, bunun önemli bir kısmı Körfez bölgesindeki Arap devletlerince karşılanacaktır. Nitekim bu ülkelerin büyük çoğunluğu bu meşum planın malî yükünü çekmeyi kabullenmiş görünmektedir.
Aslında Amerikan yönetimi bu planın bugüne dek İsrail ile -çoğu zaman kendi halkının tepkilerine rağmen- her türden girift ilişkiye girmeyi içine sindirmiş olan Mahmud Abbas yönetimince (bile) reddedileceğini baştan beri tahmin ediyordu. Şayet Mahmud Abbas plana “hayır” demekte ısrar ederse, o zaman muhtemelen ABD-İsrail ikilisi Filistin’e “liderlik” etmek üzere kendileriyle işbirliği yapmaya daha yatkın birisini bulma arayışına gireceklerdir.
Planın yaslandığı temel mantıksal çerçeve, İsrail’in ilhak etmek amacıyla göz koyduğu Filistin topraklarını bütünüyle bu ülkeye peşkeş çekmek; İsrail’in bir “Yahudi devleti” olarak elde etmek istediği tüm imtiyazları tanımaktır.

Uluslararası hukuk ve BM kararlarının açık ihlâli

Sözü eğip bükmeden şunu söyleyelim: “Yüzyılın Anlaşması”nın yaslandığı temel mantıksal çerçeve, İsrail’in ilhak etmek amacıyla göz koyduğu Filistin topraklarını bütünüyle bu ülkeye peşkeş çekmek; İsrail’in bir “Yahudi devleti” olarak elde etmek istediği tüm imtiyazları tanımak; buna karşılık Filistin halkının güvenilir sınırlar içinde, egemen ve sürdürülebilir bir devlet kurma ihtimalini tamamıyla ortadan kaldırmaktır. Bu acı gerçeğe rağmen, Donald Trump, “büyük” planını ifşa ettiği basın toplantısında, âdeta Filistinlilerle dalga geçercesine, bu planın “Filistinlilerin kendi bağımsız devletlerine kavuşmaları için tarihî bir fırsat olduğunu” söyleme cüretini de göstermiştir.
“Yüzyılın İhaneti” olarak isimlendirilmesi gereken bu meşum planın uluslararası hukukun ve BM kararlarının açık bir ihlâli olduğu ortadadır. Uluslararası toplumun barış ve güvenlik meseleleri konusunda bir tür “anayasası” olarak görebileceğimiz 1945 tarihli BM Kurucu Andlaşması’nın 2/4. maddesine göre, devletler uluslararası ilişkilerde askerî güce başvuramaz, askerî güç tehdidinde de bulunamaz. BM Genel Kurulunca 1970’te uzlaşma (consensus) ile kabul edilen Devletler Arasında Dostça İlişkiler Bildirisi’ne göre “askerî güç kullanım tehdidinden ya da kullanımından kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı yasal sayılmayacaktır.” Benzer şekilde, 1974 tarihli Saldırganlığın Tanımına İlişkin Karar’da, “saldırganlıktan kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı ya da özel imtiyazlar ‘yasal’ kabul edilmeyecektir” (5/3. madde) ifadesine yer verilmiştir. BM içinde alınan birçok karar ile Uluslararası Adalet Divanı’nın içtihatları da bu durumu teyit etmiştir. O nedenle, uluslararası hukuka göre, İsrail’in işgal ettiği -Filistinlilere ve bazı Arap ülkelerine ait- tüm topraklardan çekilmesi gerekmektedir. Buna, kuşkusuz, (Doğu) Kudüs’ü de içinde barındıran Batı Yakası dâhildir.
Bu plan, aynı zamanda, 1990’lı yıllarda uluslararası düzeyde genel bir kabul görmüş olan iki-devletli çözüm formülünün de tamamıyla terk edilmiş olduğunu âdeta gözlerimizin içine sokarcasına (bir kez daha) göstermiştir. Oslo "barış süreci", en azından bu süreci Polyannacı bir hâlet-i ruhiye içinde yorumlayan aktörlere göre, İsrail’in 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda işgal etmiş olduğu Filistin topraklarında, yani Batı Yakası (Doğu Kudüs dâhil) ve Gazze’de, bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ile nihayete erecekti. Hem BM hem de uluslararası toplumun önemli bir bölümü, kurulacak Filistin devletinin başkentinin Doğu Kudüs olacağı beklentisi içindeydi. Trump ve Netanyahu ikilisinin açıkladığı “Yüzyılın İhaneti” ise, Kudüs’ü tümüyle İsrail’e bırakmaktadır.
Bu meşum planda öngörülen Filistin devleti aslında devletten başka her şeye benzemektedir. Bir kez, bu devletin sahip olacağı topraklar kantonlardan oluşmaktadır. Yani, ortada bir ülkesel süreklilik yoktur. İkincisi, Batı Yakası’nda Filistinlilere bırakılan topraklar, tamamıyla İsrail tarafından çevrelenecektir. Üçüncüsü, bu, ordusuz bir devlet, askersizleştirilmiş bir ülke olacaktır. Dördüncüsü, kara sınırları üzerinde bile denetim hakkı olmayan, kendi hava sahası üzerinde denetim hakkından yoksun bırakılmış bir devlet olacaktır. Beşincisi, bu devletin uluslararası anlaşma yapma yetkisi olmayacaktır. Filistin devletinin ülkesini oluşturan birbirinden kopuk kantonlar bu plana göre tüneller ve köprülerle birleştirilecektir. Doğrusu, bu “proce”den haberdar olsaydı, herhalde “Zihni Sinir” bile kahkahalarla gülmekten kendini alamazdı!
 “Arap” olan Filistin halkının yine “Arap parası” ile “siyasî bir varlık olarak” yok edilmeye çalışılması, kuşku yok ki, Körfez bölgesindeki Arap yönetimlerinin “utanç” hanesine yazılacak affedilmez bir cürüm olacaktır.

Körfez yönetimlerinin utanç verici tutumu

Filistin’i ilanihaye yok etmek isteyen bu ihanet planının hayata geçirilmesi için, başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, birçok Arap ülkesi Filistin halkına ‘rüşvet’ olarak önerilen parasal desteği ödemeyi yükümlenerek, bu büyük ihanetin fâillerinin işbirlikçisi haline gelmişlerdir. “Arap” olan Filistin halkının yine “Arap parası” ile “siyasî bir varlık olarak” yok edilmeye çalışılması, kuşku yok ki, Körfez bölgesindeki Arap yönetimlerinin “utanç” hanesine yazılacak affedilmez bir cürüm olacaktır. Bu yönetimlerin bu cürmün altından kalkıp kalkamayacağı önemli bir soru işaretidir. Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt ise, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, bu plana açıkça karşı çıkmak yerine, topu Filistinlilere atmıştır. Hem darbeci Sisi yönetimindeki Mısır hem de ABD-İsrail ikilisinin bu meşum senaryosundaki “para musluğu” rolünü daha küçük bazı Körfez ülkeleriyle birlikte kendisine yakıştıran Suudi Arabistan, -muhtemelen kapalı kapılar ardında- Filistin liderliğini bu teslim planına “ikna” etmeyi vazife edinmiş görünmektedir. Bütün bunlara karşılık, başta Türkiye ve İran olmak üzere, Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğunun bu teslim planına karşı çıktığını/çıkacağını ifade etmek mümkündür.
Mevcut durumda Filistin’e somut bir destek vermeksizin sadece söylem düzeyinde İsrail’i ve ABD’yi kınamak ya da müzakere yoluyla erişilecek iki-devletli çözüm formülünü tekrarlamak, sadece ve sadece bariz bir samimiyetsizliğin ve Filistinlileri kendi makûs talihlerine terk etmişliğin bir işareti sayılabilir.
Filistin’in ve Filistinlilerin dostları olarak bu ihanet planının arkasında hangi güçlerin olduğu hususunda sabah akşam nefesimizi tüketmektense, Filistin topraklarının sömürgeci-yerleşimci bir devlet olarak İsrail’den nasıl kurtarılabileceği hususuna kafa yormamız herhalde daha isabetli olacaktır. Dahası, Filistin sorununun diplomatik müzakere masasında çözülebileceği zannıyla iki-devletli çözüm mantrasını tekrar etmenin de, bundan böyle Filistinlilere hiçbir faydası olmayacaktır. Ne İsrail’in ne de ABD’nin bu türden çağrılara kulak asmayacağı âşikârdır. Üstelik 1993’te başlayan Oslo müzakere süreci çerçevesinde İsrail ile Filistin arasında imzalanan anlaşmalara İsrail'in uymadığı herkesin mâlûmudur. Bu durum ortadayken, Filistin’e somut bir destek vermeksizin sadece söylem düzeyinde İsrail’i ve ABD’yi kınamak ya da müzakere yoluyla erişilecek iki-devletli çözüm formülünü tekrarlamak, sadece ve sadece bariz bir samimiyetsizliğin ve Filistinlileri kendi makûs talihlerine terk etmişliğin bir işareti sayılabilir.
Filistin sorununa âşinâ olanların bilmeleri beklenebilecek bir gerçek vardır ki, o da, bu sorunu çözmek için küresel sistem içinde bugün öne çıkmış olan hiçbir güçlü devletin elini taşın altına sokmayacağıdır. Nitekim Yüzyılın İhaneti’ne Avrupa kıtasından, Rusya, Çin ve Hindistan’dan gelen tepkiler, bunların plana açıkça karşı çıkmaktan uzak durduğunu gösteriyor.
Bilindiği üzere, I. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın değişik coğrafyalarındaki Müslüman toplumların kahir ekseriyeti sömürgeciliğin ve emperyalizmin kıskacı altına alınmıştı. Belki yüz yıldır bu toplumların ortak iradelerine ket vurmak için, başta, önce Britanya İmparatorluğu, ardından ABD olmak üzere, küresel tahakküm düzeninin önde gelen aktörleri İslam dünyasının yarı-bağımlılığını devam ettirmek için bu coğrafyaya yönelik pek çok doğrudan ya da dolaylı müdahalede bulunmuşlardır. 11 Eylül (2001) sonrasına sözüm ona “Teröre Karşı Savaş” söylemi altında bu emperyalist ve yeni-sömürgeci kıskaç âdeta İslam dünyasını bir bütün olarak “teslim almaya” yönelmiştir. Filistin sorununun geldiği noktayı bu parantezin dışında okumak, ne sorunun vahametinin anlaşılmasına ne de Filistin sorununa palyatif olmayan bir çözüm getirilmesine katkı sunabilir. Filistin sorununa âşinâ olanların bilmeleri beklenebilecek bir gerçek vardır ki, o da, bu sorunu çözmek için küresel sistem içinde bugün öne çıkmış olan hiçbir güçlü devletin elini taşın altına sokmayacağıdır. Nitekim Yüzyılın İhaneti’ne Avrupa kıtasından, Rusya, Çin ve Hindistan’dan gelen tepkiler, bunların plana açıkça karşı çıkmaktan uzak durduğunu gösteriyor. Hatta birçoğu bu meşum planı “incelemeye değer gördüklerini” belirttiler. Bunların hiçbirisinin Filistinlilerin “haklı davası”nı destekleme adına, ABD, İsrail ya da güçlü Siyonist yapılarla ters düşmek istemediği iyi bilinmektedir. Üstelik önde gelen devletlerin hemen hepsinin bu aktörlerle -ABD, İsrail ve Siyonist yapılar- oldukça girift ilişkileri vardır; dahası, bunlar, İslam dünyasının güçlü bir blok olarak temayüz etmesini, kendi iktisadî ve jeopolitik çıkar ve stratejileri açısından oldukça “sakıncalı” görmektedir. O nedenle Filistin sorununu Müslüman aktörlerden başkasının çözebileceğini düşünmek safdillik olur.
İslam dünyası özgürleştikçe Filistin de İsrail’e karşı yeni mevziler kazanacak, Filistin’de kazanılacak yeni mevziler İslam dünyasına hem İsrail’e karşı hem de diğer “yıkıcı” uluslararası güçlere karşı yeni hamleler yapması için gerekli özgüveni ve hareket kabiliyetini verecektir.

Mücadelenin yol haritası

İslam dünyasındaki sorunların “anası” olan Filistin trajedisinin çözüm çerçevesini üçlü bir bağlam içinde görmek gerekir. Bu üçlü bağlamı şöylece tasnif etmek mümkündür: birincisi, Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesi sonrasında Filistin’in İngiliz manda yönetiminin gözetimi altında Yahudilerce sömürgeleştirilmesi; ikincisi, I. Dünya Savaşı sonrasında manda rejimlerinin kurulmasıyla başlayan süreçte Arap dünyasının yarı-sömürge durumuna düşürülmesi ve bugün de bu durumun fiilen devam etmesi; üçüncüsü, İslam dünyasının bir bütün olarak kendi ayağı üzerinde durmasının emperyalist güçlerin doğrudan ve dolaylı askerî ve siyasî müdahaleleri yoluyla engellenmesi. O nedenle, şu iddiayı ileri sürmek herhalde abartı sayılmamalıdır: “Filistin’in kurtuluşu” ve “İslam dünyasının kurtuluşu” birbiri ile yakından ilişkilidir ve bundan da ötesi karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içindedir. İslam dünyası özgürleştikçe Filistin de İsrail’e karşı yeni mevziler kazanacak, Filistin’de kazanılacak yeni mevziler İslam dünyasına hem İsrail’e karşı hem de diğer “yıkıcı” uluslararası güçlere karşı yeni hamleler yapması için gerekli özgüveni ve hareket kabiliyetini verecektir. İslam dünyasının tarihi uyanışının ve ayağa kalkışının en önemli karinesi, Filistin halkının Siyonist sömürgeciliğe karşı mücadelesinin hedefine ulaşması olacaktır. O halde, açıktır ki, “Filistin’in kurtuluşu” aynı zamanda “İslam dünyasının kurtuluşu” olacaktır.
Yukarıda sözü edilen üç düzlemdeki kurtuluş mücadelesi (Filistinliler, Arap dünyası, İslam dünyası) Trump’ın ihanet planına karşı izlenmesi gereken strateji konusunda bize bir yol haritası sunmaktadır. Sorunun çözümü hususunda bugünün “Düvel-i Muazzama”sından pek bir şey beklememek gerektiği aşikâr olduğuna göre, Yüzyılın İhaneti’ne karşı hem Filistinlilerin, hem Arap dünyasının, hem de daha genel olarak İslam dünyasının şu kapsamlı eylem planını vakit geçirmeden hayata geçirmesi gerekir: birincisi, Filistinlilerin aralarındaki siyasî bölünmüşlüğe son vererek İsrail’e karşı uzun soluklu bir direniş başlatması elzemdir; ikincisi, Arap Birliği’nin geçmişte İsrail'e karşı almış olduğu ambargo kararını bundan böyle sıkı bir şekilde uygulaması gerekir; üçüncüsü, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İsrail’e karşı topyekûn ambargo kararı alması gerekir; dördüncüsü, Müslüman ülkelerin, “Barış İçin Birleşme” kararı çerçevesinde BM Genel Kurulu’nda İsrail’e karşı –kuşkusuz ‘tavsiye’ niteliğinde- kapsamlı bir ambargo kararı alınması için uzun soluklu bir diplomatik mücadele başlatması gerekir; son olarak, Müslüman ülkelerin Filistinlilere İsrail'e karşı mücadelelerinde bundan böyle gereken desteği vermelidir.
Filistin’in ve bilhassa Kudüs’ün esareti İslam dünyasının ortak acısı ve davasıdır. Kudüs’teki El-Aksa Camii Müslümanların ilk kıblesidir. “Etrafı mübarek kılınmış olan” Kudüs, Hazreti Peygamber’in miractaki ilk durağı olmuştur. Kudüs ve Filistin’e olan bağlılık ve muhabbet Müslüman kimliğinin aslî bir unsurudur ve dahası bu belde hem dinî, hem siyasî, hem de jeopolitik olarak Âlem-i İslam için bir hayat memat meselesidir. O nedenle, İslam dünyasına mensup aktörlerin -en başta devletlerin ve uluslararası örgütlerin- iş bu noktaya geldikten sonra hâlâ “ipe un sermeye” devam etmesi, söz gelimi, Yüzyılın İhaneti’ni sadece kuru bir “kınama” ile geçiştirmesi, Filistin’e ihanetler silsilesinin tabutuna çakılmış son çivi olacaktır. İslam dünyasının bugün vakit geçirmeden elini taşın altına sokması ve harekete geçmesi gerekiyor. Şayet bundan sonra da işler “eski tas eski hamam” olursa, muhtemelen, bir zaman sonra ortada konuşulacak bir Filistin Sorunu bile olmayacaktır.


17 Ocak 2020 Cuma

Libya’nın jeo-stratejik önemi ve Türkiye-Libya ilişkilerinin arka planı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Türkiye’nin Libya’daki varlığı, BM'ce meşruiyeti tanınan UMH'nin ayakta kalmasını sağlamak ve aynı zamanda Libya halkının emperyal güçlere karşı birlik ve bütünlüğünü korumak, bağımsızlığını ve iç barışını garanti altına almak anlamına gelmektedir.



Libya'nın başkenti Trablus'un kalbi konumundaki Şehitler Meydanı'nda toplanan Trabluslular, Hafter saflarındaki milis ve paralı askerlerin gerçekleştirdiği saldırılara tepki gösterdi. Trabluslular, Türk bayrağı taşıdı. Fotoğraf: Arşiv/Hazem Turkia/AA


Ahmed Cevdet Paşa “Tarih bilmeyen siyasetçi pusula bilmeyen gemi kaptanı gibidir” diyerek devlet adamlarının karşılaştıkları sorunlara tarihi perspektiften bakarak isabetli çözümler bulacaklarını kuvvetli bir şekilde ifade etmiştir. Biz de bugün burada tarihi bir perspektif sunmaya çalışalım.
Fenike, Kartaca, Yunan, Roma ve Bizans hâkimiyetinden sonra, Hz. Ömer devrinde, Amr bin As kumandasındaki ordu 642 yılında Mısır’ın ardından Trablus ve Tunus’a doğru hareket etti. 647’de Ukbe bin Nafi ile Trablus’ta zafer kazanıldı. Kuzey Afrika’nın fethi Hassân bin Nu’mân ve Musa bin Nusayr eliyle 707 yılında tamamlandı. Tarık bin Ziyad 711 yılında İspanya’yı fethederek İslam’ı güneybatıdan Avrupa’ya ulaştırdı.
Kuzey Afrika’da iç huzuru ve güvenliği sağlamak amacıyla Harun Reşid, emirlerinden birinin oğlu olan İbrahim bin Ağleb’i 800 yılında vali tayin ederek Libya ve Tunus’u Abbasi halifesine bağlı olarak yönetecek Ağlebiler (800-909) hanedanını kendi eliyle kurdu. Fâtımî Devleti (909-1049) ve Muvahhidler Devleti (1160-1178) egemenliğinden sonra, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin emri altındaki Kölemen komutan Şerefeddin Karakuş 1174 yılında başlattığı seferlerle Trablus, Kayrevan ve Tunus gibi Kuzey Afrika şehirlerini yeniden Mısır’a dahil etme siyaseti çerçevesinde hareket etti. 1185 yılında Trablus şehrini ele geçirdi. Karakuş ve arkadaşlarının sürdürdüğü seferlerin ve 1212 yılına kadar devam eden hakimiyetinin en önemli sonucu, Kuzey Afrika seferine katılan birliklerindeki Oğuzların varlığını kalıcı kılmasıdır. Oğuzlar Muvahhidler devletinde “guz” ve “gazaz” adındaki askeri birlikler olarak varlıklarını sürdürdüler. Bugün Yefrin’de yaşayan Gazaz kabilesi büyük ihtimalle o günlerden kalmadır. Muvahhidler’den sonra, aradaki fetret devri dışında, Hafsîler uzunca bir süre Libya’ya egemen oldu (1228-1323 ve 1369-1510).

Hafsîler ve Osmanlılar

Haçlı ideolojisi ile hareket eden İspanyollar, Endülüs’teki İslam varlığına adım adım son verdikten sonra tüm kuvvetleriyle Kuzey Afrika’ya yöneldiler. Kastilya ordusu 1510 yılında Hafsîler’in egemen olduğu Trablusgarb’ı işgal ettiği gibi halkını da kılıçtan geçirdi. Canını kurtaranlar Trablusgarb’ı boşaltarak ülkenin içlerine doğru kaçtı veya sürüldü.
 sorulması gereken en temel soru, Libya’yla beş, hatta on iki asır öncesine giden tarihsel ve kültürel bağları bulunan Türkiye’nin “Libya’da ne işi var?” sorusu değildir. Bunun yerine “ABD, Rusya, Fransa, İtalya gibi emperyalist ülkelerin Libya’da ne işi var?” sorusu sorulmalıdır. 
1520 yılında tahta oturan Kanuni Sultan Süleyman, babası Sultan Selim zamanında, 1519’da Tacura’dan gelen heyetin bizzat talep ettiği askeri yardımı sağladı. Murad Ağa kumandanlığında bir askeri filo gönderdi. Murad Ağa Tacura’da kuvvetli bir direniş merkezi kurdu. Trablus’un İmparator Şarlken tarafından 1530 yılında Malta şövalyelerine verilmesinden üç sene sonra, Kaptanıderyâ Barbaros Hayreddin Paşa şehri yeniden fethetti. Ancak bu fetih de İspanyolların karşı saldırılarıyla uzun ömürlü olmadı ve şehirde hakimiyet kurmak için mücadeleye devam edildi. Tam 32 yıl süren bu mücadelenin sonunda, Kaptanıderyâ Sinan Paşa, Turgut Reis ve Murad Ağa’nın kuvvetleriyle Trablusgarb 15 Ağustos 1551’de Osmanlı topraklarına katıldı.
Fetihten sonra Murad Ağa Trablusgarb valisi oldu (1551-1553). Onun vefatından sonra ise Turgut Reis (1553-1565) valilik makamına gelince ülkenin sahil kısmıyla çöl bölgesini sosyal, siyasi ve ekonomik olarak birleştirdi. Trablusgarb onun döneminde huzur ve refaha kavuştu. Bugün “Libya” olarak isimlendirilen coğrafyada Osmanlı devletinin Trablus, Bingazi ve Fizan adıyla ayrı ayrı idari merkezleri vardı. Cezayir, Tunus ve Trablusgarb ocaklarına hep birlikte “Garp Ocakları” deniliyordu. Bu ocaklar merkezî devlet için kayda değer bir üretim ve gelir kaynağı oluşturmamakla birlikte, Osmanlı devletinin ve İslam âleminin savunması açısından Akdeniz’de bir ileri karakol görevi görüyordu.
Osmanlı devleti merkezî askerî teşkilatına Balkanlardaki Hristiyan kökenli genç erkekleri devşirme usulüyle dahil ederken, Kuzey Afrika’daki topraklarını savunmak amacıyla Anadolu’dan genç erkekleri asker olarak Garp Ocaklarına gönderiyordu. Osmanlı böylece, askerlik mesleği bakımından insan kaynağı sınırlı olan bölgenin askerî kapasitesini geliştirmeye çalışmıştı. Libya, Tunus ve Cezayir’de görev yapan bu profesyonel askerlerin yerel halktan kızlarla evlenmesine müsaade edilerek, sayıları bugün milyonlarla ifade edilen bir “Kuloğlu” nesli ortaya çıktı. “Kuloğulları” babaları Anadolu kökenli asker ve anneleri yerel halktan kişiler demektir. Her yıl ocağa yazılan 1000-2000 civarındaki askere ek olarak, Kuloğulları’nın da sayısı aritmetik olarak artmış ve devlet kademelerinde çeşitli memuriyetlerde ve ülke savunmasında ayrı bir askeri kuvvet kaynağı olarak istihdam edilmişlerdir.
Ahmed Şerîf 15 Kasım 1920’de Ankara’ya geçti ve 25 Kasım’da Mustafa Kemal’le bir yemekte buluştu. TBMM Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal’e mücevher kakmalı bir kılıç ve üzeri ayet ve hadislerle bezeli bir kemer hediye etti. Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ün yanında yer aldı. Milli Mücadeleye destek mahiyetinde, bütün gücünü seferber ederek “Türkiye’nin bağımsızlığı olmadan İslam âlemi sömürgeden kurtulamaz” ve “Libya’nın bağımsızlığı için önce Türkiye’nin bağımsızlığını kazanmalıyız” diyerek 18 Şubat 1921 Cuma günü Sivas’ta toplanan Büyük İslam Konferansı’na başkanlık etti. Ahmed Şerîf es-Senûsî, Mustafa Kemal’in görevlendirmesiyle Irak’taki Arap aşiretlerini İngiltere’ye karşı birleştirmek amacıyla faaliyetlerde bulundu.
On yedinci yüzyıla girilirken, İstanbul’dan gönderilerek Trablusgarb beylerbeyi tayin edilen kişiler, dünyadaki ve Akdeniz’deki değişen dengelere karşı kendi pozisyonlarını korumakta güçlük çektiler. Dünya ticaretinin kapasite ve değer bakımından artması ve mevcut dengelerin sarsılmasıyla, Akdeniz ticaretinin güvenliğini sağlama mecburiyeti, beraberinde yeni riskler de getirdi. Ocaklılar ve arkalarında yeni toplumsal, ekonomik ve askeri bir güç olarak ortaya çıkan Kuloğulları, beylerbeyilik makamında oturanlara karşı öne geçtiler. Zira beylerbeyi üç yıl, yani geçici bir süre görev yaptıktan sonra başka bir göreve gideceğini bildiğinden, uzun vadeli icraat yapmak yerine, asıl sorumluluğu “Ocaklı dayıya” bırakıp temsilî bir pozisyonda kalmayı tercih ediyordu.
1711 yılında dayı olan Karamanlı Ahmed Bey, padişahın bu temsilî pozisyondaki beylerbeyilik uygulamasına son veren bir kararı almasını sağladı. Ahmed Bey’e “sultan naibi” benzeri bir imtiyaz verilerek Trablusgarb’da bir Karamanlı hanedanı kurmasına imkân verildi. On sekizinci yüzyılın sonuna kadar kısmen de olsa Osmanlı devletinin Garp Ocaklarına katkı sağlayan deniz akıncılığı, silahlı modern ticaret gemileri karşısında önemini kaybetti. Hatta Vali Yusuf Paşa Trablusgarb beylerbeyi tarafından güvenliği belli bir bedel karşılığında garanti edilen gemilerin korsan baskınları sebebiyle uğradığı zararları tazmin etme konusunda zor durumda kalıyordu. Yusuf Paşa’nın Mısır’a saldıran Napolyon’a karşı pozisyon almaması da İstanbul’da tenkit edildi.
1827 yılına gelindiğinde, Libya’da yaşanan yönetim krizinin üstüne Osmanlı donanması Navarin’de Avrupalı devletlerin ortak donanması tarafından yakıldı. Bunlara Doğu Akdeniz’deki Yunan isyanı, Cezayir’in 1830’da Fransa tarafından işgali ve Mehmet Ali Paşa’nın isyanı gibi gelişmeler de eklenince, Trablus’a yapılması gereken müdahale gecikmiş oldu. Nitekim 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile eyalet merkeze bağlandı. Fransa’nın Cezayir’in yanında Tunus ve Libya’ya yönelik emperyalist emelleri biliniyordu. Bu yüzden Fizan ve Orta Afrika’ya uzanan güzergahta yer alan Gat, Tuareg (Tevârık), Ezgar ve Hoggar aşiretleriyle sıcak ilişkiler kuruldu. Sudan-Senegal, Sudan-Fas kervan ticaret yollarının güvenliğini sağlayacak adımlar atıldı. Ancak 1882 yılında Mısır, ardından da Sudan İngiliz işgaline uğrayınca, Osmanlılar’ın kurduğu istikrar ve güvenlik ortamı ağır bir darbe aldı. Böylece eyalet mühim bir gelir kaybına uğradı ve merkezden gelecek yardımları bekler oldu.
1877 yılında kurulan Osmanlı Meclisi’ne Trablus üç vekil gönderdi. 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Hums’tan bir, Bingazi’den iki, Trablusgarb’tan üç, Fizan’dan bir ve Cebeligarb’tan bir vekil olmak üzere toplam sekiz milletvekili Meclis’te Libya’yı temsil etti.

II. Abdülhamid’in Libya politikası

Libya’daki aşiret ileri gelenlerinin çocukları ve Kuloğullarından oluşan Hamidiye alayları kurularak halkın herhangi bir işgale karşı hazırlıklı olması yönünde çaba harcandı. Sahilden yapılacak saldırıları püskürtmek amacıyla, Tunus’tan Mısır sınırına kadar olan uzun sahil şeridinde, stratejik savunma noktalarına silah depoları kuruldu. Öte yandan Trablus, Fizan ve Bingazi’de birer kanaat önderi olan tarikat şeyhleri ve kabile liderlerine madalyalar ve nişanlar verilmekle birlikte, Osmanlı devletine bağlılığı öne çıkaran unvanlar ihdas edildi. Bu bağlamda, bölgedeki kabileler üzerinde etkisi bulunan, Şâzeliyye tarikatının bir kolu olan Medeniyye tarikatı lideri Şeyh Zafir Efendi, II. Abdülhamid’in davetiyle İstanbul’a gelerek hususi danışmanı unvanını aldı. Sultan Abdülaziz devrinde Senûsî zaviyelerine verilen destek artırılarak sürdürüldü. Zira Senûsiyye tarikatı Bingazi ve Çad yolu ile Akdeniz’den Sahra altına ve oradan bir ucu Sudan’a, diğer ucu Senegal ve Fas’a uzanan ve “Bilâdü’s-Sudan ticareti” adıyla bilinen ticaret yolu üzerindeki zaviyeleriyle bölgenin ekonomik, siyasi ve sosyal hayatında etkiliydi. Nitekim Fransız ve İtalyan emperyalist yayılmasına karşı Senûsiyye mensupları çok istikrarlı ve güçlü bir direniş gösterdiler.

Atatürk ve Libya

Fizan sancağı Osmanlı devletinin Jön Türkler’i sürgün ettiği bir yerdi. Fakat İtalyanların sömürgeci saldırıları karşısında, Fizan’da o sırada sürgün bulunan tıbbiyeli ve harbiyeli Jön Türklerin vilayetin çeşitli alanlarında istihdam edilmeleri sağlandı. Böylelikle vilayetin doktor, öğretmen ve idari memurluk pozisyonlarında Libyalılara hizmete başladılar. Libya’daki halkla kaynaşan bu kişilerin varlığı, yerel toplulukların Osmanlı halifesine bağlılıklarını zayıflatmak yerine kuvvetlendirdi. Öyle ki 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Libya halkı, Trablus’taki Jön Türklerin büyük sevinç gösterilerine katılmadığı gibi tepki gösterenler dahi oldu. Bunun üzerine İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Meşrutiyet idaresi, hukukun üstünlüğü, eşitlik, adalet ve hürriyet gibi kavramların ne anlama geldiğini anlatmak üzere Mustafa Kemal’i Libya’ya gönderdi. Libya’da sömürgeci İtalyanlara karşı düşünsel düzeyde karşı koymak için faaliyette bulunan Mustafa Kemal, burada özgürlük tohumlarını ekti. 1911 yılında yüz bin civarında askeriyle Libya’yı işgale kalkışan İtalyanlara karşı sadece 5 bin 500 askerle karşı koyan Mustafa Kemal, yerel asker sayısını olabildiğince artırmak için halkı direnişe katılmaya davet etti. Trablus kumandanı Kurmay Albay Neş’et Bey, Kurmay Binbaşı Ali Fethi (Okyar) Bey, Yüzbaşı Nuri (Conker) Bey, Bingazi Kumandanı Enver (Paşa) Bey, Kolağası Mustafa Kemal (Atatürk) Bey, Süleyman Askerî Bey ve Kuşçubaşı Eşref Bey gibi önemli isimlerin başarılı çalışmalarıyla, İtalyanlar sahil kısımlarına adeta hapsedildiler ve Libya’nın iç bölgelerine giremediler.
Balkan Savaşlarının başlaması, Libya’daki durum adına, Osmanlı devletini acil bir çözüme icbar etti. 18 Ekim 1912’de Uşi Antlaşması imzalandı. İtalyanların Libya’daki hakimiyeti tanınırken, Müslümanları temsil etmesi için “Nâibü’s-sultan” unvanlı bir yetkili atandı. Birinci Dünya Savaşı başladığında, İtalya’nın İngiliz-Rus-Fransız ittifakına girmesini önleyici politikalar bağlamında Osmanlı devleti, hiçbir zaman tam olarak uygulanmayan Uşi Antlaşması hükümlerini açıktan ihlal etmemeye özen gösterdi. İtalyanlara karşı canla başla savaşan Ahmed Şerîf es-Senûsî (1873-1933), Senûsî ailesinden Seyyid İdris’in İngiliz ve İtalyanlarla antlaşması üzerine, 30 Ağustos 1918’de bir denizaltıyla İstanbul’a intikal etmek durumunda kaldı. VI. Mehmed (Vahdettin) için Eyüp Sultan Camii’nde yapılan tahta geçme töreninde kılıç kuşatma vazifesini yaptı. Bu görev Ahmed Şerîf’e İstanbul’da gösterilen itibarın ne derecede yüksek olduğunun en açık kanıtıdır.
Ahmed Şerîf 15 Kasım 1920’de Ankara’ya geçti ve 25 Kasım’da Mustafa Kemal’le bir yemekte buluştu. TBMM Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal’e mücevher kakmalı bir kılıç ve üzeri ayet ve hadislerle bezeli bir kemer hediye etti. Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ün yanında yer aldı. Milli Mücadeleye destek mahiyetinde, bütün gücünü seferber ederek “Türkiye’nin bağımsızlığı olmadan İslam âlemi sömürgeden kurtulamaz” ve “Libya’nın bağımsızlığı için önce Türkiye’nin bağımsızlığını kazanmalıyız” diyerek 18 Şubat 1921 Cuma günü Sivas’ta toplanan Büyük İslam Konferansı’na başkanlık etti. Ahmed Şerîf es-Senûsî, Mustafa Kemal’in görevlendirmesiyle Irak’taki Arap aşiretlerini İngiltere’ye karşı birleştirmek amacıyla faaliyetlerde bulundu.

İtalyan sömürgeciliğinden bağımsız Libya’ya

Libya’daki İtalyan işgal dönemi 1911’den 1943 yılına kadar sürdü. 1943’te İtalyan-Alman birlikleri yenilip Libya’yı terk ettikleri zaman, Trablus ve Bingazi İngiliz, Fizan ise Fransız askerlerince işgal edildi. BM tarafından Libya’nın geleceğine karar verilmesi aşamasında Libya-Türkiye ilişkileri yeniden başladı. Berka kentinde geçici olarak bir devlet yapılanması gerçekleştirdi. Libya adına Şeyh İdris es-Senûsî Türkiye’ye başvurarak üst düzeyde görevlendireceği uzman kişiler talep etti. Bu bağlamda, Libya hükümetine başkanlık eden Sadullah Koloğlu başta olmak üzere çok sayıda üst düzey görevli Türkiye’den gitti. 24 Aralık 1951’de Libya devletini ilan eden Kral I. İdris es-Senûsî o sırada dünyanın en fakir ülkesinin kralıydı. Libya 1953’te İngiltere ve 1954’te ABD ile yaptığı anlaşmalarla bu ülkelere askeri üsler verdi. Karşılık olarak bu ülkelerden aldığı kira ve tazminatlarla ülke bütçesine mali katkı sağladı. 1960’ların başında Libya’da zengin petrol yatakları keşfedilince ülkenin kaderi değişti. Dünyanın en fakir ülkesi durumundan zengin ülkeler arasına girmeye aday oldu. Bunun ardından Libya’da 1969’da devrim yapıldı. Türkiye ile ilişkiler bir süreliğine dondurulsa da, devrim lideri Kaddafi Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı’na destek vererek ikili dostluk ilişkilerini tazeledi.

Libya Türkiye için neden önemlidir?

Sonuç olarak, Türkiye’nin Libya ile var olan tarihi ve kültürel bağları yanında, coğrafi açıdan komşuluk ilişkileri de kayda değer önemdedir. Bir ülkenin tarihten gelen sorumluluklarını bilmesi, deniz sularındaki haklarını korumak için ikili anlaşmalar yapması, savaşmak için diğer güçlere meydan okuması anlamına gelmez. Ne pahasına olursa olsun haklarını ve çıkarlarını korumak için iradesini beyan etmesi ve ikili ilişkilerinde ahde vefa göstermesi, o devletin gücünü ve caydırıcılığını ifade eder. Türkiye’nin Libya ile gündemde olan ilişkilerinin temelinde 500 yıl öncesine dayanan bir arkaplan vardır. Bu koskoca tarihi geçmişte Kanuni’den II. Abdülhamid’e, Mustafa Kemal’den Bülent Ecevit-Necmettin Erbakan hükümetine uzanan hatıralar vardır. Bunun yanında Libya’nın bugünkü dinî, siyasi ve kültürel kimliğini müstahkem kılan Murad Ağa, Turgut Reis gibi büyük komutan ve amirallerin türbesi ve kurdukları mimari eserler orada varlıklarını bütün ihtişamlarıyla sürdürmektedir. İspanyol ve Maltalı şövalyelerin yıkamadığı bu eserler, İkinci Dünya Savaşı’ndaki bombalara karşı bile direnmiştir. Bugün ise türbeleri birer tarihi miras olarak görmek yerine “şirk merkezi” olarak tanımlayan fanatiklerin saldırılarına rağmen, Turgut Reis’in türbesi Türk-Libya dostluk tarihinin ortak anıtı olarak ayaktadır.
Öte yandan, Libya yönetimi 1974 yılında Kıbrıs Türklerinin imdadına koşan Türk askerine, Batılı güçlerin tepkisine rağmen askeri destek vermiştir. Türk askerinin 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile sonuçlanan ve ilk defa Müslüman Türklerin yaşadığı bir toprak parçasını kaybetmesinden sonra hukuken sınırları dışında bulunan ve Müslüman Türklerin yaşadığı bir alana yaptığı askeri seferle kazandığı ilk zaferde Libya’nın dolaylı da olsa payı olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’na başlayıp milleti emperyalist işgalcilere karşı örgütlemeden önce Libya’daki halkı 1911 yılında direnişe hazırlaması, üstünde ayrıca önemle durulması gereken bir durumdur. Mustafa Kemal 30 yaşında edindiği bu tecrübenin ardından, 34 yaşında Anafartalar Kahramanı oldu ve 38 yaşında Samsun’dan Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Canı pahasına imdadına koştuğu Libya’da gözünden yaralanmasına rağmen yılmadı. Bütün varlığını ortaya koyarak vatan coğrafyasının merkezini işgale yeltenenlere karşı Mustafa Kemal Anadolu halkıyla karşı mücadele başlattığında, Libya’dan gelen dostu Ahmet Şerîf es-Senûsî de yanındaydı. Türkiye-Libya dostluğu, bu tecrübelerden hareketle, bölgede barışın tesis edilmesinde yine belirleyici olacaktır.
Bütün bu bilgiler ışığında diyebiliriz ki Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz’de olup bitene kayıtsız kalması, iktidarda hangi hükümet olursa olsun, Ankara’nın jeopolitik ve jeostratejik konumunu doğrudan olumsuz etkileyecektir. Osmanlı devletinin çöküşünü etkileyen faktörlerden biri de Akdeniz’deki deniz egemenliğini yavaş yavaş kaybetmesine rağmen buna karşı bir çözüm geliştirememesiydi. Bugün Türkiye’nin Libya’da bulunması, “İskenderun Körfezi’ne sıkıştırılma projesinin” akamete uğratılması anlamını taşıyor. Öyle ki Türkiye Akdeniz’de varlığını sürdüremezse, Doğu Akdeniz’de Türk gemi ve uçaklarının izinsiz seyirleri bile tehlikeye girecektir. Bu bağlamda sorulması gereken en temel soru, Libya’yla beş, hatta on iki asır öncesine giden tarihsel ve kültürel bağları bulunan Türkiye’nin “Libya’da ne işi var?” sorusu değildir. Bunun yerine “ABD, Rusya, Fransa, İtalya gibi emperyalist ülkelerin Libya’da ne işi var?” sorusu sorulmalıdır. Ayrıca emperyalist ülkelerle birlikte hareket eden, fakat Arap ve İslam dünyasının derdine deva olacak en ufak bir adım bile atmayan BAE ve Suudi Arabistan’ın Libya’daki varlıkları da sorgulanmalıdır.
Libya yönetimi 1974 yılında Kıbrıs Türklerinin imdadına koşan Türk askerine, Batılı güçlerin tepkisine rağmen askeri destek vermiştir. Türk askerinin 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile sonuçlanan ve ilk defa Müslüman Türklerin yaşadığı bir toprak parçasını kaybetmesinden sonra hukuken sınırları dışında bulunan ve Müslüman Türklerin yaşadığı bir alana yaptığı askeri seferle kazandığı ilk zaferde Libya’nın dolaylı da olsa payı olmuştur.
Şüphesiz Türkiye’nin Libya’daki varlığı, BM nezdinde meşruiyeti tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) ayakta kalmasını sağlamak ve aynı zamanda Libya halkının emperyal güçlere karşı birlik ve bütünlüğünü korumak, bağımsızlığını ve iç barışını garanti altına almak anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi, bir devletin siyasal sınırları yanında jeopolitik ve jeokültürel sınırları da vardır. Bu bağlamda, Akdeniz’deki varlığını ve çıkarlarını koruyabilmesi açısından, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik sınırlarının Libya’dan başladığını ifade etmek abartı değildir. Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olma yolundaki en önemli adımlarından birinin, Kanuni Sultan Süleyman devrinde olduğu gibi güçlü bir deniz gücü kapasitesine sahip olmaya bağlı olduğu apaçık bir gerçekliktir. ABD’nin en büyük filolarından 6. Filo’nun Akdeniz’i kontrol için Sicilya’da konuşlanması, Rusya’nın Lazkiye’deki Tartus üslerini tahkim etmesi göz önüne alınırsa, Doğu Akdeniz’de en büyük kıyıya sahip bir ülke olarak Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya’da olan biteni kollarını kavuşturarak izlemesi beklenemez. Türkiye’nin teşebbüsleri, ülke çıkarlarını ve bölge barışını korumak adına çok mühimdir ve tarihi öneme sahiptir.


ABD-İran krizindeki üç kritik soru: Hangi İran? Nasıl bir İran? Kimin İran’ı?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

ABD ile çıkarlar bazlı “kazan-kazan” prensibine dayalı örtülü işbirliğinin İran’ı bölgesel bir güce dönüştürdüğü ortada. Fakat, görünen o ki, yaşanan konjonktür farklı işbirliklerini ve tercihleri gündeme taşımaya başlamış bulunuyor.





İran Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’nin 3 Ocak’ta öldürülmesiyle başlayan, 8 Ocak’ta ABD’nin Irak’taki iki askeri üssünün İran tarafından vurulmasıyla zirve yapan krizde henüz korkulan olmadı. Zayıf bir ihtimal de olsa “3. Dünya Savaşı” ya da “Kıyamet Savaşı” senaryolarının bir kez daha gündeme geldiği bu kriz, her iki tarafın kontrollü adımları ve sağduyulu yaklaşımıyla sıcaklığını kaybetmeye başlamış durumda. Diğer taraftan, her ne kadar krizde tansiyon düşmüş olsa da, her an yeniden patlayabilir. Zira gerginlik devam ediyor, atlatılan ya da ertelenen husus bir ABD-İran savaşı ile ortaya çıkabilecek bir bölgesel savaş ya da dünya savaşı.
Her ne kadar krizde tansiyon düşmüş olsa da, her an yeniden patlayabilir. Zira gerginlik devam ediyor, şimdilik atlatılan ya da ertelenen husus bir ABD-İran savaşı ile ortaya çıkabilecek bir bölgesel savaş ya da dünya savaşı.
Nitekim İran ve Irak’ta tekrar baş gösteren, doğrudan doğruya Dini lider Hamaney’le birlikte DMO’yu, yani rejimin bizzat kendisini hedef alan protesto gösterileri ve ABD Başkanı Donald Trump’a (delilik ve akıl/ruh sağlığındaki bozukluklar bağlamında) yöneltilen eleştirilerin dozundaki artışlarla birlikte her iki ülkenin ve (Irak devleti ve halkı gibi) üçüncü tarafların talepleri, aslında bu krizi ortaya çıkaran nedenlerin ve dinamiklerin halen yerinde durduğunu gösteriyor.
İran’ın “Büyük Şeytan/ABD” ve “Küçük Şeytan/İsrail” ile mücadelesi bu iki ülkenin önünü kesemediği gibi, bölgeyi daha da zayıflatıyor ve fay hatlarını kırılgan hale getiriyor. Buna karşılık, ABD-İsrail ikilisi bölgede daha da güçleniyor.
Dolayısıyla bu tür gerginliklerin söz konusu rejimlere/yönetimlere en fazla “üç günlük” bir rahatlama, nefes alma ortamı sağlayabileceği artık anlaşılmış durumda. Daha da ötesi, özellikle İran bağlamında yaşananlar, kriz içinde kriz durumu olarak da nitelendirilebilir. Zira İran, düşürülen Ukrayna yolcu uçağıyla hem içeride hem de dışarıda sıkıntılı bir sürece girmiş durumda. Dolayısıyla cadı kazanı içten içe kayna(tıl)maya devam ediyor.
Peki, bundan sonra İran ve yakın çevresinden başlamak üzere, bölge ve tüm dünya nasıl bir krizle karşı karşıya kalabilir? Süreç nasıl bir gelişmeye işaret ediyor?

Kuru sıkı meydan okumalar ve orantısız misilleme…

İran iç siyasetini ve onun uluslararası bazdaki yerini ciddi anlamda etkileme potansiyeli taşıyan bu gelişmeler, rejimi ve onun belkemiğini oluşturan DMO’yu yoğun bir baskı ile karşı karşıya getirmiş durumda. Halk, Süleymani suikastı sonrasında savrulan kuru sıkı tehditler ve meydan okumaların ve sergilenen orantısız misillemenin yüzünden rejime karşı bir güven kaybı içinde. Rejimi çok ciddi anlamda sorguluyor ve eleştiriyor.
Düşürülen uçakta ölenler için düzenlenen anma töreninin rejim karşıtı bir gösteriye dönüşmesi ve birçok şehre yayılması, bu hayal kırıklığının ve güven sorununun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Göstericilerin “Devrim Muhafızları utan, ülkeyi rahat bırak”, “diktatöre ölüm”, “Süleymani katildir, Rehberi (Hamaney) de haindir” türünden attığı pek çok slogan, asıl hedefi ve krizin bundan sonraki odak noktasını göstermesi açısından dikkat çekici.
Dolayısıyla İran, siyaseten ve toplumsal olarak hızlı bir kutuplaşma ve bölünmenin içine girdiğinin güçlü sinyallerini veriyor. 2011’den bu yana ev hapsinde tutulan muhalif siyasetçi Mehdi Kerrubi’nin Hamaney’e yazdığı mektup, rejim içinde ya da İran iç dinamikleri arasında bir çatışmanın olasılık olmaktan her geçen gün çıktığını ortaya koyması açısından önemli. Zira 81 yaşındaki Kerrubi, yaşanan gelişmelerden Hamaney’i sorumlu tutuyor ve uçak hadisesinin onun dönemindeki ilk “rezillik” olmadığını, kriz yönetiminde başarısız olduğunu ifade ediyor. Daha da ötesi, seri cinayetlerin onun liderliğinde gerçekleştiğini iddia ediyor.
Bundan ötürü rejimin işi düne göre çok daha zor. Bu noktada İran’ın ABD ile yeni bir kriz başlatması ne kadar akılcı olur, açıkçası tartışmalı. Zira halk, ABD ile gerçekten bir mücadele içinde olduklarına yönelik bir endişe taşımaya başlamış durumda. Sosyal medyada paylaşılan görüntüler bu açıdan dikkat çekici. Özellikle de ABD ve İsrail bayrakları üzerinden geçmeyi reddeden protestocular boyutuyla. Bu endişe sadece İran içinde değil, bölgede İran’la hareket edenlerce de yüksek sesle dillendirilmeye başlanmış durumda.
Açıkçası İran’da ABD ile yaşanan kriz ve kavga konusunda kafalar fazlasıyla karışık…

ABD-İran arasındaki şey “kayıkçı kavgası” mı?

Kuşkusuz bu soruya net bir cevap verebilmek mümkün değil, zira 1979 Devrimi’nden bu yana ABD-İran arasında inişli-çıkışlı krizlere şahit olan dünya, kendisine dayatılan senaryoların çok farklı sonuçlarıyla yüzleşmiş durumda. Bu da, haliyle başta bölge ülkeleri olmak üzere, uluslararası kamuoyunda her iki ülkenin “korkak tavuk oyununu” oynadığı ama oyunun sonunda hep kazandığı bir “kayıkçı kavgası” algısının oluşumuna yol açmış bulunuyor.
Söz konusu algı ve bu noktada yapılan eleştiriler, elbette sadece ABD ile sınırlı değil. Benzer bir husus İran-İsrail krizlerinde de kendisini gösteriyor. Zira İran’ın nükleer faaliyetlerinden dolayı İsrail de 1990’ların başından bu yana neredeyse her gün İran’ı vuracağını söylüyor, fakat her ne hikmetse günün sonunda tüm bölge kaybederken sadece bu iki ülke devamlı surette kazanıyor. Vurulan sadece “vekil aktörler” ya da taraflarca adı konulmamış “gerçek hedefler” oluyor.
Dolayısıyla İran’ın “Büyük Şeytan/ABD” ve “Küçük Şeytan/İsrail” ile mücadelesi bu iki ülkenin önünü kesemediği gibi, sadece bölgeyi daha da zayıflatıyor ve fay hatlarını kırılgan hale getiriyor. Buna karşılık, ABD-İsrail ikilisi bölgede daha da güçleniyor. Silah lobilerinden petrol kartellerine, sermayenin sürekli daha kazançlı çıktığı bu ortamda İsrail, (Körfez örneğinde görüldüğü üzere) çevresindeki tehditleri bir diğer tehdit üzerinden bertaraf ederken ya da kendisiyle işbirliğine mahkûm kılarken; ABD, bölgedeki askeri varlığını daha da arttırıyor ve kendisine bağımlı kılıyor. Diğer taraftan da İran’a alan açarak onu bölgesel bir tehdit ve hedefe dönüştürüyor.

Trump’ın “müzakere” vurgusu “kazan-kazana” devam çağrısı mı?

İran’a açılan alanın, Sünnilik-Şiilik zemininde mezhep ihtilafını ve bu bağlamda İslam dünyasındaki bölünmüşlüğü, (“Arap-Fars”, “Arap-Kürt”, “Arap-Fars-Kürt” gibi) etnik çatışmaları daha da genişlettiği-derinleştirdiği ve Irak örneğinde görüldüğü üzere ülkelerin bölünmesini hızlandırdığı tespiti birçok kesim tarafından yapılıyor. El Kaide ve Taliban sonrasında DEAŞ üzerinden oynanan oyunun bölgede İran’ın nüfuz alanını genişletmesi bu açıdan bir tesadüf olmasa gerek. İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki varlığına, bunun Tahran açısından sağladığı meşruiyet zeminine ve bu kapsamda yapılan değerlendirmelere bakıldığında durum daha da netlik kazanıyor.
Trump’ın “İran hiç savaş kazanmadı, ama asla bir müzakereyi kaybetmedi” sözü, kuvvetle muhtemel bu gerçeği de yansıtıyor. İran’ın eski cumhurbaşkanlarından Ahmedinejad’ın “ABD’nin 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak işgallerinde bu ülkeye yardım ettik” itirafı bu açıdan çok önemli. Nitekim rejime yönelik eleştirilerde “Direnç Cephesinin” temel hedefinin İran’a yönelik ABD saldırısını sınırları dışında tutmak olmadığı, ABD’nin bölgede yürüttüğü emperyal politikanın gerekçe gösterilmek suretiyle İran’ın kendi nüfuz alanını genişletmeye çalıştığı hususu ön plana çıkartılıyor. Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından onun aslında bir Fars milliyetçisi olduğuna yönelik iddialar ve İran’ın “Pers İmparatorluğunu” yeniden inşa peşinde olduğuna yönelik endişelerin altında da bu husus yatıyor.
Bu kapsamda tarihsel İran pragmatizmine vurgu yapılıyor ve ABD kadar İran’a da “ülkemi terk” et deniliyor. Irak halkının sokaklarda hem ABD’ye hem de İran’a karşı kullandığı temel slogan bu. Zira bugün Irak’ta “iki buçuk devlet” yapılanmasında “buçuk” Irak halkını yansıtırken, diğer ikisi ABD ve İran paralel devlet yapılanmalarına işaret ediyor.
İran’ın “kurtarıcı” olarak girdiği ülkelerde paralel devlet/yönetim inşa süreçleri elbette dikkatlerden kaçmıyor. Nitekim Suriye’de İran’a karşı değişen tutumun temelinde “Irak Modelinin” kendi ülkelerinde de adım adım uygulanacağı endişesi yatıyor. İkinci bir Irak olmak istemeyen Suriye, bundan ötürü olsa gerek Rusya’yı daha güvenilir bir ortak olarak görüyor. Son dönem Türkiye-Suriye hattındaki hareketlenmede de muhtemelen bu yerinde endişe önemli bir paya sahip. Önümüzdeki dönemde Türkiye yeni Suriye inşa sürecinde “dengeleyici” bir aktör olarak Şam nezdinde makbul bir devlete dönüşürse, hiç kimse şaşırmasın.

İran şartları ve şansını fazla zorluyor…

ABD ile çıkarlar bazlı “kazan-kazan” prensibine dayalı örtülü işbirliğinin İran’ı bölgesel bir güce dönüştürdüğü ortada. Fakat, görünen o ki, yaşanan konjonktür farklı işbirliklerini ve tercihleri gündeme taşımaya başlamış bulunuyor. Yani, İran da Soğuk Savaş sonrası değişen şartlara ve ortaya çıkan gerçekliğe uygun olarak sahip olduğu jeopolitik ve stratejik avantajdan hareketle daha fazlasını istiyor. Bu bağlamda uluslararası sistemdeki belirsizliği, zemin kayganlığını ve kaypak ilişkileri bir fırsata çevirmeye çalışıyor. Nükleer silah edinme ısrarı da bunun bir sonucu. Haliyle, şartları ve şansını fazlasıyla zorluyor.
ABD-İran arasında yaşanan sıkıntının temelinde de bu husus yatıyor.
Daha somut bir örnekle izah etmek gerekirse, İran kendisine tanınan manevra alanını içinde bulunduğu “hedefler-strateji-araçlar” ahenksizliğine rağmen daha da genişletme peşinde görünüyor. Bu da ABD’nin emperyal politikaları ile İran’ın “Pers İmparatorluğu” hedefinin kaçınılmaz bir şekilde çatışmasına yol açıyor. Cephe ülkesi olarak da karşımıza Irak çıkıyor. Son dönemde Irak’ta ABD varlığına ve hedeflerine yönelik saldırılar Washington açısından bu şekilde okunuyor. Kasım Süleymani ile Irak’taki ABD varlığına yönelik mevcut/olası terör saldırıları arasında ısrarla kurulmaya çalışılan bağın altında da bu yatıyor. ABD’nin gerçekleştirdiği suikast, bu bağlamda İran’a güçlü bir gözdağı olduğu kadar, aynı zamanda bir ihtar olması açısından da kayda değer.
Nitekim ABD’nin Süleymani suikastının 27 Aralık’ta Kerkük’te gerçekleştirilen ve bir askeri müteahhidin ölümüyle neticelenen saldırının intikamı ve Bağdat’taki Büyükelçiliğe yönelik saldırı girişimlerine bir cevap olarak nitelendirilmesi bu açıdan önemli. ABD, Süleymani üzerinden kırmızı çizgisini hatırlatıyor ve İran’ın ısrar etmesi durumunda savaşı bu ülke sınırları içine taşımaktan çekinmeyeceği mesajını veriyor. Trump’ın “ilk etapta 52 hedefi vururuz” açıklaması ve “Son 15 yılda İran Irak üzerinde gitgide daha fazla kontrol elde etti ve Irak halkı bundan mutlu değil. Bunun sonu kesinlikle iyi olmayacak!” çıkışı bu açıdan kayda değer.
Diğer taraftan İran’ın ABD’nin Irak’ı terk etme konusundaki ısrarının devam ettiği de görülüyor. Irak Parlamentosu ve içerideki birtakım gruplar (buna vekil örgütler de dahil) üzerinden ısrarı ve Amerikan üslerine yönelik saldırılar devam ederse, ABD istediği fırsatı ve meşruiyeti büyük ölçüde yakalamış olacaktır.
Bu arada, İran’ın ABD’nin başta Irak olmak üzere bölgeyi terk etmesini isterken Rusya-Çin ikilisinin desteğini arkasına alması, Trump’ı NATO’yu bölgeye daha etkin bir şekilde davet etmesine yol açmış görünüyor. Bu da krizin daha küresel bir boyuta erişebileceğiyle ilgili önemli bir gösterge olarak karşımıza çıkıyor. Bundan ötürü ABD’nin Irak’taki varlığı konusunda yaşanacak gelişmeler, krizin seyrini önemli ölçüde belirleyeceğe benziyor.

İran’a “eksen ayarı” ihtarı mı?

27-31 Aralık 2019 tarihleri arasında İran, Çin ve Rusya tarafından Hint Okyanusu ile Umman Körfezi’nde gerçekleştirilen ortak deniz tatbikatını da burada göz ardı etmemek gerekiyor. Zira Süleymani suikastı, ABD’nin su yolları ve enerji güzergâhları güvenliği bağlamında Kızıldeniz’den Hint Okyanusu’na hatta Malaka Boğazı’na kadarki varlığını, çıkarlarını tehdit etme potansiyeli taşıyan “denizdeki yeni güç üçgeni” oluşumuna ve “Kuşak ve Yol’a” (Çin İpekyolu) bir cevap olarak da karşımıza çıkıyor.
İran’ın “Akdeniz Koridoru Projesinin” ve “Kuşak ve Yol’un” önemli bir sacayağını oluşturan, Tahran’dan başlayıp Bağdat ve Şam’dan geçerek Beyrut’a ulaşan karayolunun açılışını gerçekleştiren Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, bu boyutuyla da sembolik bir mesaj içeriyor.

Rejimin önündeki zor tercih…

Bundan ötürü İran’ın, yeni konjonktürel duruma uygun nasıl bir cevap vereceği, krizin geleceği açısından oldukça önemli. Zira Trump da adımını buna göre atacak. Bu kapsamda Trump’ın “İran’da rejim değişikliği peşinde değiliz, Ancak İran rejiminin bölgedeki vekâlet savaşları derhal sona ermelidir” açıklaması ve açık ara dünyanın en güçlü ve donanımlı ordusuna sahip olduğu çıkışı önemli. Trump bu ifadesiyle, küresel güç mücadelesinde İran’ın üstlendiği vekil güç statüsüne ve bu bağlamda bölgede yürüttüğü savaşlara dikkatleri çekerek “tercihini doğru yap” diyor.
Öyle görünüyor ki İran bu mesajı aldı. Fakat İran’ın artık eskisi gibi “kayıkçı oyununu” devam ettirebilme lüksü yok. Zira Rusya ve Çin’le son dönemde geliştirdiği ikili ilişkiler, manevra alanını fazlasıyla daraltmış vaziyette. Dolayısıyla kavganın boyutu ve geleceği büyük ölçüde şu üç soruya verilecek cevapta saklı: Hangi İran? Nasıl bir İran? Kimin İran’ı?


Suudi Arabistan’ın Libya politikası ve Türkiye karşıtlığının arka planı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Suudi Arabistan, bu yılın başından itibaren Libya iç savaşına yönelik pozisyonunu açık bir şekilde Trablus ve Ankara karşıtlığı üzerine belirleyip aktif faaliyet yürütmeye başladı.






Son on yılda Orta Doğu, bölgesel güç ilişkilerinde köklü bir değişimi beraberinde getiren istikrarsız bir sürece tanıklık etti. Bu sürecin bölgesel ölçekte yaşanmasında iki temel değişim dinamiği etkili oldu. İlki, ABD’nin bölgeye yönelik askeri angajmanını yeniden yapılandırarak bölgesel güvenlik ve istikrarın teminine dair sorumluluk almaktan mümkün mertebe kaçınması; ikincisi ise bölgesel değişim ve dönüşüme yol açan rejim karşıtı ayaklanmalar.
Bu iki değişim dinamiğinin eş zamanlı olarak etkisini göstermesi, Orta Doğu’da bölgesel aktörlerin güvenlik tehdidi algıları ile dış politika hedef ve önceliklerini yeniden biçimlendirdi. Bölgenin temel aktörleri arasında rekabet, çatışma ve geçişken/değişken ittifaklar “normal” bir ilişki biçimine dönüşürken, bölgenin zayıf devletleri ise bu temel aktörler arasındaki güç mücadelesinin şiddetli bir şekilde yaşandığı sahalara dönüştüler. Beliren yeni koşullar altında tıpkı Suriye, Yemen, Irak’ta gözlendiği üzere, Libya da bölgesel aktörlerin müdahil olduğu bir iç savaşa sürüklendi. Böylece Libya, 2011-2014 döneminde rejim yanlıları ile rejim karşıtları arasında yaşanan çatışmalara sahne olurken, 2014-2019 döneminde ise Trablus (Ulusal Mutabakat Hükümeti) ve Tobruk (Temsilciler Meclisi) olmak üzere başlıca iki rakip muhalif grup arasında devam eden bir iç savaşa dönüştü. İç savaşın ikinci aşamasında, bölgeden Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın siyasi, askeri ve ekonomik desteğini arkasına alan General Hafter öncülüğündeki blok, uluslararası toplum tarafından tanınan Trablus merkezli meşru hükümeti, önce darbe girişimi ve ardından silahlı saldırılarla alaşağı ederek ülkede yeniden otoriter askeri yönetimi tesis etmeye çalışmakta.
S. Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn’den müteşekkil ve “Arap Dörtlüsü” olarak tanımlanan bölgesel bloğun temel amacı; içeride kendi otoriter rejimlerinin gücünü tahkim etmek, dışarıda ise Arap ülkelerinde yaşanan devrimleri "günün şartlarına uygun otoriter yönetimler" tesis ederek kontrol altına almak.

Suudi Arabistan’ın Libya politikasının siyasi zemini

2019 yılına kadar meşru hükümet karşıtı gruplara verilen destek hususunda Mısır ve BAE’ye kıyasla geri planda kalan Suudi Arabistan, bu yılın başından itibaren Libya iç savaşına yönelik pozisyonunu açık bir şekilde Trablus ve Ankara karşıtlığı üzerine belirleyip aktif faaliyet yürütmeye başladı. Suudi yönetiminin Libya politikası, rejim güvenliği ve bölgesel güç rekabeti olmak üzere iki sütun üzerine inşa edildi. 2009-2019 döneminde Riyad yönetimi, Arap ayaklanmaları nedeniyle siyasi dönüşüm dalgasına maruz kalmasının yanı sıra müttefiki ABD’nin kendisine sağladığı güvenlik taahhütlerinden de mahrum kaldı. Bu iki değişim dinamiği ulusal ölçekte Suudi hanedanının doğrudan kontrol ettiği rejimin güvenliğini tehlikeye atarken, bölgesel ölçekte rakipleri İran ve Türkiye karşısında bölgesel nüfuzunu zayıflatmaktaydı. Dolayısıyla Suudi Arabistan’ın Libya’da yaşanan gelişmelere yönelik temel yaklaşımını, son on yılda yoğunluk kazanan ulusal ve bölgesel güç mücadelesinin bir yansıması şeklinde değerlendirmek mümkün.
Suudi Arabistan’ın Libya’da sergilediği tutum, onun aynı dönemde bölgesel gelişmelere ilişkin benimsediği tavırla bir bütünlük ve süreklilik içermekte. Her şeyden önce, Arap ayaklanmaları nedeniyle bölgede otoriter rejimlerde meydana gelen siyasi dönüşüm, ülke yönetimini elinde tutan Suudi hanedanı tarafından yakın bir güvenlik tehdidi şeklinde görülmekteydi. Ayaklanmaların başarıya ulaşması neticesinde Suudi Arabistan’da da benzer bir sürecin yaşanma ihtimali Riyad yönetimini ciddi şekilde kaygılandırıyordu. Öte yandan, halk hareketlerinin ardından yaşanan siyasi değişim ve dönüşümler neticesinde iktidara gelen yeni hükümetlerin Suudi Arabistan’ın bölgesel rakipleriyle yakın iş birliği içerisine girme eğilimi, Riyad yönetiminin bölgesel etkinliğini kısıtlamakta ve onu bölgesel yalnızlığa itmekteydi. Bu yeni bölgesel denklemi daha çetrefilli hale sokan ise Suudi Arabistan’ın, geleneksel müttefiki ABD tarafından yalnız bırakılmasıydı. Bu iki tehdidin üstesinden gelmek amacıyla Riyad yönetimi, Arap ülkelerindeki ayaklanmaların başarıya ulaşmasını engelleme, bu yapılamadığı takdirde siyasi dönüşümü kendine yakın gruplar aracılığıyla kontrol altına alma yönünde bir stratejiyi benimsedi. Fakat Riyad, belirlenen bu stratejisinin hayata geçirilebilmesi ve başarılı olabilmesi için kendisiyle birlikte hareket edecek bölgesel müttefiklere ihtiyaç duyuyordu. 2011-2014 döneminde bu stratejiyi uygulama aşamasında nispeten yalnız kalan Suudi Arabistan, Temmuz 2013’te Mısır’da gerçekleştirilen askeri darbe ve ardından 2014’te Abdülfettah es-Sisi’nin cumhurbaşkanı olmasıyla bu yalnızlığından kurtuldu.

Türkiye karşıtlığının arka planı

Mısır’daki askeri yönetimin gücünü içeride konsolide etmesiyle Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn’den müteşekkil bölgesel bir blok kuruldu. “Arap Dörtlüsü” şeklinde tanımlanan bu gruplaşmanın en temel amacı; içeride iç ve dış tehlikeler karşısında kendi otoriter rejimlerinin gücünü tahkim etmek, dışarıda ise Arap ülkelerinde yaşanan devrimleri "günün şartlarına uygun otoriter yönetimler" tesis ederek kontrol altına almaktı. Suudi Arabistan’ın bölgede Türkiye karşıtı bloka kayması, bu stratejik hedeften kaynaklanıyor. Arap ayaklanmaları sürecinde halkın yanında yer alan Türkiye; Mısır, Tunus ve Libya’da siyasi değişim sonucu iktidara gelen yeni yönetimlerle güçlü siyasi, ekonomik ve askeri işbirliği bağları kurmuş bulunmaktaydı. 2014-2019 döneminde “Arap Dörtlüsünün” yukarıda bahsedilen stratejik hedefe ulaşmaya yönelik bölgesel faaliyetleri, Türkiye’nin stratejik kazanımlarını tersine çevirmeye dönük bir politikaya dönüştü. Ancak, Maşrık bölgesinde Irak ve Suriye’de gerçekleşen güç mücadelesinde İran karşıtlığı üzerinden Türkiye’ye ihtiyaç duyan Suudi Arabistan, 2017 yılına kadar Türkiye’yi doğrudan karşısına almayıp, Mağrip bölgesinde Tunus ve Libya’daki faaliyetlerini örtülü bir şekilde hayata geçirmekteydi.
“Arap Dörtlüsünün” ilk icraatı özellikle Mısır, Libya ve Tunus’ta Türkiye ile ortak hareket eden Katar’ı yalnızlığa iterek cezalandırmak oldu. Bu amaçla Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn, Mart 2014’te büyükelçilerini Doha’dan geri çekme kararı aldılar. “Arap Dörtlüsünün”, Katar’ı Arap dünyasında yalnızlığa iterek dış politikasına yön tayin etme hamlesi, Mağrip’te Türkiye’nin elini zayıflatma girişiminden ibaretti. Bunun ardından “Arap Dörtlüsü”, Haziran 2017’de aldığı ani bir kararla Katar’la tüm diplomatik ilişkilerini sonlandırdı ve Katar’a abluka uygulamaya başladı. Ablukanın sonlandırılması karşılığında Katar’a dayatılan 13 maddelik “talep listesi” içerisinde Türkiye’nin Katar’daki askeri varlığının sonlandırılması şartının da yer alması, bu ülkelerin Türkiye karşıtlığında birleştiklerinin en somut göstergesi oldu. Daha sonra, Ekim 2018’de Türkiye’nin egemenlik hakları hiçe sayılarak Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki başkonsolosluğunda Suudi vatandaşı Cemal Kaşıkçı vahşice katledildi. Her ne kadar Suudi konsolosluğunda işlenmiş olsa da Kaşıkçı cinayeti de “Arap Dörtlüsünün” Türkiye’yi bölgede sınırlandırma ve ona gözdağı verme çabasının bir parçasıydı. Aynı şekilde dörtlü blok, Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PKK/YPG’nin varlığını sonlandırmak ve Suriyeli mültecilere güvenli bölge inşa etmek amacıyla Ekim 2019’da Türkiye’nin yürüttüğü Barış Pınarı Harekâtına karşı da açık tavır sergiledi. Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn, bireysel olarak Türkiye’nin başlattığı harekâtı kınamakla kalmadılar, Arap Birliği’ni acil toplantıya çağırarak örgüt bünyesinden kınama çıkardılar.
“Arap Dörtlüsünün” Libya ve diğer bölgesel krizlerde açık bir şekilde Türkiye karşıtı faaliyetler yürütmesinde BAE özgül bir ağırlığa sahip. İleri düzeydeki finansal harcamaları sayesinde BAE, ulusal güç kapasitesinin ötesinde bir nüfuz oluşturup, bu blok içinde saf tutan diğer ülkeleri de yönlendiriyor.

Türkiye karşıtı politikalarda BAE'nin ağırlığı

Ancak bu süreçte, “Arap Dörtlüsünün” Libya ve diğer bölgesel krizlerde açık bir şekilde Türkiye karşıtı faaliyetler yürütmesinde BAE’nin özgül ağırlığa sahip olduğunu kaydetmek gerekiyor. İleri düzeydeki finansal harcamaları sayesinde BAE’nin kendi ulusal güç kapasitesinin ötesinde bir nüfuz oluşturup, bu blok içinde saf tutan diğer ülkeleri dahi yönlendirdiği bilinen bir gerçek. Libya’da Türkiye karşıtı yerel grupların koordine edilmesi ve sahada ilerleme kaydetmelerinde BAE’nin mali ve askeri desteği kilit rol oynamaktadır. BAE, Libya’da kendine yakın gruplara askeri destek hususunda yalnızca silah, mühimmat ve teçhizat temin etmemekte, aynı zamanda Mısır ve Libya’daki askeri üsleri kullanarak kritik dönemlerde doğrudan hava harekatları düzenleyerek, sahadaki güç dengesini Türkiye’nin arkasında bulunduğu Trablus hükümeti aleyhine çevirebilmektedir.
Öte yandan Suudi Arabistan, “Arap Dörtlüsüyle” ortak hareket etmek suretiyle 2019 yılı başından itibaren uluslararası tanınırlığı bulunmayan Libya Ulusal Ordusu’nun meşru hükümetin bulunduğu başkent Trablus’u ele geçirme girişimine açık destek vermeye başladı. Mart 2019’da Riyad’ı ziyaret edip Kral Selman’la görüşme gerçekleştiren General Hafter, Suudi yönetiminin kendisine yönelik mali, askeri ve diplomatik desteğini artırması için talepte bulundu. General Hafter’in Riyad’ı ilk defa ziyaret ediyor olması ve bu ziyarette Kral Selman’dan mali yardım sözü alması, Riyad yönetiminin Libya politikasının yeni bir boyut kazındığına işaret ediyordu. Nisan 2019’da General Hafter’in Trablus’u ele geçirmek amacıyla yoğun askeri saldırı başlatması, ziyaretin önemini ortaya koymaktaydı. “Arap Dörtlüsünden” aldığı mali ve askeri destek sayesinde hakimiyet alanını giderek genişleten General Hafter karşısında Trablus’taki meşru hükümetin ayakta kalabilmesi için Türkiye askeri angajmanını artırmak zorunda kaldı.
Kasım ayında Başbakan Serrac’ın Türkiye’yi ziyaretinde Ankara ile Trablus arasında Güvenlik ve Askeri İşbirliği ile Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması alanında olmak üzere son derece önemli iki anlaşma imzalandı. Güvenlik ve Askeri İşbirliği anlaşması uyarınca Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) askeri destek talebine yanıt olarak 2 Ocak 2020’de bir yıl süreyle Türk askerinin Libya’ya gönderilmesini öngören tezkere mecliste kabul edildi. Türkiye’nin Libya’ya asker göndermesi gündeme gelir gelmez “Arap Dörtlüsü” bir kez daha Türkiye karşıtı tavır takınmaya başladı. Libya gündemiyle olağanüstü toplantı gerçekleştiren Arap Birliği, “Arap Dörtlüsünün” çabaları neticesinde Libya’ya dışarıdan müdahalenin reddedildiğini vurgulayan bir karar aldı. Aynı toplantıda, bu dört ülke tarafından Libya’nın meşru temsilcisi olarak Trablus hükümetinin Arap Birliği’ndeki siyasi temsilinin sonlandırılmasına ilişkin faaliyetler dahi yürütüldü. Türkiye’nin Libya’ya asker konuşlandırması konusunda Suudi yönetimi tarafından yayımlanan kınama açıklamasında, Türkiye’nin “Arap ülkelerinin içişlerine karıştığı ve bölgesel güvenliği tehdit ettiği” ileri sürülmektedir. Riyad bu şekilde davranarak, “Arap Dörtlüsünün” Libya’nın içişlerine müdahil olmak suretiyle sebep olduğu çatışma ve istikrarsızlığın kaynağı olarak Türkiye’yi göstermeye çalışmaktadır.
Sonuç olarak, son birkaç ay içerisinde Türkiye’nin Libya’da askeri angajmanını artırması ve sahada meşru hükümet aleyhine dönmüş olan güç dengesini restore etmeye dönük girişimi, Suudi Arabistan’ın da aralarında bulunduğu dörtlü Arap blokunun bu ülkede belirlediği temel stratejik hedefin elde edilmesi sürecinde karşıt bir ağırlık oluşturdu. Bu nedenle, söz konusu devletler grubunun Libya ve diğer bölgesel meselelerde Türkiye karşıtlığını daha da ileri bir düzeye taşıyıp, Ankara’nın “Arap ülkelerinin içişlerine karıştığı ve bölgesel güvenliği tehdit ettiği” düzlemine oturtulan kara propagandaya ağırlık vereceği öngörülüyor. Türkiye buna hazırlıklı olmalı. Bu kara propagandanın başarıya ulaşmasını engellemenin yolu, bölgesel ve küresel ölçekte diplomasiyi etkin bir şekilde işletmekten geçmektedir.



google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html