BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

31 Temmuz 2017 Pazartesi

ABD'DEN TERÖRİSTLERE TAM DESDEK

Türkiye'nin bütün uyarılarına rağmen ABD, terör örgütü PKK/PYD'ye DEAŞ ile mücadele adı altında askeri araç gereçle mühimmat içeren 100 TIR daha gönderdi. ÖNCEKİ  gece  askeri araç gereç ve mühimmat taşıyan 100 TIR'ın, Irak sınırından geçerek Suriye'de  örgüt kontrolündeki Haseke'ye girdiği belirtildi. Konvoyda, ABD ordusunun kullandığı yüksek hareket kabiliyetli zırhlı "Hummer" lar, 4x4 jipler ile vinçler dikkati çekti.  ABD'nin PKK/PYD'ye Nisan 2016'dan bu yana askeri yardımda bulunduğu biliniyor. 
ABD'nin, Suriye'de terör örgütü PKK/PYD'ye, DEAŞ'la mücadele gerekçesiyle askeri yardımları devam ediyor. Dün 100 TIR, Rakka'nın kuzeyindeki örgüt unsurlarına gönderildi.
Haseke'deki AA muhabiri, önceki  gece saatlerinde askeri araç gereç ve mühimmat taşıyan 100 TIR'ın, Irak sınırından geçerek örgüt kontrolündeki Haseke'ye girdiğini bildirdi.
Konvoyda, ABD ordusunun kullandığı yüksek hareket kabiliyetli zırhlı  "Hummer" lar, 4x4 jipler ile vinçler dikkati çekti.
BU İLK DEĞİL
Ayrıca 5 Haziran'da 60, 12 Haziran'da 20, 16 Haziran'da 50 ve 21 ile 26 Haziran'da toplam 120, 5 Temmuz'da 82, 9 Temmuz'da 102, 13 Temmuz'da 95, 17 Temmuz'da 100, 22 Temmuz'da 100, 27 Temmuz'da 80 olmak üzere 809 TIR, PKK/PYD bölgesine teslimat yapmıştı.
AA muhabirinin ABD Savunma Bakanlığı Pentagon'dan edindiği belgede, Suriye'de PKK/PYD'nin de içinde olduğu gruplara verilecek silahlar listesinde, 12 bin Kalaşnikof marka tüfek, 6 bin makineli tüfek ve 3 bin 500 ağır makineli tüfeğin yanı sıra 3 bin Amerikan yapımı RPG-7 ve bin Amerikan yapımı AT-4 veya Rus yapımı SPG-9 tanksavarın da yer aldığı görülüyor.
Belgede ayrıca aynı kapsamda değişik kalibreye sahip 235 havan topu, 100 keskin nişancı tüfeği, 450 PV-7 tipi gece görüş dürbünü ve 150 kızılötesi lazer aydınlatıcı dürbünün terör örgütüne ulaşacağı bilgisi yer alıyor.
ABD'nin öncülük ettiği Birleşik Görev Gücü Doğal Kararlılık Operasyonu, Rakka kent merkezine yönelik operasyonunun 6 Haziran itibarıyla başladığını duyurmuştu ancak ABD'nin PKK/PYD'ye Nisan 2016'dan bu yana askeri yardımda bulunduğu biliniyor.
Suriye'de 10 noktada PKK/PYD'ye ABD desteği
ABD, Suriye'de terör örgütü PKK/PYD bölgesinde, iki hava üssü dışında 8 adet askeri noktaya sahip.
ABD, Suriye'de müttefik olarak nitelediği terör örgütü PKK/PYD'nin kontrolündeki bölgelerde iki hava üssü ve 8 askeri noktada özel birlikler ve ekipman bulunduruyor. ABD özel kuvvetleri, örgüte, DEAŞ karşıtı operasyonlarında destek verirken, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerine karşı da onlara koruma sağlıyor.
ABD, PKK/PYD'nin kontrolündeki Haseke ilinin kuzeydoğusunda yer alan Rümeylan ilçesinde Ekim 2015'te, Kobani'nin (Ayn el-Arab) güneyindeki Harab Işk köyünde de Mart 2016'da hava üsleri kurmuştu.
Rümeylan, kargo uçaklarının da inebileceği büyüklükteyken, Harab Işk'ı yalnızca askeri helikopterler kullanabiliyor.
ABD'nin Nisan 2016'dan bu yana PKK/PYD bölgesine yaptığı askeri sevkiyatın bir kısmı, Irak sınırından karayoluyla girerken diğer kısmı da kargo uçaklarıyla Rümeylan'a indiriliyor.
AA muhabirlerinin yerel kaynaklardan derlediği bilgilere göre, ABD iki hava üssü dışında Suriye içinde PKK/PYD işgalindeki bölgelerinde 8 adet askeri noktaya sahip.
Operasyonel noktalar, genellikle küçük ve mobilize birlikler için güvenlik gerekçesiyle "sahra tipi" şekilde, üzerine toprak yığılmış düz arazi üzerine kuruluyor.
Ekip ve ekipmanın her an harekete geçebilir şekilde beklediği sahra tipi noktaların kurulumunu tespit etmek de zor oluyor.
Bunlar dışında ABD, dönüşümü kolay fabrikalar, konut alanları ya da PKK/PYD'nin kampları gibi tespit edilmesi zor alanları da operasyonel nokta olarak kullanıyor.
ABD kuvvetleri, Suriye'nin kuzeyinde bazı alanları "girişi yasak bölge" ilan ederek operasyonel noktaların inşasını gizli tutuyor.
Bu 8 noktada, top atışı, hava saldırısı için irtibat görevlisi, askeri danışman, eğitim sorumlusu, operasyon planlama sorumlusu ve aktif çatışma içinde yer alan birlikler konuşlu bulunuyor.
Ekipman olarak da Suriye'deki iç savaşın doğasına uygun şekilde mobilizasyon kapasitesi yüksek top bataryaları, çok namlulu roketatarlar, istihbarat için çeşitli mobil ekipmanlar, hava indirme üslerinin çevre güvenliği ve genel devriye için "Stryker" zırhlı araçlar gibi araçlar yer alıyor.
Haseke'de 3 nokta
ABD'nin Suriye'deki operasyonel noktaları içinde en yenisinin Haseke ilinin kuzeyindeki Tel Beyder olduğu biliniyor.
Tel Beyder'de şimdilik PKK/PYD militanlarına DEAŞ karşıtı operasyonlarında destek vermek için yaklaşık 100 ABD özel kuvveti konuşlanmış durumda.
Haseke'nin Türkiye sınırındaki Resulayn ilçesinin güneyindeki Tel Temir beldesinin kuzeydoğusunda bulunan eski çiftlik alanında da ABD ve koalisyon bünyesindeki yabancı özel kuvvetler bulunuyor.
Haseke'nin güneyindeki Şeddadi bölgesinde, Cebse gaz ve petrol alanında, Deyrizor iline, DEAŞ'a karşı düzenlenecek operasyonlarda, PKK/PYD militanları ile iş birliği yapmak için 150 ABD özel kuvveti mevcut tutuluyor.
Münbiç'te 2 nokta
ABD, PKK/PYD'nin Ağustos 2016'da ABD yardımıyla ele geçirdiği Münbiç ilçesinde 2 operasyonel nokta kurmuş durumda.
Münbiç'in kuzeyinde, Sacu çayının batı kıyısındaki Ayn Dadat beldesinde, ABD özel kuvvetlerine ait bir operasyonel nokta yer alıyor.
Özel kuvvetlerin konuşlu olduğu Ayn Dadat'taki ekipler, kuzeyindeki, Fırat Kalkanı Harekatı'nda kurtarılan bölgede konuşlu ÖSO güçlerine karşı devriye faaliyeti yürütüyor.
Münbiç'teki diğer nokta, Ayn Dadat'ın batısındaki Uşariye beldesinde konuşlu ABD özel kuvvetleri noktası.
Buradaki birlikler, PKK/PYD'yi, ÖSO'ya karşı koruma amacıyla Sacu çayı boyunca devriye geziyor.
Rakka'nın kuzeyinde 3 nokta
Rakka'nın kuzeyindeki Kobani ilçesinin güneyinde bulunan Miştanur Tepesi, güney yükseltisinde, radyo kulesinin de bulunduğu tepede, ABD özel birliklerinin yanı sıra Fransız özel kuvvetleri de yer alıyor.
Rakka'nın kuzeyindeki bir diğer nokta da Ayn İsa beldesinin güneybatısında, "Suriye Demokratik Güçleri (SDG)" adı altındaki PKK/PYD üssü içinde de yaklaşık 200 ABD kuvveti ile 75 kadar Fransız özel kuvvetinin konuşlandığı biliniyor.
ABD, Kobani'nin güneyinde, Fırat nehrine açılan karayolunun kuzey yamacındaki Sırrin ilçesinin Sept beldesinde bir noktayı da hava indirme birimi olarak kullanıyor.
Bu hava indirme biriminden, Ayn İsa beldesinde, PKK/PYD ile ortak noktaya mühimmat sağlanıyor.
Sept beldesindeki nokta, terör örgütü DAEŞ'in telsiz, telefon irtibatlarını dinlemek, kesmek ve DEAŞ karşıtı uluslararası koalisyon merkezi ile iletişimi sağlamak için de kullanılıyor.
Terör örgütü PKK'nın Suriye uzantısı PYD, Suriye'nin kuzeyinde Türkiye sınırı boyunca, doğuda Haseke, Rakka ilinin kuzeyi ve Halep'in doğusundaki Münbiç ile kuzeybatısındaki Afrin ve Tel Rıfat ilçelerini işgal ediyor. ABD'nin Suriye'de müttefik olarak nitelediği PKK/PYD militanları, ülke genelinde SDG adını kullanıyor.

Katar Osmanlı ve Türkiye İlişkileri

Osmanlı-Katar ilişkileri

Bugünlerde Ortadoğu’da yaşanan Katar olayını biz de tarihi açıdan incelemeye karar verdik. Yaptığımız araştırmalara göre Katar ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişki oldukça iyi seyretmiş, Bölgedeki bazı Arap kabileleri İngilizlerin desteği ile Osmanlı’ya karşı isyan girişimi içerisinde bulunmalarına rağmen Katar, İngilizlerin yanında değil Osmanlı’nın yanında bulunmayı tercih ettiği gibi, bölgeye Osmanlı askerlerini de davet etmiştir. Tabi ki bu durum İngilizlerin tepkisine neden olmuş, 1916 yılında Osmanlılar İngilizlere yenilip bölgeden çekilince, Katar 1971 yılına kadar İngiliz sömürgesi olmuştur. Kadar ile ilgili bilgiyi İslam Ansiklopedisinden yaptığımız uzun alıntıdan takip edelim:
1820’li yıllardan itibaren körfezdeki şeyhliklerle münasebet kuran İngiltere, Ancak 1860’lardan sonra hem Necid’deki Suud ailesi hem de Bahreyn’deki Halîfe ailesi içinde yaşanan ihtilâflar Katar’ı İngilizler için ön plana çıkardı. Ayrıca Katar’ın Necidli muhaliflere lojistik destek sağlayacak yolun üzerinde bulunması ve Bahreyn’den kaçan muhaliflerin burada üstlenmesi üzerine İngilizler 1868 sonbaharında Katar’a savaş gemisi göndererek Muhammed b. Sânî’yi kontrolü altına aldı.
Ardından 1871 yılında Katar şeyhi Câsim b. Sânî, İngilizler’in tehdidinden kurtulmak için Osmanlı askerlerini ülkesine davet etti. Böylece 1871 sonbaharında Katar’da da Osmanlı kontrolü sağlandı ve burası Necid sancağına bağlı bir kaza olarak teşkilâtlandırılıp Câsim b. Sânî fahrî kaymakam tayin edildi. Baştan beri askerî sefere karşı çıkan İngilizler fiilî durum karşısında çaresiz kaldılar; fakat Osmanlı hâkimiyetini kabullenen Sânî ailesi üzerinde dolaylı yollarla baskı uygulamayı sürdürdüler. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti bölgede varlığını daha fazla hissettirmek için bir dizi tedbire başvurduysa da daima İngilizler’le karşı karşıya geldi; hatta Katar’a tâbi bir nahiye olarak teşkilâtlandırmaya çalıştığı Zübâre 1895 sonbaharında İngilizler’in saldırısına uğradı.
Bâbıâli, 1897’den itibaren Osmanlı-İngiliz münasebetlerinde Kuveyt’in birinci plana çıkmasından istifade ile Katar bölgesinde birtakım yeni idarî düzenlemeler yapmak istedi, fakat pek başarılı olamadı.
Sonuna kadar Osmanlı Devletine bağlı kalan Katar, Necid ve Ali Suud'un Katar, Arapların Osmanlılara karşı isyanlarına da katılmamıştır. 1916 yılına kadar Osmanlı bölgede kalmış, Katar halkı sonuna kadar Osmanlı'nın yanında olmuştur.
Meşrutiyet yıllarında dış politikada içine düşülen yalnızlıktan kurtulmak için 1910’da İngilizler’le başlatılan görüşmelerde Katar’ın statüsü yeniden gündeme geldi. 29 Temmuz 1913’te Londra’da imzalanan, ancak yürürlüğe girmeyen antlaşmanın ilgili maddesinde Osmanlı Devleti Katar yarımadası üzerindeki bütün taleplerinden feragat etti, buranın Şeyh Câsim b. Sânî ve halefleri tarafından yönetilmesi konusunda mutabakata varıldı. Ancak Şeyh Câsim’in ölmesi üzerine yerine oğlu Abdullah’ın tayin edilmesi yine Osmanlı Devleti’nin muvafakatiyle oldu. I. Dünya Savaşı ile birlikte bölgedeki Osmanlı varlığı tamamen sona erdi. 3 Kasım 1916’a kadar burada kalan Osmanlı askerleri, İngilizlerin bölgeye girmesiyle Katar’ı terk ettiler.
    Bu tarihten bölgede petrolün bulunduğu 1940 yılına kadar milletlerarası politikada gündeme gelmeyen Katar, komşuları Bahreyn ve Suudi Arabistan ile arasında çıkan bazı küçük anlaşmazlıkların dışında önemli bir olayla karşılaşmadı. İngilizler’in 1971’de bölgeyi terk etmesinden sonra bağımsızlığına kavuşan Katar (3 Eylül 1971) hemen arkasından Arap Birliği’ne ve Birleşmiş Milletler’e üye oldu.
22 Şubat 1972’de Şeyh Halîfe b. Hamed bir darbe ile emirliği ele geçirdi. Devlet başkanlığının yanı sıra başbakanlık görev ve yetkilerini de elinde toplayan Şeyh Halîfe, öncelikle bütün üyelerini kendi seçtiği bir danışma meclisi kurarak bir anlamda parlamenter rejime doğru bir adım attı. 1974’te ülkedeki petrol şirketlerinin tamamını denetimi altına aldı. Bahreyn’le ilişkileri Havar adaları anlaşmazlığı sebebiyle iyi gitmeyen Katar, 1991 Körfez Savaşı’nda Amerika Birleşik Devletleri’nin tarafını tuttu. Suudi Arabistan’la olan bazı sınır anlaşmazlıkları ise 20 Aralık 1992’de dostane bir çözüme kavuşturuldu. Katar halen mutlak monarşi ile yönetilmekle birlikte Körfez ülkeleri arasında birtakım anayasal düzenlemelere giden ilk emirlik olarak dikkat çekmektedir. 1995 yılında Hamed b. Halîfe babasını iktidardan uzaklaştırıp yerine geçti. (Dia., Zekeriya Kurşunlu, Katar M.)  2003 yılında Hamed b. Halife, yönetimi kendi isteğiyle 1980 doğumlu oğlu Şeyh Tamim Bin Hamad Al Tani’ye devr etti. Şeyh Temim, dünyanın en genç liderlerinden birisidir. Ayrıca, Hamed bu uygulaması ile ölene kadar tahtta oturma geleneğini de bozmuş oldu.
Şeyh Temmi, babası gibi İngiliz yanlısı bir siyaset izleyeceği düşüldüğü halde o bağımsız bir politika izlemeyi tercih etti. İngiltere’de eğitim görmüş olmasına rağmen Müslüman Kardeşler, Hamas ve Dünya Alimler Birliği gibi oluşumlara sıcak davranmaya ve Türkiye ile dostluğunu ilerletmeye çalıştı. Katar’ı modern bir devlet haline getirmesine rağmen, bölgedeki Krallara karşı bağımsız politika gütmesi, batılı çıkarlara alet olmaması ve Türkiye ile yakın dostluk kurması üstelik İran’a karşı tavır alınmasını da eleştirmesi şimşeklerin üzerine çekilmesine neden oldu.

Türkiye - Katar Siyasi İlişkileri:

Türkiye - Katar ilişkilerinde son yıllarda önemli gelişmeler kaydedilmiştir.

Katar, Türkiye'nin bölgede üstlendiği role önem atfetmektedir. Yönetim ve halkın Türkiye'ye ilişkin izlenimleri olumludur.

Katar bölgesel sorunların çözümü için en önde çaba gösteren Arap ülkesi konumundadır. Katar’ın üst düzey yönetimi bu hususlarda ülkemizle yakın istişare içinde olmayı tercih ettiklerini ve dış politikalarında Türkiye’ye özel önem verdiklerini sıklıkla dile getirmektedirler.

Katar’la işbirliğimiz, BM ve İKÖ gibi uluslararası kuruluşlarda son yıllarda artmıştır.

2008-2011 dönemi karşılıklı üst düzey ziyaretlerin yoğunlaştığı bir dönem teşkil etmiş, bu ziyaretler ikili ilişkilerin derinleşerek gelişmesini sağlamıştır.

Katar’a yönelik ihracatımız ağırlıkla demir-çelik mamullerinden oluşmakta, elektrikli makine ve cihazlar, motorlu araç ve parçaları, ev tekstil ürünleri, mobilya ve gıda diğer ihracat kalemleri arasında yer almaktadır. Katar’dan ithalatımızda ise, doğalgaz, plastik ve mamulleri ile kimyevi ürünler başlıca mal gruplarını teşkil etmektedir.

Katar’daki Türk yatırımları esas olarak müteahhitlik (alt taşeronluk) ve müşavirlik hizmetleri alanında gerçekleşmektedir. Büyük inşaat şirketlerimizin de aralarında bulunduğu 30’dan fazla şirketimizin bugüne kadar üstlenmiş olduğu projelerin toplam tutarı yaklaşık 8,5 milyar Dolara ulaşmıştır.

Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Katar sermayesinin Türkiye’ye yöneltilmesi yoğun çaba gösterdiğimiz alanlardan birisini oluşturmaktadır.

Katar’dan ülkemize boru hattıyla doğalgaz tedariki projemiz üst düzeyde olumlu değerlendirilmektedir.

KATAR TARİHİ:

Son derece yoksul bir tarihi geçmişin ardından hızla gelişen, modern ve liberal bir Arap ülkesi haline gelen Katar’ın kısaca tarihi…

Tarihi eski çağlara dayanan Katar’da Selçukluların hüküm sürdüğü biliniyor.

Yedinci yüzyılın ortalarında İslam dini Arap yarımadasında yayınlamaya başlayınca Katar’da Emeviler, Abbasiler gibi İslam hanedanlarının hakimiyeti altına girdi.

OSMANLI İMPARATORLUĞU HAKİMİYETİ ALTINA GİRDİ

16. yüzyıldan Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. 19. yüzyılda bölgenin idaresi bügünkü emirin büyük dedesi olan Muhammed El-Sani’ye geçmiştir. Ülkede fiili Osmanlı egemenliği ilk olarak 1952’de daha sonra ve kesin olarak 1871’de Muhammed El-Sani’nin daveti üzerine başlamıştır.

KATAR EMİRİNİN VASİYETİ

Suudi Arabistan’ın kuruluşuna giden süreçte ise Abdulaziz bin Suud, Katar’ı da kendi nüfuzuna almak sevdasındaydı. Bu yüzden Katar Emiri Şeyh Casim oğlu Abdullah’a Osmanlı askerlerini asla Katar’dan çıkarmama vasiyetinde bulunmuştur.

Katar’ın bugünkü Başkenti Doha şehrinde bugün ABD üssünün bulunduğu el-Obeid’e yerleşen Osmanlı birlikleri 1913’e kadar kalmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu Katar üzerindeki haklarından 1913’te vazgeçmiş, Osmanlı birlikleri Ağustos 1915’te ülkeden çekilmiştir.

İNGİLİZ İŞGALİ 1971’E KADAR SÜRDÜ

Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının akabinde 1916’da İngilizler Katar’ı işgal ederek sömürgesi haline getirdi. Katar, 1971 yılında İngilizler himayesinden ayrılarak, tamamen bağımsız bir ülke oldu. Bu olaydan kısa süre önce Katar, Birleşik Arap Emirlikleri’nin bir parçası olma teklif reddetmişti.

1972-1995 yılları arasında ülkeyi yöneten ilk emirin ardından, yönetime el koyan Katar Emiri Hamad bin Halife Al Tani göreve geldi.

Al Tani emirliği döneminde, önemli siyasi ve ekonomik reformlar gerçekleşti. Seçimlerin özgürleşmesi için adımlar atıldı, kadınlar seçme ve seçilme hakkına sahip oldu. Aynı zamanda gaz ve petrol sektörlerinde liberalleşmenin yolu açıldı.

EL CEZİRE NE ZAMAN KURULDU?

Basın özgürlüğünün genişletildiği ülkenin en büyük yatırımlarından televizyon kanalı El Cezire oldu. Haber platformları, önce Arap ülkelerinde, daha sonra da tüm dünyada en önemli medya kuruluşlarından biri olarak ön plana çıktı.

Katar bu dönemde komşu ülkelerle de ilişkilerini artırdı ve 2001 yılı itibariyle, Bahreyn ve Suudi Arabistan ile arasındaki sınır sorunlarını tamamen çözüme kavuşturdu.

Katar, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı etkisi altına alan ve ‘Arap Baharı’ olarak bilinen halk ayaklanmalarından etkilenmedi.

TÜRKİYE-KATAR İLİŞKİLERİ

Türkiye ile katar arasındaki ekonomik ilişkiler son yıllarda gittikçe sıkılaştı. Dünyanın en zengin ülkelerinden olan Katar, Türkiye’de en çok yatırım yapan ülkelerden biridir.

KATAR NEDEN HEDEF ALINDI?

Oxford Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve Körfez ülkeleri uzmanı Dr. Cemal Abdullah:  Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkeleri Katar’ın bağımsız dış politikasından rahatsız. Katar, zıt kutuplar arasında denge politikası yürütüyor.

Moritanyalı siyaset bilimci Muhammed Muhtar Şankiti:  Katar’a yönelik saldırılar, uzun zamandır planlanıyordu. Ama bu işten en fazla kendileri zarar görecek. Suudi Arabistan, dış politika ve diğer uluslararası alanlarda BAE’nin etkisi altında.

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özpek:  Yeni dönemde Orta Doğu devletleri, ulus aşırı hareketlerin finansmanını sağlayan Katar’a karşı bir cephe alma pozisyonuna girdiler. Yeni dönem Orta Doğu politikası da böyle şekillenecek.

SETA Dış Politika Araştırmacısı Can Acun:  Burada temel hedef, İhvan’ın tamamen bölgeden sökülüp atılması. Hamas’ın tamamen etkisizleştirilmesi, mümkünse Gazze’nin kontrolünün tekrardan Fetih hareketinin kontrolüne geçirilmesi. Türkiye’nin izole edilmesi ve İran’a karşı yapılacak hamleler.

Türkiye’nin desteği Katar'ın kaderini değiştirmez

Ortadoğu üzerinde çalışan uluslararası siyaset uzmanları, genellikle bölge ülkeleri arasındaki ilişkileri şekillendiren siyasi dinamikleri göz ardı ederek, daha ziyade büyük güçlerin rolüne odaklanırlar. Geçen hafta Suudi Arabistan liderliğindeki bir grup ülke tarafından Katar'a karşı alınan önlemler bu nedenle herkes için bir sürpriz oldu. Suudi Arabistan ile Katar arasındaki anlaşmazlıklar biliniyordu, ancak bunların dramatik bir şekilde ilişkilerin kopmasına yol açması kimsenin beklediği bir durum değildi. Hangi iş yanlış gitmişti ve bu gelişme bölgesel politikaları nasıl etkileyecekti? Katar ve Türkiye son yıllarda yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirdikleri ve bölgede eşgüdümlü politikalar izledikleri için, değişimin Türkiye'nin dış ilişkilerini nasıl etkileyeceği de bizim için ayrı bir önem arz ediyor.

Suudi Arabistan ve Katar dış politikalarının çatıştığı iki alan var. İlk olarak Suudi Arabistan, Körfez ve Ortadoğu'daki nüfuzunu genişletme tasarıları olan İran'ı en büyük bölgesel rakibi ve birincil güvenlik kaygısı olarak görüyor. Yemen'deki Şii Husi isyancılara ve Suriye'deki Esad rejimine desteğini de İran'ın emellerinin kanıtı olarak kabul ediyor. Bu nedenle, İran'ın nükleer kabiliyetlerini geliştirme programı, Suudi Arabistan'ın korkularını artırarak, onu dış destek aramaya yöneltti. Obama'nın İran'la müzakere yolunu seçmesinin ardından, Donald Trump'ın çoşkulu İran karşıtı ruhu, Suudi kulaklarına ninni gibi gelmeye başladı. İran'ın nükleer kabiliyetlerini geliştirme konusundaki endişelerini paylaşan İsrail'in de bir müttefik oluşturduğundan eminler. Katar'ın İran'a yaklaşımı ise bunun tam tersi. Katar hükümeti, işbirliğinin ve ilişkilerin normalleşmesinin güvenliği sağlamanın en güvenilir yolu olduğuna inanıyor.

İkinci çatışma alanı, Arap Baharının itici güçlerine yönelik farklı konumlarla ilgili.

Suudiler, İhvan'ı uzun vadede Krallığı tehdit eden, istikrarsızlaştırıcı bir güç olarak değerlendiriyor. İhvan'ı ve onun Suriye'deki uzantısı olan grupları bastırma imkanları daha geniş olan ve bu gücü zaten kendini korumak için kullanmaya mecbur olan Mısır'daki Sisi yönetimi ile yakın ilişkiler geliştirdiler. Buna karşılık, bölgesel bir Sunni Blok'un gelişmesini öngören Katar liderliği, her ne kadar kendi topraklarında faaliyetlerine izin vermeyerek onları bir güvenli bir bölgeden mahrum bıraksa da, İhvan'ı destekledi.

İki ülke arasındaki zoraki nezaket, Katar Emiri'nin Suudi politikalarını eleştirdiği konuşmasında dile getirdiği görüşlerinin tweetlenmesiyle bozuldu. Katar hükümeti, tweetin bilgisayar korsanlarının çalışması olduğunu söyledi ancak kimse buna kulak vermedi. Katar'a boykot ilan etmekte sergilenen acele, bunun önceden tasarlanmış olabileceğini düşündürüyor. Gözlemciler, Trump'in son ziyareti sırasında Suudiler verdiği güçlü bir destek ve İran karşıtı sözlerinin krallığın eylemlerini teşvik etmiş olabileceğini düşünüyorlar. Amerika'nın çatışmayı teşvik edip etmediği ise belirsiz. Amerika'nın Katar'da önemli bir üssü bulunuyor ve Katar'ı Hizbullah, Hamas ve İhvan ile gayrı resmi olarak iletişim kurmak için kullanıyor.

Suudi Arabistan Katar'ı terörizmi desteklemekle suçladı. Gerçek şu ki, bilerek ya da bilmeyerek her ikisi de, içinde radikalizmin yuvalandığı bir ortamı hazırlayan katı Selefi İslam yorumlarının yaygınlaşmasını desteklediler. Terörist faaliyetler için doğrudan fon sağlamamış olmasalar bile, her iki ülkedeki özel kaynakların sakıncalı gruplara destek vermiş olmasından şüpheleniliyor. Suudilerin suçlamaları, radikal hareketleri desteklemediği anlamına gelmiyor, sadece Katar'ın desteklediklerini onaylamadığı anlamına geliyor. Suudilerin amacı Katar'ı kendi politikalarıyla uyumlu politikalar benimsemeye zorlamaktır. Katar, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin baskılarına karşı koyabilecek mi? Muhtemelen, hayır. Katar çok küçük bir ülke, güçlü bir komşuya karşı koyamayacak kadar da zayıf. İran bir miktar destek öneriyor ancak askeri müdahalede bulunması imkansız denecek kadar riskli olacaktır.

Katar, Türkiye ile de yakın ilişkiler geliştiriyordu. İhvan ve Hamas'ı desteklemek, halihazırdaki Mısır hükümetine muhalefet etmek ve Suriye rejimine muhalefet eden Sünni gruplara destek vermek konularında iki ülke birlikte hareket ettiler. Karşılıklı ekonomik ilişkileri de genişliyordu. Türkiye, Katar'ın yatırımlarını çeken ülkeler arasında şu anda yedinci sırada yer alıyor. Son olarak Türkiye Katar'da bir askeri üs kurarak silahlı kuvvetlere ve jandarmaya eğitim vermeyi üstlendi. Krizin ardından Türk hükümeti, taahhütlerini yerine getireceğini göstermek için, üssün kurulması ve askeri eğitimle ilgili antlaşmayı alelacele Meclis'ten geçirdi. Bununla birlikte, Türk desteğinin Katar'ın kaderini değiştirmesi pek olası değildir. Ancak Katar politikasındaki başarısızlık Türkiye'nin siyasi ve ekonomik kaderini etkileyebileceği gibi Ortadoğu'da izlediği politikaları gözden geçirmesine de neden olabilir

Türkiye'nin Katar'a desteğinde risk ve fırsatlar

Suudi Arabistan ile Katar arasında başlayan gerginlik bölge ülkelerini de içine alan bir krize dönüşmek üzere.Türkiye'nin hamleleri süreçte önemli rol oynuyor.
Arap Baharı'ndan beri Ortadoğu'da güç dengesi kritik hamlelerle sürekli değişiyor. Son 7 yılda bölgede, darbeler, dış müdahaleler, bölgesel yayılma etkisi gösteren iç savaşlar, vekalet savaşları ve ittifak değişimleri üst üste yaşandı. Başlangıçta, halk isyanlarının etkisiyle değişimin kaçınılmaz olduğu, eski yöneticilerin devrileceği ve Ortadoğu'da sadece devlet-halk ilişkisinin değil, devletlerarası ilişkilerin de kesinlikle değişeceği görüşü ağır basıyordu. Fakat, zamanla değişimin kaçınılmaz olmadığı ortaya çıktı. Bölgenin güçlü devletleri ve onların kurduğu ittifaklar, uzun süreli iç savaşlara ve yüksek ekonomik maliyetlere katlanmak pahasına değişim rüzgarının estiği ülkelere müdahil oldular.
Libya, doğrudan askeri müdahaleye sahne olduktan sonra açık bir vekalet savaşı alanı haline geldi. Bahreyn'de Suudi Arabistan doğrudan askeri müdahalede bulundu. Suriye ve Yemen'de Suudi Arabistan, İran, Katar ve diğerleri açıkça yerel grupları destekleyerek savaşa tutuştular. Mısır'da bir askeri darbe yaşandı ve dengeler değişti. Özetle, bugün Ortadoğu'da yaşanan sorunları sadece Müslüman Kardeşlerin yarattığı tehdide, Körfez Emirlikleri arasında geçmişten gelen aile merkezli rekabete ya da Sünni-Şii gerginliğine bağlamak indirgemecilik olur.
Güç mücadelesi:
Ortadoğu'da Irak'ın işgaliyle başlayan ve Arap Baharı'yla devam eden büyük bir güç mücadelesi var. Bu güç mücadelesinin statükocu kanadı ile revizyonist kanadı ayrı eksenler oluşturuyorlar. Statükocu kanat, Ortadoğu'daki eski iktidar ilişkilerini, rejim tiplerini ve dengeyi yeniden hakim kılmaya çalışıyor. Revizyonistler ise bölgedeki iktidar ilişkilerinin değişmemesi halinde kendilerine alan açamayacaklarını ve sıkışıp kalacaklarını düşünüyorlar. İlk cephe daha geniş, ikinci cephe ise daralıyor. İşte, son krizin ana kaynağı da krizin başlamasından sonra biraraya gelmez denilen ülkeleri biraraya getiren de bu mücadele.
Başka bir ifadeyle, Suudi Arabistan, Irak, Suriye ve Yemen'i kendi etki sahasına çevirme konusunda ciddi ilerleme kaydeden İran'ı durdurmak istiyor. Çünkü bu etki sahasının ileride Kuveyt, Bahreyn ve hatta kendi topraklarına kadar ilerleyebileceğine inanıyor. Bu nedenle, İran karşısında tam bir ittifak oluşturmak istiyor. Katar'ı buradaki zayıf ve güvenilmez halka olarak görüyor. Katar'a iradesini kabul ettirirse, itiraz etme potansiyeli olan Kuveyt, Umman hatta Türkiye de bu mücadeleye bir şekilde katılmak zorunda kalacak.
Türkiye'nin izlediği siyaset de bu çerçevede değerlendirilebilir. Arap Baharı'yla birlikte Ortadoğu'da özellikle rejimlerin ve devlet-toplum ilişkilerinin değişmesi bağlamında değişikliği en çok savunan ülkeler Katar ve Türkiye oldu. Libya, Mısır ve Suriye'de iki ülke arasındaki işbirliği çok açıktı. Müslüman Kardeşler bölgede düşüşe geçtiğinde her iki ülke de harekete destek vermekten geri durmadılar. Suriye'de ABD ve Rusya'nın başını çektiği iki ayrı ittifaka karşı üçüncü bir güç oluşturmaya çalıştılar. İran ile bir yandan sahada mücadele ederken diğer yandan diyalog kanallarını açık tutarak açık bir çatışma sürecine sürüklenmediler. Bu nedenle iki ülke arasında açık bir yakınlaşma doğdu.
Türkiye, Katar Krizi'ni Nasıl Algılıyor?
Birkaç gündür Türkiye ile Katar arasındaki özel ilişkinin detayları ortaya çıkmaya başladı. Türkiye'nin Katar ile özel ekonomik ilişkileri ve siyasi bağları, Türkiye'nin krize karşı politikasını açıklamak için kullanılıyor. Elbette bu faktörlerin önemsiz olduğu söylenemez. Tersine, son dönemde gelişen askeri ilişkiler ve Katar'ın yüksek yatırım potansiyelinden yararlanma isteği olan biteni açıklamaya yeterli görünüyor.
Ancak, bu durum her şeyi açıklamıyor. Türkiye'nin Katar'a verdiği destek ve İran'ın da Katar'a yardım eli uzatması Ortadoğu'daki diğer devletlerin Türkiye'ye bakışını ciddi ölçüde değiştirebilir. Dahası, ilk günlerde Katar Emiri'nin diplomatik baskıyla görevden uzaklaşacağı konuşulurken şimdilerde ciddi direnç sergilemeye başladığı görülüyor. Özetle, diplomatik bir baskıyla başlayan süreç, şimdi siyasi ve askeri bir hal almaya başladı. Katar Emiri'nin direncinin artmasında ise Türkiye'nin hamlesi önemli rol oynadı.
Türkiye ile Katar arasında 2015'te imzalanan askeri eğitim anlaşmasının raftan çıkarılıp onaylanması ve Türk basınında sayıları 600 ile 5000 arasında değişen askerin Katar'a gönderileceğinin ilan edilmesi sürecin gidişatını değiştirdi. Her ne kadar bu askeri anlaşma eğitim anlaşması olsa da hamlenin zamanlaması ve biçimi, Türkiye'nin "Katar'a dokunan karşısında beni bulur" dediğini gösteriyor. Üstelik, Türkiye, bu hamlesinin olası sonucunu hesaplayabilecek kadar köklü bir devlet geleneğine sahip. Eğer bu süreçten Katar Emiri ve yakın çevresi zamanla azalabilecek ve Suudi Arabistan'ın yakın çevresiyle sınırlı bir diplomatik izolasyonla sıyrılırsa Türkiye'nin kazancı parayla ölçülebilecek bir kazanç olmaz. Ortadoğu'da en sert geçebilecek mücadele olan İran-Suudi Arabistan mücadelesinde kendisine en yakın devleti koruyarak süreçten ayrılması onu siyaseten son derece güçlendireceği gibi caydırıcılığını tesis etmesi açısından da hayati olur.
Fakat, sürecin tersine sonuçlanması Türkiye için ağır sonuçlara neden olabilir. Suudi Arabistan ve müttefiklerinin ani bir hamleyle Katar'a henüz dış destek gitmeden askeri bir müdahalede bulunması kulağa çılgınca gelebilir. Fakat, Ortadoğu'nun son 10 yılında bir sürü çılgınlık var. Bir saray darbesi ya da baskılara dayanamayan Katar Emiri'nin çekilmesi ve yeni iktidarın Suudi Arabistan'ın baskısına boyun eğmesi de atlanmaması gereken olasılıklar. Bu durumda, Türkiye'nin İran'la uzun süredir yürüttüğü "dengeli rekabeti"ne, Körfez kaynaklı yeni bir rekabet eklenecektir. Bu durum, Türkiye'yi özellikle Suriye'nin kuzeyinde ve Kuzey Irak'ta çok güç duruma sokabilir. Son olarak altı çizilmesi gereken bir nokta daha var: Türkiye, Katar'a verdiği açık destekle risk aldı, bu doğru. Ancak muhtemelen karar vericiler, destek vermezlerse bir sonraki baskıya uğrayacak ülkenin Türkiye olduğunu düşünüyorlar. Bu nedenle bu bir ön alma stratejisi de olabilir. Bu nedenle, Türkiye'nin hamlesini tarih, yatırım ya da ikili ilişkilerin ötesinde değerlendirmek daha akılcı görünüyor.

ÜNİVERSİTE SEÇİMİNDE NELERE DİKKAT ETMELİ ?

Yoğun ve stresli bir sınav dönemi sona erdi. Şimdi sırada çok daha kritik bir süreç, yani tercih dönemi var! Öğrencilerin, bu kritik dönemi başarılı bir şekilde atlatmak için nasıl tercih yapmaları gerektiği konusunda daha fazla bilinçlenmesi ve uzman tavsiyelerine uymaları gerekiyor. Doğru tercih ne demek? Tercih yaparken nelere dikkat etmeli? Tüm bu soruların cevapları ve fazlası haberimizde... İşte detaylar...

DOĞRU TERCİH NE DEMEK ?

Yerleştirme sonuçları açıklandıktan sonra kişinin sonuçtan memnun olduğu, keşke şunu şuraya yazsaydım, keşke bunu buraya yazmasaydım ya da keşke bunu yazmasaydım dediği tercih doğru tercihtir. Dolayısıyla belirli genel kurallar taşısa da her kişinin durumuna göre doğru tercih değişir. Kısaca doğru tercih o kişinin o puan ve başarı sırası ile kendi isteği ve şartları doğrultusunda yerleşebileceği en iyi tercihtir. Aynı puana çok yakın başarı sırasına sahip olan kişiler için bile çok farklı doğru tercihler olabilir. Tercih kişiye özgü değerlendirilir.
Tercih Yaparken Nelere Dikkat Edilmeli?

Bir çok faktöre aynı anda dikkat edilmeli. Dolayısıyla bu dönem gerçekten özen gösterilmesi, dikkat edilmesi gereken bir dönemdir. Öğrencinin başarı sırası, puanı, istekleri, okumak istediği bölüm, üniversite, şehir ve öğrencinin kendi imkanları bu seçimi etkileyecektir. Bütün bu faktörlerin aynı anda dikkate alınması için ciddi bir araştırma ve değerlendirme gereklidir. İyi bir tercih için bütün bu açılardan değerlendirilmiş bir listenin oluşturulması en son böyle bir liste içerisinde eleme ve sıralama yapılması idealdir. Sadece isteğe göre, sadece puana göre ya da sadece bölüme göre gibi listeler çok doğru olmayacaktır.

Bölüm - Meslek Seçiminde dikkat edilecek konular neler?

Meslek seçimini ilgi, istek ve yetenek noktasından başlayarak değerlendirmek gereklidir. İlgi duyulan, sevilen alanda başarıya ulaşmak daha olası olacağından önceliği böyle oluşturmak önemlidir. Ayrıca seçilecek mesleğin zaman içerisindeki gelişimi, o mesleği yürütenlerin sahip olduğu imkanlar, haklar, mezuniyet sonrası çalışma olanakları değerlendirilmeli, bunlarla ilgili bilgi sahibi olunmalı, seçim ondan sonra yapılmalıdır. Hatta mümkünse o bölümlerde okuyan, o işi yapan sahadan kişilerle konuşulmalıdır.

ÜNİVERSİTE SEÇİMİNDE NELERE DİKKAT ETMELİ ?

Seçilen üniversitede öğrenci hem akademik, hem mesleki yönden gelişebilmeli, ayrıca sosyal açılardan da kendini besleyebilecek imkanlara sahip olabilmelidir. Bu doğrultuda üniversitelerin bu olanaklara ne kadar sahip olduğu bu seçimdeki ilk hareket noktası olacaktır. Dolayısıyla üniversitenin bulunduğu şehir, yabancı dil eğitim olanakları, yurtdışı bağlantıları, fiziksel ve sosyal ve imkanları, staj ve kariyer konusunda yönlendirme imkanları, özellikle vakıf üniversitelerinde burs ve bursluluk durumları, bursun kesilip kesilmeme bilgisi, yüksek lisans ve doktora programları ve bu programlar için öğrencilerine sağladığı imkanlar özellikle değerlendirilmelidir, Yan dal, çift anadal ve yatay geçiş imkanları hepsi ayrı ayrı bir değerlendirme kriteridir ve mutlaka araştırılmalı, üniversite tercihlerinde bu durumlar mutlaka göz önüne alınmalıdır. Bunlara ek olarak üniversitenin ne zaman kurulduğu, mezunlarının işe yerleşme oranı, genel olarak bilinirliliği de ayrıca değerlendirilebilir.


Ülkemizdeki yabancı okullar ve bu okulların kuruluş amaçları

İlk özal okul 1856 yılında Islahat Fermanı ile birlikte azınlıkların cemaat olarak okul açmalarına izin verilmiştir. Tanzimat Döneminde, Türklerin özel öğretim girişimleri hakkında yeterli bilgi yoktur.
Tanzimat Döneminde açılan okulların çoğu Osmanlı idealini benimsemiyor, ana dillerine, dinî geleneklerine ve siyasi görüşlerine göre eğitim yapıyorlardı. Sayıca artmalarının nedenleri ise;
Misyonerlerin gittikçe daha “bilimsel” çalışmaları,
Azınlıklara tanınan yeni haklar,
Osmanlı Devleti’nin dış borçları nedeniyle giderek dışa daha bağımlı hâle gelmesi ve siyasi sorunlar çıkmaması için yabancı okul isteklerine ses çıkartmaması olarak sayılabilir.

Amerikalılar, İşgalcilerden ameliyat için masaya yatırdıkları  Osmanlının mirasından pay isterler.  İngilizler, Amerikalılara  sorar; “Siz  Türklerle savaşmadınız, bu nedenle mirasta bir hakkınız yok!” ABD’nin verdiği cevap; “Aaa… Olur mu canım! Ben Osmanlıdaki okullarımda uzun süredir “adam!” yetiştiriyorum!” Bunun (misyoner okullarının) ne anlama geldiğini  okuyanların basiretlerine  bırakıyoruz.
Merak edenlerin dışında, yabancı okulların hangi şartlar ve amaçlar için kurulduğu çok fazla bilinmez.
Bu açılan okulların, ülkemize ve insanımıza mı, yoksa kurucularının özel  amaçlarına mı, hizmet etmiş olduğuna okuyanlar karar vermelidirler.
Ülkemizde yabancı okulların açılışı;
“Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancı okulların açılması doğrudan olmamıştır.
Önce Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Latin Katoliklere ve Rum Ortodokslara, fermanlarla verdiği dinî imtiyazlar sayesinde, Latin ve Rumlar inandıkları şekilde ibadetlerine devam etmişlerdir.


O dönemde eğitim, dinsel faaliyetlerden ayrı olarak düşünülmediği için ibadethanelerine din adamı yetiştirmek ve kendi çocuklarına okuma-yazma, din bilgisi öğretilmesi, ya kilise içlerinde ya da yakınlarında açtıkları okullar aracılığı ile yapılmaktaydı.
Fatih, Gayri-Müslimlere tanıdığı bu imtiyazları, ister İstanbul’u bu iki mezhebin merkezi haline getirip onları kendi kontrolü altında tutmak, ister diğer dinlere saygı için vermiş olsun, Osmanlı Devleti’nde Müslümanlara ait olmayan okulların açılmasını sağlamıştır.” (1)
“Yabancıların Osmanlı topraklarında okul açmalarını asıl kolaylaştıran etken 1535’te Kanuni Sultan Süleyman zamanında Fransa ile imzalanan dostluk anlaşması ile önce Fransa’ya daha sonra da birçok ülkeye verilen kapitülasyonlardır.
Bu kapitülasyonların sağladığı serbestîye dayanarak İstanbul’da yaşayan Latin Katolikler, papadan kendi çocuklarına eğitim verilmesi için rahip istemişler, bunun üzerine gönderilen rahipler ilk kez 8 Kasım 1583’te İstanbul’a gelerek Saint Benoit Manastırı’na yerleşmişler ve 18 Kasım 1583’te manastır içinde ya da yakınlarında ilk yabancı okulu Osmanlı topraklarında açmışlardır.
Osmanlı topraklarında açılan bu ilk yabancı okul daha önceden kilise içinde veya yakınlarında yalnız Hıristiyan çocuklara okuma-yazma ve din dersi verme amacıyla açılmış okullardan farklıdır, çünkü bu okulda Latin çocuklarla birlikte 50 kadar Rum ve Yahudi çocuğa, okuma-yazma ve din dersi dışında Fransızca, matematik, eski Yunanca, Latince ve serbest sanatlar öğretilmeye başlanmıştır.
Bu okul misyoner rahiplerin Osmanlı topraklarında çalışmalarının ilk ciddî ürünüdür.”
“1583’te açılan Saint Benoit’ten sonra 1629’da Kapüsen rahipleri, günümüzde de varlığını sürdüren Saint Louis’i açmışlardır. Yabancı okullar sadece dinî amaçlar nedeniyle değil aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’yla Avrupa arasında gittikçe kurumsallaşan ilişkiler gereği Osmanlıca bilen bir kadro oluşturmak ve de Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanları kendi din ve mezheplerinin mensubu yapmak için açılmışlardır.” ( 2)
“18. yüzyıla kadar açılan yabancı okullar Katolik Kilisesine bağlıdırlar ve 1839 yılına gelindiğinde bu okulların sayısı yaklaşık 40’a ulaşmıştır.
Bu okullarda görev yapan ilk öğretmenler gidecekleri ülkenin halkını çok iyi tanıyan, iyi iletişim kurabilen misyoner rahiplerdir.
Protestan okulları, ilk kez Amerikalılar tarafından Beyrut’ta 1824’te açılmıştır. Protestan okulların Osmanlı topraklarında açılmasına en çok karşı çıkanlar, Protestan olmayan Gayri-Müslimlerdir. Çünkü bu okulların kendi mezhep mensuplarının mezhebini değiştirmek üzere faaliyetlerde bulunacaklarını çok iyi farkındadırlar.”(3)
1869 yılına gelene dek Osmanlı, yabancı okulların çalışmasını düzenleyen herhangi bir kanun çıkarmamıştır. Gerek düzenleyici bir kanunun olmayışı gerek Osmanlı’nın gerileme dönemine girmiş olmasından da istifade eden batılı ülkeler, devamlı olarak bu okulların sayılarını artırmışlardır.
Bu anlamda Osmanlı Devleti’nde yabancı okulların açılmasıyla ilgili ilk düzenleme 1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile başlamıştır. Bu düzenleme; Okulların açılmalarını ruhsata bağladığı gibi denetime de açık hale getirmiştir.
Nizamname, yabancı okullarla ilgili hukuki boşluklar, hukukî bir zemine oturtmak istenmişse de Osmanlı İmparatorluğu’nun iyice çöküş sürecine girmesi ve okulların açılışının konsolosluklarca üstlenilmesi bunu sağlayamamıştır.
1875 yılında çıkartılan Ferman-ı Adalet de yabancı okulların açılışı hukukî olarak iyice kolaylaştırmış ve yabancı okulların ait oldukları ülkelerin Osmanlı topraklarında birer sağlam kalesi haline getirmiştir.(4)
23 Aralık 1876’da çıkartılan Kanun-i Esasî’ Okulları denetim altına alınmak istenmiş ve bu amaçla 1886’da Maarif Nezareti bünyesinde Mekatib-i Ecnebiye ve Gayri Müslime Müfettişliği kurulmuştur.


1886’da çıkartılan Irade-i Seniyye ile yabancı okulların açılması tamamen padişah iznine bağlanmıştır. 1905 yılına gelindiğinde Osmanlı topraklarında hükûmet tarafından tespit edilebilen yabancı okul sayısı 600 civarındadır, ancak tespit edilemeyen evlerde ruhsatsız olarak faaliyette bulunan yabancı okul bu rakamdan çok daha fazladır.(5)
1909 yılında yabancı okulları sıkı kontrol altına almak için çıkartılmak istenen Maarif-i Umumiye Kanunu daha çıkmadan yabancı elçiliklerin baskısıyla ertelenmiştir. Hatta, Osmanlı’nın bu son döneminde yabancı okul yöneticileri, okullarına denetlemek için gelen Osmanlı müfettişlerini kapıdan geri çevirmeye başlamışlardır.
Yabancı okullarda okuyan sadece Gayri-Müslim çocuklar değildi, bu okulların vermiş olduğu kaliteli yabancı dil eğitimi, Osmanlı elit tabakasının da çocuklarının bu okullara gönderme nedenidir. 1890 yılında Robert Koleji mezunları arasında Tevfik Paşanın kızı Gülistan ve Halide Edip vardır. 20 Nisan 1914’te Saint Joseph’te yapılan bir araştırma bu okullara giden çocukların sosyal yapısını göstermektedir.(6)
İlgili dönemde Saint Joseph Koleji Öğrenci ailelerinin Sosyal Yapısından bir örnek;
8 Prens, 22 Mareşal ve general, 90 Yüksek bürokrat. 30 Banka müdürü, 20 mühendis, 80 bankacı ve komisyoncu, 90 doktor, 20 Avukat 3010 gelir sahibi.
“22 Eylül 1915’te çıkartılan ve 45 maddeden oluşan Maarif Nizamnamesi, Cumhuriyet Döneminde de yabancı okulların denetim ve düzenlenmesinde kullanılacak kadar kapsamlıdır. Ancak I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında başta Amerikan kolejleri olmak üzere diğer yabancı okullar bu nizamnameye rağmen misyoner faaliyetlerine devam etmişlerdir.”
“Özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında Amerikan kolejlerinin işlevlerini açıklamak için dönemin Genelkurmay Başkanı İsmet Paşanın 25 Eylül 1920’de yapmış olduğu şu konuşma çok önemlidir; (7)
Bir ibret belgesi;
“Mazuratıma Ayintab mıntıkasındaki harekatı arzederek hitam vereceğim. Ayintab mıntıkasında son bir buçuk ay zarfında pek mühim fedakarlıklar cerayan etmiştir. Fransızlar Ayintabı bilhassa hedef ittihaz ederek mühim kuvvetlerle ilerlediler. Bir aralık Ayintabı kendileri muhasara ederek vaziyete tamamen hâkim kaldılar.-Ayintab civarında Amerikan mektebi, kolejleri vardır. Bu Amerikan kolejleri, Fransızların bugün üssülharekesidir. Bizim canımızı yakmak için ve ahalimizi öldürmek için Amerikan mekteblerini üssülhareke ittihaz ediyorlar. Taarruz ederler ve oraya top yerleştirirler, anbar olarak kullanırlar. Hasılı mektep değil, memleketimiz içinde bir kale olarak inşa olunmuş zan olunur. Bu üsüslharekeye istinat derek, Fransız kuvvetleri, Nizibe kadar huruç yapmışlardır ve etrafında bulunan köylere daima sarkıntılık etmektedirler. Girerler, köyün etrafını alırlar, bıçaklarını çekerler. Fransız mandasını istediklerine dair halktan senet isterler ve onları alırlar…”(7)
Bir ibret belgesi daha; İstanbul Alman Lisesi Müdürü Dr. Richard Pröyzer,
“Türkiye Abdülhamit’in istibdadına nihayet verdiği zaman muhtelif içtimai (toplumla ilgili) sahalarda henüz kaos (karmaşa) halinde idi. Bu hal bilhassa Maarif (ilim) sahasında daha çok göze çarpıyordu. İlk mektepler yok denecek kadar azdı.
Tali (ikinci) mektepler de öyle bir vaziyette idiler ki çocuklarının tahsillerine ehemmiyet verenler ya hususi muallim (öğretmen) tutmağa veya çocuklarını ecnebi (yabancı) mekteplerine göndermeğe mecbur oluyorlardı…
O zaman bu ecnebi mekteplerinde Türkçe tedrisatı (eğitimi) çok elim (acı halde) bir vaziyette idi. Bu dersler birçok ecnebi mekteplerinde ihtiyari (isteğe bağlı) idi. Şayanı hayrettir ki çocuklarını bu derslere iştirak (katılma) ettirmeyenler bizzat Türklerdi.
Hiç şüphesiz bu, çocuk velilerinin, Türkçe muallimlerinin vazifelerini ifada izharı (göstermede) aczettiklerini ve okutulan Türkçe kitaplarının pek fena olduğunu bildikleri içindir.
Filhakika (gerçekten) Abdülhamit devrinde bu mesele o kadar şayanı dikkat idi ki kıraat (okuma) kitapları arasında garbî (batı) Avrupa kitaplarının noktası noktasına Türkçeye çevrilmiş numuneleri vardı. Bu şeraitte (şartlarda) bir çocuğun kalbinde vatan hissi, vatan muhabbeti, yurt sevgisi ve millî vecid (heyacan) nasıl uyandırılabilirdi? Açık söyleyeyim ki birçok ecnebi mektepler misafirperverliğine mazhar oldukları memlekete hizmet etmeğe hiç ehemmiyet vermiyorlardı.


Memleketin lisanı bile ihmal ediliyor, çocuğun gözü mektebin mensup olduğu memlekete çevrilerek oranın körü körüne perestişkârı (Tapınan ve tapma derecesinde sempati) olmasına çalışılıyordu.
Türkiye’nin o felâketli zamanlarında beni pek hayrete bırakan bir cihet de bazı ecnebi mekteplerinin hodgahı (bencil) hedeflerine vasıl olmak için pedagojik (eğitimle ilgili) esasların en iptidai (ilkel) icabatını bile ihmal etmeleri idi… Bunun neticesi olarak da çocuklar ecnebi bir memleketin coğrafyasını öğrendikleri halde kendi vatanlarına dair hiçbir şey bilmiyorlardı.
Buna inzimam (eklenen) eden ikinci bir fenalık da bu mekteplerde Türk çocuklarına yapılan dinî tesirat (tesir) ve telkinattı (fikir aşılamak). Bu tesirat ehemmiyeti küçültülemeyecek derecede muzır (zararlı) ve tehlikeli idi. Bu mekteplerin bazılarında Türk çocukları Hıristiyan ibadet ve dualarına, din merasimine iştirak ettiriliyordu. Hatta bazen kabahatlerini affettirmek maksadiyle salibi (haçı) bile Öptürüyorlardı. Fakat garibi şu ki çocuk ebeveynleri bu halleri vakıf (bildikleri) oldukları halde hiçbir itirazda bulunmuyorlardır.” (9)
Yabancı okullar kendi ülkesindeki ders ve kitapları aynen okuturdu, Osmanlı Maarif Nezareti bunlara karışamıyordu. Hatta okutulan bu kitaplarda Türkler aleyhinde yazılar varsa bunlar aynen okutulurdu, Türkçe ise ihtiyari (isteğe bağlı) bir dil olarak kullanılırdı. Bu okulların genelde müdürleri papazdı ve bu okullara giden Müslüman öğrenciler de Hıristiyanlar gibi kiliseye götürülerek ibadete zorlanırdı. Osmanlı bunun karşısında aldığı tek tedbir ise Müslüman öğrencilerin yabancı okullara gitmelerini engel olmaya çalışmaktan öteye gidememiştir.(9)
“Amerikalı, Fransız ve İngiliz misyonerler Osmanlı topraklarını sömürge haline getirecek olan fikrî yapıyı gene ülke topraklarında kurdukları okullarla oluşturmuşlardır.
Misyoner okulları batılı emperyalist ülkelerin kendi emellerini gerçekleştirmek için Osmanlı Devleti’ne karşı kullandıkları en güçlü silâh olmuştur. Köylere kadar yayılan bu okullar sayesinde birbiriyle yüzyıllar boyunca birlikte yaşayan halklar, birbirine düşman edilmiş ve bağımsızlık mücadelelerine destek olunmuştur. Buna tipik bir örnek ise Arap hareketinin liderlerinden olan Refik Rızzık Selum’un Osmanlı Divan-ı Harbi huzurunda anlattıklarıdır:” (10)
“Ben Fransız mekteplerinde okudum. Bugün Suriye, Irak ve Lübnan’da eşraf ve ağaların evlâtları Cizvit mekteplerinde okur. Öteki Arap diyarlarında ise İngilizce hâkimdir. Onlar ya İngiliz mekteplerinde, ya Amerikan kolejlerinde okurlar. Hepsinin gayesi, Türkler hakkında benim sahip olduğum bilgileri telkin etmektir: Hepsi için müşterek düşman Türklerdir. Bu itibarla Arapları malum, hatta gayri malum gayelere sevketmek emelinde olanların ele alacakları yegane mevzuu Türk düşmanlığıdır. Zannediyorum ki, bizim hatamızı bizden sonrakilerde ister istemez düşeceklerdir.”(10)


“Yabancı okullara giden öğrenciler, yüksek bir hayat seviyesine kavuşmak, Avrupa görmek, medenî olmak, toplumda Önemli bir statü kazanmak gibi değişik teşviklerle yetiştirilmişlerdir. Hatta bu Öğrenciler zamanla kendi toplumlarının değer yargılarından uzaklaşmaya başlamışlardır.
Tüm bu faaliyetlerin bilinmesine rağmen yabancı okullara hala ilgi duyulmasında etken, zengin veya elit tabakanın çocuklarının, ilerde iş bulmalarında önemli bir ayırt edici unsur olan, yabancı dil bilmelerini ve Avrupa seviyesinde medenî bir eğitim görmelerini istemeleridir.
Bir diğer ilginç husus ise, ülkedeki Amerikan okullarında okuyan bazı Türk aydınlarının Kurtuluş Savaşı esnasında Amerikan mandacılığını savunmalarıdır.”(11)
Resim; http://www.maxkitap.com/robert-kolejin-kizlari-misyonerlik-feminizm-yabanci-okullar
Kaynaklar; Atatürk araştırma merkezi başkanlığı
(1) Nahid Dinçer, Yabancı Özel Okullar.
(2) Kenan Okan, Türkiye’deki Yabancı Okullar Üzerinde Bir İnceleme.
(3) İlhan Tekeli- Selim ilkin, Osmanlı İmparatorluğu’ nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu
(4) Vahapoğlu,
(5) Şamil Mutlu, Osmanlı İmp.Ybancı Okullar
(6) Okan, Osmanlı Türkiyesi…
(7)Ali Rıza Cihan, İsmet İnönü’nün TBMM’dekİ Konuşmaları
(8) Ergin, S.1044-1046
(9) Okan, S.4
(10)Haydaroğlu S.24


(11) Haydaroğlu, S.34-38

ARAPLAR BİZİ ARKADAN VURDU YALANI

Araplar bizi arkadan vurdu yalanını bir kenara bırakmanın zamanı gelmiştir
Geçmişte ders kitaplarımızda kasıtlı ve yanlış bir şekilde yer aldığı için nesiller boyunca zihinlere kazınmış olan 'Araplar bizi arkadan vurdu' yalanını artık bir kenara bırakmanın zamanı da gelmiştir.
İşte size Belgeler İle I.Dünya Savaşı Osmanlı (Türkler) ve Arap dünyası....
Osmanlı Ordusuna tıbbi yardım malzemeleri yetiştiren Mısır gemileri
Her Türk genci “Araplar’ın I. Dünya Savaşı’nda bize ihanet ettiğini” öğrenerek büyür. Oysa bu, ancak kısmen doğrudur. I. Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin’in Ingilizler ile anlaşarak Osmanlı’ya isyan ettiği ve ordumuzu arkadan vurduğu doğrudur. Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin’in “Araplar”ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, “Arapların ihaneti” söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor:
“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916’da Ingilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ tayin edici bir değer taşımadığını bilir. Ingilizlerin daha sonra yerine getirmediği ‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin gerisi’nde Ingiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur. ‘Asıl cephe’, önce Şüveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ‘ezici çoğunluğu’, Istanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır… Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.”[1]
Aynı gerçek, American-Israeli Cooperative Enterprise (Amerikan-Israil Işbirliği Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da, sözkonusu kuruluşun sitesinde[2] şöyle vurgulanıyor:
“O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. Ingiliz Başbakanı David Lloyd George’un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları, bir istisnaydı.” Araplar’ın topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un ifadesiyle, “I. Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir.”[3] Arap Milliyetçiliğinin öncüsü Müslüman değil;
“Hıristiyan” Araplardı.
***
Arap Milliyetçiliğinin Öncüsü ‘Hıristiyan’ Araplardı


Araplar Filistin’de Osmanlı Tuğrası ve Ayyıldızlı Sancaklar altında Türklerle omuz omuza
***
Arap milliyetçiliği, 1860’larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı Imparatorluğu’na ve yönetimindeki “Türklere” karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun “Hıristiyan” oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken “Arapların Islam öncesi tarihlerine” ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu. Buna karşılık muhafazakar Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı’ya sadakat duyguları içindeydiler. Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak ve Suriye’deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı’ya ve Hilafet’e bağlılık duygusu vardı.[4] Bu konuda büyük bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı Imparatorluğu’ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hariç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı olmadığına” dikkat çekerek şöyle diyor:
“Görülüyor ki Arapların milli hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil ‘Hıristiyan’ Araplardı.”[5]
Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Islam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında aynı konuda başka bazı önemli bilgiler de var. Güngör, Osmanlı Imparatorluğu’nun 1915 yılında Itilaf Devletleri’ne karşı dünya Müslümanlarına hitaben yaptığı “cihad” çağrısının aslında sanılandan – veya gösterilenden – çok daha etkili olduğunu anlatıyor. Çeşitli tarihsel kaynakları dipnot vererek şöyle diyor:
“Cihad Fetvası doğurduğu neticeler itibariyle çok defa yanlış anlaşılmıştır. Islam dünyasının bu çağrıya hiç aldırış etmediği, hatta Müslümanların Osmanlı ordularına karşı Ingilizler safında çarpıştığı veya onlar hesabına Türklere ihanet ettikleri söylenir. Meseleyi biraz derinliğine araştıranlar göreceklerdir ki, bu iddialar bazı gerçeklerin yanlış yorumuna dayanmaktadır. Cihad Fetvası’nın istenen tesiri gösteremeyişinin başlıca sebebi, o çağda Islam dünyasının bir mihrak etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş davetini gereği gibi duyuracak komünikasyon imkanlarından bile mahrum bulunmasıydı. Ingiliz propagandasının Cihad Fetvası’ndan daha tesirli olduğu ve bu propaganda sayesinde fetvanın tam tersine bir maksat için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Çanakkale muharebelerinde bize karşı Ingiliz saflarında çarpışan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgularından çıkan neticeye göre, bu askerler dinsiz Ittihatçılar’ın Halife’yi hapsettikleri ve Ingilizler’in de onu kurtarmak için Ittihatçılar’a savaş açtıkları propagandasına inandırılmışlardı. Imparatorluk dışında en çok Müslüman nüfus barındıran Hindistan’da da bu hususta çok kesif bir propaganda yapıldığı görülmektedir. Ingilizler savaş sırasında Hint Müslümanlarını “harbin bir mahiyet-i diniyyeyi haiz olmadığına, Osmanlı padişahına ve Islam’ın saltanatına hiç bir zararı dokunmayacağına” inandırmışlardı. Ayrıca Lordlar Kamarası’nda “Hilafet’e ait hiç bir şeye müdahale olunmayacağı, muharebenin ancak Ittihat ve Terakki Cemiyeti’yle olduğu” beyan edilmişti. Nitekim Mekke Emiri Şerif Hüseyin de kendi isyan hareketinin ‘Halife’nin değil, ancak bozkurda ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu (dolmuş) olan nazırların (Bakanların) aleyhine’ olduğunu bildirmişti.”[6]
Prof. Güngör, I. Dünya Savaşı sonrasında da dünya Müslümanlarının Osmanlı’ya ve Türkiye’ye yönelik süregiden sadakatlerinden şöyle söz ediyor:
“Harbin sonunda Osmanlı topraklarının parçalanması, Istanbul’un ve Halifeliğin Türkler’den alınması veya Halife’nin devlet reisliği sıfatından sıyrılarak papa gibi sırf ruhani bir lider mertebesine indirilmesi fikirleri ortaya çıkınca, Hindli ve Mısırlı Müslümanlar arasında büyük reaksiyonlar görüldü. Hind Müslümanları Ingiliz hükümetine Hilafet’e dokunulmaması ve Türk devletinin parçalanmaması konusunda çeşitli yerlerde ve birçok defa tehdide kadar varan protestolar yağdırdıktan sonra, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine büyük maddi ve manevi yardımlar yapmışlardır ki, bu yardımların mahiyeti ve akıbeti herkesçe bilinmektedir.[*] Dikkati çekecek bir başka husus da, Hilafet’i korumak üzere harekete geçenler arasında Sünni olmayan Müslümanların da (Ağa Han gibi) bulunmasıdır.[7]
[*] Prof. Güngör’ün Hintli müslümanların yaptıkları yardımlar için “mahiyeti ve akıbeti herkesçe bilinmektedir” diyerek üzerinde durmadığı yardımlar hakkında kısaca malumat verelim.
Hindistan müslümanları, Hilafetin korunması için Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye para yollamışlardı. Bu para 500-600 bin liradan (125.000 Ingiliz lirası) oluşuyordu.[8] Hilafet makamı için gönderilen bu meblağ, M. Kemal tarafından tabiri caizse “gasp” edilmiştir. M. Kemal bu paranın 250 bin lirasını temel sermaye olarak kendi şahsi bankası olan Iş Bankası’nın kurulması için tahsis etmiştir.[9]
“Vacip” olan Hilafet için yollanan paralar; Allah-u Teala tarafından “haram” kılınan (faizli) bankaya sermaye yapılmış ve korunması istenen Hilafet ise kaldırılmıştır. Şu ihanete bakın!!
Araplar veya diğer ülkelerdeki müslümanlar değil, bizimkiler ihanet etti… Daha doğrusu bizden “sanılanlar”…
***
Özellikle Hıristıyan Arapların milliyetçilik davası gütmelerinin nedenleri ve gelişimi
Araplar Filistin’de Türklerle omuz omuza
***
Avrupa’nın kültürel etkinliği Suriye’de kendisini başlıca dinî alanda, özellikle Hıristiyan Araplar vasıtasıyla hissettirmiştir. Çünkü 19. yüzyılda büyük güçlerin kendi aralarında kutsal mekânlar ve Hıristiyan azınlıklar üzerindeki etkinliklerini artırmak için giriştikleri dinî rekabet had safhaya çıkmıştır. Bu mücadelede öne çıkan ve en etkili olanlar Fransız Cizvitleri ve Amerikan Protestan misyonerleridir. Bunlar, özellikle Suriye’de kolej ve çeşitli okullar açarak Arap geçmişini ve Arap mirasını bilen, bunun yanında Avrupa kültüründen de haberdar olan ve bu kültürden etkilenmiş bir Arap nesli yetiştirmeyi hedeflemişlerdir.[10]
Bu okullarda misyonerlerin gözetiminde eğitimini tamamlayan Suriyeli Hıristiyan entelektüeller Mısır ve Suriye’de gazete ve dergi çıkarmak suretiyle bölge halkını etkilemeye başlamışlardır. Daha önce yayımlanan gazeteler Istanbul ve Kahire’de devlet tarafından yayımlanıyor ve genelde resmî haberlere yer veriliyordu. Ayrıca Fransızca, Rumca ve Ermenice gazeteler yayımlanmasına rağmen, hemen hemen hiç Arapça gazete yoktu. 1860’lardan itibaren bölgede matbaanın yaygınlaşması, Arap yazar ve okuyucuların artması ve nispî özgürlükler sayesinde gazete ve dergiler çıkmaya başlamıştır. Bu dönemi takip eden otuz yıl içinde de matbuat Lübnanlı Hıristiyanların eline geçmiştir.[11]
Tabiatıyla, bu şartlar altında gelişen Arap milliyetçiliği, özellikle Hıristiyan Araplar arasında daha da yaygınlaşmıştır. Milliyetçilik hareketlerinin gelişimi, 1882’de Ingiltere’nin Arap dünyasının merkezi olan Mısır’ı işgal etmesiyle, yani Mısır’ın doğrudan Avrupa’nın etkisi altına girmesiyle daha da hızlanmıştır.[12]
Arap milliyetçiliğinin gelişimi bölgeler arasında değişkenlik gösterdiği gibi, Hıristiyan ve Müslüman Araplar arasında da farklı bir seyir göstermiştir. Müslüman Araplar, Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında askerî anlamda tutunamaması neticesinde devleti toparlayabilmek amacıyla yapılan ve hayatın her alanını kapsayan, Batılı tarzdaki reformlara karşı tepki göstermişlerdir.[13] Ki zaten buna müslüman Türkler de tepki göstermişlerdi. Hıristiyan Araplar ise, Avrupalı hamîlerinin de desteğiyle, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasını da fırsat bilerek, bağımsız ve müstakil devlet olma gayesini gütmüşlerdir.[14]
Arap milliyetçilik hareketlerinin, özellikle Suriye eyaletinin bugün Lübnan diye bildiğimiz bölgesinde yoğunlaşmasının bazı sebepleri vardı. Bunlar, bölgedeki misyoner okullarının Batılı tarzda verdiği eğitim, Fransız Ihtilâli’nin siyasî fikirleri, Arap dili ve edebiyatını canlandırma teşebbüsleri, burada matbaaların kurulmasıyla Arap gazetelerinin yayınlanması ve Lübnanlı göçmenlerin Amerika’da bir müddet yaşadıktan sonra geri dönerek orada edindiği tecrübeleri bölgeye taşımak istemeleriydi.
Bu bölgenin diğer Arap bölgelerinden farkı Batı ile daha çok ve sık irtibat halinde olmasının yanında, coğrafî yapısı dolayısıyla Avrupa ile olan ticarî faaliyetlerin de büyük ölçüde buradan yürütülmesiydi. Lübnan’da, Hıristiyan Araplar arasında Türk aleyhtarı fikirlerin gelişmesinde bunların kendilerini Müslüman Türk idaresinde okyanusta bir ada gibi hissetmelerinin de etkisi büyüktür.
Hıristiyan Arapların bu düşüncelerine karşılık Müslüman Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı idaresinden ayrılmak niyetinde değillerdi.[15]
***
Müslüman Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı idaresinden ayrılmak niyetinde değillerdi

Ayyıldızlı Osmanlı sancakları altında Italyanlar’a karşı şavaşan Libyalı Araplar
***
Sultan II. Abdülhamid’in (rahmetullahi aleyh) en büyük endişelerinden biri alternatif bir Arap hilafetinin oluşturulması idi. Dolayısıyla, kendisi Arapları yüksek askerî ve idarî mevkilere getirerek ve nihayet Pan-Islamist politikasıyla Arapları kazanmaya çalışmıştır. II. Abdülhamid idaresinde, padişahın kontrolü sayesinde Araplar arasında milliyetçilik şuuru çok yavaş bir gelişme göstermiştir. Nitekim 1877-78 meclisinde Arap mebusları (milletvekilleri) birleştiren ve onları diğerlerinden ayıran açık seçik bir ortak çıkar ya da belli bir “Arap görüşü” olmamıştır. Arap mebuslar kendilerini imparatorluğun temsilcileri olarak algılamış ve doğrudan doğruya seçildikleri bölgeyle ilgilenmişlerdir.[16]
Daha önce de belirtildiği gibi Müslüman Arap entelektüeller, ayrılıp bağımsız bir devlet kurmanın peşinde koşmaktan ziyade, Osmanlı Devletini hem dinî hem de siyasî yönden güçlendirecek reformların yapılmasını hedeflemişlerdir.
Dönemin Müslüman liderleri Arapları Türk idaresinden kurtulma yönünde değil de Batı’nın tecavüzlerinden korunmaları yönünde uyarıyorlardı. Önde gelen Müslümanlar ve Arap nüfusunun büyük çoğunluğu (Arap yakındoğusunun) Osmanlı idaresine sadıktılar. Onların ‘kalan son güçlü Islam imparatorluğunu’ zayıflatmak gibi bir niyetleri yoktu.[17]
Bunu doğrulayan bir bilgiye ise 1890’da Paris’te Jön Türklerin yaptığı bir toplantıda rastlamaktayız.
Bu toplantıda Mizancı Murad’ın Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını sorması üzerine Madra Mutran ve Halil Ganem bu iddiaları reddetmişler ve Halil Ganem şunları söylemiştir:
“Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Toprakları, mülkleri, sanayiyi ve ticareti yerli halka bırakmışlardır. Araplar, Türklerle ticaretten ve kesintisiz bağımızdan yararlanmışlardır. Şimdi bunu değiştirmek ve Türklerin yerine başkasını getirmek doğru olur mu?… Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği yoktur.”[18]
Arap entelektüelleri arasında bir yandan bu tür gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan okuma yazma bilmeyenler, köylüler ve fakirlerin bir çoğu bu gelişmelerden habersiz veya etkilenmeden hayatlarını sürdürmüşlerdir.[19] Yani bu tür akımlar ve gelişmeler ancak belirli çevrelerde etkili olmuş ve tartışılmıştır.
***
Müslüman Arapların Osmalı’ya bağlılıkları ve yardımları
Hüseyin Hüsnü Paşa’nın Trablus notlarını tuttuğu defteri
***
M. Kemal Atatürk ve Enver Paşa ile Trablus’ta bulunmuş olan Dr. Hüsnü Hüseyin Paşa, 22 Ekim 1911’den 30 Temmuz 1912 tarihleri arasındaki 10 ayda (282 gün) yaşadıklarını not defterine kayıt etmiştir.
Bu notlardan birinde Hüsnü Hüseyin Paşa yöre halkından yapılan yardımdan şöyle bahsetmektedir:
“20 Salı: Şeyyat Kabilesi’ne mensup Ayş ailesi tarafından iki oğlak hediye edildi.”[20]
Hüseyin Hüsnü Paşa, yöre halkından savaşçı bir kabilenin kendilerine yardım için geldiklerini ise şöyle kayıt etmiştir:
“12 Perşembe: “… Beracine kabilesi gelecekmiş. Herkesle beraber ben de istikbal olunan tarafa gitdim. Pek muharip (savaşçı) ve kalabalık olan bu kabilenin vürudu ve mevcud Urban tarafından istikbali pek hararetli idi. Zaman zaman ağlamakdan kendimi alamadım. Urban muharebeye kadınlarla beraber girdiklerinden bunlarla da kadınlar gelmişdi. Fakat bunlar davul çalıyorlardı. Davulları bir tekneden ibaret olup kadınlar halka teşkil etdikleri halde davulu naklediyorlar. Diğer kadınlar da ellerindeki kalın sicimlerle davulu ihtizaz etdiriyorlardı.”[21]
Bu bilgilerden sonra şimdi Trablustan Medine’ye geçelim ve Feridun Kandemir’in “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler” isimli eserine müracaat edelim:
“Medine’den ayrılmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çeşitli yaralar alarak vücutları adeta delik deşik olmuş, kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış gazi mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup yardım ederek, halsiz-mecalsiz, son defa Harem-i Şerifi ziyaretle Ravza-i Mutahhara’ya yüzlerini-gözlerini sürerek dualar ede ede yaptıkları veda ziyareti görülecek şeydi.
Ingiliz altınları ile Türk’e diş biler hale getirilmiş bazı ‘sözde Araplar’ bile bu manzara karşısında göz yaşlarını tutamamışlardı. Bizimle beraber Medine’de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çeken, açlığına bile katlanan ‘yerli Araplar’ ise tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı. Hele yıllardan beri Harem-i Şerifte vazifeli olarak çeşitli hizmetlerde bulunan harem ağalarının hıçkıra hıçkıra mehmetçiklerin boyunlarına sarılışlarını benim gibi görenlerin, o anda ne hale geldiklerini tarif edemem.”[22]
Görüldüğü gibi, olayın görgü şahidi bile asilere “bazı sözde Araplar” dedikten sonra, yerli Arapların Osmanlı askerleri ile beraber Medine’de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çektiklerini, açlığına bile katlandıklarını ifade etmektedir.
Atatürkçü yazar Sabahattin Selek ise Arapların Kurtuluş Savaşı’nda bizimle beraber Fransızlara karşı savaştıklarını ve Fransızlarla barışın sağlanmasında önemli etken olduklarını belirtmekle kalmıyor, Fransızlara karşı Türklerle işbirliği yapan kuruluşları ve liderleri de sayıyor:
“Fransız’lara karşı Suriye’de başlamış olan Arap millî hareketi, Türk Güney cephesinin yükünü bir dereceye kadar hafifletmiştir. Türk ve Arap kuvvetleri arasında kalan Fransızlar, hem Güney Anadolu’da, Kilikya’da, hem de kuzey Suriye’de savaşmak zorunda bulunmuşlardır. Arap millî kuvvetleri, zaman zaman Türk topraklarına kadar girerek Fransızları tedirgin etmişlerdir. Buna karşılık Türk Kuvayi Milliye’si, akınlarını Kuzey Suriye’ye kadar uzatmışlardır. Türk-Arap işbirliğinin, Arap millî liderlerine büyük umutlar verdiğini yazışmalardan anlıyoruz.
Ankara’ya yaptıkları teklifte, Suriye, Irak ve Türkiye’nin istiklâllerini kurtararak bir konfederasyon kurmalarından veya sonra kararlaştırılacak bir formül üzerinde anlaşmaktan söz etmişlerdir.
Fransızlara karşı savaşan ve Türklerle işbirliği yapan kuruluşlar ve liderler şunlardır:
Halep’te “Halep Teşkilât-ı Milliyesi”, Şam’da “Suriye ve Filistin Müdafaa-i Kuvayi-i Osmaniye Heyet-i Umumiyesi, yine Şam’da “Gönüllü Kahire Fırkası”, “Amman Çerkeş Fırkası”.
Bu teşekkülleri Osmanlı ordusu eski subaylarından olan Suriyeliler yönetmekte idiler. Şam’da Şefik Bey, Halep’te Yarbay Emin Bey, kurmay Yarbay Şakir Nimet Bey gibi…
(…)
Fransa, Ortadoğu’nun bu bölgesindeki menfaatlerini korumağa çalışırken, işin çıkmaz bir maceraya sürüklendiğini bir süre sonra anlamaya başlamıştır. Kilikya ve bir Türk şehri uğruna Suriye Mandası tehlikeye düşebilirdi. Suriye’de rahat kalabilmek maksadiyle, Türklerle anlaşmaktan başka yapacak bir şey yoktu.”[23]
Işte bu gelişmeler üzerine 20 Ekim 1921’de Ankara antlaşması ile Fransızlar ile barış sağlanabilmiştir.
Yardım konusunda Hint müslümanlarını unutmak mümkün müdür?
Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan’ın Ingiliz arşivinde bulduğu Hint Müslümanlarının yardımlarına ilişkin bir belge hakkında anlattıklarını sizinle paylaşmayı bir görev addediyoruz:
“Yıl 1913. Hint Müslümanları Balkan harpleri yapan Osmanlı’ya yardım için büyük bir meydanda yardım kampanyası açarlar. Herkes elinde olanı verir. Bir kadın hiçbir parası olmadığı için çocuğunu getirir ve der ki:
‘Benim çocuğumu satın alın. Alında parasını Osmanlıya gönderebileyim.’
Bir diplomatik belgede Londra’daki arşivde bunu okuyunca gözümden yaşlar boşandı. Görevli ‘hasta mısınız’ diye sordu. Ben ‘hayır’ dedim. Bir mendil istedim. Gözlerimden akan yaşları sildim. Ingiliz arşivlerinden okudum. 1940’larda bir Ingiliz Büyükelçisinin notlarında şu yazıyordu: ‘Aradan geçen zamana rağmen Islam ülkelerinin sefirlerinin hala Türkiye’ye bakışlarını ve onu önder olarak görmelerini anlayamıyorum. Türkler böyle giderse ya Islam aleminin liderliğine ilerler ki bu bizim zararımıza olur ya da şimdi gitmekte oldukları batıya doğru yol alırlar.’ “[24]
Bu bapta bu kadar misal kafidir sanırız.
***
Bazı Araplar arasındaki huzursuzluğun kaynağı

Araplar ve Türkler Libya’da Italyanlara karşı omuz omuza
***
Aslında bazı Araplar arasındaki huzursuzluk; Sultan Abdülhamid’i tahtan indiren ve devleti yönetme cüretinde bulunan mason güdümlü Ittihat ve Terakki cemiyetinden ve tutumlarından kaynaklanıyordu desek pek de yanlış olmaz.
Örneğin, Suriye Valisi Ittihatçı Cemal Paşa’nın Şubat 1915’de Süveyş kanalına düzenlediği saldırı başarısız olunca, Suriye’ye döndükten sonra “güya” Arap liderlerin ülkelerini yabancılara sattıkları gerekçesiyle bunlara karşı çok katı bir politika izlemeye başlamış, hatta bazı Arap liderlerini isyana engel olması ümidiyle idam ettirmiştir.[25]
Cemal Paşa hatıralarında idamlar hakkında kendini savunurken de, bu kararları vermekteki amacının Arap isyancıları korkutmak olduğunu ifade etmektedir.[26] Cemal paşanın bu hareketinin Araplar arasında hoş karşılanmadığını tahmin etmek herhalde güç değildir.
Başka bir huzursuzluk kaynağı ise, Ittihatçıların yaptıkları reformların vazgeçilmez şartı olan merkezi otoritenin mümkün olan en geniş alana ulaştırılması prensibi ve bunun tamamlayıcı unsuru olan devletin dili Türkçe’nin kamu hayatının “her alanında” kullanılması hedefiydi. Işte bu reformlar Araplarla gittikçe siyasîleşen bir anlaşmazlığa sebep olmuştur. Ittihatçıların Suriye’deki idarî makamlara adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idarî birimlerde “Türkçe kullanımını mecburi” hale getirmeleri “Arapçılık”ı Suriye’de muhaliflerin bir enstrümanı haline getirmiştir.[27]
Balkanlardaki hareketlenmeler ve Araplar arasındaki huzursuzluklar sebebiyle Ittihatçıların Pan-Islamizm’den Pan-Turanizm’e geçiş yapmaları[28] ve bunun yanında sıkı bir merkeziyetçi politika izlemeye başlaması sonucu Araplar arasında bir reaksiyon oluşmuştur.[29]
Bu reaksiyonun temel sebebinin genelde “Türkleştirme” politikası olduğu ileri sürülmüştür. Türk milliyetçiliği yolundaki gelişmeler, hem Arap milliyetçiliğine örnek oluşturmuş hem de Araplarda, Türklerin artık kendilerini “bir yana bıraktığı”, “gözden çıkardığı” hissini uyandırmıştır.[30] Ancak, Türkçe kullanma zorunluluğu Istanbul ile Araplar arasında önemli ve hassas bir konu olarak ortaya çıkmışsa da, Arap siyaseti temelde Imparatorluktaki genel eğilimlere uymaya devam etmiştir.[31]
Araplar sadece “Türkleştirme”ye değil, aynı zamanda; neredeyse her sahada kültürlerinin bombardımanına maruz kaldıkları Fransızlara, diğer bir deyişle “Fransızlaşma”ya da tepki göstermişlerdir ve bundan daha doğal bir şey de olamaz. Kimse kimseyi kendine benzetmek hakkını haiz değildir. Son olarak Arapların “Fransızlaşma”ya gösterdikleri tepkiyede bir misal verelim ve bu bahsi kapatalım; 1908 yılında Beyrut’ta yayınlanan “La Question Sociale et Scolaire en Syrie” adlı anonim bir broşürde, Arapların Fransızları sevdikleri, ancak bu sevginin kendilerini kaybettirecek kadar ileri gidemeyeceği ifade edilmiştir.[32]
***
Osmanlı’nın son Vilayeti olan Yemen’deki Araplar da ihanet etmedi

Imam Yahya’nın Osmanlı’ya bağlı olduğunu bildiren mektubu
***
Yemen ile ilgili Prof. Dr. Metin Ayışığı’nın “Osmanlı’nın son Vilayeti: Yemen” isimli makalesini hiçbir yoruma lüzum hissetmeden naklediyoruz…
Osmanlı Devleti, onbinlerce vatan evladına mezar olan Yemen meselesini halletmek için devletin egemenlik hakkı saklı kalmak kaydıyla, orada özel bir yönetim kurulması kararını almıştı. Uzun süren görüşmelerden sonra 11 Ekim 1911 tarihinde imzalanan antlaşmayla, 400 yıldır akan kan durmuş, aynı zamanda Trablusgarb ve I. Dünya Savaşları ile Kurtuluş Savaşı süresince, hep dost olan güvenilir bir müttefik kazanmıştır.
Ancak, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 16. Maddesine göre, Yemen ve Asir’deki Osmanlı kuvvetlerinin en yakın Itilaf devletleri garnizonlarına teslim olmaları gerekiyordu. Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey ise, merkezi hükümetten resmen emir almadıkça Itilaf ordularına teslim olmaktan kaçınıyordu. Aynı görüşü paylaşan Imam Yahya da, Istanbul’dan özel bir memurun gönderilmesini şart koşuyordu. Bunun için Mütareke hükümlerini kendilerine bildirmek üzere yüzbaşı Ömer Subhi Bey gönderildi. Ancak Subhi Bey’in de gelmesi durumu değiştirmemiş, Mahmud Nedim Bey, zaman kazanmak için olsa gerek, bu kere Dahiliye Nezaretinden kesin bir emir gelmedikçe teslim olmayacağını ilgili makamlara bildirdi.
Yemen Imamı Yahya bin Hamideddin de, Yemen’in Itilaf devletleri tarafından işgaline razı olmadığı gibi,Osmanlı birliklerinin kesinlikle teslim olmasını istemiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında gerek hükümet ve gerekse ordu nezdinde, siyaseten ve maddeten çok büyük yardımlarda bulunmuştu. Bu süre içinde hiç bir yabancı devlet veya Osmanlı Devleti’ne düşman bir devletle münasebete geçmedi. Imam Yahya, yabancılar tarafından yapılan her türlü teklifi reddetti. O, ordunun ve idarecilerin Ingilizler’e teslim olmasıyla, memleket için doğacak büyük mahzurlar ve vahim sonuçlara dikkat çekiyordu. Onlara, teslim olmaları durumunda meydana gelebilecek her türlü sorumluluğu üzerine alarak, durumu vilayet makamı ve ordu kumandanlığı ile tüm yerleşim birimlerine tebliğ etti. O, tek bir neferin bile Yemen’den ayrılmaması taraftarıydı.
Ayrıca Osmanlı Devleti ile yapmış olduğu antlaşmaya dayanarak, tüm yabancı devletler ve bilhassa Ingiltere hükümetine sert protestolar gönderdi. Yemen’in her türlü müdahale ve yabancı saldırılardan korunması için mahalli gelirlerin tümüyle ordu ve mülki memurlara harcanacağı beyan edip, teminat verdi. O, teslim olma konusundaki itirazı için, sarf edilen çabalardan yegane maksadının, Osmanlı ordusunun ve Osmanlı idaresinin eskiden olduğu gibi Yemen’de devam edip, Osmanlı kimliğinden ayrılmama olduğunu söylüyordu.
Yemen’in bir başka yüzü de, burada görev yapan askeri ve sivil memurlardı. Neredeyse 40 aydır maaş alamayan bu insanlar, büyük bir yokluk ve sefalet içindeydiler. Imam Yahya dahi , son derece sıkıntı içinde olan bu memur ve ailelerine geçinebilecekleri ölçüde para ve hububat yardımında bulunmuştu. Bu durumu defalarca dile getirmiş olan Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey, hükümete başvurarak, Yemen’de bulunan komutan ve subaylarla, bunların ailelerinin hak ettikleri maaşların hiç olmazsa bir kısmının ödenmesini talep etti. Üstelik, Yemen’deki tüm idari teşkilat görevlerine fiilen devam ediyordu. Bu gelişme üzerine, 18 Nisan 1922 tarihinde toplanan Meclis-i Vükela, Hariciye Nezaretinin yazısını da gündemine aldı. Yapılan görüşme sonucunda, Osmanlı Hükümeti ile Itilaf devletleri arasında kesinlik ve geçerlik kazanmış bir antlaşma mevcut olmamasına ve hukuken Osmanlı Devleti’nin hiçbir parçasının terk edilmiş ve ayrılmış sayılamayacağına göre, her türlü maddi ve manevi bağlarını korumakta olan Yemen’in, Osmanlı Devleti’nden ayrılmış sayılmasının caiz olamayacağı, bu nedenle Yemen’de bulunup da, Mondros Mütarekesi’nden sonra üstlerinin izniyle orada kalan komutan ve subaylarla, askeri memurların maaşlarının derhal ödenmesi için Harbiye Nezaretinden gelen yazı üzerine, gerekli işlemin derhal başlatılması konusunda Maliye Nezaretine talimat verilmesini karar altına aldı.
Imam Yahya’nın, bu konudaki tüm gayret ve uğraşıları, Osmanlı kuvvetlerine verilen teminat ve defalarca yaptığı açıklamalar, hiç bir zaman kabul görmemiştir. Dört sene içinde, Osmanlı ordusu ve yerli gönüllüler tarafından elde elde edilen büyük zaferler, âdeta yok sayılarak harp malzemesi ve cephanenin büyük kısmının depolandığı Lühec bölgesi kuvvetleri, tüm mühimmatıyla birlikte Ingilizler’e teslim olmuştur. Bu gelişme üzerine, derhal tertibat alan Imam yeni kuvvetler toplayarak, cephe almış ve bunda da başarı sağlamıştır. Durum bu merkez iken, Imamın teslim olma konusundaki tüm uyarılarına rağmen, ordunun bazı komutan, asker ve memurları Ingilizler’e teslim olmaya karar vermiştir. Imam Yahya, almış olduğu tedbir ve kararlarla Yemen’in Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını kabul etmeyerek, devlete olan samimiyet ve bağlılığını ispat etmiştir.
Türkiye ile bağlarını hiç bir zaman koparmamış olan dost ve kardeş Yemen’le olan sıcak ve samimi ilişkilerimiz, tarihten gelen bir süreçle almış olduğumuz güçle sonsuza dek devam edecektir.[33]
***
Arapların teklifini M. Kemal Atatürk reddetmişti


M. Kemal Atatürk’ün Büyük Millet Meclisinin açıldığı günün ertesinde, 24 Nisan 1920 tarihli gizli celsede yaptığı konuşmanın metni (Meclis tutanağı)
***
Önemle ifade edelim ki, Şerif Hüseyin ve 300 civarındaki bedevisinin isyan etmesi, tüm Araplara mal edilemez. Şerif Hüseyin’e karşı bizimle beraber omuz omuza mücadele edenler yine Araplardır. Üstelik Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Osmanlı’ya bağlı kalmak istediğini M. Kemal Atatürk’e bildirmiş ancak M. Kemal bu isteği reddetmiştir. Ne enteresandır ki, bunu da M. Kemal’in 24 Nisan 1336 (1920) tarihli meclis konuşmasından öğreniyoruz…
Meclis tutanağından aynen alıntılıyoruz…
M. Kemal Atatürk:
“…Suriyede Ingilizler, Fransızların tarzı idaresine, muhakkirane olan idaresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki ehli islâm pek büyük bir hataya duçar olduklarını takdir ettiler ve onu müteakip bir kısmı kendi dahillerinde müstakil olmak fakat yine bir suretle bir şekilde Camiai Osmaniye dahilinde bulunmak cihetini düşündüler. Bittabi makamı muallâyi hilâfete karşı olan merbutiyetleri cümlemiz gibi bütün ehli iman için bir vazifei mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha ileriye gittiler. Bize hiç bir şekil ve surette istiklâlin lüzumu yoktur, biz halifemiz ve padişahımıza merbut olarak Camiai Osmaniye dahilinde bulunacağız, dediler (…) Binnetice Emir Faysal dahi hususî murahhaslarını bizimle temasa getirdi. Resmî temasla bu müracaatın bizce telâkki edilen nikati izah etmek isterim. Her halde Suriyeliler her hangi bir devleti ecnebiye ile münasebetinin kendileri için binnetice esaret olacağına kani oldular. Bundan (dolayı bize teveccüh ettiler.) Bizim bilmukabele gösterdiğimiz şekil şundan ibaret idi. Dedik ki, artık hududu millimiz dahilinde bulunan menabii insaniyeyi ve menafii umumiyeyi hududumuzun haricinde israf etmek istemeyiz.[34]
Anadolu’daki hareket, Irak’ta genç kuşak arasında, sosyal ve siyasal değişim alanında olumlu etki yaptı. Genç kuşağın üzerindeki bu etki, dergi ve gazetelerde[35] ilk müjdelerini vermeye başladı. Iş daha da ileri giderek, Türk kurtuluş savaşına kimi Iraklıların katılmaktan geri kalmadıkları görüldü. Içlerinde savaş meydanlarında kurban gidenler de olmuştur.[36]
Islam milletlerinin Türk Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen rolü, maddi ve ma’nevi yardımlarla kalmadı, ayrıca Arap ülkelerinden, Hindistan, Iran ile Afganistan’dan akın eden gönüllü taburları ile yine Kürt gönüllüleri Türk ordusuna katılmak üzere Türkiye’ye geldiler.[37]
***
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) : “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir”

Bu çalışmamızda görüldüğü üzere, Şerif Hüseyin ve 300 civarındaki bedevisi dışında müslüman Arapların isyan ettiği yönündeki iddialar doğru değildir. Zaten Şerif Hüseyin’in isyanı özellikle böyle bir şeye taraftar olmayan Mısırlı entelektüeller arasında huzursuzlukla karışık şaşkınlık oluşturmuştur. Bunun Türklerin itibarını sarsmak için Ingilizler tarafından ortaya atılmış bir aldatmaca olduğunu ileri sürmüşlerdir[38], dolayısıyla daha önce de belirtildiği gibi, Araplar bizimle beraber Şerif Hüseyin’e karşı savaşmışlardır. Şerif Hüseyin’in isyan etmesine zemin hazırlayanlar ise Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indiren Ittihatçılardı.
Şöyle ki, Sultan II. Abdülhamid, Şerif Hüseyin’i devamlı bir surette Istanbul’da tutar ve Arabistan’a göndermezdi. Çünkü Onun Ingilizler tarafından belli bir maksada imale edildiğini çok iyi biliyordu. Bu gerçekten gafil olan Ittihatçılar Şerif Hüseyin’in Hicaz’a gitmesine göz yummuşlar ve bu suretle Onun meşhur isyanına zemin hazırlamışlardır.
Bunlara ilaveten şunları söyleyelim ki, Arap Yarımadası’na oluk gibi akan Ingiliz altınlarına rağmen, yalnızca 300 civarında bedevi Osmanlıya isyan etmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan katbe kat fazla idi. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak… Şerif Hüseyin’in sokaktan topladığı adamlar nevinden değil…
Binaenaleyh, kemalistlerin bizi müslüman kardeşlerimizden soğutmak gayesiyle ortaya attıkları, “Araplar bize isyan etti – bizi arkadan vurdu” iddiasını böylece çürütmüş olduk.
***
Hucurat Suresi
10 – “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.”
Sahabelerin (radıyallahu teala anhüm ecmain) bulunduğu bir mecliste, oradakilere atalarının, dedelerinin kim olduklarının sorulması üzerine sıra Iran asıllı bir sahabe olan Selman-ı Farisi Hazretleri’ne gelince, O:
“Ben Islam’a girdikten sonra soy sop aramam. Ben Islam oğlu Selman’ım ” cevabını verdi.
Bu güzel cevaptan son derece etkilenen Hz Ömer (radıyallahu anh) da şöyle dedi:
“Bütün Kureyş bilir ki babam Hattab, Kureyşin önde gelenlerinden biriydi. Böyle iken ben Islamoğlu olan Selman’ın kardeşi Islamoğlu Ömer’im.”[39]
Yazımızı bir Hadis-i Şerif ile bitirelim:
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir.”[40]
*
KAYNAKLAR:
[1] Cengiz Çandar, “Sharon’cu Vicdansızlar-Filistin Yalanları”, Yeni Şafak, 5 Nisan 2002.
[2] Sitenin adresi: http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/myths3/MFroots.html
[3] Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap Ilişkileri, Irfan Yayınevi, Istanbul, 1992, sayfa 153.
[4] Prof. Kemal Karpat, Islam’ın Siyasallaşması, Istanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, sayfa 379.
[5] Prof. Kemal Karpat, Islam’ın Siyasallaşması, Istanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, sayfa 594.
[6] Prof. Dr. Erol Güngör, Islam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1981, sayfa 159, 160.
[7] Prof. Dr. Erol Güngör, Islam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1981, sayfa 160, 161.
[8] Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşının Malî Kaynakları, sayfa 52, 53.
[9] Hakkı Naşit Uluğ, Hemşerimiz Atatürk, Türkiye Iş Bankası Kültür Yay. Ikinci basım, Istanbul 1973, sayfa 241-245.
[10] Bernard Lewis, (1968), The Arabs in History, [Tarihte Araplar, Istanbul: Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979], Hutchinson and Co. Ltd., London, sayfa 172.
[11] Albert Hourani, (1984), Arabic Thought in the Liberal Age, 1798-1939, Cambridge University Press, Cambridge, sayfa 97.
[12] Maurice Harari, (1962) Government and the Politics of the Middle East, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs, sayfa 105; Bernard Lewis (1968), The Arabs in History,[Tarihte Araplar, Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979], Hutchinson and Co. Ltd., London sayfa 173.
[13] Bu kaynağa bakılabilir; William Ochsenwald , Modern Ortadoğu’da Islâm ve Osmanlı Mirası, Imparatorluk Mirası. Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, (Ed.) L. Carl Brown, Iletişim Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 395).
[14] Dr. H. Bayram Soy (Kırıkkale Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fak.), Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e kadar, Bilig, Yaz / 2004, sayı 30, sayfa 178.
[15] N. Zeine (1981), Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport, sayfa 39.
[16] Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı Imparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve Islamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 1998, sayfa 31.
[17] N. Zeine, Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport 1981, sayfa 58.
Ayrıca bakınız;
– Salih Tuğ, Islam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, XIX. ve XX. Asırlar, Irfan Yayınları, Istanbul 1969, sayfa 255.
– N. Zeine, Arap Milliyetçiliği, çev. Kemal Kahraman, Cambridge Islam Tarihi, Hikmet Yayınları, Istanbul 1989, sayfa 134.
– Aparajita Gogoi ve Gazi Ibdewi Abdulghafour, Arab Nationalism, Birth, Evolution and the Present Dilemma, Lancers Books, New Delhi 1994, sayfa 85.
[18] Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı Imparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve Islamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 1998, sayfa 49.
[19] N. Zeine, Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport 1981, sayfa 58.
[20] Hüseyin Hüsnü Paşa’nın not defteri, 20 Kanun-ı evvel 1327 [1911] Salı günlü not.
[21] Hüseyin Hüsnü Paşa’nın not defteri, 12 Kanun-ı Sani 1327 [1912], Perşembe günlü not.
[22] Feridun Kandemir, Medine Müdafaası: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, Nehir Yayınları, Istanbul 1991, sayfa 235.
[23] Sabahattin Selek, Anadolu Ihtilali, Kastaş Yayınları, 8. baskı, Istanbul 1987, cild 1, sayfa 416, 417.
[24] Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan’ın anlattıklarını Ekim 1993 tarihli, 177 sayılı Sızıntı Dergisi’nin 401’inci sayfasındaki “Osmanlı’nın yetimleri” başlığıyla Ibrahim Refik’in kaleminden okuyabilirsiniz.
[25] Zeine N. (1981), Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport, sayfa 101,102.
Ayrıca bakınız;
– Aparajita Gogoi – Gazi Ibdewi Abdulghafour (1994), Arab Nationalism, Birth, Evolution and the Present Dilemma, Lancers Books, New Delhi, sayfa 100.
– Maurice Harari (1962), Government and the Politics of the Middle East, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs, sayfa 107.
[26] Cemal (Paşa) (1959), Hatıralar, Ittihat-Terakki ve Birinci Dünya Harbi, hazırlayan: Behçet Cemal, Selek Yayınları, sayfa 250, 251.
Ayrıca bakınız; Helmut Mejcher (1991), Der arabische Osten im zwanzigsten Jahrhundert, 1914-1985, Ulrich Haarman (Ed.), Geschichte der arabischen Welt, Verlag C. H. Beck, München, sayfa 442.
[27] Alexander Schölch (1991), “Der arabische Osten im neunzehnten Jahrhundert, 1800-1914”, Ulrich Haarman (Ed.), Geschichte der arabischen Welt, Verlag C. H. Beck, München, sayfa 426-427.
[28] Pan-Islamizm’den Pan-Turanizm’e geçiş hakkında bakınız; Feroz Ahmad (1986), Ittihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, Istanbul, sayfa 254-255.
[29] Bernard Lewis (1968), The Arabs in History,[Tarihte Araplar, Istanbul: Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979], Hutchinson and Co. Ltd., London, sayfa 174.
[30] Ömer Kürkçüoğlu (1982), Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi, 1908-1918, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, sayfa 16.
Ayrıca bakınız; Aparajita Gogoi – Gazi Ibdewi Abdulghafour (1994), Arab Nationalism, Birth, Evolution and the Present Dilemma, Lancers Books, New Delhi, sayfa 94.
[31] Hasan Kayalı (1998), Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı Imparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve Islamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul, sayfa 88-90.
[32] Hans Kohn (1928), Geschichte der Nationale Bewegung im Orient, Kurt Vowinckel Verlag, Berlin, sayfa 216.
[33] Prof. Dr. Metin Ayışığı’nın kaynakları;
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Meclis-i Vükela Mazbataları, B.E.O, Dahiliye, Hariciye, Harbiye Tasnifleri ; DH-KMS Tasnifi, DH-İ/UM tasnifi ve DH-ŞFR tasnifi. Tanin, Tasvîr-i Efkâr, İkdam, Vakit v.s. gibi dönemin gazeteleri. Ahmet İzzet Paşa; Feryadım, Nehir Yayınları, c.1, İstanbul 1992. Ayışığı, Metin; Mareşal Ahmet İzzet Paşa (Askeri ve Siyasi Hayatı), T.T.K Basımevi, Ankara 1997. Bayur, Yusuf Hikmet; Türk İnkılabı Tarihi,T.T.K Basımevi, Ankara 1951. Danişment, İsmail Hami; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,Türkiye Yayınevi, İstanbul 1961. Ehiloğlu, Zeki; Yemen’de Türkler, Kardeş Matb., İzmir 1952. Erden, Ali Fuad; İsmet İnönü, Burhaneddin Erenler Matb., İstanbul 1952. Genel Kurmay Askeri Tarih Yayınları; I. Dünya Savaşı Harbinde Türk Harbi, C.6, Genel Kurmay Basımevi, Ankara 1978. Gülsoy, Ufuk; Yemen Demiryolu Projesi,Tarih Medeniyet Dergisi, Ağustos 1997, sayı. 41. İnal, Mahmut Kemal; Son Sadrazamlar, M.E.B. yay., İstanbul 1965. Karal, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi,T.T.K Basımevi, Ankara 1995. Kuran, Ahmet Bedevi; Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılap Hareketleri ve Milli Mücadele, Çeltük Mat., İstanbul 1959. Kutay, Cemal; Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, Tarih Yayınları, İstanbul 1961. Lewis, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, T.T.K Yayını, Ankara 1984. Selek, Sabahattin; İsmet İnönü Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985. Sertoğlu, Mithat; Yemen Macerası, Hayat Tarih Mecmuası, Nisan 1975, sayı 4. Sırma, İhsan Süreyya; Yemen, İ.A, M.E.B., c.13, İstanbul 1961. Tanrıkut, Asaf; Yemen Notları, Güzel Sanatlar Matb., Ankara 1965. NOT: Orjinali 38 sayfa olan bu tebliğ, 4-8 Ekim 1999 tarihleri arasında Ankara’da toplanan XIII. Uluslar Arası Türk Tarih Kongresi’nde sunulmuştur.
[34] T.BM.M. Gizli Celse Zabıtları, Devre: 1, Içtima: 1, 24 Nisan 1336 (1920), 2 nci in’ikat – 4 ncü celse, sayfa 2, 3. (Meclis tutanakları)
Ayrıca bakınız; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cild 2., Ankara, 1959, Türk Inkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, sayfa 57.
[35] Mahmud El-abta, Bağdattaki cadde adamı, Bağdat 1962, sayfa 225, 226. Aktaran: Dr. Qassam KH. Al-Jumaily, Irak ve Kemalizm Hareketi (1919-1923), (Düzenleyerek Yayıma Hazırlayan: Doç. Dr. Izzet Öztoprak), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1999, sayfa 22.
[36] Mehmet Ali Kemaleddin, Irak’ta fikir gelişmesi, Bağdat, Tarihsiz, sayfa 92.
[37] Dr. Qassam KH. Al-Jumaily, Irak ve Kemalizm Hareketi (1919-1923), (Düzenleyerek Yayıma Hazırlayan: Doç. Dr. Izzet Öztoprak), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1999, sayfa 13.
Ayrıca bakınız; Ahmet Rıfat, Doğunun Uyanışı; Kemalist ordunun yetenek ve gücü, Kahire 1922, sayfa 9.
[38] Ronald Storrs (1939), Orientations, Readers Union Ltd., London, sayfa 177.
[39] Sızıntı dergisi, Mayıs 1992, sayı 160.
[40] Müslim, Imare, 53, 54, 57.
NOT: Birkaç yerde Mustafa Akyol’un makalesinden istifade edilmiştir.
.
google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html