BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

30 Aralık 2018 Pazar

Acı bir gerçeği vurgulayan sanatçı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Ünlü şarkıcı Mazhar Alanson geçtiğimiz günlerde “Adam papağanı ezmiş, öldürmüş. Kaç gündür bu mesele. Neler oluyor orada. Genç, babayiğit çocuk şehit olmuş, 6 aylık hamile karısı. 

Hayır, o öyle sayfada geçiyor. Papağan öldü, 1 haftadır Türkiye konuşuyor, konuşuluyor” sözleriyle bir gerçeğe dikkat çekti. 

Bu sözleri medyada da büyük ilgi gördü. Bu gösterilen ilgi, bu manzaraya bir etki yapacak mı bilmiyoruz. Ama maalesef Mazhar Alanson çok acı bir gerçeği toplumun yüzüne vurmuştur.

Elbette bu sözlerden “şehitlerimize, gazilerimize sahip çıkılsın, hayvanlara eziyet edilsin” mantığını çıkarmamak lazımdır. 

Zaten inancı, imanı olan insanlar için “Yaratılanı severiz, Yaradan’dan ötürü” sözü bir ölçüdür.

Bir ruh hastasının, Papağan’ın ölümüne sebebiyet veren eziyeti sonrası büyük ağıtlar yakanların bir gün olsun bu vatan için şehit olan asker ve polislerimiz için, onların geride bıraktığı canlar için ağıt yaktığına, bir cümle dahi onları andıklarına şahit olamamak zaten bu sitemin ana sebebi…





Türkiye Cumhuriyeti bölünmesin, millet parçalanmasın” diye şehit olan, mücadele ederken yaralanan gazilerimiz bu toplumda o kadar sıradanlaştı ki, bir papağanın öldürülmesi onlara daha ilginç gelmektedir.

Bu toplumda “Askerlerin görevi hayatını vermek, bunun için maaş alıyorlar, bana ekstra bir iyilik yapmıyorlar” diyen Muhsin Kızılkaya gibiler milletvekili yapılıyorsa, 

“Ne yapayım Allah Allah şehitler mehitler aman yeter” diyen Nur Yerlitaş gibiler sanatçı-modacı diye ekranlardan indirilmiyorsa, 

şehitlere hakaret eden Itır Esen gibiler Miss Turkey World güzeli seçiliyorsa, 

“Hayatta hiçbir laftan tiksinmedim ‘şehitler ölmez vatan bölünmez’den tiksindiğim kadar” diyen Sera Kadıgil gibiler milletvekili oluyorsa, 

PKK birkaç Mehmet’i şehit etti diye Meclis’i toplayacak değiliz.” Diyen Hüseyin Çelik gibiler milletvekili ve bakan yapılıyorsa, 

“iktidarı ayakta tutmak için ölene şehit değil … yoluna giden Niyazi’ denir” diyen Tuncer Yığcı gibiler Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncusu yapılıyorsa elbette toplum içinde bunlardan etkilenip şehitlere karşı duyarsız bir kitlede oluşur.

Mazhar Alanson sadece bu gerçeğin üzerinden yorum yapmıştır. Bu gerçeği inkâr edebilecek kimse de yoktur.

Milleti için kendi canını feda eden, geride gözlü yaşlı ana, baba, evlat ve eş bırakan bir şehitlerimiz bir papağan kadar ilgi, alaka görmüyorsa burada vicdanların tekrar tekrar kanaması ve kendine çeki düzen vermesi gerekiyor.

Canını ortaya koyan şehitler karşısında sağırlaşanın, dilsizleşenin, körleşenin bir papağan karşısındaki ağıtları da inanın sahtedir.

Şehitlere, gazilere üzülmeyen bir kişi ölen Papağan’a niçin üzülsün?

Mazhar Alanson’un yapmış olduğu tespit, hepimizin sorumluluklarını, önceliklerini hatırlatmalıdır.

Şehit olan asker ve polislerimiz, milletin çocukları yaşasın diye, kendi çocuklarını yetim bırakan yüce bir makamda oturmaktadır.

Bunun karşılığı unutulmak, yok sayılmak, sıradanlaştırmak olmamalıdır.

Geride bıraktıklarına devlet olarak, millet olarak sahip çıkmak hepimizin görevidir.

Şehit yakınlarının ne ihtiyacı varsa karşılamak, yerine getirmek, onlara “of” bile dememek herkesin sorumluluğudur.

Şehit babalarının ardından tabutu başında “baba” diye ağlayan yavrular sizde hiçbir duygusal etki oluşturmuyorsa zaten size insan demek bile mümkün değildir.

Şehitler bu ülkenin tapusunun gerçek sahipleridir. Onların kanı bu ülkenin bölünmez bütünlüğünün çimentosu olmuştur.

Hayvan sevgisine moda olarak bakanlar, şehit sevgisi ve onlara sahip çıkmak geçici bir moda değildir. Kıyamete kadar yaşayacak kutsal bir görevdir.

Papağan Bahattin ile şehit Bahattinler arasındaki farkı anladığımız gün zaten ihanet bu ülkede nefes bulamayacaktır.

Bir sanatçının ayakkabısının topuğu kırıldığında kendi parçalayan toplum fertleri, şehidin vücudu paramparça olduğunda tepki vermiyorsa o toplumun şuuru ölüyor demektir.

“Ben Gaziyim, Güneydoğu’da bacağımı, kolumu, gözümü kaybettim” diyen bir vatan evladı karşısında, 

“Banane benim için mi gazi oldun?” diye hiç umursamadan saldıranların yaşadığı toplum maalesef bizim toplumumuzdur.

Yarınlarda büyük felaketlerle karşılaşmak istemiyorsak, bu ülke için bedel ödeyenlerin kıymetini, değerini anlamalı ve bilmeliyiz.

Bugün şehidine, gazisine yeterince sahip çıkmayan, hatta onları aşağılayanlara nefes aldırılan bu toplum yarın kendi için fedakârlık yapacak yiğit bulamaz.

Mazhar Alanson’un yerinde ve zamanında yapmış olduğu bu sitem umarım toplumun uyanışına sebebiyet verir. 

Sanatçılar toplumun önderleri durumundadır. Onların ortaya koyacağı bu gibi hassasiyetlerin yerine daha çabuk ulaşması, sosyal bir gerçek olmuştur. Mazhar Alanson şimdi bunun öncüsü olmuştur.

Kıymetli sanatçımız Mustafa Yıldızdoğan’ın çok anlamlı bir eserinde belirttiği “Şehitler Ölmez diyen birileri” var dendiğinde bu ülkemizdeki milyonları kapsamalıdır.

Gerçi bunu söyleyen Mustafa Yıldızdoğan gibi çok değerli bir sanatçı bile, pkk ve apo paçavralarının sallandığı, pkk sempatizanlarının doldurduğu konser alanında, arkasına apo posterini asarak 

“Vallahi apo’yu özledim, vallahi dostu özledim” diyen pkk’lı Ahmet Kaya kadar bu medyada değer görmüyorsa kime ne anlatacağız ki?

Devletin yetkililerinden tutunda sanatçısı, futbolcusu, siyasetçisi, işadamı Ahmet Kaya’nın doğum ve ölüm yıldönümünü kutlamak için birbiriyle yarışıyor.

Türkiye’de bazı şeyler artık değişmeli… Bölücüye, teröriste hayat hakkı tanıyan her yol tıkanmalıdır.

Bölücü terör örgütleriyle mücadele uğrunda bedel ödeyen, katkı sunan herkeste bu ülkenin en büyük değeri olmalıdır.

O yüzden şehidine, gazine sahip çık Türk milleti… Onlar senin uğrunda bedel ödedi ve ödemeye devam edenler var…



Mail: yildiraycicek@turkgun.com
Twitter: Yildiraycicek9
Instagram: yildiraycicek1944



26 Aralık 2018 Çarşamba

Netahyahu neden Kıbrıs ve neden Kürtler diyor?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Tunus’ta kitabın ortasından konuşup meselenin bam teline bastı.

Şu sözleriyle bir nevi ‘kral çıplak’ demiş oldu:

Netanyahu son zamanlarda huzursuz çünkü Suriye’yi bölemeyeceğini anladı. PKK YPG aracılığı ile Suriye’yi bölmek istiyorlardı. Kürt kardeşlerimizin adını kullanarak Cumhurbaşkanımıza laf atıyor. Cumhurbaşkanımıza iftiralar atmak istiyor haddini de aşıyor. PKK ile Netanyahu'nun ortak özelliği var. İkisi de bebek katili.”


Ülkesinde ‘telekomünikasyon yolsuzluğu’ nedeniyle zor günler geçiren İsrail Başbakanı Netanyahu’nun suratı, ABD Başkanı Trump’ın Suriye’deki askerlerini çekme kararı almasından sonra, bir kere daha asıldı.
Bu karar, Fırat’ın doğusundaki PKK oluşumunun bir ‘Made in İsrail’ projesi olduğu gerçeğini kabak gibi meydana çıkarınca, Netanyahu öfkesini Cumhurbaşkanı Erdoğan’a laf yetiştirerek çıkarmaya çalıştı.
Türkiye’yi Kıbrıs’ı işgal etmek, Edoğan’ın ordusunu Kürt köylerinde kadın ve çocukları katletmekle suçlayıp “Erdoğan bu konularda bize nutuk çekemez” dedi.
Kadın ve çocuk katliamlarıyla dünyanın lanetini kazanmış bir ülkenin başbakanı söylüyor bu lafları.
Ama bu hezeyan dolu öfke halinin bir nedeni var tabi.

Daha doğrusu iki nedeni:

Netanyahu hem Kıbrıs hem de Kürtler derken ülkesinin bu iki alanla ilgili çıkarlarının son dönemde nasıl zarar gördüğünden dem vurmuş oluyor aslında.
Kürtler bahsinde, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun sözlerinin üstüne söylenecek pek bir şey yok.

İsrail PKK/YPG üzerinden Suriye’yi bölmek istiyordu.

Devamında da Türkiye’yi bölüp garnizon devlet projesine hayat kazandıracaktı.
ABD askerinin çekilmesiyle bu proje ağır bir darbe alacak.
Yani Netanyahu, Kürtler derken, Erdoğan’ı karşılığı olmayan iftiralarla suçlarken, ‘yakın ilgi alanına’ giren bir konuda mevzi kaybetmenin öfke halini dışa vuruyor.

Kıbrıs için de benzer bir durum söz konusu.

Kıbrıs açıklarında keşfedilen petrol ve doğalgaz rezervini Kıbrıs’lı Türkler ve Türkiye’yi bypass ederek çıkarma projesi de Türkiye’nin kararlı bir tutum alması nedeniyle yara almış durumda.
İsrail, Yunanistan ve Mısır’la ortaklaşa bütün bu zenginliğe konmayı hesaplayan İsrail planı, Suriye’nin kuzeyinde olduğu gibi burada da sekteye uğramış görünüyor.
Bu da Netanyahu’nun öfke nöbetlerine tutulması için yeter de artar bir gerekçe.
İsrail, Kuzey Suriye’deki PKK oluşumu ve ‘Rojava projesi’ konusunda bugüne kadar genellikle sessiz kaldı.
 Bu durum “Projenin arkasında İsrail var” cümlesinin önüne bir ‘Acaba’ kuşkusunu koymayı gerektirebilirdi.
Ama şimdi artık o ‘Acaba kuşkusuna’ da yer kalmadı.
Trump’ın asker çekme kararı sonrası İsrail yönetimi adına çıkarılan gürültüler, bunu apaçık ortaya koydu.
İsrail başbakanının kuyruk acısı da buradan geliyor.

Ankara'nın Suriye için yeni yol haritası;


ABD Başkanı Trump’ın çekilme kararı sürpriz bir şekilde gelişince, oyuncular için Suriye kartları yeniden karılmaya başladı.

Bu elbette Türkiye için de geçerli.

Dün sabah dış politikada 2018 yılı değerlendirmesi için bir araya geldiğimiz Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, bu son gelişme üzerine paydaşlarla istişareler yaparak hareket etmek istediklerini dile getirdi.
Ankara için öncelik, ABD askerlerinin geri çekilme sürecinde bir boşluk oluşmaması.
Bu bağlamda, ‘istişarelerin’ önemli bir kısmı Washington ile yürütülüyor.
ABD yönetimi, Ankara’nın koordineli hareket etme talebini de kabullenmiş görünüyor.
Bu hafta içinde askeri bir heyet Ankara’ya gelip, kendi muadilleriyle çekilme sürecini konuşacak.
Eş zamanlı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatı doğrultusunda Moskova ile temas kurulacak, yeni durum üzerine yeni müzakereler yapılacak.
Bu bahis açıldığında Çavuşoğlu, “Rusya sahada bir aktör. Önümüzdeki günlerde bir Rusya ziyareti yapıp, görüş alışverişinde bulunacağız. İstişare edeceğiz. Boşluk oluşmaması için diğer aktörlerle de istişare etmemiz gerekiyor” dedi.

“ABD’NİN ÇEKİLMESİYLE PYD SORUNUNA KÖKLÜ BİR ÇÖZÜM BULUNABİLİR”


Cümlenin sahibi Bakan Çavuşoğlu.

Bu ifade aslında, yeni Suriye denkleminde Türkiye’nin önceliğini ve vazgeçilmez pozisyonunu yansıtıyor diyebiliriz.

Bu şu anlama da geliyor:

PKK/YPG’nin Suriye topraklarının üçte birini ABD desteğiyle ele geçirerek oluşturduğu fiili durum, bir başka deyişle "Rojava projesinin" geleceğini kötü günler bekliyor.

Peki nasıl bir öngörüde bulunulabilir?

Önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadelerinde karşılığını bulan “Suriye Kürtlerini PYD zulmüne terk etmeyeceğiz” sözlerini, bir işaret fişeği olarak görmek mümkün.

Bu yaklaşım biçimi Ankara açısından şöyle bir niyete işaret ediyor:

Türkiye’ye müzahir Kürt gruplarını daha derli toplu şekilde organize edip, Suriye’nin geleceğinde YPG’nin yerine ikame etmek. Önümüzdeki süreçte, bu politikanın daha gözle görülür sonuçları karşımıza çıkabilir.

“POMPEO ARADI SORULAR SORDU ASKERE SORUN DEDİM”


Yabancı basında 14 Aralık’ta gerçekleşen Trump/Erdoğan görüşmesinin arka planına dair dikkat çekici haberler çıkmış, Pazartesi günü bu köşede o yazılardan alıntılar kullanmıştık.
O yazılardan birinde, bir gün önce, yani 13 Aralık’ta, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nin Türkiye’nin operasyon hazırlığıyla ilgili bilgi edinmek için Türk mevkidaşını aradığından söz etmiştik.
Çavuşoğlu, bu bilgiyi daha sorulmadan teyit ettikten sonra, o görüşmeye dair yeni veriler paylaştı.
Şunları söyledi: “Pompeo beni aradı (13 Aralık görüşmesi) ‘Plan, strateji nedir’ diye sorular sordu. Teknik sorular. ‘Bunlar teknik konular, cevabını öğrenmek istiyorsanız bizim askeri yetkilileri arayabilirsiniz. Ama kararlılığımızı öğrenmek istiyorsanız, evet kararlıyız’ dedim.”

ESAD’DAN MÜNBİÇ HAMLESİ


ABD’nin Suriye’deki askerlerini çekme kararı sonrası dün, Fırat’ın batısından ‘Boşluk doldurma’ başlığının altını doldurabilecek dikkat çekici bir haber geldi.
Haber, Münbiç’in batısında yer alan Arimah isimli beldenin, YPG kontrolünde iken Esad rejimine bağlı birliklerin eline geçtiğini söylüyordu.
Haliyle bu durum Rejim ile YPG arasında dar alanda bir paslaşma mı oluyor sorusunu akıllara getirdi.
Haber yayıldıktan sonra Milli Savunma Bakanlığı adına yapılan açıklama ise meselenin bu şekilde olmadığına işaret ediyordu.
Açıklamaya göre, ‘Arimah bölgesindeki hareketlilik 2017’den beri bölgede bulunan Suriye rejim güçlerine ait’ idi. Yani yeni bir durum yoktu.
Esad rejimi ile YPG arasında sık sık görüşmeler yapıldığını biliyoruz.
Ancak, dün Çavuşoğlu’nun da dile getirdiği gibi, iki tarafın çıkarları çoğu zaman çatıştığı için, bu görüşmelerden iki taraf da başarılı sonuçlar elde edemiyor.
Peki, diyelim ki anlaştılar ve Fırat’ın doğusunda kendi aralarında yeni bir güç paylaşımı yaptılar.

Böyle bir senaryo karşısında Türkiye’nin tepkisi ne olur?

Sorunun yanıtını yine Dışişleri Bakanı’nın ağzından verelim: “Rejim geldi, YPG orada diyelim. Hiç tereddüt etmeyiz. Bugün Irak’ta PKK tehdidine karşı nasıl operasyonlar yapıyorsak, aynısını Suriye’de de yaparız. Bu, Türkiye için beka meselesidir. Ulusal güvenlik meselesidir.”


25 Aralık 2018 Salı

Şanlı tarihimiz, bu coğrafyaya dar geliyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Tamer Ashraf
Türk’ün iradesinin hakim olması, sadece Türkiye’nin güvencesi ve huzuru ile sınırlı değildir. Bölgedeki bütün milletlerin varlığının ve geleceğinin teminatıdır. Türk’ün bekası, bölgenin beladan kurtulmasının tek çaresidir.

Türkiye’nin artık etkili şekilde uygulamaya başladığı aktif, akıllı, çok yönlü, gerçekçi ve sonuç alıcı dış politika anlayışı, elimizi büyük ölçüde rahatlatmıştır. ABD’nin, Suriye’den çekilme kararına her ne kadar ihtiyatlı yaklaşıyor olsak da, Türkiye’nin bu kararlılığının ve bize rağmen bu bölgede bir şey yapılamayacağının anlaşılmış olmasının, bu gelişmede önemli etkisi olduğu kanaatindeyiz.

BARİYERLERİ SÖKÜP ATIYORUZ


Her zaman kimin ne dediğine, ne yaptığına bakmadan kendi işimizi görmek gerektiğine inandık ve bunu savunduk. Biz doğru durur, haklılığımızı korursak, bölgede etkili, dünyada saygın bir durumda olacağımıza inandık. Gelişmeler bu tespitimizi doğrulamıştır. Sorunları hiç bitmeyen bir coğrafyadayız. Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi silip, Türk milletini yüz yıllık bir tarihe sıkıştırmaya kalkışıyorlar. Tarihin, coğrafyaya dar geldiği bir süreci yaşıyoruz. Türk milleti zincirleri kırıp yükseliyor. Bizi mahkum etmek isteyenlere hadlerini bildiriyor, önümüze koydukları bariyerleri söküp atıyoruz.  Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyoruz, ancak buralardan gelen tehdidi görmezden gelemeyiz. Terör örgütlerinin bu topraklarda cirit atmasına, terör devletçikleri kurma hayallerine izin veremeyiz.

YA BEKA, YA BELA


Daha birkaç gün önce MHP lideri sayın Devlet Bahçeli, “İster Fırat’ın doğusu, ister bir başka yer olsun, Türk’ün iradesi olmadan, kararı ve sözü duyulmadan hiç kimse hayale kapılmamalıdır. Aksi halde sonları acıklı olacaktır. Diyorum ki; ya beka, ya da bela” demişti. Bu coğrafyada Türk’ün iradesi olmazsa, terörün, ihanetin, sömürgecilerin, işgalcilerin iradesi geçerli hale geliyor. Bunun sonucu da kandan, gözyaşından, beladan, terörden ve belirsizlikten başka bir şey olmuyor. Türk’ün iradesinin hakim olması, sadece Türkiye’nin güvencesi ve huzuru ile sınırlı değildir. Bölgedeki bütün ülkelerin, bütün milletlerin varlığının, güvenliğinin ve geleceğinin teminatıdır. Acı ve ağır sonuçlarıyla birlikte test edilmiş ve görülmüştür ki, Türk’ün varlığı ve Türkiye’nin bekası, bölgenin beladan kurtulmasının tek çaresidir.

DOĞU, BATI FARK ETMEZ


Kim ne derse desin, biz bildiğimizden şaşmayacağız. Fırat’ındoğusu, batısı fark etmez, terör neredeyse, ihanet kimden geliyorsa, bizim için kim tehdit oluşturuyorsa, oraya müdahale ederiz. Bunu yapacak gücümüz de, imkanımız da, donanımımız da, irademiz de var. Fırat Kalkanı’nı, Zeytin Dalı Harekatı’nı yapmamış olsaydık, bugün bölgenin şekli çok farklı olurdu. Terör ivme kazanırdı. Bekamıza yönelik tehdit büyürdü ve tehlike artardı. Sadece PKK-PYD değil, DEAŞ’ı da önümüze kattık süpürdük. DEAŞ’ı bahane ederek, bölgeye yerleşen, plan yapan ve belirsizliği daha da arttıran ABD’nin gerekçesini elinden aldık. Trump, Suriye’den çekilme kararını bu harekatların başarısına bağlamış, dünyaya da, kendi muhaliflerine de teminat olarak Türkiye’yi göstermiştir. Umarız ve dileriz, bu kararının arkasında sonuna kadar durur ve yeni bir oyun oynamaz.

KİMLER RAHATSIZ?


Geldiğimiz noktada, etkin ve dominant olmamız dosta güven verirken, düşmana da korku salıyor. Nitekim, bütün bu gelişmelerden terör örgütleri çok rahatsızdır. PKK-PYD arkadan hançerlendiklerini söylemektedirler. Arkadan hançerleyenlerin, arkadan hançerlenmesi kaçınılmaz bir akıbettir. Hiçbir bir şart altında bu akıbetleri değişmeyecektir. Aynı şekilde bir devlet olsa da terör örgütlerinden hiçbir farkı bulunmayan İsrail son derece tedirgindir.İsrail Başbakanı Netanyahu’nun kirli ve kanlı siciline bakmadan Türkiye için sarf ettiği sözler, aslında kurdukları vahşi oyunların bozulacak olmasından dolayıdır. Bu soğukkanlı bebek katili hak ettiği cevabı almıştır.

DENGELER DEĞİŞECEK


Bölgedeki mazlum milletler şimdi çok daha yüksek bir beklentiye girmişlerdir. Türkiye kendileri için bir defa daha ümit olmuştur. Bu ümit boşa çıkarılmayacaktır. İdlib’de, yine bizim devreye girmemizle belli ölçüde de olsa huzur sağlandı. Menbiç’te yarım kalan temizliğin tamamlanması için harekete geçildiği anlaşılmaktadır. Böylece Fırat’ın batısı terörden ve kandan temizlenmiş olacaktır. Sonrasında aynı kararlığı Fırat’ın doğusunda sürdürüp gereğini yapacağız. Beklentimiz, temennimiz ve isteğimiz bu yöndedir. Hükümetin de bu kararlılıkta olduğunu görüyoruz. Bunun sağlanmasından sonra bölgedeki dengeler değişecek ve terörle bir yere varılamayacağını, buna hiçbir şart altında müsaade etmeyeceğimizi herkes görecektir. Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanmasının, buralara huzur ve sükunetin gelmesinin yolu da açılmış olacaktır. Ülkemizde bulunan Suriyelilerin kendi topraklarına dönmelerinin önünde hiçbir engel kalmayacaktır. Her zaman söylüyoruz, Türkiye’nin güçlü olması, etkin olması sadece kendisi için değil, bölgenin huzuru için de şarttır.

Bizim vatan topraklarımız; TURAN’dır!


İlelebet biriz! diyerek, Metehan’ın kalemiyle ufuk çizgimizi çekip; tarihin şahit olduğu birliği, yarınlarda düşlüyoruz. Ata yadigarı korkuları olanlara düşlerimiz kabus geliyor, “milli şuur” dan yoksun, batı cephesi tarafından sulanmış çürük güllere göre de, hayalperestiz… Oysa ki biz, mazinin şahitliğinde geleceğe bakıyoruz.

Yıllardır bir Avrupa Birliği sevdası tüttürülüyor, kendi ailen varken başka bir aileye sığıntı olma çabası… Birinci partisi Hıristiyan Demokrat Parti olan bu birliğin, tarafsız bir refah dağıtıcısı olduğu düşünülüyor. Öyle ki seçim vaatleri dahi yıllardır “Biz, AB’ye Türkiye’yi aldıracağız” şeklinde… Peki sonuç ney..? Gerçek hayalperestlerin elli yıllık hüsranı.

AB şartlarına sığabilmek için yıllarca kültürümüz, ahlakımız, köklerimiz budandı. Oysa ki bizim asırlar öncesinden söylenmiş öğütlerimiz var; kitabeler Türk’ün devlet töresinin ilanı…

Ata yazıtlarımız olan Kültigin Yazıtı’nda diyor ki;

“Çinliler daha da ileri giderek Köktürkler ’in, Çin adetlerini kabul etmesini, Çinliler gibi giyinmelerini ve Çince konuşmalarını istediler. İşbara buna dayanamamış ve 585’te Çin imparatoruna gönderdiği mektupta şöyle demişti:

Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim; fakat dilimizi değiştiremem, dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetemem, milletime çinli elbisesi giydiremem, Çin adetlerini alamam. İmkan yoktur; çünkü bu bakımlardan milletim fevkalade hassastır, adeta çarpan tek bir kalp gibidir.”

Bugün ise biz aşındırıyoruz kapıları, kalbimizi mühürlercesine… AB güya refah dağıtıcısı ya biz de el kapısında refah arıyoruz. Hıristiyan sofrasında yemek bekliyoruz… Halbuki onlar insanlıktan bi haber, köleleştirmenin kitabını yazarken, atalarımız devlet töresindeki refah motifini işlemiş anıtlara, neslimize seslenmiş…

Ata yazıtlarımızdan Bilge Kağan Yazıtı’nda diyor ki;

“Tam on dokuz yıl şadlık, on dokuz yılda kağanlık yapan Bilge Kağan Türk halkını doyurmak ve refaha kavuşturmak için kuzeyde Oğuzlara, doğuda Kıtay ve Tatabılara, güneyde Çinlilere tam on iki sefer düzenlemiş, ölecek milleti diriltip beslemiş, çıplak milleti giydirmiş, yoksul milleti zenginleştirmiş, az milleti çoğaltmıştır. Dört bucaktaki milletleri kendine bağlayarak ülkesini çok güçlü bir devlet ve kağanlık haline getirmiştir.”

İşte bu sözler sosyal devlet ve birlik modelinin, çağlar öncesinde biz tarafından uygulanmışlığının kanıtıdır. Medeniyet batının devrimlerle, isyanlarla keşfettiği; bizim ise köklerimizde olan bir gerçeklik iken biz onların medeniyetine girme çabasındayız… Çünkü bize bunu aşıladılar, tarihimizi önünde fotoğraf çekildiğimiz tarihi eserden ibaret kıldılar.

Bugün dünyayı yedi koldan saran Türk devletleri öksüz iken, bizi AB’ye yönelttiler, ne aldılar ne reddettiler, gözümüze de bir perde çektiler… Biz batı medeniyetine koşarken Rusya, Türkistan’ı böldü, tek bir vücut olan coğrafya işgal sonrası bağımsızlığını beş ülkeye bölünerek aldı ve kimliklerinde derin bir pençe izi kaldı. Biz Avrupa’nın düşlerine ortak olup Orta Doğu’ya yönelirken, Orta Asya mahzun düştü…

Bugün zengin kaynaklar konusunda dünyada ikinci sırada olan Orta Asya; Amerika, Çin ve Rus hakimiyet planlarının başrolü oldu. Geç olsa da nihayet Amerika’nın parmağı olduğu ilan olan FETÖ, sizce yıllarca neden Türk Devletleri’nde okul açtı..? Tabi ki birlik mücadelemize engel olmak için, o bölgede hakim olacakları insanları yetiştirdiler. Amerika’nın meşhur kara hakimiyeti algısına göre biz o bölgeye yaklaşmamalıyız, biz Türk birliği düşlememeliyiz… Çünkü; Avrasya’ya egemen olan güç; dünyanın en ileri ve ekonomik olarak en gelişmiş bölgesinden ikisini kontrol edebilir. Avrasya’nın kalbi Orta Asya’dır. Bu nedenle dünyada egemen olmak için Avrasya’yı, Avrasya’da egemen olmak için Orta Asya’yı ele geçirmek gereklidir. Yani onlar kitaplarında derler ki “ Hakimiyet için Müslüman Türk dünyasının ele geçirilmesi gerekir.” Bizim birlik düşlerimiz bu sebeple kabuslarıdır.

Çeğen Tepesi’nde şehadet ile kurulan köprü; bizim adımlarımızla dünyaya nizam verecek, tüm planları alt üst eden, yön çizen bir buluşmaya varacak… Türk birliği hayal değil, dengeleri alt üst eden, buz gibi bir gerçektir. İşte bu gerçeklikten korkanların kendini teselli etme çabası da bizi hayal kurduğumuza inandırmaktır. Fakat bilinmelidir ki;

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;

Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: TURAN



24 Aralık 2018 Pazartesi

Fırat'ın doğusundaki askeri operasyonunun stratejik boyutları

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Tamer Ashraf
"Verimli Suriye" olarak bilinen Fırat'ın doğusu aynı zamanda ABD'nin Ortadoğu'nun ortasında konuşlanmasına ve İsrail'e ilave himaye sunmasına imkan veren stratejik bir konumda.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı Fırat'ın doğusuna yönelik askeri harekatla, terör örgütü YPG/PKK unsurlarının Suriye'nin doğusunda ve kuzey doğusunda ABD desteğiyle kontrol altına aldığı bölgelerde bağımsız bir oluşum kurma çabalarına son verilmesi amaçlanıyor. 
Bu adım birçokları için şaşırtıcı olsa da Türkiye'nin güvenliği için hayati bir önem taşıyor.

Son olarak ABD'nin Suriye'deki askeri varlığını sonlandırma kararı almasının ardından, Türkiye'nin Münbiç'e yapacağı askeri operasyona ilişkin beklentiler iyice arttı. 

ABD'nin çekilme kararı, Barack Obama'nın Cumhurbaşkanı Erdoğan'a 2016'da verdiği sözün geç de olsa bir şekilde yerine getirilmesi anlamına geliyor. Washington'ın terör örgütü YPG/PKK unsurlarına verdiği silah desteğine ve eğitime bakıldığında, yapılanların DEAŞ terör örgütüne karşı savaş için gereken miktarı çoktan aştığı görülüyor. 

ABD, YPG/PKK unsurlarına hafif, orta ve ağır silahlar ile bir orduyu tamamen donatmaya yetecek düzeyde mühimmat desteğinde bulunmuştu.

Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk devletinin elinde bulunan somut delillere dair yaptığı açıklamada, uluslararası koalisyonun DEAŞ'a karşı savaşıp yok etmesi gerekirken, DEAŞ'ın bazı liderlerini koruduğuna dikkatleri çekmişti. 

Bu durum, bir anlamda ABD'nin, DEAŞ tamamen yok oluncaya dek terörle mücadele amacıyla Suriye topraklarında bulunduğu sözlerini de boşa çıkarmıştı.

ABD'nin bir başka gerekçesi ise İran'ı Suriye'den çıkarmaktı. Ancak İsrail'in zaman zaman bazı kritik İran mevzilerini vurması dışında, şimdiye kadar İran'ı çıkarmaya yönelik ciddi bir çaba görülmedi. İranlı milisler Dera'dan Süveyda'ya, Halep'ten Hama'ya ve İdlib kırsalına kadar Suriye'nin her tarafına yayılmış durumda. İran'ın yayılma alanı genişlemesine rağmen, ABD'nin -İranlı milislerin Rus paralı milisleriyle iş birliği içinde gerçekleştirdiği T4 askeri üssü saldırısına karşı koymak dışında- hedef almak bir yana, İranlı milislerinin hareketlerini dahi önlediği görülmedi.

Washington ve Brüksel, Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG), ABD'nin terör örgütleri listesinde bulunan PKK'nın militanlarından oluştuğunu biliyor. Amerikalı subaylar ayrılmadan önce, bu güçlerin sözcüsü olan Talal Silo'ya bunu söylemişti. 

Bu inkar edilemez gerçeğe rağmen Washington, Haseke'de ve Irak'ın kuzeyinde özel birlikler olarak bu militanları silahlandırmaya ve eğitmeye devam etmişti. Washington, ele geçirdikleri bölgelerde halkı zorla göç ettirme suçları işleyen, demografik yapıyı değiştiren bu militanlara destek vermeyi sürdürdü. 
Zorla göç ettirilen, evleri yıkılan milyonlarca Arap ve Türkmen için, ABD'nin Suriye'den çekilmesi hiç şüphesiz bir takım önemli sonuçlar doğuracaktır. ABD desteğinden yoksun kalan YPG/PKK terör unsurları, başta Münbiç olmak üzere birçok bölgeyi terk etmek durumunda kalabilir.


Fırat'ın doğusunun stratejik önemi


Fırat'ın doğusu doğal gaz ve petrol rezervlerinin yanı sıra, tarım ve su kaynaklarını barındırması bakımından "verimli Suriye" olarak bilinir. Bu durum ABD'nin buraya el atmasına neden oldu. Ayrıca bu bölge, ABD'nin Türkiye, Irak, İran ve Körfez'e yakın bir şekilde Ortadoğu'nun ortasında konuşlanmasına ve İsrail'e ilave himaye sunmasına imkan veren stratejik bir konumda.

Washington tarafından sözde teröre karşı savaşta stratejik ortak olarak seçilmesinin ardından, SDG ABD'nin bölgedeki kara gücü oldu. Bu da SDG'nin özerk bölge/devletçik kurma hayalinin peşinden gitmesinin yolunu açtı. SDG bu hayaline kavuşmak için Arap, Türkmen, Süryani ve diğer etnik gruplar ile ayrılıkçı/Öcalancı ideolojiyi reddeden Kürtler üzerinde baskı kumak ve demografik yapıyı değiştirmeye çalışmak gibi bir dizi etnik temizlik hareketlerine yöneldi.


Daha önce verilen sözler tutulmadı


ABD'nin bilinen oyalama taktikleri, sözleri yerine getirmeme ve anlaşmaları uygulamama tutumu, Ankara'da rahatsızlık oluşturuyordu. Eski ABD Başkan Yardımcısı, Suriye'de güvenli bölge oluşturulması hususunda Türkiye ile beraber çalışmayı vadetti ve bu konuda anlaşmaya imza attı. 

Bizzat kendisi ve onunla beraber dönemin Savunma Bakanı, SDG'nin Fırat nehrinin batısına geçmeyeceğini taahhüt etti. Ancak Türkiye'nin uyarılarına rağmen, SDG Fırat'ın batısına geçti ve Münbiç ile Tel Rıf'at'ı işgal etti. Sonra ABD, ABD-Türkiye ortak güçlerinin gözetiminde bu militanları bir takvime göre Münbiç'ten çıkaracağını vadetti. Ancak bunların çıkartılması ve anlaşmanın uygulanması yerine, bu güçler tüneller kazmaya başladı.
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey Ankara'daki son görüşmelerde Türkiye'nin sınır gözlem noktalarını boşaltma yönündeki talebini reddetti. 
Ama bardağı taşıran son damla, James Jeffrey'in ABD'nin askeri varlığının devam edeceği ve Washington'ın Fırat'ın doğusunda daha önce Irak'ın kuzeyinde yaptığı uygulamaları tatbik edebileceği yönündeki açıklamaları oldu. Jeffrey bu açıklamalarıyla askeri ve güvenlik tedbirlerini, uçuşa yasak bölge ilan edilmesini, gerektiğinde müttefiklerini savunmak için doğrudan askeri müdahale yapılmasını kastetti.


Trump'tan yeşil ışık


Erdoğan ile telefon görüşmesinde Trump, Türkiye'nin stratejik güvenliğini koruma çabalarını anladığını gösterdi. 
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, NATO önündeki konuşmasında, SDG'nin ABD ve uluslararası koalisyonun terör örgütü DEAŞ'la mücadelede ortağı olduğunu belirtti. Yani iki taraf arasındaki ortaklık bununla sınırlıydı ve ABD güçleri Fırat'ın doğusunda Türk güçleri tarafından gerçekleştirilecek bir operasyona müdahalede bulunmayacaktı.


Moskova Türkiye'nin operasyonunu memnuniyetle karşılayacak


Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD'nin Suriye'deki nüfuzunu zayıflatmak ve Türkiye ile ABD arasındaki anlaşmazlıkların şiddetini artırmak için Ankara'nın Münbiç ve Fırat'ın doğusunda operasyon yapmasını destekleme konusunda hiç tereddüt etmeyecektir. 
Bu durum, Rusya'nın Suriye ve Ortadoğu stratejisinin yararınadır ve Türkiye'nin Moskova'ya daha fazla yakınlaşması için de bir fırsat oluşturacaktır.

Fırat'ın doğusuna yönelik operasyon Türkiye için stratejik bir zorunluluk

Türkiye'nin Fırat'ın doğusuna yönelik askeri operasyonunun stratejik boyutunu ele almadan önce şu soruyu sormak gerekir: "Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları olmasaydı, (parçalanmamış) birleşik bir Suriye'den bahsetmek mümkün müydü?"

Farz edelim ki Türk ordusu sınırın öteki tarafında yapılanlara seyirci kalmış, bir anda milliyetçilik hisleri kabaran çevrelerin istediği gibi, hiç bir şey yapmadan PKK militanlarının kuzey Suriye'nin demografisini değiştirmesine engel olmamış ve Fırat Kalkanı ile Zeytin Dalı harekatlarını gerçekleştirmemiş olsun. Şu an Suriye'de durum ne olurdu?

En muhtemel, belki de tek senaryo şu olurdu: ABD ve onun müttefikleri PKK/PYD militanlarının varlığının ve operasyonlarının meşruiyet kazanması için, El-Bab kenti ve çevresi terör örgütü DEAŞ'ın elinde olacaktı, buna karşılık olarak da Suriye'nin kuzeyinin tamamı Akdeniz'e kadar Suriye Demokratik Güçleri'nin kontrolüne geçecekti. 
Böylece terör elebaşı Abdullah Öcalan'ın devletçiği Suriye'de emrivaki olarak kurulmuş olacaktı.

Bugün Fırat'ın doğu bölgesinde aynı senaryo tekrarlanıyor. Sincar dağı ikinci bir Kandil dağına dönüştü; ayrılıkçı militanlar için korunaklı bir sığınak teşkil etmeye başladı. PKK/PYD'li teröristler bugün "ikinci İsrail" anlamına gelen "Öcalan devletçiği"ni kurma aşamasına geldiler. Ya bu haksız duruma son verilecek ya da sadece Suriye'nin birliğini değil, istisnasız bölgedeki ülkelerin tamamını tehdit eden bir durum oluşacaktır.

İlginç olan ve hayrete düşüren şey ise bazı Arap ülkelerinin yıkıcı ve tehlikeli olan bu ayrılıkçı projeyi desteklediğini gizlememesidir. Bu devletler için -kardeş bir ülkenin parçalamasına katkı sağlasa dahi- Erdoğan'ın karşısında olmak yeterli bir gerekçedir.

Fırat'ın doğusundaki askeri operasyonun Türkiye için stratejik bir zorunluluk olduğu doğrudur. Ancak bu aynı zamanda ileride Suriye'nin birliği için de bir emniyet supabıdır.


Ortadoğu’da krizin şifresi

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Tamer Ashraf
Körfez bölgesi Ortadoğu’nun bir alt bölgesi olarak nitelendirilir. Bu özellik bölge siyasetinin en azından iki temel dinamikle açıklanmasına olmasına yol açmıştır. Bunlardan ilki, küresel aktörlerin devamlı olarak bölgeye yönelen ilgisinin bölge siyasetini etkileme potansiyeline sahip olmasıdır. Bu anlamda Osmanlı, İngiltere ve ABD hegemonyaları, bölge ülkelerinin iç ve dış politikalarında önemli ölçüde etkinlik sağlamıştır. İkinci dinamik ise çok fazla dile getirilmeyen bölge içi güvenlik dönüşümleri ve güç mücadeleleridir. Bu anlamda bölge ülkeleri arasında yaşanan rekabetler, bölge siyasetini önemli ölçüde etkilemiştir. Rekabetin yanı sıra ittifaklar ve işbirlikleri de bölge siyasetinin şekillenmesinde rol oynamaktadır. Bu noktada özelde Körfez ve genelde Ortadoğu siyasetinin, veliahtlar üzerinden yapılan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan ittifakından etkilendiği söylenebilir.
Fakat bu ittifakta Abu Dabi veliaht prensi Muhammed bin Zayid’in (MbZ) “üst” (superior), Suudi Arabistan I. Veliahtı Muhammed bin Selman’ın (MbS) “ast” (subordinate) olduğu bir hiyerarşik ilişki söz konusu. Öyle ki 2017’de MbS’nin iç siyasette ve ekonomide güç konsolidasyonunu sağlama amacıyla başlattığı, “yolsuzlukla mücadele” adı altında siyasi muhalif ve gazetecilerin tutuklanması operasyonları da MbZ’nin telkinleriyle yapılmıştı. Bu durum, MbS’nin akıl hocasının MbZ olduğunu gösteriyor. Peki MbZ kim?

Asker siyasetçi MbZ

Muhammed bin Zayid, bugün BAE denilince akla gelen ilk isim. El-Ayn (göz) şehrinde doğan MbZ, kariyerine küçük yaşlarda askeri eğitimlerle başladı. İngiltere’deki Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nden 1979 yılında mezun oldu. Ülkeye döndüğünde, Emirlikleri oluşturan 7 eyaletten birisi olan Şarika’daki eğitim kursuna katıldı ve daha sonra ilk görevini helikopter filosunda komutan olarak icra etmeye başladı. Daha sonra 1986’da hava kuvvetleri komutanı, 1992’de ise genelkurmay başkan yardımcısı oldu. BAE Hava kuvvetleri pilotluğu, BAE’nin elit güvenlik gücü olan Amiri Birliği’nde memurluk gibi birçok askeri görev alan MbZ, siyasete Emirliklerin kurucusu ve babası Şeyh Zayid’in 2004’te vefat etmesiyle girdi. Üvey kardeşi ve BAE Emiri olan Şeyh Halife’nin sağlık sorunlarından faydalanarak ülke içinde gittikçe güçlenen MbZ, bugün Abu Dabi’nin Veliaht prensi olmasına rağmen, ülkenin de facto kralı olarak anılıyor. MbZ’nin de facto lider olarak Abu Dabi merkezinden BAE siyasetine yön vermesini, bölge siyasetine yön veren liderlerle kurduğu yakın temaslar sağlıyor. Bu yakın temasların bir göstergesi olarak, Abu Dabi Louvre Müzesi’nin açılışına birçok yabancı devlet adamı katılmıştı. Uzman Alexandre Kazerouni’ye göre söz konusu müzenin açılışın, Beni Fatıma kabilesinin lideri olan MbZ’nin aile içindeki hükümdarlığını ve ülke içindeki askeri, ekonomik, istihbari ve dış politik otoritesini ispatlama açısından sembolik bir önemi var.

ABD’nin peşine takılarak gidilen yol

MbZ’nin hiçbir siyasi projesi, ABD’den bağımsız değil. Bu anlamda, Trump dönemi ABD’nin bölge politikasının, İran’ın çevrelenmesi, İsrail’in güvenliğinin artırılması ve Türkiye’nin sınırlandırılması etrafında şekillendiğini ve her üç sütunda da BAE’nin önemli rol oynadığının altı çizilmeli. Üç sütun üzerinden gerçekleşecek gelişmelerin Türkiye’nin bölge politikasını zayıflatacak potansiyele sahip olması Türkiye’yi kaygılandırmıştır. Bu minvalde Türkiye inisiyatifler alarak, Suriye özelinde Rusya ve İran ile masaya oturarak işbirliği yapmaya başlamıştır. Söz konusu “ortaklık” BAE yönetimi tarafından olumsuz karşılanmıştır. Bu anlamda BAE- Türkiye ilişkilerindeki potansiyel gerilimli alanlardan birisi de Türkiye’nin İran politikasıyla yakından alakalıdır. Ankara’nın Tahran’a yönelik ABD yaptırımlarına uymaması ve Suriye’de Rusya paralelinde İran ile belli ölçüde birlikte hareket ediyor olması, BAE’yi ciddi manada rahatsız etmektedir. Bu bağlamda Ankara’nın BAE, İsrail ve Suudi Arabistan’ın “hasım” olarak gördüğü Tahran’a yönelik politikası ikili ilişkileri etkileyecektir.

Üç siyasi prensip

MbZ’nin bölge siyasetinde en az üç ana prensibin varlığından söz etmek mümkün. Her üç prensip de MbS’nin politik hamlelerinin anlaşılması açısından önemli. Bunlardan ilki, kurulan bölgesel ve uluslararası iletişim ağlarının korunması, sağlamlaştırılması ve bölge ülkelerinin mobilize edilerek BAE’nin dahil olduğu siyasi kamplaşmada yer almasının sağlanmasıdır. Bu noktada ABD ve İsrail ile yakın temasları olan MbZ, bölgede agresif politikalar izlemektedir. Söz konusu agresif politikalar birçok ülkede BAE’nin askeri üs edinmesinden rahatlıkla anlaşılabilir. Suudi Arabistan’dan sonra Körfez’in askeri anlamda en büyük ikinci gücü olan BAE, söz konusu askeri üslerle en azından üç politik hedefi gerçekleştirmektedir. Bunlardan ilki, Abu Dabi- BAE ve Körfez’in güvenliğini sağlamlaştırmak, ikincisi, Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu’da bölgesel güç mücadelesine girdiği ülkeleri sınırlandırmak ve üçüncüsü de uluslararası ticaret açısından önemli noktalara inşa edilen askeri üslerle, ABD’nin ticaret savaşına girdiği Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesine engel olmaktır. MbS de MbZ’nin peşinden giderek her üç politik hedefe de hizmet etmektedir.
Ayrıca BAE birçok ülkenin iç siyasetine müdahil olma çabası içindedir. Örneğin BAE 9,4 milyon dolar civarında parayı kaçak yollardan Somali’ye sokmaya çalışmıştı. Paraların BAE tarafından eğitilen Somalili askerlerin maaşı olduğu iddia edilse de açıklama pek inandırıcı değildi. Nitekim MbZ’nin Somali’de gerçekleşen birkaç terör saldırısında destekçi olarak ismi geçmiş ve söz konusu durum Somali’nin 2014’te BAE ile imzalanan anlaşmayı iptal etmesine yol açmıştı. MbZ’nin bölge ülkelerinin iç siyasetlerine müdahil olma politikasının bir diğer aracı da Muhammed Dahlan’dır. MbZ Dahlan gibi karanlık yüzleri kullanarak bölgede sayısız suikast ve saldırı gerçekleştirmiştir. Tam da bu noktada, Yemen’deki Islah Parti’sine mensup önemli siyasetçilere yönelik suikastları fonlayan MbZ’nin izinden giden MbS, Suud rejiminin Yemen ve Katar politikalarını eleştiren gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı vahşi şekilde öldürtmüştür. Dolayısıyla MbS, MbZ’nin ekseninde hareket ederek bir cinayetin azmettiricisi olmuştur.

İhvan düşmanlığı

MbZ’nin ikinci siyasi prensibi, bölgesel ölçekte Müslüman Kardeşler düşmanlığıdır. Özellikle Mısır’da Muhammed Mursi ile iktidara gelen İhvan’ın bölgesel mobilizasyon potansiyeli, Abu Dabi gibi monarşileri ciddi anlamda rahatsız etmişti. Bu noktada BAE ve Suudi Arabistan gibi ülkeler 3 Temmuz darbesinin en önemli finansörü olmuşlardı. MbZ’nin İhvan düşmanlığı politikasının bir ayağını da Katar düşmanlığı oluşturmaktadır. İhvan’ın bölgedeki destekçilerinden olan Katar, MbZ’nin bölgenin karanlık yüzlerini kullanmasıyla bir karalanma kampanyasına maruz kalmıştı. 5 Haziran 2017’de başlatılan Katar ambargosu, bu anlamda MbZ’nin agresif politikalarının bir çıktısı olarak görülebilir. Dolayısıyla MbS’nin mimarı olduğu Körfez krizinin, MbZ’nin İhvan düşmanlığı çerçevesinde şekillendiğinin altı çizilmelidir. Nitekim MbS, Katar’a yönelik sert adımlarını MbZ’nin telkinleri doğrultusunda atmıştır. Katar’ın, BAE’den ve Suudi Arabistan’dan bağımsız bir şekilde İran ile yakınlaşması, MbZ’nin yeni bir ittifak zinciri kurmasına neden olmuştur. Bu noktada, İran’a karşı kurulan cephede MbS ve Sisi kolay yönlendirilen iki aktör olarak görüldü. Sisi’nin BAE’yi rahatsız eden bir takım İran yanlısı politikaları olsa da, MbS tam anlamıyla MbZ’nin kontrolünde hareket etti ve halen de ediyor. Türkiye ise İran karşıtı kurulan cephede yer almadı. Söz konusu durum MbZ’yi rahatsız etmişti. Öyle ki Katar’a yöneltilen 13 maddelik talep listesinde, Türkiye’nin askeri üssünün kapatılması, ablukanın kaldırılması için şart olarak koşulmuştu. Söz konusu durum, MbS’nin Türkiye karşıtlığının arkasında da MbZ’nin olduğunu gösteriyor.

Bölgenin sekülerleştirilmesi

MbZ’nin üçüncü siyasi prensibi ise bölgeyi sekülerleştirmek [1] ve bu sekülerleştirme projesine katılmayan İslami akımları ve onları destekleyen ülkeleri karşısına almak. BAE, Arap Baharı'yla aktifliği kurumsallaşan ve mobilize olan İslamcı grupların ve ABD hegemonyasından bağımsız olarak yürütülen siyasal projelerin karşısında durmuştur. Dolayısıyla gerek İslamcı gruplar gerekse ABD’den bağımsız siyasi projeler bağlamında Türkiye, Abu Dabi için bölgede önüne geçilmesi ve sınırlandırılması gereken bir aktör olarak görülmüştür. Bu noktada, son dönemde bir hayli gerilimli olan Suudi Arabistan-Türkiye ilişkilerindeki sorunlar önem arz etmektedir. MbZ’nin ABD hegemonyasından bağımsız siyasal projelerin karşısında durma politikasına paralel olarak Türkiye’yi karşısına alan MbS, Türkiye’yi İran ve Katar ile birlikte “şer ekseninde” görmüştür. Ayrıca Erdoğan’ı karalamak için “hilafeti geri getiriyor” şeklinde iddialarda bulunmuştur.
MbS’nin Türkiye karşıtı bölgesel hamleleri de MbZ’nin üç siyasi prensibine paralel doğrultuda ilerlemiştir. Suriye’de Esed rejimi ile istihbari işbirliğinde bulunan, Şam’a tekrar büyükelçilik açma planları olan ve PKK-PYD’ye sempati duyan BAE’nin peşinden giden Suudi Arabistan birçok üst düzey PKK’lı teröristle görüşmüştür. Türkiye’nin Suriye’de desteklediği gruplar, BAE’nin seküler Ortadoğu vizyonuna uymadıklarından dolayı, BAE ve Suudi Arabistan, ABD’nin İran’ı ve Türkiye’yi sınırlandırmak için en elverişli gördüğü “seküler” PYD’yi desteklemiştir. Bu noktada Enver Gargaş’ın BAE’nin Suriye politikasına dair açıklamaları önem arz etmektedir. Gargaş, BAE’nin Suriye’de Esed ve muhalifler arasında bir yerde durduğunu ve çözümün askeri yollarla değil, siyasi yollarla gerçekleşebileceğini dile getirmiştir.
Bölgenin sekülerleştirilmesi hususunda ABD’ye bağımlı siyasal projeler üreten MbZ, Türkiye’deki iktidarın İhvan ile yakın ilişkiler kurmasından rahatsızlık duymaktaydı. Bu noktada MbZ’nin 15 Temmuz darbe girişiminde ciddi anlamda rol oynadığı iddia edilmekteydi. BAE’nin Washington büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’ye ait maillerin basına sızdırılmasıyla, Abu Dabi’nin darbe sürecindeki pozisyonu ortaya çıkmıştı. BAE, 15 Temmuz darbe girişimini destekleyerek, bir süredir bölgedeki politikasından rahatsızlık duyduğu Ankara hükümeti yerine, ABD ve Siyonistlerle yakın işbirliğinde olan FETÖ’yu iktidara getirmeyi hedefledi. Ayrıca BAE güdümünde siyaset izleyen ve veliaht prens MbZ ile yakın ilişkilerini sürdüren Muhammed Dahlan da, girişim öncesi darbecilere maddi destek sağladı ve örgüt lideri Fetullah Gülen ile görüştü. Öte yandan BAE merkezli Skynews gibi haber kanalları, darbenin başarılı olduğuna ve Erdoğan’ın yurtdışına kaçtığına dair asılsız haberler yaptı. BAE hükümetinin darbe girişiminden 16 saat sonra darbeyi kınayıcı açıklamalar yapması da ilişkilerin daha kötü bir hal almasına neden oldu.
Tam da bu noktada, MbS’nin de MbZ’ye paralel politikalar izlediği görülebilir. De facto lider MbS kontrolündeki Suudi Arabistan da 15 Temmuz darbe girişimini 15 saat sonra kınamıştı. Ayrıca Somali, Sudan, Filistin, Libya ve Yemen gibi bölgesel meselelerde Türkiye’den farklı politikalar izleyen Suudi Arabistan’ın dış politikası da MbZ’nin üç siyasi prensibinden etkilenmektedir. MbS, MbZ’yi takip ederek bölge politikasını şekillendirmektedir.
MbZ’nin İngiltere’de askeri okullarda okuyup bölge siyasetini etkileyen şahıslarla yakın ilişkiler kurmasının aksine, MbS Riyad’da Kral Suud Üniversitesi’nde okumuştur. Söz konusu durum, 32 yaşındaki MbS’nin küresel çapta tanınmasının önünde bir engel oluşturmuştur. Tam da bu noktada, MbZ’nin uluslararası bağlantıları yardımıyla tanıtım çalışmaları yaparak Batı’da ve ABD nezdinde imaj tazeleyen MbS, “ılımlı İslam” söylemleriyle de BAE’nin bölgenin sekülerleştirilmesi projesine hizmet etmektedir. Fakat 2 Ekim’de Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın vahşice öldürülmesi, Batı’ya şirin görünen MbS imajını yerle bir etmiştir. Bu noktada MbZ, Kaşıkçı cinayetinde MbS’yi savunan bir pozisyon almıştır. Dolayısıyla bölgesel ve küresel ölçekte MbS’nin MbZ tarafından kontrol edildiği ve MbZ’ye endeksli bir siyaset izlediği söylenebilir. Kaşıkçı cinayeti sonrası iç siyasette eleştirilen ve ABD tarafında da soru işaretlerine konu olan MbS’nin, elde ettiği gücü kaybetmemesi için MbZ’ye bağımlı politikalara devam etmesi gerekmektedir.


21 Aralık 2018 Cuma

Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan Suriye açıklaması!

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ



Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Suriye topraklarında asla gözümüz yok. Birileri çıkıp bir şeyler söylüyor ama Türkiye şu anda dış politikada destan yazıyor" dedi.



Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'nin 500 Büyük Hizmet İhracatçısı Ödül Töreni'nde konuştu. Türkiye'nin demokrasisiyle, ekonomisiyle, güvenliğiyle hedeflerine doğru kararlılıkta yürümeye devam etmekte olduğunu belirten Erdoğan, Türkiye'nin dış politikada destan yazdığını belirtterek, "Trump ile Suriye meselesinde pek çok noktada aynı görüşü paylaştığımızı gördük. Gelişmeler Fırat'ın doğusundaki operasyonda bizi beklemeye yöneltti ama bu ucu açık bir bekleme değil. Önümüzdeki aylarda Suriye sahasında PKK ve DEAŞ kalıntılarını ortadan kaldıracak bir harekat tarzı izleyeceğiz, bu böyle bilinsin" dedi.

Erdoğan'nın konuşmasından satırbaşları;


Yurtdışındaki sancaktarlarımız olarak gördüğümüz ihracatçı firmalarımıza başarılar diliyorum. Türkiye bugünlere kolay gelmemiştir.

Milletin baskısı ve zorlamasıyla demokrasiye geçildikten sonra bir yükseliş ve büyüme hamlesi başlamıştır. Şehir Başbakan Adnan Menderes ile balşayan bu dönem kaos içindeki 1970'li yıllarda kaybolmuştur.

Özal'ın 1980'lerde uygulamaya koyduğu Türkiye'yi dünyaya açma çabaları 1990'ların koalisyon karmaşasında aynı akıbete uğramıştır. 23,5 milyar dolar IMF'ye borçlar devraldığımız borcu 2013'te sıfırladık.

TÜRKİYE KÜLLERİNDEN DOĞDU


Türkiye kendine güvendikçe, bilhassa iş dünyasının önünü açtıkça bölgesinde gücü ve itibarı artan bir ülke haline geldi. Türkiye son 16 yılda, yılda ortalama 5.7 büyüdü. Satın alma paritesine göre dünyanın 13. büyük ekonomisi haline geldi. Tesis ettiğimiz ve adeta gözümüz gibi koruduğumuz istikrar ve güven ortamı sayesinde Türkiye, adeta küllerinden yeniden doğmuştur.

MERKEZ BANKASI REZERVLERİ 92,5 MİLYAR DOLAR


Önümüzde 500 milyar dolarlık ihracat hedefi olduğunu unutmayalım, bunun aktörleri karşımızda. Cari işlemler dengesinde de ciddi bir iyileşme dikkat çekiyor. Merkez Bankası rezervlerimiz yaklaşık 92.5 milyar dolara ulaştı. Ekim ayında 7 bin 160 yeni şirket faaliyete geçerken, bin 235 şirket de faaliyetini sonlandırdı.

 TÜRKİYE DESTAN YAZIYOR


Türkiye'nin yönetimi, Türkiye'nin iktidarı dış politikada destan yazmaktadır, destan. Ve bunu dünyanın devleriyle birlikte hem diplomatik, hem askeri, hem de sınırlarımızın güvenliği anlamında başarmış bir Türkiye var. Bunu hazmedemeyenler var, özellikle de içeriden hazmedemiyorlar. Onları gastroentologlara göstermek lazım. Bizim Suriye'nin topraklarında gözümüz yok ama Suriye'den bize gelecek terör saldırılarına karşı tavrımız kesindir. Güvenlik noktasında taviz veremeyiz. Bölgenin güvenliği bizim için esastır. Gerek Rusya gerek İran'la birlikte bölgede attığımız adımların hedefi, güvenliği tesis etmektir.

HEM PKK'YI HEM DEAŞ'I TEMİZLEYECEĞİZ


Trump bana siz DEAŞ'ı temizler misiniz diye sordu. Temizleriz dedik ve lojistik destek vermelerini istedik. Sonrasında ise çekilmeye başladılar. Fırat'ın doğusunda tüm itirazımıza rağmen kurulmaya çalışılan terör koridoru bizi her türlü riski almaya itiyor. Obama döneminde yaşanan sorunlar kötü bir miras olarak Trump'a kaldı. Trump ile Suriye meselesinde pek çok noktada aynı görüşü paylaştığımızı gördük. Gelişmeler Fırat'ın doğusundaki operasyonda bizi beklemeye yöneltti ama bu ucu açık bir bekleme değil. Önümüzdeki aylarda Suriye sahasında PKK ve DEAŞ kalıntılarını ortadan kaldıracak bir harekat tarzı izleyeceğiz, bu böyle bilinsin. Bugün Türkiye'ye diz çöktürmek düne göre kat be kat zorlaşmıştır. İş dünyamızın tamamını yine yanımızda görmekten memnuniyet duyuyorum. Sizlerin her birini yol ve kader arkadaşım olarak görüyorum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan: Suriye'den gelecek terör saldırılarına karşı tavrımız kesin


Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Bizim Suriye'nin topraklarında gözümüz yok ama Suriye'den bize gelecek terör saldırılarına karşı tavrımız kesindir." Dedi.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, The Grand Tarabya Otel'de düzenlenen Türkiye'nin 500 Büyük Hizmet İhracatçısı Ödül Töreni'nde konuştu.
Erdoğan, "Tesis ettiğimiz ve adeta gözümüz gibi koruduğumuz istikrar ve güven ortamı sayesinde Türkiye, adeta küllerinden yeniden doğmuştur." dedi.

2013 yılında IMF'ye olan borcun sıfırlandığını belirten Erdoğan, "Şu anda bizim IMF'le bu noktada herhangi bir ilişkimiz kalmadı, bitti o dönem." diye konuştu.

Erdoğan, "Biz ülkemize güvendik, güvendikçe, milletimize ram oldukça başarıların yağmur olup Türkiye'nin üzerine yağdığını gördük." şeklinde konuştu.

'Bireysel krediler konusunda ülke olarak gayet iyi durumdayız'
"Cari işlemler dengemizde de ciddi bir iyileşme dikkat çekiyor." ifadesini kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları söyledi:

"Geçtiğimiz aylarda yaşanan kur-faiz-enflasyon merkezli dalgalanmayı birileri milletimizin moralini bozma, umudunu kırma vesilesine dönüştürmeye çalışıyor. Halbuki sadece ekim ayında açılan ve kapanan şirket sayısına baktığımızda, önceki yıllardan çok daha olumlu bir orana ulaştığımızı görüyoruz."

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Zaman zaman yanlış iddialarla istismar edilen bireysel krediler konusunda da ülke olarak biz gayet iyi durumdayız." dedi.

"Türkiye, demokrasisiyle, ekonomisiyle, güvenliğiyle hedeflerine doğru kararlılıkta yürümeye devam etmektedir." diyen Erdoğan, "Türkiye'nin yönetimi, Türkiye'nin iktidarı, dış politikada destan yazmaktadır." ifadesini kullandı.

'Suriye'den bize gelecek terör saldırılarına karşı tavrımız kesin'
Erdoğan, "Bizim Suriye'nin topraklarında gözümüz yok ama Suriye'den bize gelecek terör saldırılarına karşı tavrımız kesindir." şeklinde konuştu.

"Bölgenin güvenliği bizim için esastır." diyen Erdoğan, "Gerek Rusya gerek İran'la birlikte bölgede attığımız adımların hedefi, güvenliği tesis etmektir." ifadesini kullandı.

Erdoğan, "(Suriye) Samimi olan Arabı Kürdü Türkmeni hepsi ne diyorlar, 'Türkiye gelsin' Niçin? Çünkü Türkiye'ye inanıyorlar, Türkiye'ye güveniyorlar." dedi.

"Suriye topraklarını huzura kavuşturma işini bizzat üstlenmek mecburiyetinde kaldık." ifadesini kallanan Erdoğan, şöyle konuştu:

"Sayın Trump'la da yaptığımız görüşme neticesinde bize şunu söyledi; 'Buradan siz DEAŞ'ı temizler misiniz?' Biz temizledik, bundan sonra da temizleriz. Yeter ki sizler lojistik anlamda bizlere gerekli desteği verin ve çekilmeye başladılar mı, başladılar. Şimdi hedef bu diplomatik ilişkilerimizi sağlıklı bir şekilde sürdürmek, nasıl ki Cerablus'ta 3 bin DEAŞ'lıyı etkisiz hale getirdiysek, bundan sonra da yine bu terör gruplarını PKK, PYD, YPG hepsini etkisiz hale getirebilecek kabiliyete sahip bir Özgür Suriye Ordusuna ve Mehmetçiklere sahibiz."

Fırat'ın doğusuna operasyona ilişkin Erdoğan, şöyle konuştu:


"Sayın Trump'la yaptığımız telefon görüşmesi, gerek diplomasi ve güvenlik birimlerimizin temasları, gerekse Amerikan tarafından yapılan açıklamalar, bizi bir müddet daha beklemeye yöneltti, tabi bu ucu açık bir bekleme süreci değildir.

Önümüzdeki aylarda Suriye sahasında hem PKK/PYD unsurlarını hem de DEAŞ kalıntılarını ortadan kaldıracak bir harekat tarzı izleyeceğiz. Bunun bilinmesi lazım.

Nihayet geçtiğimiz günlerde bu konuda şu ana kadar ki en açık ve ümit verici sözleri Amerikan yönetiminden duymayı başardık. Atalarımız, 'Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş' der. Biz de geçmişteki kötü tecrübelerimiz sebebiyle bu sözleri memnuniyetle bir o kadar ihtiyatla karşılıyoruz."




Böl ve yönet’ politikası Suriye’ye ne getirir?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ



Tamer Ashraf
Fırat’ın doğusuna yönelik askerî harekâtının her an başlayabileceğinin konuşulduğu günlerde Suriye’nin geleceğini etkileyecek önemli gelişmeler yaşanıyor. Cenevre’de biraraya gelen Astana Süreci ülkeleri, anayasa komisyonunun yapısı ve işleyişi hakkında ilerleme kaydetti. Suriye’de yeni siyasal düzeni belirleyecek anayasayı hazırlamakla görevli komisyonun 2019 Ocak’ta toplanması öngörülüyor. Anayasa komisyonunun kimlerden oluşacağı ve hangi usul ve esaslara göre çalışacağı, Suriye’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğinde önemli bir etken olacak.

Diğer yandan, ABD ana unsurunu PKK/YPG terör örgütünün oluşturduğu SDG’yi desteklemekten vaz geçmiyor. ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford, 35-40 bin kişilik bir sınır gücünün oluşturulması için eğitim faaliyetlerinin sürdürüldüğünü ifade etti. 

TSK’nin muhtemel harekâtını engellemek için sınırda gözlem noktaları oluşturma planı da Türkiye’nin itirazına rağmen uygulanmaya devam ediyor. ABD, terör örgütüne verdiği silahları geri almadığı gibi daha fazlasını vererek Fırat’ın doğusunda bir devletçik kurmaya çalışıyor.

ABD’nin Türkiye’nin haklı ve meşru itirazlarına rağmen SDG ile kurduğu yakın ilişkinin nihai hedefi, Kuzey Irak’ta kurulan özerk bölgenin bir benzerinin de Suriye’de kurulması. 

ABD, Suriye’yi “böl ve yönet” politikası ile etki alanına almak için uğraşıyor. Bölünmüş ve bir parçası ABD tarafından ipotek altına alınmış bir Suriye’de İran ve Rusya’nın nüfuzu daha sınırlı olacaktır. ABD böylelikle, Suriye’de kendi çıkarlarına hizmet eden bir taşeron “devletçik” üzerinden Ortadoğu bölgesinde İran ve Rusya’nın etkisini dengelemek istiyor. 

Kısacası ABD’nin asıl derdi, “hasım” olarak nitelendirdiği bu ülkelere karşı stratejik bir kazanım elde etmek. PKK/YPG’ye verilen muazzam yardımlar ancak bununla açıklanabilir.

ABD’nin Türkiye’ye karşı SDG’yi savunur pozisyona düşmesinin bir diğer sebebi ise, SDG’ye yaptığı yatırımların karşılığını yeni Suriye anayasasında “özerklik” düzenlemesi ile almak istemesidir. 

ABD; SDG’nin Türkiye karşısında ezdirilmemesini anayasa sürecinde Kürtlerin elini güçlü kılmak için de önemsiyor. Zira TSK’nın olası operasyonu SDG’nin zannedildiği gibi bölgede meşru ve sağlam bir hâkimiyet kurmadığının ortaya çıkmasını sağlayacak ve bunun anayasa şekillenirken mutlaka yansımaları olacaktır.

Şüphesiz ki TSK’nın Fırat’ın doğusunu temizleme yeteneği ve iradesi var. Siyasî karar alıcılar da bu iradeyi sergiliyor. Suriye’nin doğusuna Irak’tan peşmergelerin sevk edilmesi de TSK’nın hedefine varmasını engellemeye yetmeyecektir. 

Nasıl Kerkük’ü işgal eden Barzani’nin peşmergeleri kurşun bile sıkamadan Kerkük’ü terk etmek zorunda kaldıysa benzer bir durumun Fırat’ın doğusunda da yaşanması muhtemel.
Türkiye, BM nezdinde tüm tarafların katılımıyla anayasanın hazırlanması, Suriye’nin toprak ne nüfus bütünlüğünün korunması, Suriyeli göçmenlerin ülkesine geri dönebilmesi ve Suriye’de kalıcı bir barış ve istikrar ortamının temin edilmesine odaklanmış durumda. 

ABD ise Suriye için böylesi idealleri savunmak yerine kendine mevzi kazanmak derdinde. Bunun yolunun da Suriye’nin bölünmesiyle ortaya çıkarılacak bir Kürt özerk bölgesinden geçtiğini sanıyor. Türkiye birleştirmeye ve uzlaştırmaya çalışırken, ABD bölmeye ve ayrıştırmaya çalışıyor.

Bu bölgede etnik ve dinî temelde ayrışmaların barış ve istikrar değil çatışma ve kan getirdiğini görmemenin tek açıklaması akıl tutulması olsa gerek. ABD’nin Suriye’ye böl ve yönet politikasıyla yaklaşması, ülkeye bölünme getirebilir ancak istikrarlı bir yönetim ve kalıcı barış getirmeyecektir.


ABD’ye ne kadar güvenebiliriz?


ABD’nin askerlerini Suriye’den çekme kararı bizim için çok önemli olsa da, orta yerde duran soru işaretlerini kaldırmaya yetmemiştir. Her şeyden önce kararı veren Trump’tır ve bu adamın sözlerine güvenebilmek mümkün değildir. Her an karar değiştirip, bugün söylediğini yarın tersine çevirebileceğini bütün dünya biliyor. Bunun içindir ki, Trump’ın kararları da, sözleri de ihtiyatla karşılanmalıdır.

ÇEKİLME ÖNEMLİ, AMA YETERLİ DEĞİL


Trump’ın bu siciline rağmen, çekilmenin şimdilik hayata geçildiğini görüyoruz. Gece karanlığında tır’ların Suriye’den çıkış yaptıkları medyaya yansıdı. 60 ile 100 gün arasında bir zaman verilmiş olsa da, çekilmenin hemen başlaması isabetlidir, fakat yeterli olduğunu söyleyemeyiz. 

ABD askerlerinin tamamının ve bütün unsurlarıyla çekilip çekilmeyeceği belli değildir. Rusya Devlet Başkanı Putin’in, ABD’nin Suriye’den çekildiğine dair henüz bir emare bulunmadığını söylemesi ve “ABD pek çok defa Afganistan’dan çekileceğini açıkladı ama hala oradalar” değerlendirmesi çok dikkat çekicidir. 

Bölgede başka ülkelerin askerleri de var ve Fransa orada kalmaya devam edeceğini açıklamıştır. İsrail’in çıkarlarının ABD için önemini ve anlamını biliyoruz. Bu çerçevede neler yapıldığını, hangi kararlar alındığı, hangi teminatlar verildiği belirsizdir.

SİLAHLAR TOPLANACAK MI?


Bütün bunların yanında, bizim için çok daha hayati bir mesele var. ABD, Suriye’nin kuzeyine çok büyük bir yığınak yapmış ve bunu tamamen terör örgütü PKK uzantısı YPG’ye tahsis etmiştir. 20 bin Tır, 5 bin uçak dolusu silahtan söz edilmektedir. Bunların içinde tanksavarlar, ağır makinalı tüfekler ve hatta füzelerin olduğu tespit edilmiştir. 

Bu silahların bölgeye taşınmasında DEAŞ’la mücadele bahane ediliyordu.  Bu mücadele tamamlandıktan sonra silahların toplanacağı söylenmiş ve Türkiye’ye söz verilmişti. Şimdi, DEAŞ’ın yenildiğini ve tehlike kalmadığını bizzat Trump söylüyor. Buna rağmen bu kadar silahın akıbeti konusunda hiçbir açıklama yapılmamıştır. “Silahlar toplanacak mı, kalacak mı?” Sorusunun cevabı çekilmeden çok daha önemlidir. 

Bu durum aynı zamanda, bu terör grubunu koruyan, kollayan, eğiten ve donatan ABD’nin başka planları da olabileceğinin göstergesidir.

ABD’nin çekilme kararından hemen sonra çok şey söylendi ve televizyonlarda yine saatler süren programlar yapıldı. Bu kararın bizim için bir zafer olduğunu ilan edenlere de, Trump’ın siciline bakarak, bunun bir oyun olduğu iddiasını ileri sürenlere de rastladık. Bizim kanaatimiz, kimin ne yaptığı, ne dediğine bakmadan menfaatlerimizin gereğinin yerine getirilmesi yönündedir ve çok net ve çok kesindir. ABD’nin çekilme açıklaması, menfaatlerinden vazgeçtiği, bölgedeki kanlı planlarını rafa kaldırdığı anlamanı asla gelmeyecektir. Tonlarla silah yığmış ve bölgeyi bir barut fıçısına döndürmüştür. 

ABD olsa da, olmasa da biz burnumuzun dibinde bir terör örgütünün yerleşmesine, palazlanmasına ve devletleşmesine asla izin veremeyiz. Bu silahlar bizim için tehdittir ve terör örgütünün elinde olmasını kabul edemeyiz. ABD ile kağıt üzerinde de olsa müttefikiz ve NATO’da birlikte yer alıyoruz. Bizim hassasiyetlerimizi dikkate almasını, taleplerimizi yerine getirmesini istemek en doğal hakkımızdır. Ancak, tam tersi olmuştur ve Türkiye’ye uzun süre düşmanca bir tavır gösterilmiştir. Son yıllarda kararlı bir duruş ortaya koyduk ve ABD’ye rağmen PKK-PYD terörüne hiçbir şekilde hayat hakkı tanımayacağımızı gösterdik.

BİZ OLMAZSAK HUZUR DA OLMUYOR



Bu kararlılığımızın ABD’nin çekilmesinde ne kadar etkisi olduğunu şu anda kestiremiyoruz, ama bize rağmen bölgede hiçbir oluşumun kalıcı olamayacağının anlaşılmasını sağladığımız muhakkaktır. Türkiye, bölgedeki her hangi bir ülke değildir. Bugün Ortadoğu olarak adlandırılan, terör örgütlerinin cirit attığı, kan ve gözyaşının sel olduğu coğrafya, bizim kontrolümüzden çıktıktan sonra bu hale gelmiştir. 

Bizim olmadığımız yerde huzur olmuyor. Bölge ülkelerinin huzuru ve geleceği de, dünyanın selameti de bizimle iyi geçinmeye, önceliklerimizi dikkate almaya bağlıdır. Tarih, bizim dışımızda her kim olursa olsun bölgenin kan ve gözyaşından başka bir akıbeti olamayacağını belgelemiştir. Temennimiz ve beklentimiz, herkesin bu kesin gerçeği fark etmesi ve adımını ona göre atmasıdır. ABD, Suriye’nin kuzeyinde var olsa da, çekilse de, terör örgütlerine verdiği silahları bıraksa da, toplasa da bizim tavrımızda bir değişiklik olmayacaktır. Ne terörün barınmasına, ne orada kukla bir terör devleti kurulmasına, ne de terör örgütleri üzerinden başka hesaplar yapılmasına izin veremeyiz ve artık harekete geçmenin zamanı gelmiştir.



google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html