BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

24 Şubat 2020 Pazartesi

AB'nin asıl hedefi Libya'da çözüm değil Akdeniz'de Türkiye’yi sınırlandırmak

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Libya için 2011 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan silah ambargosu kararını desteklemek için 2020 Mart ayında AB tarafından denetim misyonu kurulmasının arkasında yatan temel düşünce Türkiye’nin Akdeniz üzerindeki nüfuzunu kırmaktır.


Federica Mogherini’nin halefi olarak koltuğa oturan AB’nin yeni Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, 17 Şubat 2019’da Brüksel’de yaptığı açıklamada “Libya’ya yönelik silah ambargosunu denetlemek amacıyla Akdeniz’de yeni bir operasyon başlatma konusunda üye devletler arasındaki görüş ayrılıklarının giderildiğini” açıkladı. Borrell, bu konuda Ocak ayında yapılan Berlin toplantısında mutabakat sağlandığını, misyon konusunda kaygıları olan İtalya ve Avusturya’nın endişelerinin giderildiğini ve Mart ayı içinde daha somut adım atacaklarını öne sürdü.
2011 yılında Muammer Kaddafi’nin devrilmesinden sonra silahlı çatışmaların yoğunluk kazanması üzerine Libya için BM Güvenlik Konseyi tarafından silah ambargosu kararı alınmıştı. Bugüne kadar bu kararın denetlenmesi hususunda somut bir adım atılmadı. Konu, uzun bir aradan sonra ilk kez 19 Ocak 2019’da Almanya’nın başkenti Berlin’de toplanan Libya zirvesinde gündeme geldi. Üzerinde çalışılan silah ambargosu denetleme misyonunun gemiler, uçaklar ve uydu üzerinden yürütülmesi planlanıyor.


Denetim, Libya kıyılarına 100 kilometre mesafede konuşlanacak gemilerle sağlanacak. BM’nin Libya Özel Temsilci yardımcısı Stephanie T. Williams tarafından “şaka” olarak kabul edilen denetleme misyonu operasyonunun Mart ayı içinde daha da somut hale getirilmesi ve uygulamaya konulması bekleniyor. Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Borrell’e göre, Libya’da çatışan taraflara Türkiye ve Rusya tarafından askeri yardım yapılıyor ve AB de sadece tembel bir şekilde gelişmeleri seyretmekte. AB Bakanlar Konseyi tarafından silah ambargosunun denetlenmesi için misyon kurulması konusunda sağlanan görüş birliği, önümüzdeki dönemde AB’nin Akdeniz’deki gelişmelerle daha yakından ilgileneceğinin işareti kabul ediliyor. Öte yandan, AB’nin Akdeniz’deki düzensiz göç ve insan kaçakçılığı ile mücadele amacıyla 2015 yılında başlattığı Sophia misyonu etkisini yitirmiş durumda. Misyon kapsamında 2015-2018 yılları arasında Akdeniz’de 45 bin sığınmacı kurtarılmış, AB ülkeleri kurtarılan mültecilerin paylaşılması hususunda anlaşamadığı için bu kapsamda yürütülen gemi faaliyetlerine 2019 baharında son verilmişti.
Bu çalışma, AB’nin Akdeniz’de Libya ambargosunu denetleme misyonuna soyunmasının perde arkasını ortaya koyma amacı taşıyor. Bu kapsamda sırasıyla AB’nin Akdeniz politikasının tarihsel arka planı, Türkiye ile Libya arasında deniz egemenlik alanlarının sınırlandırılması anlaşması, Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgazın Avrupa’ya intikalini öngören EastMed doğalgaz boru hattı projesi ve AB’nin tutumu ele alınacak, silah ambargosu denetleme misyonunun amacının ne olduğu irdelenecektir.

AB’nin Mağrip ve Maşrık ülkeleriyle ilişkilerinin geçmişi

AB, Libya ile neden bu kadar yakından ilgilenmektedir? İlk akla gelen düşünce, mülteci göçünü önleme, Avrupa’nın yeni bir mülteci akınından korunmasıdır. Bu görüş doğru olmakla birlikte, meselenin öteki boyutları da ehemmiyet taşıyor. Evveliyetle son yıllarda ekonomik ve siyasal sorunlar yaşayan AB’nin dış politikada ortak hareket ettiğini gösteren başarılı örneklere ihtiyaç var. Akdeniz bu bakımdan dikkatleri üzerinde toplayan bir coğrafya. Üstelik AB’nin Kuzey Afrika (Mağrip) ve Doğu Akdeniz (Maşrık) ülkeleri ile ilişkilerinin geçmişi, örgütün kuruluş yıllarına kadar geri gidiyor. 1972 yılında Küresel Akdeniz Politikası ile ilk adım atılmış, o dönemdeki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Türkiye, Fas, Tunus, Kıbrıs ve Malta gibi ülkelerle ticaret ve ortaklık anlaşmaları imzalamıştır.
1990 yılında Küresel Akdeniz Programı kısmî değişikliklerle revize edilmiş ve “Yenilenmiş Akdeniz Programı” adını almıştır. Bu programın temel hedefleri şu şekilde ilan edilmiştir: Akdeniz ülkelerinde ekonomik reformların teşvik edilmesi, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını arttıracak hukuki düzenlemeler yapılması, bölge ülkelerinin AET sanayi ürünlerine açılması ve ekonomik kalkınmanın teşvik edilmesi.
AB’nin Akdeniz Politikasının bir sonraki adımı ise Barselona Süreci olarak da bilinen AB-Akdeniz Ortaklığı olmuş, bu program ile Akdeniz’in bir barış adası haline getirilmesi, bölge ülkeleri ile ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerin derinleştirilmesi ve bölgenin yeniden yapılandırılması hedeflenmiştir. Fakat öngörülen hedeflere ulaşmada sıkıntılar yaşanması üzerine bu politika eski Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin önerileri temelinde güçlendirilmiş ve “Akdeniz İçin Birlik” adını almıştır. Netice olarak AB, 1970’li yıllardan beri Akdeniz’in etrafındaki ülkelerle yakından ilgilenmiştir. Bu ilginin gerisinde yatan temel düşünce bölge ülkelerinin sanayi ürünleri için pazar, hammadde temin alanı ve siyasi/ekonomik nüfuz bölgesi olarak görülmesidir. AB aynı zamanda enerji bağımlılığı nedeniyle Akdeniz ülkeleri ile yakından ilgilenmiştir. Özellikle 1973 Ekim ayındaki Arap-İsrail çatışmasının ardından gündeme gelen petrol ambargosu, AET ülkelerini Orta Doğu’nun bu kadim sorunu karşısında daha hassas ve objektif davranmaya itmiştir. Bu kapsamda İsrail ile yakın ilişki içinde olan Hollanda, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler daha dengeli bir politika izlemeye başlamışlardır.

AB’nin Doğu Akdeniz politikasında enerjinin rolü ihmal edilebilir seviyede

AB’nin Akdeniz politikasının şekillenmesinde rol oynayan bir başka faktör de son 10 yılda Doğu Akdeniz havzasında doğalgaz yataklarının keşfedilmesi ve ardından deniz üzerindeki egemenlik alanları tartışmaları olmuştur. Doğu Akdeniz’de Mısır, Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail havzalarında şu ana kadar keşfedilen doğalgaz yataklarının toplam rezervinin 3 trilyon metreküpten daha fazla olduğu, yeni keşiflerde bu miktarın artabileceği uzmanlık kuruluşlarının raporlarıyla kesinlik kazanmıştır.
Amerikan Jeolojik Araştırma Kurumu’nun (USGS) 2010 yılı raporunda Doğu Akdeniz havzasında toplam petrol rezervi 1,7 milyar varil, doğalgaz rezervi ise 3,45 trilyon metreküp olarak tahmin edilmiştir. Bölgede bugüne kadar kanıtlanmış doğalgaz keşifleri Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) sahasında bulunan Afrodit’de 129 milyar metreküp, Mısır sahasındaki Zohr’da 850 milyar metreküp ve İsrail’de bulunan Tamar’da 280 milyar metreküp ve Leviathan’da ise 620 milyar metreküp şeklindedir. Öte yandan Mısır’a ait Noor havzasında 1 trilyon metreküp doğalgaz bulunduğu iddia edilmiştir.
Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz rezervlerinin ilgili ülkeler bakımından büyük ehemmiyet taşıdığı kuşku götürmemektedir. Bununla birlikte bölgedeki doğalgaz rezerv toplam büyüklüğünün, İran (31,9 trilyon metreküp) ve Katar (24,7 trilyon metreküp) rezervleri dikkate alındığında sınırlı kaldıklarını da görmek gerekiyor. Doğu Akdeniz havzasında doğalgaz keşiflerinin ardından bölge, hem enerji şirketlerinin hem de dünyadaki büyük güçlerin ilgisini çekmiştir. Bölge ülkelerinde bulunan büyük güçlerin askeri üsleri takviye edilmiş, yeni üs alanları tahsisi için anlaşmalar yapılmış ve eş zamanlı olarak da Akdeniz’de savaş gemileri gösterisi şeklinde toplanmalar olmuştur.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) haklarını gündeme getirmesi ve bunu hukukileştirmek için Libya’daki merkezi hükümetle 27 Kasım 2019’da anlaşma imzalamasının ardından da askeri anlaşma ile bunu takviye etmesi, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi tarafından endişe ile takip edilmiştir. İsrail ve Mısır da bu gelişmeyi şaşkınlıkla takip etmişlerdir. İsrail’de EastMed projesi yerine doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırma tartışmaları başlarken, Mısır yönetimi ise Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz egemenlik alanlarını sınırlandırma anlaşmasının kendisine avantaj sağladığını ve Akdeniz üzerindeki hakimiyet alanının arttığını görmüştür.
AB ise Doğu Akdeniz’de Türkiye ile GKRY arasındaki tartışmalı parsel ihtilafında Rumlar lehine tavır almıştır. Türkiye’nin Fatih sondaj gemisini bölgeye göndermesi üzerine AB Konseyi Başkanı Donald Tusk tarafından 9 Mayıs 2019’da şu açıklama yapılmıştır: “Avrupa Birliği, Kıbrıs’ın arkasındadır. Türkiye’yi AB üyesi ülkelerin egemenliğine saygılı olmaya çağırıyoruz. Avrupa Konseyi gelişmeleri yakından izlemeye devam edecektir.” Öte yandan Fransa ile GKRY arasında 15 Mayıs 2019’da savunma işbirliği anlaşması imzalanmıştır. Söz konusu anlaşma ile GKRY'ye bağlı Mari bölgesinde Fransa’ya deniz üssü tahsis edilmiştir. Bu üsteki gemilerin Fransız Total firmasının bölgedeki faaliyetlerinde koruma görevi yerine getireceği açıklanmıştır. İngiltere ise GKRY topraklarında bulunan Agrotur ve Dikelya’daki üslerde 17 olan savaş uçaklarının sayısını 138’e çıkarma kararı almıştır.
Bununla birlikte AB’nin Doğu Akdeniz’de Rumlar lehine tavır ortaya koymasının geri planında enerji kaynaklarını çeşitlendirme, Rusya’ya doğalgaz bağımlılığını azaltma düşüncesinin bulunduğunu ileri sürmek rasyonel gözükmüyor. Zira Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervinin toplamı 3 trilyon metreküp seviyesinde iken, Rusya’nın toplam rezervi 38,9 trilyon metreküp, İran’ın 31,9 ve Katar’ın da 24,7 metreküptür. Dolayısıyla Doğu Akdeniz doğalgazının yıllık 194 milyar metreküp satış yapan Rus doğalgazının yerini alması ve onunla rekabet etmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla AB’nin Doğu Akdeniz’deki politikası ekonomik bir temele dayanmamaktadır. Temel düşünce, Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu sınırlandırmak ve Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin resmi görüşlerine destek sağlamaktır.

AB’nin hedefi Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasını askıda bırakmak

Türkiye ile Libya’da BM’nin tanıdığı ulusal mutabakat hükümeti arasında deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşması, 27 Kasım 2019’da İstanbul’da imzalanmıştır. Anlaşmanın hukuki temeli, 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesine dayanıyor. Deniz Hukuku Sözleşmesinin 74. ve 83. maddelerinde “sahilleri bitişik veya karşı karşıya olan devletler arasında münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılmasının bir anlaşma ile olacağı” kayıt altına alınmıştır.
Türkiye ile Libya arasında imzalanan anlaşmayla Akdeniz’de Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan egemenlik alanı 186 bin kilometrekare olarak belirlenmiştir. Böylece, Yunanistan ile Mısır ve Yunanistan ile GKRY arasında münhasır ekonomik bölge belirleme anlaşmalarının yapılması ihtimali ortadan kalkmıştır. Anılan taraflar arasında imzalanması öngörülen münhasır ekonomik bölgenin taslak çalışması, “Seville haritası” olarak biliniyor. Bu haritada Türkiye’nin Akdeniz’deki münhasır egemenlik alanı 41 bin kilometrekare ile sınırlandırılmış ve Türkiye adeta kıyı şeridine hapsedilmiş idi. Libya ile Türkiye arasında imzalanan ikinci metin, Güvenlik ve Askeri İşbirliği Anlaşması adını taşıyor. Bu anlaşma mucibince Türkiye, talep edilmesi halinde Libya’daki meşru hükümete askeri eğitim verecek, harp araç ve gereçleri konusunda teknik destek sağlayabilecektir.
AB, Türkiye ile Libya arasında imzalanan her iki anlaşma konusunda da derin kuşkular taşıyor. Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin resmi tezlerini örtülü biçimde destekleyen AB’nin yetkilileri değişik platformlarda Türkiye’yi “uluslararası hukuka uymaya” çağırmaktalar. Libya’nın Atina’da bulunan büyükelçisi anlaşmanın imzalanmasından sonra “istenmeyen kişi” ilan edildi. Yunanistan Başbakanı Kriakos Miçotakis, ülkesinin denizdeki ekonomik çıkarlarının Türkiye tarafından ihlal edildiğini ve Türkiye’nin provokasyona başvurduğunu iddia etmiştir. Öte yandan Ocak ayı başında İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın katılımıyla Doğu Akdeniz Gaz Forumu adlı bir örgütün kurulduğu ve bölgedeki doğalgazın, inşası öngörülen EastMed boru hatları kanalıyla Girit ve Yunanistan üzerinden Avrupa piyasasına sunulacağı öne sürülmüştür. Söz konusu boru hattının inşa edilmesini neredeyse imkânsız hale getiren üç mania ise şunlardır: Doğu Akdeniz’de yeterli düzeyde doğalgaz rezervinin bulunmaması, Akdeniz’in derinliğinin boru hattı inşası için uygun olmaması ve son olarak da boru hattının Türkiye’nin egemenlik sahasından geçmesi.
Dolayısıyla AB’nin Libya’da silah ambargosu denetimi misyonuna soyunmasının arkasında esas itibarıyla Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tezlerini destekleme düşüncesi vardır. İkinci olarak, Türkiye’nin Libya’daki iç savaşta merkezi hükümete askeri desteğinin arttırmasının çatışmaları alevlendireceği ve bunun da yeni mülteci akınına yol açacağı şeklinde bir değerlendirme yapılmıştır. Üçüncü olarak, AB’nin beklentisi çatışmalarda Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmayı imzalayan Ulusal mutabakat Hükümetinin (UMH) başarısız olması ve anlaşmanın askıda kalmasıdır. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Libya için 2011 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan silah ambargosu kararını desteklemek için 2020 Mart ayında AB tarafından denetim misyonu kurulmasının gerisinde yatan temel düşünce, Türkiye’nin Akdeniz üzerindeki nüfuzunu kırmaktır.


13 Şubat 2020 Perşembe

İran destekli terörist grupların Suriye’deki varlığı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


İran’ın devlet dışı aktörlerden ve yabancı terörist savaşçılardan yararlanması artık bir devlet politikası haline geldi ve İran elindeki her imkânı da bu amaca hizmet etmesi için kullanmaktan geri durmamakta.





İran’ın Orta Doğu’da devlet dışı aktörleri kullanma politikası İran devrimine kadar geri gitmektedir. Hatta daha da öncesinde, Kum şehri merkezli mollaların, Bahreyn’den Lübnan’a kadar, Orta Doğu’nun çeşitli ülkelerinde ortak ağ sahibi oldukları Şii din görevlileri üzerinden yakın temasta oldukları çevreler ve gruplar hep mevcuttu. İran’da mollaların iktidara gelmesiyle birlikte, Kum şehriyle bağlantılı olan bu gruplar aktif hale gelmiş, direk rejim tarafından kontrol edilmeye başlanmış ve devletten destek görmeye başlamışlardır.
İran'ın bölgede kullandığı devlet dışı aktörler, 1979 sonrası süreçte mezhepsel dayanışma üzerinden rejimin ihracı politikasına katkıda bulunmaları için aktif hale getirilmiş ve endoktrinasyona tabi tutulmuştur.
Tahran’dan sağlanan propaganda ve askeri lojistik destekle adeta canlanarak ve etkinleşerek bölge ülkelerinin siyasetinde önemli güç unsurları haline gelmişlerdir. Özetle mollalar, bağlantılı oldukları diğer ülkelerdeki paydaşlarını siyasal anlamda uyandırarak mobilize etmeye, böylece hedef ülkelerin iç işlerini yönlendirmeye başlamışlardır. Bu devlet dışı aktörler, 1979 sonrası süreçte mezhepsel dayanışma üzerinden rejimin ihracı politikasına katkıda bulunmaları için aktif hale getirilmiş ve endoktrinasyona tabi tutulmuşlardır. Özellikle İran-Irak savaşının yaşandığı sekiz yıllık dönemde (1980-1988) Bahreyn’den Lübnan’a, Kuveyt’ten Irak’a kadar pek çok ülkede İran destekli terör gruplarının saldırıları, bombalamaları, uçak kaçırma ve suikast eylemleri görülmüştür.
İran destekli terör grupları, özellikle Obama’nın başkanlığı döneminde, İran ile ABD’nin işbirliği çerçevesinde, DEAŞ’a karşı mücadeleyi sebep olarak göstererek, Suriye’den Irak’a, Yemen’den Lübnan’a kadar her yerde hâkimiyetlerini pekiştirdiler.
İran’ın en önemli devlet dışı aktörü Lübnan’daki Hizbullah örgütüdür. Hizbullah bir anlamda İran’ın ilk göz ağrısıdır; diğer örgütler için de adeta örnek konumdadır. Ülkedeki (Lübnan) Şii kesimi politize eden Hizbullah, İran’ın çıkarları için Lübnan’da devlet içinde devlet olmuş; kuruluş amacını “İsrail’e karşı direniş cephesi” olarak belirtse de, Suriye iç savaşının başlamasıyla birlikte, Esed rejiminin muhafızlığını üstlenmiş ve Suriye muhalefetini de en önemli tehdit/hedef olarak görmüştür. 

Hizbullah Suriye muhalefetiyle girdiği savaş üzerinden, bir anlamda dolaylı olarak neredeyse dokuz yıldır Türkiye’yi de hedef almakta. Irak’taki Şii gençliği de Haşdi Şabi, Ketaib Hizbullah, Bedir Örgütü, Asaib ehl el Hak gibi Irak merkezli örgütlerin içinde radikalleştirip bu militanları Suriye’de Esed rejiminin saflarında savaştırmakta. Hizbullah, bahse konu devlet dışı terör örgütleri vasıtasıyla, Suriye’de kalıcı olmayı da hedeflemektedir. Bu politikanın ilk örneği daha önce Lübnan’da uygulanmış ve İran açısından epey başarılı olmuştur. Hizbullah’ın bu başarısı bugün Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de pratiğe dökülmeye ve İran’ın bu ülkelerdeki kalıcı nüfuzu paramiliter aktörler aracılığıyla yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
Süleymani’nin adının İdlib’deki muhaliflere rejim tarafından atılan roketlere yazılması ve sanki onun intikamını alıyormuşçasına bir mesaj verildiğinin gösterilmesi, Esed rejimi saflarındaki İran destekli terör gruplarının ne kadar etkin ve güçlü olduklarını gözler önüne seriyor.
İran’ın devlet dışı aktörlerden ve yabancı terörist savaşçılardan yararlanması artık bir devlet politikası haline gelmiştir ve İran elindeki her imkânı da bu amaca hizmet etmesi için kullanmaktan geri durmamıştır. 

İran otoriterleri İran’a göçmen olarak gelen Afgan ve Pakistanlı Şii kökenli göçmenlerden ve ucuz işgücünden yararlanıp bunlardan Fatimiyyun (Afganlardan) ve Zeynebiyyun (Pakistanlılardan) tugayları adını verdikleri paramiliter örgütler kurarak Suriye’deki muhalefete karşı savaştırmaktalar. Özetle İran, kendisine sığınan ucuz iş gücü ve göçmenlerden dahi yabancı terörist savaşçı meydana getirecek ölçüde gözünü karartmıştır.

Suriye’de Hizbullah militanlarından sonra ikinci büyük yabancı savaşçı güç olan Fatimiyyun birliklerinde 10 bin ila 12 bin arası Hazara kökenli Afgan bulunuyor. Amacını Hz. Ali’nin kızı Zeynep bint Ali’nin türbesini muhafaza etmek olarak tanımlayan Zeynebiyyun Tugayı da 2 bin kişilik Pakistan kökenli yabancı terörist savaşçıdan oluşuyor ve Suriye’deki savaşta İran tarafından kullanılıyor. Her iki terörist örgüt de 2019 yılında ABD Hazine Bakanlığı tarafından terör örgütleri listesine alınmıştır. İlginç bir şekilde bu örgütlere, İslam tarihinde çok önemli bir yeri olan Ehl-i Beyt’e mensup fertlerin isimleri verilmektedir. Afganlardan oluşturulan örgüte Hz. Fatıma’nın isminden, Pakistanlılara Hz. Ali’nin kızı Zeynep’ten mülhem isimler verilirken; yine Hz. Hüseyin’in kızı Rukiye’nin ve Hz. Ali’nin Ümmü’l-Benîn’den olan oğlu Ebu Fadl Abbas’ın isimleri de diğer paramiliter gruplara verilerek Seyyide Rukiye ve Ebu Fadl Abbas Tugayları oluşmuştur.

Bu tugaylar Suriye’deki varlıklarını Şam’da bulunan Seyyide Zeynep türbesini korumak şeklinde tanımlıyorlar. Türbenin kutsallığıyla Şam’ın müdafaasını birbirine eşitleyerek Esed rejiminin korunmasını kutsal bir amaca hizmet olarak gösteriyorlar. İran bu şekilde, başka ülkelerin vatandaşlarını da Suriye’deki savaşın bir parçası haline getirerek, bu insanları kutsal bir amaç için mücadele ettiklerine inandırıyor. 

Geçtiğimiz günlerde, Afganistan parlamentosunda milletvekili olan Belkıs Ruşen, Afganistan’da Tacik ve Hazara liderlerin Kasım Süleymani’nin ölümü nedeniyle İran’a başsağlığı mesajları yayınlamalarına karşı çıkarak Süleymani’nin 5 bin 500 Afgan gencinin Suriye’de ölmesinin sorumlusu ve Afganistan’da en çok cinayet işleyen kişi olduğunu iddia etti. Ruşen ayrıca İran’ın, Afgan göçmenlerin inançlarını kötüye kullanarak bir lokma ekmek için Suriye’ye savaşa gönderdiğini de ifade etti. Öte yandan Tahran yönetimi, Afganistanlı ve Pakistanlı bu yabancı milislere ve ailelerine daimî oturum veya vatandaşlık vereceği taahhüdünde bulunarak, bunu İran meclisine yasa tasarısı olarak da sunmuş durumda. Bu tasarıya göre, Suriye’de savaşan ve ölen milislerin ailelerine vatandaşlık verilecek ve ölenlerin naaşları da İranlı şehitlerin mezarlıklarına defnedilecektir. Bu konuda dini lider Hamaney de kanun tasarısının takipçisi olduğunu birkaç kez dile getirdi.

İran destekli terör grupları, özellikle Obama’nın başkanlığı döneminde, İran ile ABD’nin işbirliği çerçevesinde, DEAŞ’a karşı mücadeleyi sebep olarak göstererek, Suriye’den Irak’a, Yemen’den Lübnan’a kadar her yerde hâkimiyetlerini pekiştirmişlerdir. Bugün Yemen’deki Ensarullah bile Hizbullah’tan eğitim alıyor, silahlarını İran veriyor ve Hizbullah’la aynı sloganları kullanıyor. Bölgenin Obama ve Demokratlar döneminde tam anlamıyla İran’a bırakılması, bugün bir anlamda ABD’nin Suriye’deki çıkarlarına füze olarak geri dönmekte.

Geçtiğimiz ay öldürülen Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin adının İdlib’deki muhaliflere rejim tarafından atılan roketlere yazılması ve sanki onun intikamını alıyormuşçasına bir mesaj verildiğinin gösterilmesi, Esed rejimi saflarındaki İran destekli terör gruplarının ne kadar etkin ve güçlü olduklarını gözler önüne seriyor. İdlib’deki muhalifleri terörist olarak niteleyen güçler ve odaklar, Suriye’de çoğunluğu temsil eden muhalifleri acımasızca katleden bu paramiliter çeteler hakkında ağızlarını dahi açmıyorlar. Bu durum akla, Türk askerlerine ateş açabilme cüretini gösteren rejim güçlerinin içinde bu türden İran destekli terör gruplarının olup olmadığı sorusunu da getiriyor. İran’ın Kudüs Gücü birliklerinin veya bahse konu paramiliter gruplarının Suriye’deki rejimin ordusunun içindeki güçlerinin ne düzeyde olduğu ve rejim ordusunu ne ölçüde yönlendirdikleri de bilinmeye muhtaç meselelerdir.

Suriye’de İran destekli gruplara baktığımızda, Lübnan Hizbullahı, Suriye Hizbullahı, Bedir Tugayları, Fatimiyyun Tugayı, Zeynebiyyun Tugayı, Ammar bin Yasir Tugayı, İmam Hasan Tugayı, Seyyide Rukiye Tugayı, Irak Hizbullahı, Seyyid eş-Şüheda Tugayları, Şehit Muhammed Bakır es-Sadr Tugayı, Asaib ehl el Hak örgütü, el Hamad Tugayı, Seddu Şuheda Taburları, Hizbullah Nuceba Hareketi, el Vaat es-Sadık Birliği, Esedullah Galip Tugayı, Ensarü’l-Akide Birlikleri, Haddamü’l Akile, el Hüseyin Tugayı, Nafiz Esadullah Birlikleri, Ketaib İmam Ali, Ebu Fazıl Taburu, Ceyş eş-Şa’bi, Ebu Fadl Abbas Tugayı, Kuvvet er-Rida, el Galibiyyun, Zülfikar Tugayı, Kuteyb Seyyit Şüheda gibi yirmiden fazla paramiliter grup olduğunu görürüz. Bunların hemen hemen hepsinin flama ve bayrakları birbirlerine benzerdir ve genellikle Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine mensup bir zatın ismini taşıdıkları görülür. İddialara göre, 150-200 bin milis 500 dolar ve civarı maaşlar karşılığında, İran’ın desteği altında, bölgede savaşmaktadır. Bu miktar Afgan Hazara ve Pakistanlı gruplarda daha da düşmektedir. Bu grupların Suriye içinde nerelere konuşlandığına baktığımızda, İmam Muhammed Bakır es-Sadr Tugayının orta ve doğu Suriye’de, Ebu Fadl Abbas Tugayının Şam’da, Suriye Hizbullah’ının da Halep ve İdlib başta olmak üzere kuzeybatı Suriye’de aktif olduğunu görüyoruz.

ABD Hazine Bakanlığı’nın değerlendirmelerine göre, İran’ın Hizbullah’a yıllık maddi yardımı 700 milyon doları bulmakta. Bunu diğer örgütlere de genişlettiğimizde miktar daha da katlanmaktadır. İran bu paramiliter örgütleri destekleyip Orta Doğu’da aşırı harcamalar yaparken, diğer yandan kendi halkının ihtiyaçlarını karşılayamamakta, ekonomisi gittikçe kötüleşmekte, teröre verdiği destekten dolayı son dönemde iyice ağırlaşan ambargo şartları İran halkının sokaklara dökülmesine ve rejimi hedef almasına neden olmaktadır. İran’ın Orta Doğu’nun çeşitli ülkelerinden toplayarak endoktrine ve mobilize ettiği bu milis güçlerini finanse etme politikası, içerdeki rejimi bölgeye yayma stratejisi ve Arap dünyasında kendi aleyhine bu faaliyetlerinden dolayı doğurduğu orantısız öfke, hiç beklenmedik bir şekilde rejimin içerden çöküşüne neden olabilecek hatalardır. Bölgede radikalleşmeyi sürekli körükleyen, başka ülkelerin iç işlerine müdahale eden, terör eylemlerini finanse eden bir İran hem bölge ülkeleri hem de Batı bloğu tarafından daha fazla izolasyonla karşı karşıya kalacaktır. Ayrıca Türkiye ile örtülü bir savaşı Suriye üzerinden sürdürmeye devam etmeleri, Türk askerine ve Türkiye tarafından desteklenen muhaliflere imzalı roketler fırlatmaları, Türkiye’nin nasıl bir örtülü tehditle karşı karşıya olduğunu da göstermektedir.



google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html