BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

29 Kasım 2019 Cuma

Diyarbakır annelerinin evlat nöbeti

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Diyarbakır annelerinden Altıntaş: Ya oğlumu alacağım ya da burada öleceğim

Diyarbakır annelerinin, dağa kaçırılan çocuklarına kavuşma ümidiyle HDP İl Başkanlığı binası önündeki evlat nöbeti devam ediyor.



Çocuklarının dağa kaçırılmasından HDP'yi sorumlu tutan Diyarbakır annelerinin, partinin il binası önünde 3 Eylül'de başlattığı oturma eylemi 87'nci gününe girdi.
5 yıl önce dağa kaçırılan oğlu Müslüm'e kavuşmak ümidiyle oturma eylemi yapan Songül Altıntaş, evlatlarını almadan parti binası önünden gitmeyeceklerini söyledi.

"Ya oğlumu alacağım ya da burada öleceğim"

Altıntaş, şöyle konuştu:
"Ne kadar uğraştıysam HDP ve PKK çocuğumu vermiyor. Uğraştık, yalvardık, oğlumu vermiyorlar. Hangi kapıya gideceğimizi bilmiyoruz. Tek kelime söylüyoruz. Çocuğumuzu versinler. Biz de buradan kalkıp gidelim. 87 gündür buradayız, 87 yıl da olsa biz buradan kalmayacağız. İlk geldiğim gün de dedim ya oğlumu alacağım ya da burada öleceğim, başka çaresi kalmadı."
Artık dayanacak güçlerinin kalmadığını belirten Altıntaş, "Çocuğum bu soğukta, biz burada dayanamıyoruz. Oğlum kaç yıldır, mağaralarda, dağlarda, karlar üstünde, tipide şimdi ne hallerde? Buna yürek dayanır mı? Bunlar ne biçim insanlar? Anlamıyorum." dedi.
"Kürtler için bunlar ne yapmışlar? Kürtler için asla bir şey yapmamışlar. Kürtlere zarar vermekten başka bir şey yapmamışlar. Sadece, Kürtlere acı, gözyaşı vermişler. Annelerin yüreğini yakmışlar. En büyük acıyı Kürtlere yaşatıyorlar." diyen Altıntaş, terör örgütünün kaçırdıkları çocukların hayatlarını söndürdüklerini belirtti.
Altıntaş, "Bizim bir Türkiyemiz, vatanımız, bayrağımız var. Biz başka bir şey istemiyoruz. Ben oğlumu özledim. Oğlumun sesine, kokusuna, yürüyüşüne hasretim. Oğlum aklıma gelince yüreğim yanıyor. Artık ne yapacağımı bilemiyorum." ifadelerini kullandı.

"Bunların dini, imanı yok"

Oturma eylemindeki annelerden Sevdet Demir de oğlu Fatih'in 4 yıl önce Hani ilçesinde ekmek fırınında çalışırken dağa kaçırıldığını söyledi.

"Oğlumdan hayırlı haber gelene kadar, ölsek de buradan gitmeyeceğiz" diyen Demir, evladını istemekten vazgeçmeyeceğini dile getirdi.
Oğlunun zalimlerin eline düştüğünü, merhamet ve vicdanlarının olmadığını kaydeden Demir, şunları söyledi:
"Onlardan sadece çocuklarımızı istiyoruz. Ölse de cesedini de bize vermiyorlar. Bunların dini, imanı yoktur. Çocuklarımız şimdi bu soğukta açtır. Kuru ekmek ellerine düşüyor mu? Onlar gitsin çocuklarına kuru ekmek versin. Çocuklarımızın üzerinde elbise var mıdır? Onların çocukları markalı bot ve montlar giyiyor. Kim bilir ne haldeler. Allah onların belasını versin, onlar da çoluk çocuğundan hayır görmesin inşallah."

'Annelerin bedduası çok kötüdür. Çocuklarımızı bıraksınlar'

Diyarbakır annelerinin başlattığı evlat nöbeti 86'ncı gününde devam ederken anne Süheyla Demir "Bu dünyada olmasa da öbür dünyada elimiz onların yakasındadır. Annelerin bedduası çok kötüdür. Çocuklarımızı bıraksınlar" dedi.



Diyarbakır annelerinin, dağa kaçırılan çocuklarına kavuşma ümidiyle HDP İl Başkanlığı binası önündeki evlat nöbeti devam ediyor.
Çocuklarının dağa kaçırılmasından HDP'yi sorumlu tutan Diyarbakır annelerinin, partinin il binası önünde 3 Eylül'de başlattığı oturma eylemi 86'ncı gününe girdi.
İstanbul'dan 5 yıl önce 14 yaşında dağa kaçırılan oğlu Tuncay için oturma eylemine katılan Fatma Bingöl, yaptığı açıklamada, oğluna kavuşuncaya kadar eylemini kararlılıkla sürdüreceğini söyledi.
Evladını istemekten vazgeçmeyeceğini dile getiren Bingöl, şöyle konuştu:
"Bir umutla geldik oturduk, çocuklarımızı bekliyoruz. Evime eli boş gitmek istemiyorum. Çok özlediğim çocuğumu almadan gitmek istemiyorum. Onu çok seviyorum, hasretine dayanamıyorum. Çocuğumu istiyorum, başka bir şey
istemiyorum."
HDP'ye çağrıda bulunan anne Bingöl, "Artık insanların canını yakmasınlar, anneleri ağlatmasınlar. Anaların bedduası zordur, arşı titretir. Milletin çocuklarını geri göndersinler. Artık milletin canını yakmasınlar. Neden benim ciğerimi
parçaladılar? Çok şükür Müslümanız, toprağımız da devletimiz de var. Niye çocuklarımızı dağa götürüp devlete karşı silah doğrultuyorlar." ifadelerini kullandı.

"Çocuklarımızı bizden kopardılar"

Ağrı'dan gelerek 5 yıl önce 17 yaşında dağa kaçırılan kızı Hayal'e kavuşma ümidiyle eyleme katılan Süheyla Demir de 86 gündür çocuklarına kavuşma ümidiyle oturma eylemini sürdürdükleri söyledi.
"HDP ve PKK çocuklarımızı bizden kopardı. Ciğerlerimizi yaktı." diyen Demir, şunları dile getirdi:
"Allah'tan dilerim ki onlar da evlat acısı çeker. Bu dünyada olmasa da öbür dünyada elimiz onların yakasındadır. Annelerin bedduası çok kötüdür. Bizim çocukları bıraksınlar. Artık yeter, bu acıyı 5 yıldır çektik. Artık dayanamıyoruz. Çocuklarımızı çok özledik. Çocuklarımızın sesini, kokusunu özledik. Çocuklarımızı bizden kopardılar. Şimdi sadece fotoğraflarını taşıyoruz. Bu da ciğerlerimizi yakıyor."

'85 yıl da olsa evladımızı almadan buradan kalkmayacağız'

Asker oğlu 2015'te usta birliğine giderken kaçırılan Cennet Kavaklı, "Oğlumu çok özledim. Bugün 85'inci gün, 85 yıl da olsa evladımızı almadan buradan kalkmayacağız. İnşallah oğlum sağ salim gelir." dedi.



Diyarbakır annelerinin, dağa kaçırılan çocuklarına kavuşma ümidiyle HDP İl Başkanlığı binası önündeki evlat nöbeti devam ediyor.
Çocuklarının dağa kaçırılmasından HDP'yi sorumlu tutan Diyarbakır annelerinin, partinin il binası önünde 3 Eylül'de başlattığı oturma eylemi 85'inci gününe girdi.

"İnşallah bundan sonra hiçbir annenin ve babanın yüreği yanmaz"

Gaziantep'ten gelen Cennet Kavaklı yaptığı açıklamada, 2015'te usta birliğine giderken Tunceli Pülümür yolunda PKK'lı teröristlerce kaçırılan asker oğlu Adil Kavaklı'ya (24) kavuşuncaya kadar eylemini kararlılıkla sürdüreceğini söyledi.

Evladını istemekten vazgeçmeyeceğini dile getiren Kavaklı, şöyle konuştu:
"Oğlumu çok özledim. Bugün 85'inci gün, 85 yıl da olsa evladımızı almadan buradan kalkmayacağız. İnşallah oğlum sağ salim gelir. Oğlumun kokusunu, konuşmasını özledim. O bana 'anneciğim' diyerek boynuma sarılırdı. Oğlumun her şeyini özledim. Bazen yemek yaparken 'Adil bu yemeği çok severdi.' diyorum. Ondan sonra yiyemiyorum. Aklımdan hiç çıkmıyor. Çoğu zaman onun sevdiği yemekleri oğlum yanımda olmadığı için yapmıyorum."

Terör örgütü PKK ve HDP'ye tepkisini dile getiren Kavaklı, "İnşallah bundan sonra hiç bir annenin ve babanın yüreği yanmaz. Bir vatanımız, bir bayrağımız var. Önce Allah sonra vatan. İnşallah biter ve zafer bizim olur." dedi.

"PKK'dan korkmuyorum"

Dağa 5 yıl önce kaçırılan oğlu Roşat için Hakkari'den gelen anne Necibe Çiftçi ise evladı gelinceye kadar oturma eylemini sürdürmekte kararlı olduğunu söyledi.
Büyük oğlu Sami Çiftçi'nin de terör örgütüne destek vermediği için 2017'de PKK'lılarca köyden kaçırılarak katledildiğini anımsatan Çiftçi, "Çocuğumu almadan buradan kalkmayacağım." dedi.
Anne Necibe, kaçırılan oğlu Roşat için oturma eylemini sürdüreceğini belirterek, "HDP bizi temsil etmiyor. Bizi temsil etseydiler çocuğumuzu dağa götürürler miydi? Çocuklarımızı kandırırlar mıydı? 8. sınıfta okuyan, liseye geçecek çocuğu yaz tatilinde zorla dağa kaçırırlar mıydı?" ifadelerini kullandı.

Çiftçi, sözlerini şöyle sürdürdü:
"PKK'dan korkmuyorum. Onlardan korksaydım buraya gelmezdim. Onlar benim iki yavrumu, güya benim için öldürmüşler, birisini dağa kaçırdılar, birisini de şehit ettiler. İçim yanıyor, her gün bir fırında ekmek nasıl pişiyorsa benim içim de öyledir. Burada ölürsem,Türk bayrağı üstüme örtüp şehitliğe defnetsinler. Ben çocuğumu almayana kadar buradan kalkmam."
Çocuğunu çok özlediğini anlatan Çiftçi, "Çocuğumun kıyafetleri valizde her gün onları çıkarıp kokluyorum. Gece yatana kadar kokusu burnumda. Yatağını da daha yıkamadım, her gün yatağını kokluyorum." dedi.

"Çocuklarımız gelsin temiz yataklarında uyusun"

Tüm annelerin kendilerine destek vermesini isteyen Çiftçi, şunları dile getirdi:
"Bütün anneler gelin buraya, dik durun çocuklarımızı isteyelim. Çocuklarımız o rezillikten, pislikten, o bitlerin içinden çıksın. Çocuklarımız gelsin temiz yataklarında uyusun. Şemdinli'de tanıdığım annelere telefon açıp buraya çağırıyorum. Siz de gelip çocuklarınıza sahip çıkın. Bugün 85 gündür buradayım 85 sene de sürürse devam edeceğim. Ölene kadar buradayım. Eğer ölürsem de Türk bayrağını üstüme örtün beni şehitlik mezarlığına götürsünler. Ben Türk bayrağının altında yaşıyorum.Türk bayrağının altında da öleceğim."
Oğlu Vedat için eyleme katılan baba Şehmus Kaya ise çocuğuna kavuşuncaya kadar eylemini sürdüreceğine işaret ederek, "Ben Kürt'üm ama bu bayrağın altında yaşamaktan mutluyum." diye konuştu.

'Ellerinde kalem olması gereken çocuklarımızın eline silah vermişler'

Dağa kaçırılan 14 yaşındaki oğlu için oturma eylemi yapan anne Fatma Bingöl, "Ellerinde kalem olması gereken çocuklarımızın eline silah vermişler. Çocuğumun kokusunu özledim, artık çocuğuma sarılmak istiyorum. dedi."



Diyarbakır annelerinin, dağa kaçırılan çocuklarına kavuşma ümidiyle HDP İl Başkanlığı binası önündeki evlat nöbeti devam ediyor.
Çocuklarının dağa kaçırılmasından HDP'yi sorumlu tutan Diyarbakır annelerinin, partinin il binası önünde 3 Eylül'de başlattığı oturma eylemi 80'inci gününe girdi.
Ellerinde çocuklarının fotoğrafıyla bekleyişini sürdüren annelerden Fatma Bingöl, İstanbul'dan 5 yıl önce 14 yaşında dağa kaçırılan oğlu Tuncay Bingöl için oturma eylemine katıldığını söyledi.
Evlatlarından haber alma umuduyla oturma eylemlerini sürdürdüklerini belirten Bingöl, "80 gündür buradayız. Çocuklarımızı endişeyle bekliyoruz. Bizim sonumuz ne olacak? Çocuklarımızın sonu ne oldu? Yaşıyorlar mı öldüler mi bilmiyoruz. Bizim sabrımız tükendi. Hepimiz hastayız. Artık bize bir haber getirsinler, bilgi versinler." dedi.

"Evlatlarını kimseye yedirmesinler"

Çocukları dağa kaçırılan anne ve babalara çağrıda bulunan Fatma Bingöl, şöyle konuştu:
"Bütün anne ve babalara sesleniyorum; Bize destek versinler, sessiz kalmasınlar. Kendi haklarını savunsunlar. Evlatlarını kimseye yedirmesinler. Bizim evlatlarımız gitti. Onlar da gelsinler burada mücadele versinler ve kendi evlatlarını istesinler. Korkmasınlar. Korkmakla hiçbir şey elde edilmez. Korkmadan kendi çocuklarını buradan istemeye gelsinler."
Bingöl, oğlunu rüyasında gördüğünü de ifade ederek, şöyle dedi:
"Çocuğumun kokusunu özledim, artık çocuğuma sarılmak istiyorum. Rüyalarımda çocuğumu görüyorum, uyandığımda gerçek sanıyorum. O çocukların suçun günahı neydi? Çocuklarımız bugün evde olması gerekirken dağdalar. Ellerinde kalem olması gereken çocuklarımızın eline silah vermişler. Biz bunu istemiyoruz. Çocuklarımızı istiyoruz, artık duysunlar bizi."

"80 gündür HDP'den hiçbir bilgi alamadık"

Ağrı'dan gelerek 4 yıl önce dağa kaçırılan oğlu Mehmet için eyleme katılan baba Salih Gökçe ise anne ve babaların evlatlarını kavuşmak için oturma eylemine devam ettiğini belirterek, "Bugün bir aile daha geldi. Mutlu olduk. 80 gündür HDP'den hiçbir bilgi alamadık. Burada anne babalar çocukları için oturuyor. Evlat acısını bize yaşatanlara bedduamız, bize evlat acısı yaşatanlar da aynı acıyı yaşasın." diye konuştu.





Cumhurbaşkanı Erdoğan: İslam bize göre değil, biz İslam'a göre hareket edeceğiz

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Din, kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşer. Bunun için İslam bize göre değil, biz İslam'a göre hareket edeceğiz." dedi.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanlığınca bir otelde düzenlenen 6. Din Şurası'nın kapanış programında yaptığı konuşmasında, şuranın ülke, millet ve tüm insanlık için hayırlara vesile olmasını diledi, katkı sunanlara şükranlarını iletti.
15 Temmuz gecesi okudukları selalar ve ezanlarla milleti direnişe çağıran tüm din görevlilerine tekrar şahsı ve Türk milleti adına şükranlarını sunan Erdoğan, "Her biriniz o geceki duruşunuzla insanımızın gönlünde taht kurdunuz. Milletimiz sizin mücadelenizi de sizlere saldıran bazı gafillerin ihanetini de asla unutmayacaktır. Bu vesileyle asırlardır mihrapları imamsız, minberleri hatipsiz, minareleri ezansız, bizleri vatansız bırakmamak için canlarını feda eden aziz şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum. Rabbim bu ülkeyi ve bu necip milleti her türlü sapkınlıktan, beladan, musibetten, terör eylemi ve ihanetten muhafaza eylesin diyorum." ifadelerini kullandı. 
Şura kapsamında değerli ilim, hikmet ve gönül insanları ile beraber olmaktan duyduğu memnuniyeti dile getiren Erdoğan, Türkiye'nin dört bir köşesinden gelen, her biri kendi alanında temayüz etmiş hocalarla görüşme fırsatını bulduğunu belirtti. 
Diyanet İşleri Başkanlığının, İslam dünyası ve insanlık açısından kritik bir dönemde anlamlı bir toplantıya ev sahipliği yaptığına dikkati çeken Erdoğan, şöyle konuştu: 
"25 Kasım'da başlayan 6. Din Şurası sırasında oldukça verimli ve kapsamlı fikir alış verişleri gerçekleştirildi. İnanç karşıtı akımlardan, din istismarına, dini rehberlik hizmetlerinden, aile kurumuna, gençliğe yönelik din eğitiminden manevi danışmanlığa, sosyal medyaya, yurt dışı diyanet hizmetlerine ve İslam düşmanlığına kadar hepsi birbirinden önemli konularda samimi tartışmalar yaşandı. Konunun uzmanlarının teklif ve görüşleri ile Diyanet İşleri Başkanlığımızın hizmet stratejisi belirlenmeye çalışıldı, eksikleri giderildi, varsa yanlışlar düzeltildi, yapılan hayırlı işler tekrar gözden geçirildi. Diyanet hizmetlerinin etkinliğinin ve verimliliğinin daha da artırılması için bazı kararlar alındı. Şura kararlarının ülkemiz, milletimiz, yurt dışındaki vatandaşlarımız, gönül coğrafyamız ve tüm alemi İslam için hayırlara vesile olmasını diliyorum."

"Müslümanlar sıkıntılarına devayı din kardeşlerinde değil yabancılarda arıyor"

Şura'da 37 karar alındığına işaret eden Erdoğan, "Rabbim bereketini arttırsın." dedi.
Erdoğan, birikimleri, değerli görüşleri ile şuraya katkı sunan tüm hocalara, bilim adamlarına, mütefekkirlere teşekkür ederek, şura kararlarının kapsamlı istişareler sonucunda ortaya çıkmış olmasını da ayrıca önemsediğini belirtti. 
İstişarenin bir peygamber geleneği olduğuna işaret eden Erdoğan, bir konu hakkında işin ehline başvurarak danışmak ve fikir almanın Allah Resulü'nün benimsediği ve ümmetine öğrettiği bir usul olduğunu anlattı. 
Hazreti Muhammed'in "İstişare eden, pişman olmaz." hadisi şerifini hatırlatan Erdoğan, peygamberin bu sözüyle hem tavsiyede bulunduğunu hem de müjde verdiğini söyledi. 
"Asr-ı Saadetten bugüne kadar Müslümanlar da şura geleneğini ayakta tuttukları müddetçe başarıdan başarıya koşmuşlardır." diyen Erdoğan, istişare kültürünün terk edildiği dönemlerde ümmet olarak hep birlikte geriye düşüp mevzii kaybettiklerini belirtti.

Erdoğan, son iki asırda yüzleştikleri pek çok sıkıntının gerisinde şuraya hak ettiği değerin verilmemesinin olduğunu dile getirerek, şunları kaydetti: 
"Kendi meselelerini özgürce konuşmayan, tartışmayan Müslümanlar, maalesef başkalarının yönlendirmesine, kimi zaman da manipülasyonuna açık hale gelmiştir. İstişare kültüründen uzaklaştıkça vahdetin yerini giderek tefrika almıştır. Ne yazık ki İslam ümmeti zamanla bir araya gelme, ortak iş yapma, sorunlarına müşterek çözüm üretme zeminlerini de kaybetmişlerdir. Bugün bile Kudüs, Filistin, İslam düşmanlığı, terörle mücadele, adalet, insan hakları dahil pek çok meselemizde bu eksikliği görüyoruz. Müslümanlar sıkıntılarına devayı din kardeşlerinde değil yabancılarda, Batılılarda, Batı başkentlerinde arıyor. Mezhep, meşrep ve çıkar eksenli yaklaşımlar, İslam ümmetini ortak bir paydada buluşmaktan alıkoyuyor. Kişisel kavgalarını, ümmetin maslahatının üstünde gören bir anlayışın, Müslümanlara verebileceği hiçbir şey yoktur."

"Fiiliyata dökülmeyen her karar, aslında yok hükmündedir"

Erdoğan, Türkiye olarak gerek ülkeye dair konularda gerekse İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası platformlarda, şura geleneğini tekrar ihya ederek bu zihniyeti değiştirmeye çalıştıklarını belirterek şunları söyledi: 
"Müslümanların kutsallarına yönelik saldırılar karşısında harekete geçerek İslam dünyasının ortak tavır almasını sağladık. Kurumlarımızın, inananlar arasında bir vahdet ve meşveret mekanizmasına dönüşmesi için çaba harcadık. İslam dünyasının üzerine serpilmiş ölü toprağını temizlemek için her alanda çalışmalar yürüttük. Yıllardır örselenmiş Müslüman özgüvenini yeniden diriltmek için içeride ve dışarıda çok büyük mücadeleler verdik. Sadece konuşmakla, sadece karar almakla da yetinmedik. İstişareler neticesinde aldığımız kararların hayata geçirilmesi için de gayret sarf ettik. Tecrübelerimiz bize aşılması gereken en büyük sorunumuzun karar almak değil alınan kararların uygulanması olduğunu gösteriyor. Fiiliyata dökülmeyen her karar, aslında yok hükmündedir. Biz, Türkiye ve devletimizin kurumları olarak böyle bir yanlışa düşmemeye özen gösteriyoruz. Aldığımız kararların her platformda icraata dönüşmesi için aşama aşama takibini yapıyoruz."
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şura'da alınan kararların gelecek dönemde hayata geçirileceğine olan inancını da dile getirerek, "Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığımızdan tüm devlet kurumlarına da örnek olacak bir süreç yönetimi bekliyorum. Özellikle bununla ilgili oluşturulacak bir heyet, bu 37 maddenin gerçekten kronolojik olarak takibini yapmalı ve uygulama ne durumda, gerçekten uygulamaya dikkat ediliyor mu, hassasiyetle bu takip ediliyor mu, bunun adım adım takibini yapalım." ifadelerini kullandı.

'Dini, hayattan tecrit eden dogmatik bir anlayışa itibar etmeyeceğiz'

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 5 yılda bir düzenlenen şuranın, çağın meselelerine İslami ve insanı bakış açısıyla çözümler sunmayı hedeflediğini söyledi. 
6'inci Din Şurası'nın, "Sosyo-Kültürel Değişim ve Diyanet Hizmetleri" gündemiyle toplanmasının son derece isabetli olduğunu ifade eden Erdoğan, İslam inancında dinin sadece belli mekanlara, haftanın belli günlerine hasredilmiş bir olgu olmadığını belirtti. 
İslam dininin hayatın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan, kurallar ve yasaklar manzumesi olduğuna işaret eden Erdoğan, ticaretten beşeri münasebetlere, eğitim öğretimden evliliğe, temizlikten kılık kıyafete, yaşantının her safhasını düzenleyen bir dine inandıklarını dile getirdi.
"Müslüman olarak günün 24 saati, yılın 365 günü, ömrümüzün sonuna kadar Müslümanca yaşamakla emrolunduk." diyen Erdoğan, Kuran-ı Kerim'in, inananlar için dünya ve ahiret sadetinin anahtarı, Hazreti Muhammed'in ise bekarlığı, gençliği, evliği, aile reisliği, dostuluğu, savaşçılığı ve idareciliği ile rehber olduğunu vurguladı.

Allah'ın "Hatemü'l-embiya' olan Resul-ü Ekrem ile birlikte dini tamamladığına ve kemale erdirdiğine işaret eden Erdoğan, Allah'ın "Kur'an'ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz." buyurarak, kutsal kitabı muhafaza altına aldığına dikkati çekti. 
İslam dininin ve Kuran-ı Kerim'in bu dini müjdesi gereğince kıyamete kadar, cari, baki ve mahfuz olduğunun altını çizen Erdoğan, şunları söyledi:
"Zaman ve şartlar değişse de İslam'ın nasları değişmeyecektir. Nerede ve hangi zamanda yaşarsak yaşayalım, kelime-i şehadet, namaz, oruç hac, zekat bizler için farzdır ve öyle kalacaktır. Faiz, yalan, zulüm, kibir, iftira, tecessüs, zan, hırsızlık, masumu öldürmek ise yasak olmaya devam edecektir. Hangi sebeple olursa olsun Kur'an'ın emirlerini yok saymak, hafife almak veya hükümsüz kılmak bir Müslümana yakışmaz. Dolayısıyla dinde ekleme çıkarma, yani bid'at olmaz. 'Bana uymuyor, zamana uymuyor, hoşuma gitmiyor, aklım almıyor' bahanesiyle kimse nasları inkar edemez. Çünkü bir Müslüman dinini hayatın şartlarına göre değil, hayatını inancının esaslarına göre uyarlamakla mükelleftir. 
Şayet insan inandığı gibi yaşamazsa bir süre sonra yaşadığı gibi inanmaya başlar. Din kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşer. Bunun için İslam bize göre değil, biz İslam'a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz. Elbette bu süreçte aşırılığa, ifrata ve tefrite de kaçmayacağız. Özellikle dini, hayattan tecrit eden, belli kalıplara, şekillere, davranışlara hapseden dogmatik bir anlayışa itibar etmeyeceğiz."
Erdoğan, dinin özüne sıkı sıkıya sahip çıkarak yüzlerini daima geleceğe döneceklerini ve hep ileri gideceklerini vurguladı. 
İslam'ı çağlar üstü kılan hasletlerden birinin içtihada imkan vermesi olduğunu, içtihat kapısının açık olmasının dinin insanın önüne çıkacak her yeni soru, sorun ve meseleye cevap üretebilmesi anlamını taşıdığını dile getiren Erdoğan, şu değerlendirmede bulundu:
"İçtihat kapısının kapandığını iddia etmek din ile hayat arasındaki muhkem bağı da yaralayacaktır. Bilhassa din ile insanın irtibatını koparmaya yönelik girişimlerin arttığı bir dönemde bu konuda yeni bir tavır alınması gerekiyor. Akif'in ifadesiyle 'asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı' anlayışı işte bunu ifade etmektedir. İnsanlık olarak gönül ve zihin dünyamızı etkileyen, hayatımızın her alanını kuşatan büyük bir değişim sürecinden geçiyoruz. Ferdi tutum ve davranışlardan aile ilişkilerine, sosyal hayattan eğitime, üretimden tüketime, siyasetten ticarete hemen her alanda bu değişimin yansımalarını, kimi zaman da sancılarını görüyoruz. Modern insan, sahip olduğu onca teknolojiye, iletişim aracına, imkana, güce rağmen hiç olmadığı kadar yalnızdır. Aşkın ve mukaddes olan sosyal hayattan çekilirken insanı insan yapan kadim değerlerden itibarsız hale geliyor. İnsan, sadece kendi fıtratına değil, ailesinden çevresine, içinde yaşadığı toplumdan, dünyadaki diğer varlıklara kadar pek çok şeye yabancılaşıyor. Bencillik, modern bireyin hem kabusu hem de belirleyici karakteri haline dönüşüyor."

Bireysellikle beraber, aile, dostluk, kardeşlik ve akrabalık bağının daha da zayıfladığına işaret eden Erdoğan, aynı apartmandakilerin bile birbirine yabancı olduğunun görüldüğünü dile getirdi. 
Geçmişte mahallelerin komşu olduğunu ancak şimdi durumun böyle olmadığını anlatan Erdoğan, modern çağın hastalığı stresin yaygınlaştığını, yeni sıkıntı ve sosyal problemlerin türediğini, sosyal çözülmelerin de giderek hızlandığını anlattı.

"Tarih boyunca istismara konu edilmiş en kıymetli değerlerden biri de dindir"

Özellikle gençler arasında ekran bağımlığı gibi daha önce hiç duyulmamış yeni bağımlılıkların ortaya çıktığına dikkati çeken Recep Tayyip Erdoğan, şunları kaydetti:
"Artık apartman daireleri arasındaki ilişki değil, maalesef dijital sistemdeki akrabalık bağları gelişmeye başlamış durumda. Hakla batılı karıştıran amorf inanç sistemlerinin genç kuşaklar arasında rağbet görmesinden endişe ediliyor. İstikbalimizin teminatı olarak baktığımız evlatlarımız, çoğu Batı menşeli, batılı zihin ürünü sapkın akımlar karşısında ne yazık ki savunmasız kalıyor. Paylaşmanın yerini bencilliğin, dayanışmanın yerini yıkıcı rekabetin, diğerkamlığın yerini umursamazlığın, mahremin yerini teşhirciliğin, tevazunun yerini kibrin, merhametin yerini vicdansızlığın, evliliğin yerini gayrimeşru ilişkilerin aldığı zorlu, sıkıntılı, garip bir dönemin içindeyiz. Bu manzarayı hiçbirimizin bilhassa da sizler gibi sorumluluk sahiplerinin uzaktan seyretme lüksü yoktur. 
Hepimizin bildiği gibi kainat boşluk kabul etmez. Hak ve hakikatın geri çekildiği alanı batıl hemen işgal eder. Sahih din anlayışı öğretilmezse sapkınlık zemin kazanır. Tarih boyunca istismara konu edilmiş en kıymetli değerlerden biri de hiç şüphesiz din ve dindarlık olmuştur. 15 Temmuz gecesi 251 insanımızı şehit eden FETÖ ile İslam dünyasını kana bulayan DEAŞ, Eş-Şebab, Boko Haram gibi terör örgütleri bunun en son örnekleridir. Bu örgütler, cihat, hilafet, dar-ül islam, şehadet gibi kavramları çarpıtarak genç dimağları ifsat etmişler, şer odaklarını ekmeğine yağ sürmüşlerdir. Bu bakımdan dinimizin o cihan şümul sabiteleri ile hayatın gerçekleri arasında, güçlü ve muhkem bir bağ kurulması önem arzediyor. Yaşanan hayatı, değişimi ve sosyal gerçeklikleri nazarı dikkate almayan bir din tasavvurunu etkisi de sınırlı olacaktır."

'Feto ve DEAŞ tecrübesi, her türlü din istismarına karşı samimi bir mücadele içinde olmamızı gerekli kılıyor'

Erdoğan, bugün sosyal hayatta yüzleşilen pek çok problemin arkasında İslam'ın doğru bilinmemesi ve doğru anlaşılmamasının bulunduğuna işaret ederek görevi bilim ve irşat olan Diyanet İşleri Başkanlığının zamanın ruhunu doğru okumak, anlamak ve doğru yönetmekle mükellef olduğunun altını çizdi.
Türkiye'de güçlü bir diyanet camiası bulunduğunu belirten Erdoğan, bugün 150 bini aşkın kadrosuyla diyanet camiasının her şeyden önce bu gücüyle mütenasip bir tebliğ görevini yerine getirmesi gerektiğini vurguladı. 
Erdoğan, "Ülkemizin dört bir yanında mevcut olan diyanet camiamız bu görevi yerine getirmek suretiyle inşallah ülkemizdeki bu sapkın gidişleri de bizim merkeze alarak sıratı müstakim üzere inşallah gelişmeleri sağlamaya vesile olması lazım. Her kesimden insanımızın bilhassa gençlerimizin karşılaştığı sıkıntılara, buhranlara, zihnini kurcalayan sorulara Kur'an, sünnet ve siret ışığında cevaplar üretmek zorundadır." diye konuştu.
Bunun yolunun ise içtihat müessesini yeniden ihya etmek olduğuna dikkati çeken Erdoğan, şöyle devam etti:
"Feto ve DEAŞ tecrübesi, her türlü din istismarına karşı samimi bir mücadele içinde olmamızı gerekli kılıyor. 15 Temmuz ihaneti sonrasında insanlarımız arasında oluşan teyakkuz halini iyi yönetmemiz gerekiyor. İçinde bulunduğumuz vasatı yeniden bir silkinme, toparlanma, sahih İslam anlayışıyla bağlarımızı güçlendirme vesilesine dönüştürmeliyiz."

"Taifecilik fitnesidir"

Dinini sağlam kaynaklardan öğrenen bir müminin aklını ve idrakini bir başkasına kiralamayacağının, din istismarcısına fırsat vermeyeceğine işaret eden Erdoğan, şunları söyledi:
"Üzülerek belirtmek isterim ki şu an İslam dünyasını tehdit eden en önemli sıkıntılardan bir diğeri de taifecilik fitnesidir. Kişinin mezhebini dinleştirmesi diye tarif edeceğimiz bu fitne Suriye ve Irak'taki olayların da etkisiyle en yaygın dönemlerinden birini yaşıyor. Avrupa'nın 4 asır önce yaşadığı 30 yıl savaşlarına benzer bir kavga çok daha yıkıcı bir şekilde bugün yakın coğrafyamızda vuku buluyor. Irk, dil, mezhep, meşrep farklılıkları öne çıkartılarak Müslümanlar arasındaki fay hatları daha da keskinleştiriliyor. 
Böylece aynı dine, aynı Peygambere, aynı mukaddes kitaba inanan, her gün 5 vakit aynı kıbleye yönelen kalpler arasına nifak tohumları ekiliyor. Şiilik veya Sünnilik amel ve itikata dair farklı yorumlar olmanın ötesinde belli çevreler tarafından adeta ayrı bir din gibi yansıtılmaya çalışılıyor. Batı'da pişirilen son dönemde ülkemize ihraç edilmeye çalışılan 'Ali'siz' Alevilik gibi kimi yıkıcı projelerin toplumumuz içinde pohpohlanmasının gerisinde yine bu senaryolar var. Açık ve net söylüyorum Alman devleti Ali'siz Alevilik'e çok ciddi bedeller ödemek suretiyle İslam dünyasında, özellikle de ülkemizde bir bölünmenin tohumlarını ekmek istiyor. Oysa bizim milletimiz Hulefa-i Raşid'in arasında asla bir ayrım yapmaz."

"Uyanık olmalıyız"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kayınbiraderlerinin adının Hüseyin, Hasan ve Ali olduğunu ifade ederek, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Bunu şimdi acaba bu Şiilere sorsak kaç tanesi kayınbiraderlerinin adını böyle koymuş. Böyle bir ayrım bizde yok. Çünkü biz Hazreti Hüseyin'i de Hazreti Hasan'ı da Hazreti Ali Radıyallahu Anh Efendimizi de niye severiz? Çünkü bunlar sevgili Peygamberimizin en yakınlarıydı ve bundan dolayı da İslam için verdikleri mücadeleyi iyi biliriz. Bunun için de onları severiz. Bu millet Hazreti Ebubekir'i, Hazreti Ömer'i, Hazreti Osman'ı ne kadar seversek Aliyyül Mürteza Efendimizi de aynı şekilde sever, hürmet eder. Hazreti Ali Efendimizi başka şekilde göstermek ancak onun kutlu hayatından ve imanından nasibini almamış mahfillerin işidir. 
İşte son günlerde bazı evlerin kapılarına bazı işaretler konuluyor. Niye? Ülkemizi bölmek, parçalamak için. Açık ve net söylüyorum, Türkiye'de bizim devlet olarak, yönetim olarak böyle bir problemimiz, böyle bir sorunumuz yoktur. Bu kapılara bu işaretleri koyanların üzerinde tüm güvenlik teşkilatlarımız özellikle çalışmaktadır ve bunlar yakalandığı zaman da hesabı sorulacaktır. Milli bünyemize mugayir bu tarz projelerle insanlarımızın arasına nifak tohumları ekilmesine rıza gösteremeyiz. İşte bunları geçmişte Çorum'da yaşadık, Maraş'ta yaşadık. Onlarca evladımızı bu provokasyonlara kurban vermiş bir millet olarak bu tarz girişimlere karşı hepimiz uyanık olmalıyız. Diyanet İşleri Başkanlığımızın son dönemde alevi vatandaşlarımızla ilgili attığı kucaklayıcı atılımları yakından takip ediyorum."

'Pensilvanya'daki olay bir projedir'

Erdoğan, 82 milyonun Cumhurbaşkanı olarak birlik, beraberlik ve kardeşliği perçinleyecek çalışmaları gönülden desteklediğini belirtti.
"Artık, 'kapımıza gelene dini anlatalım' anlayışı yerine, 'yüce dinimizi anlatmak için her kapıyı çalalım' dönemi başlıyor." ifadesini kullanan Erdoğan, bu süreçte herkesin üzerine düşeni yapması gerektiğini vurguladı.
Erdoğan, "Siz yaralı gönüllere dokunmaz, onları tamir etmezseniz başkaları zehirli oklarıyla o kalpleri parçalayacaktır. Görevini samimiyetle yapan hocaların dolduramadığı boşluğu muhakkak Pensilvanya'daki şarlatan gibi din tüccarları kapatacaktır. İnsanlar, bilhassa gençler dini alandaki susuzluklarını sahih kaynaklardan gideremezse FETÖ ve DEAŞ gibi sapkınların pençesine düşecektir." dedi.
Yaklaşık 10-15 yıl öncesine kıyasla bugün birçok şeyi hayata geçirebilecek imkanların olduğunu dile getiren Erdoğan, şunları söyledi: 
"Pensilvanya'daki olayı sıradan değerlendirmeyin. Pensilvanya'daki olay bir projedir. Bu proje, Türkiye üzerinde oynanan bir oyunun alametifarikasıdır. Defaatle söylememize rağmen, kolilerce dosyaları, mahkeme kararlarını kendilerine vermemize rağmen Amerika yönetimi hala bu adamı vermiyorsa bunun arkasında nelerin olduğunu herhalde benim milletimin, akli selim insanların düşünmesi lazım. Her şey çok açık net ortada. Sadece 'charter school'lardan FETÖ okullarına Amerika'da 750 milyon dolar yılda para ödeniyor, Amerikan hazinesinden. Bu bize bir şey anlatmıyor mu? Bize bir şeyler anlatması lazım. Bunları süratle, defaatle, her zaman söylememize rağmen hala kendimize gelmiyoruz. 
Türkiye artık 1940'ların, 1970'lerin, 12 Eylül'lerin, üzerimize karabasan gibi çöken 28 Şubat'ların Türkiye'si değildir. Tek parti yıllarında olduğu gibi İslam'ı gerilik emaresi olarak gören faşist zihniyet ülkemizde tarihe karışmıştır. Ezan sesine hasret kaldığımız karanlık döouml;nemler inşallah bir daha geri gelmemek üzere kapanmıştır. 'Gerici, yobaz, takunyalı' diyerek insanımızın inancı ile kavga edenler son 17 senedir hep olduğu gibi kaybetmeye mahkumdur. Hiçbir güç insanımızı ruh kökünden, inancından, kadim değerlerinden koparamayacaktır. Bu millet ne pahasına olursa olsun bir daha asla 27 Mayıs'ların, 28 Şubat'ların, 15 Temmuz'ların yaşanmasına izin vermeyecektir."

"Sizden beklentimiz omuzlarınızdaki yükün hakkını vermenizdir"

Bugün din eğitimini teşvik eden, yaygınlaştıran ve önünü açan bir anlayışın iş başında olduğunu vurgulayan Erdoğan, insanların dinini, tarihini, kültürünü öğrenmesi için gereken her türlü çabayı gösterdiklerini söyledi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları kaydetti:
"Kur'an-ı Kerim, Siyeri Nebi dersleri, 4-6 yaşındaki çocuklara yönelik Kuran kursları sizlere çok önemli imkanlar sunuyor. Hamd olsun artık vatandaşımız istediği gün ve saatte Kur'an-ı Kerim eğitim ve öğretimi alabiliyor. Bir dönem öğrenci sayısı 60 binlere kadar düşen imam hatip okullarına rağbet günden güne artıyor. Şu anda 1 milyon 300 bin imam hatip öğrencisi var. Din ve irşat görevini ifa noktasında Diyanet camiamızın önünde hiçbir engel, hiçbir kısıtlama bulunmuyor. Hiç şüphesiz bu müspet ortam sizlerin mesuliyetini daha da ağırlaştırıyor. Bizim sizden beklentimiz omuzlarınızdaki yükün hakkını vermenizdir. Bunun için her din görevlimizin sıradan bir memur gibi değil Rasulü Ekrem Efendimizin o veciz ifadesiyle 'peygamberlerin varisleri' gibi hareket etmeniz gerekiyor. Sizden nebevi metodla Kuranı satırdan sadıra indirmenizi, yani gönüllere ve zihinlere nakşetmenizi bekliyoruz."
Hocalardan sadece Türkiye sınırları içerisinde değil yurt dışında da bu hassasiyetle gayret göstermesini isteyen Erdoğan, "İslam düşmanlığının ve neonazi terörünün adeta veba gibi yayıldığı bir ortamda, gurbette yaşayan insanımızı sahipsiz bırakamayız. Bu kardeşlerimizi ılımlı İslam gibi emperyalist projelerin pençesine terk edemeyiz. Bizler nasıl ailemizden, komşularımızdan, camilerimizdeki cemaatimizden mesul isek, yurt dışındaki insanımızdan da sorumluyuz. Din hizmetinin bu kadar istikrarlı, bu kadar yaygın bir şekilde verildiği bir başka ülke dünyada neredeyse yok. Bu açıdan Diyanet modeli diğer İslam ülkeleri için de güzel bir örnektir." ifadesini kullandı.
Diyanet modelinin tanıtımı için dünyadaki Müslüman alimlerle birlikte çalışılmasını tavsiye eden Erdoğan, Şura'da alınan kararların İslam dünyasıyla paylaşılmasında fayda gördüğünü vurguladı.
Şura'nın ve alınan kararların hayırlı olmasını dileyen Erdoğan, "İstanbul'un ilim merkezi haline gelmesi ve İslam'la ilgili referans alınacak bir uluslararası İslam Üniversitesinin kurulmasını önemsiyorum." dedi.

Notlar

Program, Mushafları İnceleme ve Kıraat Kurulu Başkanı Hafız Osman Şahin'in Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başladı.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş da bir konuşma yaparak Şura kararlarını açıkladı.
Konuşmaların ardından Erbaş, Erdoğan'a üzerinde Kur'an-ı Kerim'den bir ayetin bulunduğu tablo hediye etti.
Programa, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Bülent Arınç, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı ve bazı milletvekilleri ile eski Diyanet İşleri Başkanları Ali Bardakoğlu, Lütfi Doğan, Mehmet Nuri Yılmaz, Süleyman Ateş, Tayyar Altıkulaç ile Diyanet İşleri Başkan Yardımcıları Burhan İşliyen, Huriye Martı, Ramazan Muslu ve Osman Tıraşçı da katıldı.

27 Kasım 2019 Çarşamba

PKK/PYD ile mücadele bağlamında Türkiye'nin Rusya ve ABD ilişkileri

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Türkiye’nin terör tehdidi olarak gördüğü PKK/PYD, ABD için Suriye’de ayrılıkçı bir aktörken, Rusya için Suriye rejimine entegre edilmesi gereken siyasi/askeri bir unsur.



Suriye iç savaşı yerel, bölgesel ve küresel birçok aktörü farklı gündemlerle küçük bir jeopolitik alanda bir araya getirerek devletler ile devletler, devletler ile devlet dışı aktörler arasındaki münasebetleri karmaşıklaştırdı. Devletlerin devlet dışı aktörlerle ilişki geliştirmeyi tercih ettiği Suriye çatışma çevresinde, geleneksel devlet-devlet ilişkileri düzensizleşerek çatışma dinamiklerinin de derinleşmesine neden oldu. Türkiye de derinleşen çatışma dinamiklerinden bir kısmının doğrudan muhatabı olarak, zaman zaman tek taraflı inisiyatiflerle, maruz kaldığı terör tehditlerine müdahale etti. Türkiye-PKK/PYD çatışması ve Türkiye-DEAŞ çatışması bu dinamiklerden sadece ikisi. Türkiye’nin Suriye’deki çatışma iklimine sürüklenmesinde ABD ve Rusya’nın rolü ise genel olarak bu devletlerin PKK/PYD ile açık ve kapalı etkileşimiyle belirginleşti.
PKK/PYD meselesi, Türkiye, ABD ve Rusya arasında cereyan eden ilişkilerde, en fazla iki aktör arasında konjonktüre bağlı müştereklik imkânı sağlarken, uzun dönemde bir istikrarsızlığa işaret etmektedir.
PKK/PYD’ye yükledikleri anlam bakımından farklar bulunmasına rağmen, her iki ülkenin de, Türkiye’nin milli güvenliğine tehdit olarak gördüğü bu örgütü aktörleştirme, topraklaştırma ve araçsallaştırmaları bakımından benzer yaklaşımlar sergiledikleri ve Suriye’deki çatışma denkleminde diğer aktörlere karşı müzakere veya tehdit unsuru olarak kullandıkları birçok durumda görüldü. Türkiye’nin terör tehdidi olarak gördüğü PKK/PYD, ABD için Suriye’de ayrılıkçı bir aktörken, Rusya için Suriye rejimine entegre edilmesi gereken siyasi/askeri bir unsur. PKK/PYD meselesi, Türkiye, ABD ve Rusya arasında cereyan eden ilişkilerde, en fazla iki aktör arasında konjonktüre bağlı müştereklik imkânı sağlarken, uzun dönemde bir istikrarsızlığa işaret etmektedir.

Barış Pınarı harekâtı ve değişen koşullar

ABD ile yürütülen müzakerelerin sahada işe yaramaması üzerine Türkiye’nin 9 Ekim tarihinde tek taraflı olarak başlattığı Barış Pınarı harekâtı, ABD ve Rusya ile daha az koordinasyonla belirli bir alanın terör örgütünden tamamen temizlenmesini hedefleyerek icra edilmiştir. Bu anlamda, Barış Pınarı harekâtı tek taraflılık ve minimum koordinasyon bakımından Fırat Kalkanı harekâtıyla, belirli bir alanının terör örgütünden temizlenmesi bakımından ise Zeytin Dalı harekâtının koşul ve hedefleriyle benzerlikler göstermiştir. Barış Pınarı harekâtını Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı’ndan ayıran temel farklardan biri de harekâtı icra eden Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Suriye Milli Ordusu'nun (SMO) sahip olduğu harbe hazırlık kapasitesiydi. Bu kapasite, harekâtın temposundan ve elde ettiği askeri ve siyasi sonuçlardan da anlaşıldı. Harekâtın oluşturduğu durum, PKK/PYD’nin (ABD’ye rağmen) Fırat nehrinin doğusunda "dokunulabilir" olduğunu göstermiş, örgütün kontrol ettiği topraklardan bir kısmını kaybetmesini sağlamış, daha da önemlisi PKK/PYD’nin açık devlet desteği olmaksızın hayatta kalamayacağını göstermiştir.
Bu sonuçların Türkiye açısından taktik kazanım anlamında değeri şüphesiz ki büyüktür. Fakat harekât sonuç olarak ABD askerlerinin Türkiye sınırına yakın belirli bölgelerden çekilmesini sağlasa da, aynı bölgelere Rus silahlı kuvvetleri unsurlarının yerleşmesine de olanak sağlamıştır. Bu bakımdan, harekât öncesindeki duruma kıyasla değişiklik, PKK/PYD’nin belirli bölgelerde artık ABD değil Rusya tarafından himaye ediliyor olmasıdır. Bu durum, örgütün durumsal bağışıklığında bir sendroma neden olsa da PKK/PYD’nin pragmatik angajmanlarının, süreci örgüt lehine sonuçlandırma riski de mevcut. Bu noktada Türkiye için yönetilmesi gereken durum, PKK/PYD’nin Rusya’dan ne istediği değil, Rusya’nın PKK/PYD’yi nasıl ve neye dönüştüreceğidir. Her iki şekilde de Rusya-PKK/PYD ilişkisinin uzun dönemli olması beklenmelidir.
Öte yandan, Barış Pınarı harekâtı sürecinde ve sonrasında ABD silahlı kuvvetleri unsurlarının Fırat nehrinin doğusundaki Rumeylan ve Deyrizor hattında Suriye-Irak sınırı boyundaki askeri üslerden bir kısmına tekrar dönmesini müteakip, ABD-PKK/PYD münasebetinin kalıcı bir şekilde devam edeceğine dair önemli göstergeler bulunuyor. Bunlara ek olarak, Barış Pınarı harekâtının sonuçlarından bir diğeri, Türkiye’nin PKK/PYD diasporasıyla ABD ve Avrupa’da da mücadele etmesi gerektiği gerçeğidir.
O halde özetle, harekâtın taktik kazanımlarının yanı sıra Türkiye, PKK/PYD ile mücadele alanını ABD himayesindeki PKK/PYD ile mücadele, Rusya himayesindeki PKK/PYD ile mücadele ve PKK/PYD diasporasıyla mücadele şeklinde boyutlandırmıştır.

Türkiye’nin PKK/PYD eksenli ABD ve Rusya ilişkilerindeki süreç yönetimi ve sınamalar

Türkiye-ABD ve Türkiye-Rusya ilişkileri, Suriye’deki tecrübeler üzerinden müzakere, koordinasyon ve işbirliği alanlarında kıyas edildiğinde, bundan sonra nasıl ilerleyeceğine dair ipuçları sunmaktadır. Türkiye’nin hem ABD hem de Rusya’yla müzakerelerde belirleyici bir rol oynadığı, müzakerelerdeki etkinliğini de liderler seviyesindeki diplomasiyle sağladığı görülüyor. Rusya ile yürütülen Astana-Soçi müzakerelerinin, uzlaşıya varılabilmesi bakımından, ABD ile yürütülen Menbiç müzakerelerine üstünlük sağladığı görülmüştür. Aynı zamanda her iki ülkeyle sürdürülen, Fırat nehrinin doğusundaki güvenli bölge müzakerelerinde de, Rusya ile yapılan görüşmelerde, ABD ile yürütülenlere göre daha çabuk uzlaşı sağlanmıştır. ABD ile yürütülen müzakerelerin uzlaşıyla sonlanamamasındaki temel sebebinin ABD’deki güvenlik bürokrasisindeki direnç olduğu görülmüştür.
Türkiye’nin ABD ve Rusya ile yürüttüğü koordinasyon süreçlerinde de, Rusya’nın ABD’ye oranla daha pratik davrandığı dikkat çekmektedir. Muhaliflerin 2018 yılında Doğu Guta’dan İdlib’e çekilme sürecindeki Türkiye-Rusya koordinasyonuna benzer bir uygulama, Türkiye-ABD ekseninde hiçbir alanda görülmemiştir.
Öte yandan, Fırat Kalkanı harekâtı sırasında, harekâtın Dâbık’ın güneyine doğru ilerlemeye başlamasıyla birlikte hem ABD hem de Rusya ile askeri koordinasyon problemleri yaşanmıştır. ABD ile Suriye’de sürdürülemeyen askeri işbirliğinin yerini de güçlenerek devam eden Türk-Rus işbirliği almaktadır. Rusya ile yürütülen İdlib’deki gözlem noktaları uygulamaları ile Fırat’ın doğusundaki ortak kara devriyeleri, etkinlik sorunlarına rağmen sahada, ABD’nin ortaya koyduğu “Güvenlik Mekanizması” uygulamasından daha net fiili durumlar yaratabilmiştir.
Bütün bunlarla birlikte, Türkiye için ABD ile Suriye’deki ilişkilerin güvensiz ve çekişmeli bir şekilde devam edeceği, Rusya ile olan ilişkilerin de taktiksel olumlayıcılıkla sınırlı kalabileceği değerlendirilebilir. ABD ile ilişkilerin güvensizliğini, Rusya’yla ilişkilerin de sınırlılığını belirleyen temel gerekçe, ABD’nin PKK/PYD ile devam eden askeri-siyasi angajmanı, bunun yanında Rusya’nın PKK/PYD’ye duyduğu potansiyel ilgidir. Her iki ülkeyle süregiden ilişkiler açısından bakıldığında, Türkiye’nin PKK/PYD mücadelesinde yöntem bağlamında duyduğu temel ihtiyaç da ortaya çıkmaktadır. ABD güdümlü PKK/PYD ile mücadele sadece Türkiye ve Irak’ta değil, Suriye’de de ayrılıkçı terörle mücadele paradigmaları gerektirecekken, Rusya güdümlü bir PKK/PYD Suriye’ye iliştirileceğinden, tıpkı Hafız Esed döneminde olduğu gibi entegre terörle mücadele paradigmalarını zorunlu kılacaktır.

ABD’nin PKK/PYD merkezli politikası

ABD’nin Suriye’den çekilme kararı, sahadaki durumu PKK/PYD, Rusya ve Suriye rejimi için muğlaklaştırırken, Türkiye’nin PKK/PYD’ye karşı Fırat nehrinin doğusundaki Re’sülayn ve Tel Abyad arasında sınırlı bir harekât başlatmasının da önünü açmıştı. Böylelikle Türkiye’nin güvenli bölge talebi ABD tarafında dolaylı da olsa karşılık bulmuştu. ABD Türkiye’nin güvenli bölge talebiyle PKK/PYD’nin hayatta kalma talebi arasında, seri halde tutarsız politikalar izleyerek, önce Suriye’nin kuzeydoğusundan çekildiğini, sonra da bu bölgeye tekrar döndüğünü açıklamıştı. ABD Suriye’nin kuzeydoğusundan çekilirken, güvenli bölge konusunda Türkiye’yi Rusya ile baş başa bırakıp, bir şekilde sorumluluktan da uzaklaşmış oldu. Suriye’nin kuzeydoğusuna tekrar döndüğünü ilan etmekle de, PKK/PYD’nin hayatta kalabilmesini sağlamak adına, PKK/PYD’nin sosyolojik zeminin bulunmadığı bir alanda bu örgüte bir yaşam alanı vaadinde bulundu. ABD böylelikle, Türkiye’ye karşı kuzeyden güneye iki farklı PKK/PYD kuşağı oluşturma çabası içine girdi. Kuzeydeki kuşak Rusya ile varılan mutabakat çerçevesindeki güvenli bölge sınırlarıyla belirlenmiş Rusya güdümlü PKK/PYD kuşağı, ikincisi de güvenli bölgenin de güneyindeki ABD güdümlü PKK/PYD kuşağıdır. ABD kendi güdümündeki PKK/PYD’yi Türkiye sınırından uzaklaştırarak bu örgütü TSK’nın menzilinin de dışına çıkartmayı hedefliyor. Böylece Türkiye sınırına yakın riskli PKK/PYD kuşağını Rusya’ya bırakıyor. ABD’nin Suriye-Irak sınırı boyunca, kuzeyden güneye, Fişhabur, Rabia ve Bukemal bölgelerindeki sınır kapılarını da PKK/PYD kontrolünde bulunduracağı değerlendirilebilir. Bu bağlamda, ABD açısından Irak ve Suriye arasındaki PKK/PYD geçişkenliği devam ederek örgütün transnasyonal tehdit kabiliyeti de muhafaza edilmiş olacaktır.

Rusya’nın PKK/PYD merkezli politikası

Türkiye ve Rusya arasındaki taktik işbirliği Suriye’de iki temel duruma evrilmek üzeredir. Bunlardan birincisi İdlib-Fırat'ın doğusu ekseninde bağlamsal bir denkleme tekabül ederken, ikincisi ise Türkiye’nin terörle mücadelesinde yeni problem alanlarıdır. Bilindiği gibi, şimdiye kadar Türkiye, İdlib’deki radikal ve ılımlı muhaliflerin ayrıştırılması ve dönüştürülmesi konusunda Rusya tarafından sorumlu muhatap olarak görüldü. Türkiye bu süreçte kısmen başarılı oldu; fakat İdlib’deki temel radikal grupların genel muhalif kütleden ayıklamasının da mümkün olmadığı geçtiğimiz birkaç yılda görüldü. Bu bakımdan, Rusya’nın Fırat'ın doğusuna girişiyle PKK/PYD üzerinde bir etki yarattığı görülmekle birlikte, Türkiye’nin, Rusya’nın bu etkisini PKK/PYD’yi yerel Kürt nüfustan ayrıştırmak için kullanmasını talep etmesi beklenebilir. Bu anlamda, İdlib’deki radikaller ile Fırat nehrinin doğusundaki PKK/PYD’lilerin ayrıştırılması için, Türkiye ve Rusya arasında bir mütekabiliyet bağlamı oluşmaktadır. Fakat Rusya’nın PKK/PYD’yi ayrıştırma sürecini arzulu bir şekilde yürütmesini beklemek yanıltıcı olabilir.
Öte yandan, Rusya’nın Fırat nehrinin doğusundaki varlığını yavaş yavaş arttırırken, Kamışlı’daki hava üssünü hava savunma sistemleri ve muharip hava kuvveti unsurlarıyla kuvvetlendirip, Türkiye sınırına paralel olacak şekilde, Suriye’nin kuzeydoğundaki hava sahasının kontrolünü ele geçirmesi de beklenebilir. Böylelikle Rusya’nın sadece Suriye’nin kuzeydoğusunda değil, Irak’ın kuzeybatısındaki hava sahasında da rezerv bulunduracağı düşünülebilir. Rusya’nın Suriye’nin kuzeydoğusundaki hava sahası kontrolü, Türkiye’nin bu bölgede PKK/PYD’ye yönelik terörle mücadelesine olumsuz tesir edebilecektir. Hatta Türkiye’nin Irak’ın kuzeybatısındaki Sincar ve Karacak gibi bölgelere düzenleyeceği hava harekâtlarında da Rusya’nın sınırlayıcı bir tehdit olabileceği değerlendirilebilir. Bu bakımdan, Zeytin Dalı harekâtıyla birlikte Suriye’de gelişen Türkiye-Rusya işbirliğinin, İdlib-Fırat'ın doğusu denklemi ve Türkiye’nin PKK/PYD terörüyle mücadele ekseninde, mütekabiliyet ve samimiyet sınamalarının yapılacağı yeni bir aşamasının başladığı da söylenebilir.
Barış Pınarı harekâtının ortaya koyduğu sonuç, Türkiye’nin Suriye’de ABD ve Rusya’yı dengeleme siyasetinin son bulacağına işaret ederken, iki ülkenin de PKK/PYD’ye atfettiği önemde bir azalma görülmemektedir. Suriye’nin kuzeydoğusunda, Türkiye sınırında, kuzeyden güneye Rusya-ABD tandeminde PKK/PYD varlığı devam etmektedir. PKK ile mücadele fiziki anlamda bu tandeme göre pozisyonlanarak derinleştirilmeli, buna göre de yeni mücadele paradigmaları bulunmalıdır. Harekât sonrası meydana gelen koşullar Türk-Rus, Türk-Amerikan ilişkilerinin kendi mecralarında denge ve önleme yöntemleri geliştireceği yeni bir döneme girileceğini göstermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin, PKK/PYD’nin bu ülkelerle olan ilişkiye tahakküm etmesinin önüne geçmek için ayrıca gayret göstermesi gerekmektedir. Türkiye-ABD ve Türkiye-Rusya ilişkileri sadece PKK/PYD ile mücadele alanına indirgenmemeli, enerji, ticaret ve güvenlik alanlarındaki karşılıklı bağımlılık paradigmalarının değişmesi engellenmelidir.




ABD’nin 'kaçınılmaz kaderi': Çöküş ve dağılma

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

SSCB’nin dağılmasıyla başlayan uluslararası sistemdeki çöküşün, yeni bir çöküşü de beraberinde getirdiği yeni yeni anlaşılıyor. Zira ABD iç siyasetinde/sisteminde endişeyi aşan bir durum var.

“Gelecekte ABD'nin dünyadaki yeri ne olacak?” sorusuna İmparatorluktan Sonra Amerikan Sisteminin Çöküşü başlıklı kitabın yazarı Emmanuel Todd özetle şu cevabı veriyor: “Amerikan İmparatorluğu olmayacak. Zira Amerika’nın yerinin pek de sağlam olmadığı anlaşılmaktadır”. Benzer şekilde, ABD yönetimine yakın, hatta birçok kimse tarafından “derin Amerika’nın ağzı” olarak nitelendirilen ve ABD dış politikasına yön veren bir dergi olarak kabul edilen Foreign Affairs’in Mart 2010 sayısında yayımlanan makale de epey dikkat çekiciydi. “Karışıklık ve Çöküş: Kaosun Eşiğindeki İmparatorluklar” başlıklı çalışmasında Niall Ferguson da ABD'nin sonunun yakın olduğuna ve hiç beklenmedik bir anda, hızlı bir şekilde çökebileceğine işaret ederek bunun nedenleri üzerinde duruyordu.
Todd ve Ferguson’ın çalışmalarının başlıkları bile aslında meseleyi büyük ölçüde özetliyor. Gerçekten de her iki çalışmanın başlığında ön plana çıkan “çöküş”, “karışıklık” ve “kaos” kelimeleri her geçen gün ABD ile özdeş hale geliyor ve “Her güçlü imparatorluk ne kadar güçlü olursa olsun bir gün mutlaka çöker” sözü, başta Beyaz Saray olmak üzere, ABD’nin güç merkezlerinin koridorlarında yüksek sesle yankılanıyor.
Peki, çok değil, bundan 18 yıl önce “ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” diyerek dünyaya meydan okuyan, SSCB'nin yıkılışından sonra “dünyanın jandarması” edasıyla dolaşan, “Tarihin Sonu” teziyle tüm ideolojilerin sonunu ve hegemonyasını ilan ABD bu hale nasıl geldi? Daha somut ifadeyle, ABD rakipsiz güç olmanın doğurduğu güç zehirlenmesinden ve ekonomik krizden dolayı mı çöküş sürecinde? Yoksa burada, yeni güçlerin beklenmedik hızlı çıkışları, bunlar karşısındaki yalnızlığı, bunun yol açtığı kontrolsüz öfke politikaları ve gözden kaçan başka faktörler mi söz konusu? Ya da hepsi mi?
Trump'ın gelişi ve azil süreciyle zirve yapan gelişmeler, ABD açısından bazı şeylerin artık hiç de normal gitmediğini gösteriyor. Mevzunun Trump'ın şahsıyla ilgili olmadığı, ABD içindeki çöküş endişelerinin yol açtığı güç/sistem tartışmasının bir sonucu olduğu anlaşılıyor.

ABD’nin çöküş dörtlemesi: “Endişe-Panik-Hesaplaşma-Kaos”

Kuşkusuz bu sorular ilk defa sorulmuyor. Nitekim “Amerikan İmparatorluğu"nun çöküş sürecini Birinci Dünya Savaşı ile başlatıp 11 Eylül olaylarına (ve bu bağlamda ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerine) kadar getiren çok sayıda makaleyi birçoğumuz okumuştur. Dolayısıyla Todd, Ferguson veya diğerleri tarafından sorulan sualler ve yapılan birtakım tespitlerin, uzunca bir süredir ABD içinde sistemi güçlü tutmaya, zafiyetlerden korumaya yönelik icra edilen “ön alıcı zihin eksersizlerinin” bir parçası olduğunu da biliyoruz.
Fakat gelinen aşamada, daha önceleri “ön alıcı zihin eksersizleri” kapsamında dile getirilen “olası/yersiz endişeler” artık birer çöküş nedeni, realitesi olarak ciddi kaygılara yol açıyor. Burada esas olan mevzu ise söz konusu “çöküş” söylemlerinin ABD’nin sisteminde her geçen gün yol açtığı “endişe-panik-iç hesaplaşma-kaos” ve bunun eş zamanlı olarak küresel ölçekte bulduğu karşılıktır. Görünen o ki kendisini böylesi bir yüzleşmeye karşı korumak ya da bu tür bir olasılığa karşı hazırlıklı olmak isteyen ABD “kaçınılmaz kader” ile karşı karşıya.
Nitekim SSCB’nin dağılmasıyla başlayan uluslararası sistemdeki çöküşün, beraberinde yeni bir çöküşü de getirdiği yeni yeni anlaşılıyor. Zira ABD iç siyasetinde/sisteminde endişeyi aşan bir durum var. Dünya ile hesaplaşan ABD, kaybetmeye başlamanın yol açtığı panik psikolojisi içinde, bir de kendisiyle hesaplaşma halinde. İmparatorluğu asıl hızlı çöküşe sürükleyecek olan da bu.
Açıkçası, Başkan Trump’ın gelişi ve azil süreciyle zirve yapan gelişmeler, ABD açısından bazı şeylerin artık hiç de normal gitmediğini gösteriyor. Mevzunun Trump’ın şahsıyla ilgili olmadığı, ABD içindeki çöküş endişelerinin yol açtığı güç/sistem tartışmasının bir sonucu olduğu anlaşılıyor. Nitekim Ferguson da bu duruma şu cümlesiyle dikkatleri çekiyordu: “Amerika’nın çöküşü hiç beklenmedik bir çöküş olabilir ki bu, siyasetçileri endişelendirmektedir”. Endişelenenler elbette sadece siyasiler değil; kurumlar da bunu derinden hissediyor ve bunların başında da Pentagon geliyor. Temmuz 2017’de yayımlanan raporda, ABD’nin küresel liderlik rolünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekiliyor ve özetle “imparatorluk çöküyor, bunun için bir an önce tedbir almak gerekiyor” deniliyor.
Söz konusu çalışmalara bakıldığında, ABD’nin liderliğini kaybetmeye başlamasının, daha da ötesi duraklama-çöküş sürecine eş zamanlı olarak girmesinin nedenleri olarak şu hususlar sıralanıyor: SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin yeni bir sistemin inşa sürecini gerçekleştirememesi; ABD hegemonyasının sınırlarının sonuna gelinmesi; Amerikan tek yanlılığı ve güç zehirlenmesi; ABD'nin zayıflayan ekonomisi; ABD’yi güç yapan değerlerin ve yumuşak güç politikasının zarar görmesi; ABD'nin değişim ve adaptasyon kapasitesini kaybetmeye başlaması; mobilizasyon politikasından vazgeçme ve sınırları içine kapanma eğilimi; yeni dinamik güçlerin ortaya çıkışı, ABD gücüne meydan okumalar ve bu noktada ABD’nin kararsız tutumları/politikaları ve bunun mücadele enerjisine yansıyan olumsuz sonuçları; iç ve dış siyasetteki yanlış tercihleri ve bunu ikame etmekte yaşadığı sorunlar.
Elbette bu maddeler daha da çoğaltılabilir. Diğer taraftan, söz konusu maddelerin içinde dört ana başlığın özellikle öne çıktığını görüyoruz.

Güç zehirlenmesi ve ABD karşıtlığı

ABD’nin çöküş süreci aslında Soğuk Savaş’ın bitişiyle başladı desek çok da yanılmış olmayız. Zira SSCB’nin dağılmasıyla birlikte oluşan jeopolitik deprem, ABD’yi de temellerinden sarsmış görünüyor. Her şeyden önce ABD’nin bu yeni sürece tam olarak hazır olmadığı ve kendi gücüne fazla güvendiği anlaşılıyor. Nitekim Harvard Üniversitesi’nden Profesör Rosen’ın “Ezici bir askeri güce sahip olan ve bu gücü diğer devletlerin davranışlarını etkilemek için kullanan siyasal varlığa bal gibi ‘imparatorluk’ adı verilir” ve “Amacımız, bir düşmanı yenmek değil, zaten böyle bir düşman da yok. Hedefimiz, emperyal konumumuzu korumak ve emperyal düzeni sürdürmek” şeklindeki ifadeleri de bu ruh halini açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bu kapsamda, tek kutuplu bir dünya özlemiyle yola çıkan ve bunu kısmen 1990-2000 aralığında uygulama fırsatı bulan ABD, 11 Eylül’le birlikte belki de tarihinin son senaryosunu gerçekleştirmeye çalışıyor. “Masa” ile “sahanın” farkı bir kez daha ortaya çıkmış durumda. Zira ABD’nin rakipsiz kalması, tüm dünyaya hegemonyasını kabul ettirebileceği bir “öteki” bulamaması ve bu kapsamda uygulamaya koyduğu “kontrollü kaos” projesinin meydana getirdiği bumerang etkisi, bugünkü çöküş, hatta beka tartışmasını gündeme taşımış durumda. Nitekim ABD, Soğuk Savaş’tan sonra ortaya çıkan orantısız tek kutuplu dünyanın Amerikan karşıtlığının soğuk gerçekliğiyle her geçen gün daha fazla karşılaşıyor.
11 Eylül’den sonra uygulamaya koyduğu “Önleyici Savaş Doktrini”, ABD’yi tüm ulus-devletler açısından bir tehdide dönüştürmüş durumda. Doktrininin meşruluğu hususunda sadece uluslararası arenada değil, kendi içinde bile inandırıcılık sorunu yaşıyor. Dolayısıyla ABD güçle ve bunun kullanımıyla ilgili bir meşruiyet sorunu yaşıyor ve krizleri yönetemiyor. Bu süreçteki tutarsız söylem ve eylemler ise ABD’yi daha anlaşılmaz ve güvenilmez kılıyor. Hatta onu dünya açısından bir güvenlik sorununa dönüştürüyor. Dünyanın polisliği/jandarmalığı rolüne soyunan ABD’nin “gardiyan” ve/veya “haydut” olarak nitelendirilmesinin altında da bu yatıyor.
Sahip olduğu gücü sorumsuzca kullanması, ABD hegemonyasına karşı, uluslararası sistemde çok kutuplu bir dünyayı savunan bir “ötekiler ittifakına” yol açmış bulunuyor. ABD alışık olmadığı farklı bir “direnç cephesi” ve “jeopolitik meydan okuma” ile karşı karşıya. Öyle ki ABD karşıtlığının tarihte bu derece zirve yaptığı ve birleştirici bir rol oynadığı bir ikinci dönem söz konusu değil. Daha da ötesi, ABD müttefiklerini de birer birer bu cepheye kaptırmakta. Dolayısıyla Neo-Concu tek taraflılık anlayışı, ABD açısından farklı bir tecrit/izolasyon ile neticelenmiş görünüyor. ABD ikili ilişkilerinde paylaşıma dayalı, işbirlikçi ortak hedefler ve anlayışlar ortaya koymadığı sürece de kaybetmeye mahkûm görünüyor.

Yeni dünya gerçeğini anlayamamak

21. yüzyılı kendi anlayışına göre inşa etme girişimi, ABD'nin başarısızlığının altında yatan önemli faktörlerden bir diğeri. Tarihsel kodlarına hızlı bir şekilde dönen çok sayıda yeni dinamik güç adayının bir tek gücün hâkimiyetini kabul etmeyeceğini öngörmüş olmasına rağmen, ABD bunları küçümsemenin ağırlaşan maliyetleriyle yüzleşiyor. Oysa sömürgeciliğe dayanan sistem çoktan çöktü ve başta ABD olmak üzere Batı dünyası yeni bir sömürge düzeni tesis edemiyor ve rekabette zorlanıyor. Nitekim Çin örneğinde görüldüğü üzere, eski sömürgeler ABD’yi pazar alanına çevirmek istiyor ve ona bir açık kapı politikası dayatıyor. Trump’ın himayecilik politikasına sarılmasının ve ticaret savaşlarını başlatmasının altında da bu husus yatıyor.
Dolayısıyla ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurduğu sistem, kendisinden daha fazla diğerlerinin işine yaramaya başlamış durumda. Bu yüzden ABD’nin yeni duruma/gerçekliğe uygun bir sistem inşa etmesi gerekiyor. Şu an uluslararası örgütleri, uluslararası hukuku, mevcut değerleri hedef almasının altında da bu yatıyor. Bu husus da bir diğer önemli hatasını oluşturuyor ve ona sadece daha fazla kaybettiriyor.
ABD’nin ciddi bir bocalamaya, korku-endişe türbülansına girmesinin nedeni de bu. Nitekim gelinen aşamada ABD, küresel güçte yaşanan eksen kaymasını, hegemonyanın tekelinden çıkışını doğrudan doğruya “çöküş” ile eşdeğer tutuyor. Getirmeye çalıştığı çözüm ve bu maksatla kullandığı araç-yöntem-söylemler ise sorunu halen tam olarak anlayamadığını gösteriyor. Zaten Todd da yeni dünya gerçekleriyle ABD’nin tahayyül ettiği dünyanın çok farklı olduğunu yukarıda andığımız çalışmasında itiraf ediyor.
"İç düşman" anlayışının her geçen gün güç kazanması, ABD’yi sadece küresel liderlik/hegemonya bağlamında çöküşe değil, dağılma sürecine de sokabilir.

Değerlerinden uzaklaşma

“Yeni Amerikan İmparatorluğu: ABD ve Dünya Üzerindeki Etki ve Sonuçları” başlıklı çalışmasında Rodrigue Tremblay, Bush’la birlikte ABD’nin “emperyalist üstünlük” doktrinini benimsemek suretiyle, yarım asır boyunca arkasında durduğu ilkeleri reddettiğini ve ABD'nin bütün dünya ile arasının açılmasına neden olduğuna dikkatleri çekiyor. Tremblay’in bahsettiği husus, ABD’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nden itibaren ortaya koyduğu, anayasasında altını çizdiği, Benjamin Franklin’in “yedi büyük erdemi” olarak ifade edilen zorbalıktan kaçınma, özgür basına destek verme, mizah anlayışı, alçakgönüllülük, dış politikada idealizm, hoşgörü ve uzlaşmacılık ilkeleri.
Bu evrensel ilkeler yerine, ABD kendisini mesihçi anlayışa fazlasıyla kaptırmış görüntüsü veriyor. Evanjelizm bunun zirve noktasını oluşturuyor. Sapkın “kaçınılmaz kader” ve “ilahi görev” anlayışları sadece ABD’yi değil, tüm dünyayı bir felakete sürüklemekte. Onlar da “Tanrıyı kıyamete zorlamak” derken herhalde bunu kastediyorlardı!
Tarihin garip bir cilvesi olsa gerek ki kendisini var eden ve onu küresel liderlik statüsüne taşıyan demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerler, bugün ABD’ye hatırlatılmakta ve kendisine karşı kullanılmakta. Dünyada kötülüğe, kötülere karşı savaş açtığını ilan eden ve bunu kuruluş felsefesinde ortaya koyan ABD, günümüzde tüm kötülüklerin anası olarak görülüyor. Tüm dünyada artan Amerikan karşıtlığını başka türlü izah edebilmek mümkün değil. Daha da ötesi, kötülerle/kötülüklerle mücadele, bugün ABD içi sistem/güç mücadelesinde kullanılan söylemlerden biri haline gelmiş vaziyette. “İç düşman” anlayışının her geçen gün güç kazanması, ABD’yi sadece küresel liderlik/hegemonya bağlamında çöküşe değil, dağılma sürecine de sokabilir.

Yanlış tercihler

ABD’nin en büyük yanlışları, kendisine aşırı güvenden kaynaklanan yanlış tercihleri, bunlardaki ısrarı ve dış politikada kendi ulusal çıkarları/öncelikleri yerine İsrail’i ön planda tutması olarak sıralanabilir. Bu yanlış tercihler, zincirleme olarak diğer yanlışları da peşinden getiriyor. “Büyük İsrail’i” hedefleyen “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) kapsamında Orta Doğu haritasını değiştirmeye çalışması ve terör yapılanmalarıyla (PKK/PYD-YPG misali) işbirliğine gitmesi ve bunun sonucunda Türkiye gibi (yerini bir başka aktörle dolduramayacağı) önemli bir müttefikini kaybetme riski yaşaması gibi.
ABD’nin mevcut şartlar altında bu yanlış tercihlerinden kurtulması ise o kadar kolay görünmüyor. Zira sorun, konjonktürel birtakım gelişmelerden ziyade, ABD dış politikasına ilişkin yapısal meselelerden kaynaklanıyor. Bu ise kendi içinde bir güç mücadelesi anlamına geliyor. Son dönemde yaşanan krizler de bunun bir sonucu.

Kaçınılmaz son!

Ferguson tarih boyunca emperyalist politikalarla genişleyemeye çalışan imparatorlukların aslında kendi çöküşlerine zemin hazırladığına vurgu yapıyor. Nitekim Roma İmparatorluğu senatörlerinden Epiktetos’un “İmparatorluklar aynı zamanda zalimlikler yuvasıdır” sözünü bir kez daha teyit eden ABD, tarihinin en zor dönemlerinden geçiyor. Alman siyasetçinin de belirttiği üzere, süngü ile her şeyi yapabilmiş ama üzerine oturamamış bir ABD söz konusu.
Hegemonyanın çöküşü, artık dağılması anlamına da geliyor ve ABD bu iki endişeyi birlikte yaşıyor. Nitekim Trump da seçim sonrası yaptığı balkon konuşmasında, ekonomi üzerinden bu endişeye dikkatleri çekmişti.
Evet, Amerikan İmparatorluğu çöküyor; buradan bir kaçış yolu yok. Ne zaman çökeceğini söyleyebilmek zor, fakat uzatmaları oynadığı ortada. Burada sorulması gereken asıl soru ise bu çöküşün nasıl olacağı, tüm insanlık açısından ne tür maliyetlere yol açacağı ve elbette bundan Türkiye’nin nasıl etkileneceği. Zira gidişat, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir “boşanmanın” hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. ABD Türkiye’yi kaybettiği takdirde bu çöküş sürecinin daha da hızlanacağının farkında. Türkiye’nin üstündeki baskıları bir de bu açıdan okumak gerekiyor.


21 Kasım 2019 Perşembe

İran’ın varlık içinde yokluk çeken şehri Ahvaz ve protestolar

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Muazzam bir etnik çeşitliliğe sahip olmasına rağmen İran’ın kendi vatandaşlarına uyguladığı politikalar, ülkenin siyasi ve toplumsal dengelerini derinden etkiliyor.


İç politikadaki gerilimli süreçleri ve dış politikadaki manevralarıyla İran son yıllarda adından en çok bahsedilen ülkelerden biri. Trump’ın 2016 yılında ABD’nin 46. başkanı olarak seçilmesinden sonra Washington ile yeniden tırmanan gerilimin yanı sıra, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani üzerindeki muhafazakâr kanadın baskısı, önümüzdeki yılın başında seçime gidecek olan İran’ı gündemde tutmaya devam edecek.
Dış politikasındaki yoğun gündemle birlikte Tahran, bu günlerde önemli iç meselelerle de karşı karşıya. Bunların en önemlisi, ülkenin 4 milyonu aşkın nüfuslu Huzistan (tarihteki adıyla Arabistan) eyaletinin Ahvaz şehrinde başlayan ve kısa sürede genişleyen protestolar. 2018 yılında meydana gelen protestolar esnasında tutuklanan ve hapisteyken şiddet gördüğü iddia edilen İranlı Arap şair Hasan Haydari, serbest kalmasından kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Olayın ardından İranlı Araplar yeniden sokaklara döküldü. Şehrin bazı yerlerindeki İran bayrakları indirildi. Tahran yönetimi olayların yoğunlaştığı mahalleleri kuşatma altına alarak gösterileri önlemeye çalışıyor. Protestolarda dikkat çeken başka bir husus ise halkın Lübnan ve Irak’taki gösterileri destekleyen sloganlar atması.
İran'ın petrol rezervlerinin yüzde 80’inden fazlasının bulunduğu Huzistan eyaletinde yakın tarihlerde de buna benzer olaylar yaşanmış, güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucu bölge halkından hayatını kaybedenler olmuştu. Bölge halkı 7 Mart 2015’te Asya Şampiyonlar Ligi maçında rakip Suudi Arabistan takımı El Hilal’e yoğun ilgi göstermiş, maç esnasında ve sonrasında Tahran yönetimi aleyhine sloganlar atan halka polis müdahale etmişti. Çıkan olaylar neticesinde Yunus Asakire isimli Ahvazlı hayatını kaybetmişti. Olayın ardından bölgede başlayan gösteriler güvenlik güçlerinin sert müdahalesiyle bastırılmıştı. 2017 yılının Şubat ayında bölgede yaşanan içme suyu krizi ve yüksek orandaki hava kirliliği şikâyetlerine yönelik yetkililerin duyarsızlığı nedeniyle, Devrim Muhafızları’na ait bir merkez Ahvaz halkı tarafından basıldı ve çıkan çatışmalarda Hasan Bugbiş adında bir protestocu hayatını kaybetti. Olayın ardından bölgede protestolar genişleyerek devam etse de öncekiler gibi yönetimin sert müdahalesiyle bastırıldı.

Benzin zammı ve protestolar

Bölgeyi dünya gündemine taşıyan başka bir gelişme ise yakın tarihte keşfedildiği öne sürülen yeni petrol rezervi. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani 10 Kasım 2019 tarihinde Yezd şehrinde yaptığı konuşmada, Huzistan eyaletine bağlı Bostan bölgesinden Umidiye şehrine kadar uzanan bölgede 53 milyar varil rezerve sahip yeni bir petrol sahası bulduklarını duyurdu. Yeni alanın 65 milyar varil rezerve sahip Ahvaz’dan sonraki en büyük petrol sahası olması ve her iki şehrin de Huzistan eyaleti sınırları içinde bulunması, yoksullukla mücadele eden bölge halkının protestolarını daha da anlamlı hale getiriyor. 2 bin 400 kilometrekarelik bir alanı kapsayan sahanın, İran’ın kanıtlanmış petrol rezervlerini dörtte bir oranında artıracak olması ise bir başka önemli nokta.

Bu açıklamadan bir hafta sonra, Ruhani yönetimi benzin fiyatlarına en az yüzde 50 oranında zam yapılması ve daha ucuz fiyattan benzin satışına kota konulması kararı aldı. Karar sonrası ülkede başlayan protesto gösterileri ülke çapında yayılarak büyüyor. Protestoların büyüme karakteri göstermesinin en önemli nedeni ekonomik temelli olmaları. İran’ın içinde bulunduğu iktisadi darboğaz, sistemin her yerini saran yolsuzluklar, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde taraflar arasındaki güç savaşı ve hepsinden önemlisi halkın gündelik yaşamda karşılaştığı hayat pahalılığı, İranlı "işçi sınıfını" sokağa dökmüş vaziyette. Bu ve benzeri gerçekler protestoların yayılma potansiyelini artırıyor. Şu ana kadar 30 şehirde görülen protestoların daha çok Kürt, Arap ve Türklerin yaşadığı şehirlerde yoğunlaştığı söylenebilir.
Eylemlerde "Rıza Şah ruhun şad", "ne Gazze ne Lübnan, can feda sana İran", "Kürt-Türk el ele; karşıdır zulümlere" ve "Diktatör utan artık; memleketi bırak artık" gibi sloganlar öne çıkıyor. Dikkat çekilmesi gereken nokta şu ki daha çok “alt sınıfın” sokağa çıktığı protestoların, demokrasi kaygısı taşıyan "orta sınıftan" destek bulma olasılığı, Tahran yönetimini zor durumda bırakabilir. Ancak bu iki sınıfın sokağa yansıyan ortak paydasının zayıf olması, gösterileri kontrol altına alma hususunda Tahran yönetiminin işini kolaylaştıracaktır. Vurgulanması gereken diğer etken ise protestoların İran’da etnik hassasiyetlerin yükseldiği bir döneme denk gelmiş olması. Bu durum, eylemlerin daha da yayılmasının önünü açan güçlü bir etken olabilir. Ayrıca ülke genelinde görülen eylemler, 2009 yılındaki Yeşil Hareket’ten bu yana artış gösteren kadın ve gençlik hareketlerinin protestolarda daha görünür olmasına yol açabilir.

Tahran’ın yaklaşımı ve İranlı Araplar

Muhafazakâr basının bölgedeki olaylara karşı duyarsız tavrına rağmen muhaliflerin çokça gündeme taşıdığı gösteriler, İran yönetim anlayışının etnik çeşitliliğe karşı yaklaşımını bir kez daha tartışmaya açmış vaziyette. Muazzam bir etnik çeşitliliğe sahip olmasına rağmen İran’ın kendi vatandaşlarına uyguladığı politikalar, ülkenin siyasi ve toplumsal dengelerini derinden etkiliyor. Bu olumsuz etkinin en dikkat çeken sebebi, İran’ın, barındırdığı etnik çeşitliliği, kültürel bir zenginlikten ziyade, dış güçler tarafından manipüle edilerek ülkeyi felakete sürükleyecek bir problem olarak görmesidir.
Bilindiği üzere, Kaçar hanedanlığının 1925 yılında yıkılmasının ardından, Pehlevi hanedanlığı ülkeyi idari ve ideolojik olarak kontrol altına almıştı. Söz konusu dönemden günümüze, yönetimin Farslar dışındaki diğer etnik gruplara uyguladığı düşünülen ayrımcı politikalar, geniş halk ayaklanmalarının öncelikli sebeplerinden biri olagelmiştir. 1925-1979 yılları arasında “Farslar ve diğerleri” anlayışıyla ele alınan İran’ın etnik kompozisyonu, 1979 İran Devrim’i sonrasında da şekil değiştirerek devam etmiştir. Pehlevi döneminde devam ettirilen “Farslılık” politikasının bir benzeri, 1979 Devrimi sonrasında da “İslam Cumhuriyeti” yaklaşımıyla “Şiilik” çerçevesinde şekillenmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki 1979 sonrası yönetim anlayışı, Pehlevi hanedanlığının politikalarından tam anlamıyla kopmamış, Şiilik yaklaşımının yanı sıra Farslılık anlayışını da canlı tutmuştur. İran’da merkezi yönetimin bu anlayışıyla çeşitli şekillerde mücadele eden önemli etnik unsurlar var ve Araplar bu unsurlardan sadece biri. Diğer etnik unsurlarda olduğu gibi, Araplar da Tahran yönetiminin Farslılık ya da Şiilik anlayışı karşısında kendi etnik veya mezhepsel kimliklerini koruma eğilimi içindeler.
Arap azınlık içinde Şii mezhebine mensup olanlar genellikle Huzistan eyaletinde yerleşikken, Sünni Araplar Körfez kıyılarında yaşıyorlar. Çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu Arapların nüfusuyla ilgili kesin ve güvenilir bir araştırma olmamakla birlikte, tahmini olarak 2 ila 4 milyon civarında olduğu düşünülüyor. Rıza Şah’la başlayıp 1979 İran Devrimi sonrası yönetim anlayışıyla devam eden yaklaşım, ülkede yaşayan Türkler ve Kürtlerde olduğu gibi, Araplar tarafından da hoş karşılanmıyor. Bu hoşnutsuzluk ve dönem dönem kendini hissettiren protestolar, Tahran’a bir uyarı anlamı taşıyor. Son günlerde Arap nüfusun yoğunlukta olduğu Huzistan eyaletinin Ahvaz bölgesinde başlayan ve yayılma eğilim gösteren etnik hassasiyet temelli protestolar da bu huzursuzluğun yeni bir tezahürü niteliğinde. Gösterilerin başlama nedeni ise kum fırtınasıyla başlayan süreci, elektrik ve su kesintilerinin takip etmesidir. Gösterilerin siyasi ve ekonomik sebeplerine değinmenin yanı sıra, bölgedeki kum fırtınalarına ve yaşanan su kıtlığının öncelikli nedenlerine kısaca bakmakta fayda var.
Başta Ahvaz olmak üzere Susangerd ve Dezful şehirlerini etkisi altına alan son zamanlardaki kum fırtınaları ilk defa yaşanmıyor. Son yıllarda bölgede gerçekleşen küçük çaptaki kum fırtınaları ve bunlara bağlı olarak yaşanan yüksek orandaki hava kirliliği günlük hayatın bir parçası. Bunların bazıları İran sınırlarının ötesinden kaynaklanan iklim değişikliği ve küresel ısınmayla bağlantılı olarak görülse de, bunun en büyük sebebi İran-Irak savaşından sonra bölgede yoğun olarak çıkarılan petrol. Petrol kuyuları için tahrip edilen sulak alanlar yerini kurak topraklara bırakmış vaziyette. Petrol çıkarmak ve yeni rafineriler kurmak adına yapılan çalışmalar neticesinde yaşanan önemli su kaybı, tarıma elverişli araziler ve meyve bahçelerinden çorak çöllere ve aniden çıkıveren bataklığa doğru nasıl bir değişimin yaşandığını açıklıyor. Özellikle 1989 ve 1997 yılları arasında bölgede plansız yapılan kalkınma faaliyetleri, Ahvaz başta olmak üzere diğer illerdeki su havzalarını yok ederek çölleşmeyi artırmış durumda. Topraklarının 1 milyon hektarından fazlası tarımsal nitelikte olan ve soğuk mevsimlerde ülkenin önemli tarımsal ürünlerinin yetiştirildiği bir yer olan bu bölge bugün kum fırtınalarıyla karşı karşıya. Gittikçe azalan suyun da şeker kamışı üretiminden kaynaklanan zirai ilaçlarla kirlenmesi, tehlikenin boyutlarını gözler önüne seriyor.
Yukarıdaki sebeplere ek olarak, savaş sonrasında bölgedeki petrol kuyularında kasıtlı olarak çıkarılan yangınlar bölgedeki su kaynaklarını kirleterek verimli topraklara telafisi güç zararlar vermişti. Türkiye ve Irak’ta kurulan barajların Şattülarap’a akan su miktarını azaltarak İran’daki kuraklığı etkilediği iddiaları da sayılan nedenler arasında.

Siyasi ve iktisadi sebepler

Özellikle 2015 yılından bu yana dönem dönem baş gösteren protestolarda yaşanan elektrik ve su kesintilerinin kısa süreli olduğunu düşünen halk, akşam saatlerine kadar yetkililerden kesintilere dair bir açıklama bekledi. İranlı yetkililerden herhangi bir açıklama gelmeyince, 19 Şubat 2018 tarihinde Ahvaz’da yaşayan halk sokaklara döküldü. Enerji protestosu olarak başlayan eylemler, kısa süre içinde yönetimi protesto eden geniş katılımlı halk gösterileri halini aldı.
Muhalif İranlı analistlere göre, bölge halkının temel eğitim haklarından bile mahrum edilmesinin yanı sıra, halkın kasıtlı bir şekilde eğitimsiz bırakılarak radikal terör örgütlerinin etkisine açık hale getirilmesi, geniş katılımlı protestoların altında yatan etkenlerden. 2017 yılının hemen başında vefat eden tecrübeli siyasetçi Haşimi Rafsancani’nin de makalelerinde vurguladığı ortak eğitim talebinin yerine getirilmesinin gerekliliği, radikal örgütlerin İran halkı arasında karşılık bulma ihtimaline dikkat çekmesi açısından anlamlı. Zira -Rafsancani’yi de rahatsız eden- muhafazakâr yönetimin bölgeye yönelik ikircikli tavrı öyle boyutlara varmıştır ki bölgede yeni doğan bebeklere Arapça isim konulması halinde kimlik verilmeyeceği duyurulmuş, bu yaklaşım, -ister Şii ister Sünni olsun- bölgede çoğunluğu oluşturan Arapların merkeze yönelik tepkisini giderek artırmıştır.
Ahvaz’da yükselen protestolara İran’da yaşayan Türk nüfusunun da destek vermesi, Tahran yönetiminin diğer etnik unsurlara Araplardan farklı davranmadığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Şunun altını çizmek gerekir ki Ahvaz’da büyüyen tepkilerin görünen sebebi kum fırtınası ve yaşanan su kesintileri olabilir; fakat üzerinde durulması gereken esas neden, Huzistan eyaletinde yaşayan Arap nüfusun beklentilerinin Tahran yönetimi tarafından karşılanamamasıdır. İran’ın en güneybatısındaki eyalete bağlı olan Ahvaz bölgesi, yeraltı kaynaklarının yanı sıra stratejik konumu itibariyle de Tahran yönetimi için önem taşıyor. Bu bağlamda, Ahvaz meselesi Suudi Arabistan-İran geriliminin en açık hissedildiği konulardan biri olarak biliniyor ve Riyad’ın Tahran’ın sinir uçlarına temas edebileceği bir alan olarak öne çıkıyor.
Zengin petrol yatakları, bölgeyi İran yönetimi için daha da anlamlı kılıyor. Zira İran’ın petrol ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 80’inden fazlası bu bölgede bulunuyor. Zengin doğal kaynaklarına ve tarım potansiyeline rağmen Ahvaz bölgesinin ülkenin işsizlik oranlarının en yüksek olduğu bölgelerinden biri olması, protestoları besleyen sosyal gerçekliği resmediyor. Bölgede birçok enerji üretim tesisi olmasına rağmen, çoğunluğu Araplardan oluşan halkın bu iş imkânlarından mahrum edildiğine, bölgeye Fars kökenlilerin yerleştirildiğine dair yaygın bir kanaat var. Bölgenin doğal yapısının tahrip olmasına yönelik yetkililerin duyarsızlığı, bölge halkının rahatsızlığını daha da artırıyor. Tarım arazilerini kaybetmenin yanı sıra yeni iş imkânlarından da yeteri kadar yararlanamayan bölge halkı, bulduğu her fırsatta Tahran’a sesini duyurmaya çalışıyor.
Başta Ahvaz Üniversitesi mensupları olmak üzere konuya duyarlı kesimler de sonuç alamayınca ülkeden ayrılıp yurt dışında yaşamaya başlamıştır. Bu konuyu gündemine alıp Tahran’ın kapısını çalan kimi akademisyenler ise emekli edilerek konudan uzaklaştırılmıştır. Ülkedeki protestolar siyasi, iktisadi ve kültürel açıdan birçok tartışmanın ana konusu olabilir, olmalıdır da. Fakat bölge halkını bekleyen esas tehlike, bilinçsizce yapılan girişimlerin doğayı mahvetmesi ve kirliliğin Huzistan’ın su varlıklarına nüfuz ederek bölgeyi daha da yaşanmaz hale getirmesidir.

Huzistan'da yaşanan sorunlar Tahran'dan görülmüyor

Etnik kimlikler ve kültürel farklılıklar dikkate alındığında, İran muazzam bir kavşak noktası olarak öne çıkıyor. Tarihin eski dönemlerinden beri aynı coğrafyada var olan bu çeşitlilik, Pehlevi hanedanlığına kadar kendilerini ifade etme ve ülkenin zenginliklerinden eşit derece yararlanma hususunda önemli bir sorun yaşamamıştı. Pehlevi yönetimiyle birlikte bütün İran halkına uygulanan Farslılaştırma politikası, bu politikaya maruz kalanlar tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Bu topluluklar yönetime karşı itirazlarını çeşitli şekillerde dile getirdiler ve getirmeye de devam ediyorlar. Şunun altını çizmekte fayda var ki bugün kimliklerini korumak için etkin bir mücadele veren Türkler, Kürtler ve Araplar, İran’ın toprak bütünlüğüne saygı gösterip sahip çıkmakla birlikte, öncelikle kendilerini ifade edecekleri bir alan ve daha kucaklayıcı bir yönetim talep etmekteler. Nitekim İran halkı, bugüne kadar kazandığı tecrübeyle, protesto bilincine sahip halklarından birisi haline gelmiştir. Son olaylarda da görüldüğü üzere, İranlılar genel olarak güncel meselelerin dahi yetersiz ve ayırımcı yönetim anlayışından kaynaklandığını düşünüyor ve kısa bir süre içinde sokakları doldurabiliyor.
En nihayetinde Batı'nın ve Körfez ülkelerinin İran’a yönelik haksız ve baskıcı politikalarına karşı çıkılmalıdır. Fakat diğer taraftan, İran’ın kendi bünyesinde yaşayan farklı etnik ve dini topluluklara daha adilane davranması gerektiğinin de altı çizilmelidir. Zira bugüne kadar Arap nüfusun yaşadığı ekonomik ve sosyal sorunlar Tahran yönetimleri tarafından görmezden gelinmiştir. Gelecek dönemde, ülkedeki etnik unsurlara karşı benimsenen politikalarda herhangi bir değişim veya dönüşüm yaşanmazsa, önümüzdeki süreçte hem İran hem de bölge daha büyük ve karmaşık problemlerle karşı karşıya kalacaktır.


İran’ın Kürt meselesi: İki ucu keskin bıçak

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


ABD'nin desteklediği ve bir kolu da İran’da aktif halde bulunan PKK’nın Suriye’de sınırlandırılmasının Tahran’ı neden bu derece rahatsız ettiği sorusuna, sadece Türkiye’nin güvenlik anlayışı üzerinden bakmakla cevap bulmak kolay değil.



Barış Pınarı harekâtı sırasında İran’ın takındığı Türkiye karşıtı tavır, belki Suriye’de güç dengelerinin yeniden şekillenmesi sırasında öngörülebilirdi. 

Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tabiriyle "çatlak seslerin" bu denli çıkması, hem de etnik bir yaklaşımla meselenin yoğun bir propagandaya aleti edilmesi, İran’ı takından takip edenleri bile şaşırttı. Söz konusu sınır operasyonuyla PKK/YPG'ye karşıtı harekete geçen Türkiye’yi eleştiren İran'ın bu davranışı anlamlandırılmaya çalışıldı. Zira terör örgütünün İran'da da bir uzantısı olduğu biliniyordu. İşte tam bu noktada, "Kürt dostu" İran’ın "Kürt meselesi" en çok merak edilen konuların başına taşındı.

İran farklı etnik grupların bir arada toplanması açısından Orta Doğu’nun en renkli ülkelerinden biri. Rıza Pehlevi’nin 1925 yılında şah ilan edilmesiyle birlikte, İran Türklerinin yönetimdeki etkisi fiilen sona ermişti. Düşük rütbeli askerlikten şahlık mertebesine getirilen Rıza Şah Pehlevi, Fars halkının merkeze alınarak egemen bir İranlı üst kimlik inşa etme konusunda, etrafındaki radikal Fars milliyetçileri tarafından ikna edilmişti. 

Ulus devlet akımının kulağa hoş geldiği zamanlarda, İran da büyük ve köklü değişikliklere tanık oldu ve kısaca Fars olmayanlar dışlandı. Bu politikanın diğer etnik gruplar tarafından hazmı tabii ki pek kolay olmadı. 

Türkler nüfus ve nüfuz yoğunlukları itibarıyla yoğun kültürel asimilasyona tabi tutulurken, diğer azınlıkların en ufak hak talep arayışları, “sıcak kurşunla” cevaplandı. 

Çoğunlukla Kuzey Irak ile ortak sınırlara yerleşmiş olan Kürtler de daha farklı bölgelere göç ettirildi. Bunların en etkin örneklerinden biri, günümüzde Batı Azerbaycan eyaletinin demografisinin Kürtleştirilmesi olarak incelemeye değer bir hadisedir. Bu yöntemle hem Kürtler yoğun oldukları bölgelerden dağıtılmış hem de İran Türklerinin Türkiye ile sınır hattına adeta bir insan barajı inşa edilmiş oldu.

1945'de ise Azerbaycan Demokrat Fırkası’nın gölgesinde Kadı Muhammed öncülüğünde Mahabad Cumhuriyeti de kurulma imkânı buldu. Ancak Muhammed Rıza Pehlevi de babasının yolundan giderek her iki harekâtı kanlı bir şekilde bastırmayı başardı. Ancak 1979 İslam Devrimi yıllarında, Fars olmayanlar da demokratik bir rejimde haklarının resmi olarak tanınması konusunda umutlandılar. 

Fakat bu sefer de değişikliklerden zararlı çıktılar. İslam Cumhuriyeti "velâyet-i fakîh" anlayışını idari rejim olarak benimseyince ortalık yine karıştı. Azerbaycan’da Humeyni’den farklı düşünen bir diğer Şii din adamı olan Muhammed Kazım Şeriatmedari taraftarlarının başkaldırısının bastırılıp susturulması çok zor olmadı. 

Kendilerini devrimin sahibi bilen ve çoğunlukla Şii inancına mensup Azeri Türkleri yönetimden pay alma umut ve beklentisiyle kısa süre sonra merkeze yöneldiler. Fakat bu süreç özellikle Sünni Kürtler ve güneydoğudaki Türkmenler için o kadar da kolay olmadı.
Kendilerini sol kanatta tanımlayan ayrılıkçı Kürt hareketlerinde zaman zaman Kürtçülük baskın gelerek etnik çarpışmalara meydan verebiliyordu. Bu tip hareketler devrimin ilk aylarında Batı Azerbaycan eyaletinin Sulduz [Nekede] şehrinde Kürt-Türk çatışması şeklinde de patlak verdi. Merkezi hükümet silahsız ve savunmasız yerli Türk halkını silahlı Kürt örgütlerine karşı savunsa da ihale yine bölge halkına kaldı. Günümüzde bile ciddi etnik gerginliğe ve kanlı çatışmalara gebe bir ortamın oluşması da o tarihten kalma acı mirasın parçası olarak bilinir.

İran-Irak savaşı yıllarından sonra, Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığı döneminde de İran’ın etnik gruplara bakışı aynıydı ve konu neredeyse hiç gündeme getirilmedi. Ama büyük umutlar ve heyecan uyandıran Muhammed Hatemi ve İran’da reformcuların iktidara gelişi, Fars olmayanların meselelerinin de gündeme gelmesi açısından önemliydi. Hatemi’nin gelişiyle basın, belki de İran İslam Cumhuriyeti tarihinin (ilk aylar hariç) en çoğulcu ve ferah günlerini yaşadı. 

Her ne kadar Fars ve Şii olmayanlar ana akıma medyada yer bulmakta ve kendilerini ifade etmekte zorlansalar da, yerel basında ve bolca açılıp hızla politikleşen öğrenci dergilerinde yazıp çizme fırsatı buldular. Bu dönemi değerlendiren Kürt aydınları da toplumla silahsız bir diyalog kurmayı denemiş oldular; ama yönetimden pratikte yeterli açılımı göremeyince, yine kökü yıllar öncesine dayanan silahlı örgütlerin karşısında sesleri kısık kaldı.

Açılımdan umudunu kesen silaha sarılıyor

Hatemi döneminin nispi açılımıyla birlikte Kürtlerin de hak arayışı toplum içinde yaygınlaştı. Fakat Tahran’da somut bir çözüm yönelimi göremeyince, önceden uzun bir geçmişe sahip olan ve İslam Cumhuriyeti rejimi içinde çözüm arayışını yanlış bulan silahlı grupların konumu toplum nezdinde yükselmeye başladı. Radikal gruplar ön plana çıktıkça aralarındaki rekabetin dozu da arttı. PKK’nın İran uzantısı PJAK’ın 2004 yılında kurulması bu iddiaya bir örnek teşkil edebilir.

İran Kürtleri Tahran otoritesiyle sadece etnik olarak değil, mezhep olarak da ayrılıyordu. Şii inancının "velâyet-i fakîh" yorumunu devletin resmî ideolojisi olarak benimseyen İran İslam Cumhuriyeti, çoğunlukla Sünni Şafiî inancında olan Kürtlerle ortak bir noktada buluşmayı daha da zor hale getirdi. Öte yandan modernleşme sürecinde çok geç ve yavaş adımlarla ilerleyen Kürt toplumunda seküler, sol merkezli devrimci örgütlerin de kapsayıcı rağbet görmesi zor görünüyordu. 

Bu yüzden, doğusundaki Afganistan’da el-Kaide'nin ve batısındaki Irak’ta DEAŞ’ın ortaya çıkması gibi hadiselerin, ötekileştirilmiş Sünni azınlıklarda da belli derece karşılık bulması kimseyi şaşırtmadı. Bu iddianın ne derece geçerli olduğuna bir örnek olarak, 2017’de Tahran'daki parlamento binasına ve Humeyni’nin türbesine gerçekleştirilen ve DEAŞ’ın üstlendiği silahlı saldırılarda ölü ele geçirilen saldırganların Kürt kökenli olmaları gösterilebilir.

Silahlı Kürt gruplar arasındaki bu rekabet, diğer ülkelerde tanık olduğumuz gibi, İran’da da zaman zaman gerçekleşen kanlı çatışmalarla ne derece ciddi bir mesele olduğunu hatırlatıyor. Tahran’ın bu meseledeki rolüyle ilgili ortaya atılan iddiaların doğrulanması kolay olmasa da, İran yönetiminin gruplar arası dengeyi sağlamak için sarf ettiği çaba da gözlerden kaçmıyor. Özellikle Kuzey Irak ile İran arasında kurulan kaçak koridorlar -ki bölgedeki aktif silahlı örgütlerin finans kaynaklarından sayılır- yetkililerin “adamına göre” bir göz yumma politikası uygulamasıyla, örgütler arası ihtilafları da tırmandırabiliyor.

Kürtler dış siyasete alet ediliyor

ABD'nin desteklediği ve bir kolu da İran’da aktif halde bulunan PKK’nın Suriye’de sınırlandırılmasının Tahran’ı neden bu derecede rahatsız ettiği sorusuna, sadece Türkiye ve Türkiye’nin güvenlik anlayışı üzerinden bakmakla cevap bulmak kolay olmayacaktır. 

Bu tutumun şimdilik sırf taktiksel olarak değerlendirilmesi de gerçekçi görünmüyor. Çünkü İran’ın devletçilik anlayışına bakıldığı zaman, en az Şiilik kadar Fars (Pers) milliyetçiliğinin de güçlü olduğu görülür. Bu husus Türkiye’de de en üst düzeyde dile getirilmiş, 2017’de Cumhurbaşkanı Erdoğan İran’ın yayılmacı politikasını "Pers milliyetçiliği" bağlamında eleştirmiş, bu meselenin özellikle Suriye konusunda dikkate alınmasını istemişti.

Fars [Pers] milliyetçiliğinin özüne ve kökenine indiğimizde ise temel olarak Türk ve Arap karşıtlığı üzerine inşa edildiğini, bu karşıtlıktan beslendiğini ve küçümsenmeyecek kadar önemli bir husus olduğunu görürüz. Ayrıca “Nerede Kürt varsa orası İran’dır”, “Kürtler en asil Aryan ırkından bir halktır” gibi sözlerin günümüzde yeniden seslendirilmesi, bu görüşün halen ne derece benimsendiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. İşte bu parçaların hepsini yan yana koyduğumuzda, Ayn el-Arab [Kobani] olaylarında İran’ın dört bir yanında Türkiye karşıtı eylemlerin yapılmasına neden yeşil ışık yakıldığı da daha anlamlı hale gelecektir. 

Barış Pınarı harekâtı esnasındaki Türkiye karşıtı propagandanın da özellikle Kürtler üzerinden yapılmasının sebepleri değerlendirirken bu meseleler dikkate alınmalıdır.
Özellikle İran yönetimi bünyesindeki siyasilerin hep bir ağızdan sergiledikleri Türkiye karşıtlığı ve Türkiye’nin (sayıları az da olsa) İran parlamentosundaki Türk vekiller tarafından da protesto edilmesi, işin bu bağlamdaki önemini artırmış oluyor.

İran hükümetinin, uzlaşmaz düşmanları olan, Avrupa ve Kuzey Amerika’da faaliyet gösteren Farsça medya organlarının, Tahran yönetimiyle aynı safta yer alarak Türkiye karşıtı cepheye katılması, bütün bunların sadece hükümetin tavrı olarak açıklanamayacağının kanıtıdır. 

Tam da bu noktada, suyun akışını tersine çevirmeye çalışanların ağır baskıya maruz kalmaları anlam bulacaktır. Örneğin İran Türklerinin yoğun ilgisini kazanan Traktör futbol takımı taraftarlarının maç esnasında Türkiye lehine tezahürat yaparak Türk ordusuna asker selamı göndermelerinin Farsça medyada ağır bir ihanet olarak yansıtılması, gündemi takip edenleri şaşırtmadı. Olayların üzerinden günler geçmesine rağmen, halen hem hükümet hem de rejim değişikliğini savunan Batı’daki Farsça medya bu gelişmenin üzerinde durduğuna göre, meselenin kendi çapındaki oyun bozma potansiyeli hafife alınmamalı. 

Türk basınının Traktör stadyumunda yaşananları aktarmasına bile tahammül göstermeyenler, Türklerin "ayrılıkçı" hareketlerinin Türkiye tarafından finanse edildiği iddialarını söylemekten çekinmedi. Anlaşılan, Türkiye’de dış haberciler “Tebriz’in Kızıl Kurtları” şeklinde bir başlık atarak bir grup ateşli futbol holiganını okuyucuya cazip göstermeye çalışırken, karşı taraf bu potansiyelin fark edilip ciddiye alınma ihtimalinden bile bir hayli rahatsız olmuş. Benzer bir durumu fırsat bilip değerlendiren Tahran, aynı kartların Türkiye tarafından da dikkate alınmasından endişeli. Ayrıca verdiği tepkiler, ateşle oynandığının az da olsa fark edilmiş olmasının bir işareti olarak değerlendirilebilir.




google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html