BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

28 Eylül 2020 Pazartesi

Ermenistan güçlerinin Azerbaycan sivil yerleşim birimlerine ateş açması üzerine başlayan çatışmalar sürüyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Ermenistan-Azerbaycan cephe hattında sabah saatlerinde Ermenistan güçlerinin Azerbaycan sivil yerleşim birimlerine ateş açması üzerine başlayan çatışmalar sürüyor.



Ermenistan-Azerbaycan cephe hattında sabah saatlerinde Ermenistan güçlerinin Azerbaycan sivil yerleşim birimlerine ateş açması üzerine başlayan çatışmalar sürüyor.

Azerbaycan Savunma Bakanlığı yaptığı açıklamada, Ermenistan ordusunun, saat 06.00 sıralarında cephe hattı boyunca geniş kapsamlı provokasyonda bulunarak Azerbaycan ordusunun mevzilerine ve sivil yerleşim birimlerine büyük çaplı silahlar, top ve havanlarla ateş açtığını belirtti.

                    

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, saldırının ardından yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında, "Ermenistan'ın başlattığı saldırı neticesinde şehit ve yaralılarımız var. Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak. Ermenistan ordusuna ait askeri araçları imha ettik." diye konuştu.

Söz konusu saldırıların sürekli hale geldiğine işaret eden Aliyev, "Temmuzda Ermenistan-Azerbaycan devlet sınırında, Tovuz istikametinde, yeniden top ateşleri neticesinde sivillerimiz ve bir hane zarar görmüştür. Bu Ermeni faşizminin gelecekteki göstergesidir." dedi.

Azerbaycan, cephe hattında karşı saldırı başlattı

Azerbaycan Savunma Bakanlığından yapılan açıklamada, Azerbaycan ordusu komutanlığının sivil halkın güvenliğini sağlamak için tüm cephe boyunca bir karşı saldırı başlatmaya karar verdiği ifade edildi.

"Kara birliklerinin, tank birimlerinin, füze ve topçu birliklerinin, insansız hava araçlarının desteğiyle cephede ve savunmanın derinliklerinde bulunan çok sayıda Ermeni askerini, tesis ve askeri araçlarını tespit ederek imha ettiği" aktarılan açıklamada, cephe hattının farklı yönlerinde Ermenistan'a ait 12 adet OSA uçaksavar füze sisteminin de imha edildiği belirtildi.

Azerbaycan'dan Ağdere'deki Ermeni askeri birliğinin komutasına "teslim olun" çağrısı

Azerbaycan Askeri Komutanlığı, işgal altındaki Ağdere bölgesindeki Ermeni silahlı kuvvetlerinin garnizon komutanına, can kayıplarının artmaması için "direnmemeleri ve teslim olmaları" çağrısında bulundu.

Azerbaycan Savunma Bakanlığından yapılan açıklamada, Ermeni garnizonun teslim olduğu takdirde, savaş esirleri ve sivil rehinelere yönelik muamelenin, Cenevre Sözleşmesi ve diğer uluslararası hukuk normlarına uygun yürütüleceği kaydedildi.

Azerbaycan ordusu, 6 köyü Ermeni işgalinden kurtardı

Azerbaycan Savunma Bakanlığı Sözcüsü Yarbay Anar Eyvazov, düzenlediği basın toplantısında, Ermeni güçlerinin Azerbaycan sivil yerleşim birimlerine ateş açması üzerine başlatılan karşı saldırıda, uzun yıllardır işgal altında olan Fuzuli bölgesinin Karahanbeyli, Gervend, Köy Gerediz, Yukarı Abdurrahmanlı köyleri ile Cebrayıl bölgesinin Büyük Mercanlı ve Nüzgar köylerinin Azerbaycan ordusunun kontrolüne geçtiğini bildirdi.

Azerbaycan ordusu, Murovdağ zirvesinde de kontrolü ele geçirdi.

Ermenistan'da "savaş durumu" ilan edildi

Ermenistan hükümeti, Dağlık Karabağ’daki vaziyet nedeniyle ülkede "savaş durumu" ve "genel mobilizasyon" ilan etti.

Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, Ermenistan hükümetinin Dağlık Karabağ’daki vaziyet nedeniyle ülkede "savaş durumu" ve "genel mobilizasyon" ilan ettiğini bildirdi.

Azerbaycan'da "savaş hali" ilan edildi

Azerbaycan Milli Meclisi, ülkenin bazı şehir ve bölgelerinde "savaş hali" ilan edilmesi kararı aldı.

Milli Meclis, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in, Ermenistan-Azerbaycan cephe hattında yaşanan çatışmalar nedeniyle ülkenin bazı bölgelerinde "savaş hali" ilan edilmesi yönündeki kararını onayladı.

Olağanüstü toplantıda kabul edilen karar gereği, "savaş hali" devam ettiği sürece Azerbaycan vatandaşlarının ve ülkedeki yabancıların anayasal hak ve özgürlükleri ile mülkiyet hakları kısmen ve geçici olarak kısıtlanacak.

Türkiye'den tepkiler

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, "Azerbaycan'a yönelik saldırılarına bir yenisini ekleyen Ermenistan, bölgede barışın ve huzurun önündeki en büyük tehdit olduğunu bir kere daha göstermiştir. Türk milleti her zaman olduğu gibi bugün de tüm imkanlarıyla Azerbaycanlı kardeşlerinin yanındadır." ifadelerini kullandı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları kaydetti:

"Ermenistan'ın tahrikkar saldırganlığı karşısında gerekli ve yeterli bir tepki ortaya koyamayan uluslararası toplum, çifte standardını bir kez daha göstermektedir. Yaklaşık 30 yıldır ihmalkar tutumunu sürdüren Minsk üçlüsü de çözüm odaklı davranmaktan maalesef çok uzaktadır. Ermeni halkını, kendilerini felakete sürükleyen yönetimlerine ve onları bir kukla gibi kullananlara karşı geleceklerine sahip çıkmaya davet ederken tüm dünyaya işgale ve zulme karşı verdikleri mücadelede Azerbaycan'ın yanında yer alma çağrısı yapıyoruz.

Bugün yaptığımız telefon görüşmesinde dirayetli ve kararlı duruşuna bir kez daha şahit olduğum Azerbaycan Cumhurbaşkanı kardeşim İlham Aliyev'e ifade ettiğim gibi Türkiye 'tek millet, iki devlet' anlayışıyla, Azerbaycanlı kardeşleriyle dayanışmasını güçlendirerek sürdürecektir."

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, "Çözümsüzlükten fayda sağlayacağını düşünen Ermenistan yine haddini aşmıştır, bu defa yanıtını sahada almaktadır. Sahada ve masada can Azerbaycan’ın yanındayız." ifadelerini kullandı.

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, Ermenistan’ın bu sabah Azerbaycan’a karşı başlattığı saldırı hakkındaki soruya verdiği yazılı cevapta şu ifadeleri kullandı:

''Uluslararası hukukun açık ihlali olan ve sivil kayıplara da yol açan Ermeni saldırısını şiddetle kınıyoruz. Azerbaycan, halkını ve toprak bütünlüğünü korumak için meşru müdafaa hakkını elbette kullanacaktır. Bu süreçte, tek yürek olarak Türkiye’nin Azerbaycan’a desteği tamdır. Azerbaycan nasıl isterse, o şekilde yanında olacağız. ''

Ermenistan'ın Azerbaycan'a karşı gerçekleştirdiği saldırılara siyasi partilerden tepkiler

AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik de Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, Ermenistan'ın saldırılarını kınayarak Türkiye'nin bu zamana kadar olduğu gibi bundan sonra da Azerbaycan'ın yanında olacağını vurguladı.

Ermenistan'ın bölge barışını tehdit ettiğini belirten Çelik, ''Bu saldırılar Ermenistan'ın uluslararası hukuku tanımadığını bir kere daha gösterdi. Uluslararası toplum Ermenistan'ı mahkum etmelidir." ifadelerini kullandı.

CHP Genel Başkan Başdanışmanı Ünal Çeviköz, yaptığı yazılı açıklamada, Ermenistan tarafından uluslararası hukuka aykırı gerçekleştirilen ateşkes ihlalini, sivillerin ölümüne ve yaralanmasına neden olan Azerbaycan'a yönelik saldırısını kınadıklarını bildirdi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, yaptığı yazılı açıklamada, Ermenistan'ın Azerbaycan'a saldırısını kınayarak "Yegane gayesi Türk düşmanlığı olan Ermenistan'ın ve kiralık silahlı unsurlarının Türk milleti karşısında tutunma ihtimali yoktur." ifadesini kullandı.

Bölgede artan gerilimlerin sıcak çatışmaya dönüştüğünü, zulüm ve terör yöntemlerinin kimin tarafından kullanıldığının iyice netleştiğini vurgulayan Bahçeli, şunları kaydetti:

''Ermenistan'ın alçak saldırısını Akdeniz ve Ege'de oynanan şirret oyunlardan, Libya, Suriye ve Irak'ta sahnelenen emperyalist projelerden ayrı düşünmek, ayrı değerlendirmek, geldiğimiz bu aşamada imkansızdır. Türk düşmanlarının farklı coğrafyalarda husumet nöbetine girdiği ortadadır."

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Azerbaycanlı ve Rus mevkidaşlarıyla telefonda görüştü

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Ceyhun Bayramov ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile telefon görüşmeleri yaptı.

Diplomatik kaynaklardan edinilen bilgiye göre, Çavuşoğlu ile mevkidaşları arasındaki görüşmede "Ermenistan'ın saldırganlığı" konusu ele alındı.

Uluslararası toplumdan tepkiler

Rusya Dışişleri Bakanlığı, yaptığı yazılı açıklamada, Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan çatışmaların durdurularak taraflara müzakerelere başlama çağrısında bulundu.

Açıklamada, Dağlık Karabağ’da durumun ani şekilde kötüleştiğine dikkat çekilerek "Durumu istikrara kavuşturmak için tarafları derhal ateşkese ve müzakerelere başlamaya çağırıyoruz." ifadesi yer aldı.

AB, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki gerginlikten endişeli

Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki çatışmaların ciddi endişe kaynağı olduğunu belirterek taraflara askeri hareketliliğin durdurulması çağrısında bulundu.

Gerginliğin daha fazla tırmanmasını önlemek için öncelikle askeri hareketliliğin acilen durması gerektiğini söyleyen Michel, tek çözüm yolunun ön şartsız müzakerelere dönmek olduğunu aktardı.

AB'den, "Azerbaycan-Ermenistan cephe hattında çatışmaların durdurulması" çağrısı

AB, Azerbaycan-Ermenistan cephe hattında çatışmaların acilen durdurulması için çağrıda bulundu.

AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, yaptığı yazılı açıklamada, Dağlık Karabağ'daki cephe hattında çıkan çatışmalarda asker ve sivil can kayıpları olmasından üzüntü duyduklarını belirtti.

"AB, çatışmaların acilen durdurulması, gerginliğin düşürülmesi ve ateşkesin sıkı şekilde gözlenmesi çağrısında bulunmaktadır." ifadesini kullanan Borrell, tarafların Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu himayesinde ön şartsız olarak müzakerelere dönmesinin acil önem taşıdığını kaydetti.

Gürcistan'dan Azerbaycan ve Ermenistan'a "barış" çağrısı

Gürcistan Cumhurbaşkanı Salome Zurabişvili, Twitter'dan yaptığı paylaşımda, "Ermenistan ile Azerbaycan arasında çatışmaların yeniden başlamasından büyük endişe duyuyoruz. Biz (taraflara) barış çağrısında bulunuyoruz. Bölgemizde istikrar ve barış ortak işimiz olmalı." dedi.

Gürcistan Dışişleri Bakanlığı, yaptığı açıklamada, "Umuyoruz ki ateşkes anlaşmasına varılacak, taraflar arasında müzakere moduna geçilecek ve tüm bölgenin güvenliğini ciddi şekilde olumsuz etkileyecek büyük çaplı düşmanlıklardan kaçınılacaktır." ifadelerine yer verdi.

Ukrayna'dan Dağlık Karabağ'daki çatışmalara ilişkin diyalog çağrısı

Ukrayna Dışişleri Bakanlığı, Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan çatışmaların durdurulması ve diyalog çağrısı yaptı.

Bakanlığın Twitter hesabından yapılan paylaşımda, yaşanan çatışmalar sebebiyle derin endişe duyulduğu belirtilerek "Çatışmaya yol açan nedenleri inceliyoruz, tarafları diyaloğa dönmeye ve anlaşmazlığı barışçıl yollarla çözmeye çağırıyoruz." denildi.

KKTC Başbakanı Tatar: "Azerbaycan asla yalnız değildir"

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Başbakanı Ersin Tatar, Ermenistan'ın bu sabah Azerbaycan'a karşı başlattığı saldırıya ilişkin, "Azerbaycan asla yalnız değildir ve Ermenistan'la onu saldırıya teşvik edenler hayallerine ulaşamayacaktır." ifadesini kullandı.

Tatar, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "Ermenistan'ın, kardeş Azerbaycan'a yönelik saldırılarını şiddetle kınıyor, şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyoruz. Belli ki birileri bölgeyle ilgili emellerini gerçekleştirme hayaliyle Ermenistan'ı da piyon olarak kullanmaktadır. Ancak şu bilinsin ki; Azerbaycan asla yalnız değildir ve Ermenistan’la onu saldırıya teşvik edenler hayallerine ulaşamayacaktır." dedi.

Lavrov, Azerbaycanlı mevkidaşı Bayramov ile Dağlık Karabağ'daki durumu görüştü

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Ceyhun Bayramov ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde Dağlık Karabağ'daki durumu ele aldı.

Görüşmede, Lavrov, sivil halk arasında da can kaybına yol açan temas hattındaki çatışmalarla ilgili endişelerini dile getirerek ateşkesin acilen sağlanması gerektiğini ve Rusya’nın, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu'nun diğer eş başkanlarıyla birlikte durumu istikrara kavuşturma yönünde ara buluculuk girişimlerini sürdüreceğini dile getirdi.

İran'dan Azerbaycan ve Ermenistan'a çatışmaları durdurma çağrısı

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatibzade de Azerbaycan ve Ermenistan'a, çatışmaları durdurmaları ve müzakerelere başlamaları çağrısında bulundu.

İran olarak Azerbeycan ve Ermenistan'ı sağduyuya davet ettiklerini belirten Hatibzade, "İran, çatışmaların bir an önce durdurulmasını ve iki ülke arasında müzakerelerin başlamasını talep ediyor. İran, ateşkesin sağlanması ve taraflar arasında diyaloğun başlaması için tüm imkanlarını kullanmaya hazırdır." ifadelerini kullandı.



Lübnan siyasetinde Fransa açmazı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Fransa’nın Doğu Akdeniz’de etkin olma arayışındaki temel açmaz, bu aktörün bölgedeki sorunların temel dış kaynaklarından biri olmasına rağmen kendisini çözümün merkezi olarak konumlandırması ve Lübnan’daki gelişmeleri bu yönde değerlendirmesidir.



4 Ağustos’taki Beyrut Limanı patlamasının ardından 1 Eylül’de Lübnan’ı ikinci kez ziyaret eden ve burada uluslararası ilişkiler literatürüne önemli etkisi olan Antonio Gramsci’nin “eski ölüyor, yeni doğamıyor” şeklindeki meşhur ifadesine atıf yaparak Lübnan’ın içinde bulunduğu çok boyutlu krizi tarif etmeye çalışan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macronun, bu söylemle aslında Paris’in yeni Doğu Akdeniz yönelimini ve bu yönelim içerisinde Lübnan’ın konumunu özetlemeye çalıştığı da söylenebilir.


Doğu Akdeniz ile herhangi bir deniz sınırı bulunmamasına rağmen Suriye ve özellikle Lübnan gibi geçmişte koloni rejimleri kurduğu ülkelerdeki etkisini tekrar canlandırmayı amaçlayan ve Akdeniz bölgesindeki siyasi-askeri girişimlerini yoğunlaştıran Macron liderliğindeki Fransa’nın “Pax Mediterranea (Akdeniz Barışı)” olarak ifade etmeye çalıştığı şey, “ölen eskinin farklı şekillerde yeniden doğmasını” mümkün kılma çabası şeklinde özetlenebilir. Lübnan başta olmak üzere Tunus, Fas ve Cezayir gibi ülkelerde de sömürge rejimleri kuran Fransa’nın, son dönemde Akdeniz bölgesinde yaşadığı etki-güç kaybının bu yönelimin temel dış besleyicisi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Macron’un Lübnan bağlamındaki girişimlerinin genel bir Akdeniz bağlamından ayrı düşünmek mümkün görünmüyor.

Libya'da kendi çıkarlarını korumak için darbeci general Hafter'i destekleyen Fransa'nın Lübnan’da, reel-politik kaygılardan arınmış “demokrasi” ve “istikrar” vurgusunun ne derece samimi olduğu sorgulanmalı.

Macron'un Lübnan siyasetini dizayn girişimi

Avrupa Birliği (AB) içinde Almanya ile rekabet halinde olan ve İngiltere’nin AB’den ayrılması sonrasında AB’yi kendi Akdeniz politikası ekseninde şekillendirmeye çalışan Macron’un, Akdeniz’de Rusya ve ABD gibi küresel aktörlerin ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin artan etkisinden kaygılandığı söylenebilir. Lübnan konusunda farklılaşan ABD-Fransa çatışmasının ve Rusya’nın Suriye-Lübnan gibi Levant ülkeleri üzerinde güçlenen rolünün bu kaygıları beslediği görülüyor. Bu noktada uzun yıllardır mülteci krizi, çöp krizi, uzun dönemli protestolar, sosyo-politik sarsıntılar gibi pek çok karmaşık ve her biri birbirinden ağır sorunlarla yüzleşen Lübnan’ın Fransa tarafından birden “hatırlanması” Macron’un genel Doğu Akdeniz politikası çerçevesinde değerlendirilmeli. Lübnan’daki bir kesimin “yeniden Fransız sömürgesine dönme” çağrısı yapması, bu ülkedeki bazı Hristiyan grupların Fransa’ya yönelik olumlu tutumu ve ülkedeki mezhep temelli aktörlerden Hizbullah da dahil önemli bir kesiminin Fransa ile var olan güçlü temasları Macron’a, Fransa’nın bölgede bozulan imajını ve sınırlanan etkisini düzeltme fırsatı sundu. Bu çerçevede Feyruz gibi Lübnan’ın önemli simgelerinin Macron tarafından ziyaret edilerek Lübnan’daki tüm aktörleri bir masa etrafında bir araya getiren ve Lübnan’da Mustafa Edip öncülüğündeki hükümet kurma sürecini bizatihi yönlendiren Macron, Lübnan için gerekli reformları hayata geçirebilecek reform hükümetinin kurulması sonrasında bu ülkeye ekonomik yardımın sağlanması için uluslararası konferans çalışmaları yapacağını dile getirdi.

Diğer taraftan Macron tarafından tanınan sürenin dolmasına rağmen Lübnan’da “partili olmayan” hükümet kurulamadı, hükümeti kurma görevini alan Edip istifa etti ve bunun üzerine Macron Lübnan’daki siyasi düzeni elinde tutan siyasi güçleri “ihanetle” suçladı fakat yaptırım konusunu gündeme getirmedi. Dahası bu konuşmasında Hizbullah’ı hedefe koyan Macron, bu oluşuma “hem Lübnan demokrasisinde siyasi bir aktör hem de İsrail’e karşı savaşan hem de Suriye’de mücadele eden bir oluşum” olamazsın şeklinde hitap ederek mevcut sorunların çözümsüzlüğünde Hizbullah’ı işaret etti. Bu durum Fransa’nın Hizbullah konusunda AB ülkelerine benzer daha sert tavır takınmasına ve bu oluşuma yönelik çeşitli kararlar almasına yol açabilir. Dolayısıyla Fransa’nın yumuşak güç stratejisine dayalı ve Lübnan’daki kronik istikrarsızlığı çözmeye yönelik girişimi de böylelikle sonlanmış oldu. Yine de Macron, Lübnan’a yönelik uluslararası konferans çağrısıyla ilgili olumlu mesaj verdi ve Lübnan’daki 1989 Ta’if Anlaşması’na dayalı güç dengesinin değişmesi gerekliliğine vurgu yaparak buradaki gelişmelerde aktif olacağına işaret etti. Lübnan’daki krizin çözülmesinden ziyade bu girişimiyle yumuşak güç durumuna ve zarar gören uluslararası-yerel imajı düzeltme çabalarına yatırım yapmayı hedefleyen Macron’un Lübnan yaklaşımın bazı reel-politik kaygıları da taşıdığı ve daha bütüncül bir yaklaşımın bir unsuru olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Lübnan'ın ardından Irak’ı da ziyaret eden Macron’un, öncelikle Levant ve Doğu Akdeniz bölgesini içeren alanda Fransa'nın eski nüfuzunu yeniden tesis etmeye çalıştığı aşikar. Kuzey Afrika, Sahel bölgesi ve Levant’taki bazı ülkelerde eski sömürgeci güç ve uzun yıllar bağımsızlık mücadelesi veren (1954-1962) Cezayir halkı gibi bazı topluluklara yönelik katliamlarıyla bilinen Fransa’nın mevcut girişimlerini “Akdeniz Barışı” olarak ifade etmesi ve yine bizatihi Lübnan’daki mezhepsel ve kırılgan siyasi sistemi oluşturan başat aktör olmasına rağmen Lübnan’da ironik şekilde çözüm girişimlerini yönlendirmesi Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasına yönelik temel açmazlar olarak karşımıza çıkmakta. Diğer bir ifade Fransa’nın Doğu Akdeniz’de etkin olma arayışındaki temel açmaz, bu aktörün bölgedeki sorunların temel dış kaynaklarından biri olmasına rağmen kendisini çözümün merkezi olarak konumlandırması ve Lübnan’daki gelişmeleri bu yönde değerlendirmesidir. 

Fransa ile hareket eden Orta Doğu ülkelerinin, Türkiye’nin faaliyetlerini “Yeni Osmanlı” yönelimi şeklinde ilan ederken bizatihi bu bölgedeki kolonyal mirasın en önemli dış sorumlularından biri olan Fransa’nın girişimlerini memnuniyetle karşılaması anlaşılması güç bir tutum.

Fransa bölgede yeniden doğmaya çalışıyor

Kendisini Akdeniz bölgesindeki başat aktörlerden biri olarak konumlandırmayı amaçlayan Fransa’nın en temel reel-politik kaygısı bölgedeki enerji denkleminden izole olmama durumudur. Cezayir, Fas ve Tunus’ta geçmişe kıyasla belirleyici olma durumunu yitiren ve Muammer Kaddafi rejimini sonlandıran öncül aktörlerden biri olmasına rağmen burada diğer bir otoriter ve meşru Libya hükümetine karşı darbe girişiminde bulunan Halife Hafter gibi bir figürü destekleyerek Libya’da da diplomatik anlamda ve saha gerçekliklerinde bir gerileme yaşayan Fransa’nın Lübnan’da, reel-politik kaygılardan arınmış “demokrasi” ve “istikrar” vurgusunun ne derece samimi olduğu sorgulanmalı. Diğer bir ifadeyle Fransa’nın özellikle Akdeniz bölgesinde genel itibarıyla Abdulfettah es-Sisi ve Halife Hafter gibi otoriter figürlerle işbirliğine yönelen Fransa’nın Lübnan’daki demokrasi ve istikrar vurgusunun da sadece idealist politikalar çerçevesinde değerlendirilmesi yanıltıcı olacaktır. Lübnan’ın Doğu Akdeniz bölgesinde sahip olduğu kıyı şeridi, İsrail-Filistin, Suriye ve Kıbrıs Adası ile deniz sınırları ve son dönemde Rusya temelli doğalgaz şirketleri başta olmak üzere uluslararası şirketlerin Lübnan’ın muhtemel doğalgaz rezervlerine yönelik ilgi Fransa’nın Lübnan’ı tekrar “hatırlaması”na yol açan reel-politik kaygılardan en önemlisi olarak zikredilebilir. Bu nedenle Fransa’nın özellikle Kuzey Afrika ve Sahel bölgesinde karşılaştığı önemli meydan okumaları Levant bölgesindeki aktörlerle telafi etme arayışında enerji kaynaklarına sahip olma ve bu kaynakları dünya pazarlarına ulaştırma açısından stratejik konumdaki Lübnan’a ayrıca önem atfettiğinin altı çizilmeli. Halihazırda bu ülkedeki pek çok aktörün ve özellikle Fransa’nın 100 yıl önceki Lübnan kolonyal dizaynı neticesinde burada uzun yıllar başat aktör konumunda yer alan Maruni Hıristiyanların Fransa ile yakın temasları, Macron’a Akdeniz bölgesinde belirli oranda bozulan Fransa’nın imajını burada güçlendirme alanı oluşturdu.

Diğer taraftan Lübnan’da yumuşak güç unsurlarıyla oluşturulmaya çalışılan Fransa imajının konu Türkiye-Yunanistan arasındaki karmaşık sorunlara geldiğinde sert güç unsurlarına da evrilebildiği ve Fransa’nın diyalog ve müzakere öneren Türkiye’nin çağrılarına rağmen hukuksuz ve temelsiz taleplerde bulunan Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) gibi aktörlerle birlikte hareket ettiği anlaşılıyor. Diğer bir ifadeyle Fransa, genel olarak Akdeniz ve özel olarak Doğu Akdeniz’de güç merkezi haline dönüşme isteği çerçevesinde ülkelere ve meselelere göre değişen taktikler geliştirmekte. Bu durum Almanya gibi AB ülkeleri tarafından açıkça eleştirilmemesine rağmen Fransa’nın Lübnan başta olmak üzere bu bölgede oluşturmaya çalıştığı ve eski kolonyal gücün farklı şekilde yayılmacı anlayışına işaret eden bu politikaların Avrupa içinde de bazı sorunlara yol açması muhtemel. Enerji meselesinin yanı sıra Fransa’nın genel olarak Akdeniz ve özel olarak Lübnan yaklaşımında olası mülteci problemi ön plana çıkıyor. Halihazırda Fransa’da 1975-1989 dönemindeki Lübnan iç savaşı nedeniyle önemli sayıda Lübnanlı göçmenin bulunduğunu ve bunların adeta bir diaspora oluşturduğunu düşündüğümüzde Lübnan’daki bir iç savaş durumunun Fransa’yı tekrar aynı kaygı ile karşı karşıya bırakması durumu söz konusu. Dolayısıyla Libya, Tunus ve Suriye gibi ülkelerdeki istikrarsızlıklar nedeniyle göç sorunu ile karşılaşan ve bunun neticesinde aşırı sağ akımların yükselişiyle iç politik mücadele içerisinde olan Fransa’nın Lübnan’daki istikrarsızlığı giderme konusunda bu şekilde bir reel politik kaygıya sahip olduğu söylenebilir.

Aşırı sağın yükselişinin yanı sıra başta yeni tip koronavirüsle (Kovi-19) mücadele sürecindeki yetersizlikler olmak üzere bir dönemdir Fransız halkından önemli destek gören, “Sarı Yelekliler” şeklinde tanımlanan oluşumların da Macron iktidarından rahatsız olması, Macron’u başta Lübnan olmak üzere Akdeniz bölgesinde aktif olmaya iten öncül diğer iç sebepler olarak belirtilebilir. Özellikle Lübnan girişimlerinde tüm aktörleri bir araya getirmesi, ekonomik-siyasi önerilerde bulunması ve Lübnanlı bir kesim tarafından memnuniyetle karşılanması Macron’un Fransız iç siyasetinde değerlendirebileceği “kazanımlar” olabilir. Diğer taraftan Lübnan başta olmak üzere Macron öncülüğündeki Fransa’nın Akdeniz’de yeniden merkezi aktör olma hedefinde Türkiye’yi en önemli meydan okuma olarak gördüğü son girişimlerinde anlaşılıyor. Fransa’nın Lübnan ziyaretine yönelik destek ileten ülkeleri, Yunanistan-GKRY ile yoğunlaşan askeri-siyasi temasları, Kuzey Afrika bölgesinde Türkiye’nin faaliyetlerine yönelik olumsuz tavırları dikkate aldığımızda Macron’un, Türkiye karşısında konumlanan Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Yunanistan gibi aktörlerle Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de en azından şu ana kadar etkisizleştirme çerçevesinde politikalar yürüttüğü görülüyor. Bu bağlamda Fransa ile hareket eden bahsi geçen Orta Doğu ülkelerinin, Türkiye’nin Lübnan başta olmak üzere Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki faaliyetlerini temelsiz ve ilgisiz şekilde “Yeni Osmanlı” yönelimi şeklinde ilan ederken bizatihi bu bölgedeki kolonyal mirasın en önemli dış sorumlularından biri olan Fransa’nın girişimlerini memnuniyetle karşılaması anlaşılması güç diğer bir durum. Sonuç olarak Fransa bölgede kolonyal mirası hatırlatır şekilde “yeniden doğmaya” çalışırken Lübnan’a vurgulanan nedenlerle ayrıca önem veriyor ve Türkiye’yi ise yeni bölgesel dizaynında en önemli meydan okuyucu olarak düşünüyor.


15 Eylül 2020 Salı

Macron’un 'Akdeniz’de Fransız Hikâyesi' yazma hevesi boşa çıkacak

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Son dönemde, uluslararası hukuku ve diplomatik teamülleri hiçe sayarak birçok bölgesel krize gerginliği daha da artıracak şekilde müdahil olan Macron Fransası, izlediği revizyonist dış politika ile Avrupa Birliği (AB) içinde liderlik rolüne soyunurken, bu amaçla attığı adımlar NATO’nun temellerini tahrip ediyor.

Libya, Suriye ve Doğu Akdeniz konularında Türkiye’ye yönelik düşmanca politikalar izleyen Macron, bu amaçla arkasına almak istediği NATO ve Avrupa Birliği gibi kurumların ittifak ilişkilerine dayanan temellerini de tahrip ediyor.

Yeni koronavirüs salgını sırasında sağlık krizini yönetmekte yetersiz kalması sebebiyle ülke içinde ciddi eleştirilere maruz kalan, son belediye seçimlerinde yenilgi ile cezalandırılan Macron, Sarı Yelekliler adı altında iki yıldır devam eden protesto hareketlerinin de gösterdiği şekilde, geniş toplum kesimleri tarafından şiddetle itiraz edilen bir lider profili çiziyor. Doğu Akdeniz’de açıkça Türkiye karşıtı bir Avrupa politikası sergilemeye devam eden Macron, tartışmalı savunma ve dış politika çıkışları ile “tehdit altındaki bir Avrupa”nın yeni lideri olma iddiasını öne sürüyor. Avrupa Perspektif ve Güvenlik Enstitüsü (IPSE) Başkanı Emmanuel Dupuy’a göre, Macron, Akdeniz’de yeni bir Avrupa anlatısı oluşturmanın peşinde ve Beyrut patlaması sonrasındaki Lübnan ziyareti de, bir dönüm noktası olarak, Avrupa için Akdeniz gündeminde yeni bir “Fransız Hikâyesi” yazma girişimi olarak tanımlanıyor.

Türk-Fransız ilişkileri tarihsel bir ortak paydaya sahip olup, son tahlilde, tecrübesiz devlet adamı profili çizen, kendi ülkesindeki siyasal zemini gittikçe aşınan Macron’a bırakılamayacak kadar önemli.

Peki, NATO İttifakı içinde, ABD ve İngiltere’den sonra üçüncü nükleer güce sahip olan ve AB’nin Almanya’nın ardından ikinci büyük ekonomik potansiyeline sahip ülkesi olan Fransa, Avrupa savunmasında “Amiral Gemisi” rolü üstlenebilir mi?

Fransa ekonomisinde pandemi tahribatı

Fransa’da ekonomi 2020 yılının ilk çeyreğinde yüzde 5,3 daraldı. Salgın gerekçesiyle işten atmalar hızlandı. Özellikle havacılık ve otomobil sektöründe devletlerin yaptığı milyarlarca avroluk yardıma rağmen on binlerce işçinin işten atılacağı şimdiden ilan edildi. Airbus, koronavirüs salgınının etkileri nedeniyle 2021 yılının yaz dönemine kadar yaklaşık 15 bin, şirketin Fransa’daki operasyonlarında ise 5 bin çalışanın işine son verileceğini açıkladı. Air France-KLM de büyük bir işten çıkarma operasyonuna hazırlanıyor. Şirket 2022 sonuna kadar 7 bin 500 çalışanının işine son vereceği bildirdi. Yan sanayide ilan edilen işten atmalar ise Air France ve Airbus’ın katbekat üzerinde.

Askeri güç parametreleri açısından analiz edildiğinde, NATO müttefik ordularının 2019 kuvvet potansiyeline bakıldığında, ABD’nin 686,1 milyar dolar savunma bütçesi ve 1 milyon 281 bin 900 aktif personeline mukabil, Paris’in savunma bütçesi 50,1 milyar dolar ve aktif askeri personeli 203 bin 750 kişi. Buna mukabil Fransa Cumhurbaşkanı Macron, NATO’nun işlevini ve önemini sorgulayan ve İttifak üyeleri tarafından tepkiyle karşılanan açıklamalara imza attı. ABD’nin salgınla mücadelesini ve başkanlık seçimlerini yanlış okuyan Macron’un, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” açıklamasına ABD Başkanı Trump “Çok saygısızca” karşılığını verdi. Macron’un, “ABD, Çin ve Rusya’dan korunmak için Avrupa’nın kendi ordusunu oluşturması gerekiyor” mesajını “Çok aşağılayıcı” olarak nitelendiren Trump, “Ama Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Almanya vardı. Peki, bu Fransa açısından nasıl gelişmişti? ABD ordusu gelip yetişmeden önce Paris’te Almanca öğrenmeye başlıyorlardı,” değerlendirmesinde bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “Fransa Cumhurbaşkanı Sayın Macron, bak Türkiye’den sesleniyorum, NATO’da da söyleyeceğim, önce sen kendi beyin ölümünü bir kontrol ettir” açıklaması ile tepkisini dile getirdi. Macron, aslında, Kremlin’in söylemlerine eleştirel yaklaşım perdesi altında NATO’nun zayıflatılmasında öncü rol oynuyor. Bu çerçevede Fransa’nın Doğu Akdeniz’e savaş gemisi göndermesinin arkasında farklı hesaplar bulunduğu, ancak en önemlisinin Fransa’nın NATO’yu by-pass edip, Avrupa ordusunu aktive etme hayali bulunduğu söylenebilir. Yani ilk adımları atılmış ama yeterli bir ilerleme sağlayamamış PESCO’nun, yani NATO’dan bağımsız bir Avrupa ordusunun kurulması Fransa tarafından istenmekte.

Fransa’nın Libya’da askeri güç kullanmasının perde arkası

Fransa 2. Dünya Savaşı’nda altı günde Alman ordusuna teslim olmuştu. Savaşın devamında Cezayir’deki Mers-el Kebir limanındaki Fransız donanmasının Alman ve İtalyanların kontrolüne geçmemesi için İngiliz donanmasının 3 Temmuz 1940 günü saat 16:55’te icra ettiği “Katapult Operasyonu” ile imha edilmesi unutulmuş değil. Normandiya’da Müttefikler tarafından esaretten kurtulan Fransa’nın NATO İttifakı’nın askeri kanadından çekilmesi, 1956 Süveyş Harekâtı sonrasında ABD tarafından Akdeniz’de izole edilmesi, ancak 1991 Körfez Savaşı’na dönmesi ile son bulmuştu. Arap Baharı Fransa’ya, Kaddafi’ye karşı bir hamle için çok elverişli bir mazeret sundu.

Afrika’nın kuzeyinde yer alan ve diğer Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) üyesi ülke Cezayir ile batıda bir sınır paylaşan Libya, 11 milyon 760 bin kilometrekare ile yüzölçümü açısından dünyanın en büyük 16. ülkesi. Afrika’da keşfedilmiş en fazla gaz rezervine sahip ve OPEC üyesi olan Libya’da, dünya petrol rezervlerinin yüzde 4,1’ine tekabül eden petrolün kükürt oranının düşük olması, petrolün işlenmesini kolaylaştırıp maliyetleri düşürüyor. 1973 Arap-İsrail Savaşı sonrasında ABD’ye petrol ihracatı ambargosu uygulayan Libya, 1974 yılında Fransız petrol şirketi Total ile anlaşmaya gitti.

François Hollande döneminde, 2015’te Paris’te meydana gelen terör eylemlerinin de etkisiyle Libya dosyası yeniden açıldı. Paris için Libya’da istikrarsızlık iki açıdan tehdit oluşturmaktaydı: Akdeniz üzerinden Avrupa’ya göç ve Fransa’nın stratejik çıkarlara sahip olduğu Sahel havzasının (Senegal, Moritanya, Mali, Nijer, Çad, Sudan) güvenliği. Fransa o dönemde Libya’da kendisine muhatap aramaya başladı. Sarkozy hükümetinin NATO ve BM’nin nihai kuvvet kullanma kararı olmaksızın 2011’de Libya lideri Muammer Kaddafi’nin devrilmesine yönelik askerî harekâtı erken başlatması, ABD tarafından hoş karşılanmadı. Buna mukabil Aralık 2007’de, Sarkozy tarafından Paris’te kırmızı halı ve bedevi çadırlarıyla ağırlanarak, nükleer işbirliği anlaşması imzalanan Kaddafi’ye karşı, askeri kuvvet kullanılması şaşırtıcı da olmadı. Nitekim Libya devrik liderinin İstihbarat Başkanı Abdullah es-Senusi, Sarkozy’nin seçim kampanyası için Muammer Kaddafi’den 8 milyon dolar aldığını açıkladı. Sarkozy’nin diplomatik süreci kesintiye uğratarak başlattığı askeri operasyon, barış yerine parçalanmış, bölünmüş bir Libya’yı ve ülkeden Avrupa’ya büyük göçü tetikleyen Suriye benzeri insani bir felakete neden oldu. Fransa bu tutumu ile Akdeniz ve Orta Doğu’da ABD ve NATO’nun güç boşluğundan istifade ile yeni bir nüfuz alanı teşkil etmeyi amaç edinen tehlikeli bir stratejik yol haritası takip etmekte.

Fransa, Ukrayna krizi nedeniyle, Rusya için inşa ettiği Mistral tipi helikopter gemilerini teslim etmedi. Plana göre “Vladivostok” ve “Sivastopol” isimli gemiler, NATO ve ABD’nin karşı çıkması nedeniyle satışları iptal edilerek, Mısır’a satıldılar. Fransa, anlaşmanın yerine getirilmemesi nedeniyle Rusya’ya 1,2 milyar dolar tazminat ödemek zorunda kaldı. Rus Baltık ve Karadeniz filolarına katılacak bu gemiler için işbirliği yapan Fransa, diğer yandan Türkiye’nin S-400 hava savunma füzeleri almasına da karşı çıktı. Bu tespitimiz, gerçekte NATO’yu zayıflatan aktörün, Paris yönetimi olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Macron 2017’de cumhurbaşkanı seçildikten sonra Libya’yı Fransız diplomasisinin öncelikli dosyalarından biri haline getirdi. Evet, Macron, Avrupa’nın yeni lideri olarak kendisini ön plana çıkarmaya çalışmakta. Bu noktada, Libya, Lübnan, Kıbrıs, Doğu Akdeniz’deki olayları fırsata çevirmek için çabalarını artırmakta. Fransa yönetiminin, AB içindeki tek nükleer askeri operasyonel güce sahip olma konumunu ve Afrika-Orta Doğu-Akdeniz’de deniz aşırı askeri gücünü sahaya yansıtmayı hedeflediği görülüyor. AB içindeki ve küresel denklemdeki yeni konumunu tasarlamaya çalışan Fransa’nın, Brexit sonrası baş başa kaldığı Berlin ile rekabetinde, üstünlüğünü Akdeniz ve BM Güvenlik Konseyi Üyeliği avantajlarını, silah sektörü ve askeri güç eksenleri üzerinden şekillendirmeyi amaçladığı gözlemleniyor.

Fransa silah pazarını genişletme çabalarını, kademeli olarak, Mısır gibi bölgesel aktörlerin yanında Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan gibi bölge dışı müttefikler ile üst perdeye taşımakta. Nitekim Libya’da meşru hükümete karşı silahlı mücadele veren darbeci General Halife Hafter’e destek olan BAE ve 2013’te Mısır’da darbe ile yönetimi ele geçiren General Sisi liderliğindeki Mısır, ABD ve Rusya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük silah ihracatçısı olan Fransa’nın bu alandaki en büyük müşterilerinden.

Macron, Doğu Akdeniz’de AB’nin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarına EASTMED projesi ile Türkiye’yi devre dışı bırakarak hükmetmeyi, Libya’daki petrol kaynakları ve kaya gazı enerji yataklarını Fransız enerji şirketleri ile kontrol altına almayı, bu çerçevede Sirte Körfezi ve Libya limanlarını denetleyerek Afrika kıtasında azalmakta olan nüfuzunu korumayı amaçlıyor. Bu maksatla darbeci Hafter ve Suriye örneğinde görüldüğü üzere YPG/PKK gibi illegal aktörlerle işbirliğinden çekinmediği ve zor durumda kaldıkça AB’yi de oyuna dahil etmeye çalıştığı görülüyor. Nitekim Trablus merkezli meşru yönetime bağlı güçlerin Hafter’e karşı başlattığı operasyon sonucu Hafter’den geri alınan Giryan kentinde Fransız ordusuna ait Javelin anti-tank füzelerinin ele geçirilmesiyle, Libya’da Paris’e bir kez daha suçüstü yapıldı. Fransız Savunma Bakanlığı füzelerin kendilerine ait olduğunu, “terörle mücadele operasyonları yürütmek üzere görevlendirilen bir Fransız askeri biriminin kendini koruması” bahanesini öne sürerek kabul etmek zorunda kaldı.

Ancak çok daha tehlikeli bir yaklaşım ile Yunanistan ve AB üyesi Güney Kıbrıs Rum Yönetimini (GKRY) silahlandıran Macron, bölgede gerginliği sürekli tırmandırıyor. Macron, bütün bu yaklaşımlarında, Türkiye’yi saldırgan taraf olarak suçlamak suretiyle bir çeşit algı operasyonu da yürütüyor. Bu çerçevede, ülke içinde popülaritesi giderek düşen, ikinci kez seçilmesine ihtimal verilmeyen Macron’un Türkiye’ye yönelik düşmanca tutumuyla Avrupa’da öne çıkan bir lider olmaya çalıştığı ve bundan sağlamayı umduğu siyasi avantajı imajını güçlendirmek için kullandığı ifade edilebilir. Ancak Fransa’nın Macron’un siyasi imajı ve hesaplarını aşan planları bulunduğu da dikkate alınmalı.

Türkiye-Fransa ilişkilerinde Akdeniz’e sıçrayan güç rekabeti

Fransa, NATO’nun askeri kanadına dönüşünden beri, Türkiye’nin jeopolitik düzlemde Balkanlar, Orta Doğu ve Karadeniz-Akdeniz bölgesi ile Kafkasya’da güçlenen etkisini pasifize etmeye çalışıyor. 2008 Rusya-Gürcistan savaşında o dönem başbakan olan Erdoğan’ın inisiyatif alarak, diyalog yoluyla çözüm girişimi çerçevesinde Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’yi gölgede bırakarak Moskova’da, Rusya devlet başkanı ve başbakanı ile arabuluculuk misyonu icra etmesini ve Gürcistan ziyareti sonrasında Tiflis’e acil ekonomik ve insani yardım başlatmasını Paris kendisine meydan okuma olarak okumuştu. 2010 NATO Lizbon zirvesinde Türkiye, Sarkozy’nin, “Tehdit İran’dır. Füze rampası İran için kurulacak, biz kediye kedi deriz” açıklaması ile füze kalkanı projesinde İran’ın doğrudan hedef gösterilmesi teklifine ve GKRY’nin NATO’nun güvenlik ve askeri kabiliyetlerinden faydalanmasına karşı çıkmıştı. Böylece, Fransa’nın “füze saldırıları İran’dan gelecek” şeklinde bir ifadenin NATO Füze Kalkanı projesine konması ısrarı sonuçsuz kalmıştı.

Türkiye’nin AB’ye adaylığının resmen ilan edildiği 1999 yılından bu yana Fransız siyasetçi ve devlet adamları, Türkiye’nin üyelik perspektifiyle ilgili net ifadeler kullanmaktan kaçındılar. 2007-2012 döneminde cumhurbaşkanlığı yapan Nicholas Sarkozy döneminde, üyelik perspektifiyle ilgili olarak Fransa’dan destek gelmedi. İşte bu dönemden itibaren Türkiye ve Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili tartışmalar gerek Fransız iç politikasında siyaseten oldukça kullanışlı popülist birer malzeme, gerekse de sol ya da aşırı milliyetçi kanattaki partiler tarafından seçim kampanyalarının önemli bir parçası haline getirildi. Son yıllarda Türkiye’nin AB üyelik perspektifinin göreceli olarak zayıflamasının da bir sonucu olarak Fransız siyasetinde Türkiye üzerine popülist söylemler eskisi kadar yaygın ve etkili olmamakla birlikte 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde özellikle aşırı milliyetçi cephenin adayı Marine Le Pen tarafından kısıtlı da olsa kullanılmaya devam etmiştir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Ocak’ta 2018’de yılın ilk resmi ziyaretini, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un daveti üzerine Fransa’ya gerçekleştirdi. Erdoğan-Macron görüşmesi sırasında imzalanan üç önemli anlaşmadan biri, Türkiye adına ASELSAN ve ROKETSAN’ın Fransa-İtalya konsorsiyumu olan EUROSAM ile 18 ay gibi bir süreyi kapsayan ve 2020’lerin ortalarında üretileceği ve geliştirileceği duyurulan hava savunma sistemi anlaşması oldu. Diğer iki anlaşma kapsamında Airbus ve Türk Hava Yolları (THY) arasında, 25 adet A350-900’ün satın alma görüşmelerine başlamak adına mutabakat zaptı imzalandı ve Türk Eximbank ve BPI France Assurance Export arasında karşılıklı reasürans anlaşması imzalandı. Ancak Paris’in süreci bir belirsizlik içinde sürdürme siyaseti, Erdoğan-Macron görüşmesinden sonra yeni bir döneme girerek menfi istikamette somutlaşmaya başladı.

Macron 2018 yılında Fransız Büyükelçiler Konferansı’nda yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yürüttüğü politikayı “pan-İslamik” ve “Avrupa karşıtı” olarak tanımladı. Fransız basını Türkiye’nin Libya iç savaşında elde ettiği başarı sonucunda Akdeniz’de denklemi Rusya ile işbirliği yaparak değiştirdiği, askeri üsler edindiği, askeri, diplomatik, ticari ve stratejik düzlemde kurulan oyunu bozduğu değerlendirmelerine yer verdi. Fransız basını, Türkiye Libya’da dengeleri değiştirirken, darbeci Hafter’in en önemli destekçilerinden Fransa’nın stratejik hesaplarının altüst olduğunu da belirtti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın katıldığı Londra’daki Suriye konulu Dörtlü Zirve esnasında, Suriye ve Libya’daki durum ele alındı. Erdoğan, Avrupalı liderlere, Suriye’de güvenli bölgenin tesisi ve mültecilerin geri dönüşü konusunda birlikte çalışma çağrısı yaptı. Terör örgütleri arasında ayrım yapılmaması gerektiğini bir kez daha vurgulayan Erdoğan, “Zirve gayet iyi geçti” değerlendirmesinde bulundu. Buna mukabil Fransa, Türkiye’yi BM’nin Libya’ya silah ambargosu kararını delmekle suçlayarak, Türkiye’nin ambargo ihlallerinin, Libya’da barış ve istikrarı engellediği iddiasında bulundu. Türk Dışişleri Bakanlığı da bu suçlamalara “Ülkemizin Libya’ya yönelik tutumuna dair iddiaları, Fransa’nın Libya’ya yönelik karanlık ve izah edilemez politikasının yeni bir göstergesidir. Ülkemiz meşru hükümetin yanındayken, Fransa BM ve NATO kararları hilafına darbeci ve gayrimeşru bir şahsın yanındadır” yanıtını verdi.

Fransız gemisi Courbet, 10 Haziran 2020’de Akdeniz’de Libya’ya silah taşıdığından şüphelenilen Tanzanya bandıralı gemiyi aramak istedi ama iki Türk fırkateyni tarafından taciz edildiği şikayetiyle NATO’ya başvurdu. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in talimatıyla Fransa’nın şikayetini inceleyen NATO, 130 sayfalık raporunda Türk savaş gemilerinin radarlarını Fransız gemisine kilitleyerek tacizde bulunduğuna dair Fransız iddialarını destekleyen bir ifade yer almadı. Buna tepki gösteren Fransa, NATO’ya bir mektup göndererek Akdeniz’de devam eden Sea Guardian misyonundan geçici olarak çekildi.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Oruç Reis gemisi ile hidrokarbon arama faaliyetlerine tepki gösterdi ve Türkiye’nin bu adımı karşısında bölgedeki askeri varlıklarını geçici olarak artıracaklarını söyledi. Macron’un açıklaması sonrası “Lafayette” adlı Fransız fırkateyni iki Rafale savaş uçağı eşliğinde Doğu Akdeniz’e gönderildi. Rafale savaş uçakları geçici olarak Girit adasına konuşlandırıldı. Türkiye’den bölgede yürüttüğü hidrokarbon arama faaliyetlerini durdurmasını isteyen Macron, ülkesinin Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı sert bir tavır takınarak “kırmızı çizgi politikası” uyguladığını savundu. Fransa’nın “sert ama ölçülü” bir tavır sergilediği iddiasında bulunan Macron, “Orantılıydı. Oraya donanmanın tümünü yollamadık,” diye konuştu. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki eylemlerini “provokatif” olarak değerlendiren Macron, Türkiye’nin AB’nin iki üyesi olan Yunanistan ile GKRY’nin münhasır ekonomik bölgelerine ve egemenlik haklarına “saldırdığını” iddia etti. Yunanistan ve GKRY’ye arka çıkan, Türkiye’yi tehdit ederek Doğu Akdeniz’de “kırmızı çizgi politikası” yürüttüğünü söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Irak konusunda da Türkiye’yi suçlayıcı bir dil kullandı. Irak’ta son bir yılda yaşanan zorluklarda İran ve Türkiye’nin etkisi olduğunu öne süren Macron, “Bu zorluklar İran’ın çok güçlü etkisi ve Türkiye’nin, Irak’ın içişlerine giderek daha fazla müdahale eden ve tekrarlayan saldırılarıyla olağanüstü gergin bölgesel bir bağlamda ortaya çıkıyor,” dedi.

Macron geçtiğimiz günlerde de Türkiye’nin, “imparatorluk fantezisi” olduğu iddiasında bulundu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise “Yunanistan’ı en çok kışkırtan ülke Fransa. Fransa’nın da başka derdi var. Yoksa Doğu Akdeniz ile ne ilgisi var. Batı Akdeniz olsa anlardık,” ifadelerini kullandı. Çavuşoğlu, Paris’in Libya’da darbeci Hafter’i desteklemek suretiyle çok büyük hata yaparak, Trablus’u çok kısa sürede ele geçireceklerine inandığını belirterek, “Ancak Hafter yenildi ve Macron histerik bir hâle büründü. Ne yapacağını şaşırdı. Sonrasında Doğu Akdeniz’de bizim gemilerimizin kendi gemilerini taciz ettiğini söyledi. Bunu belgeleyemedi, rezil oldu. Biz böyle bir tacizin olmadığını belgeledik” açıklamasında bulundu.

İkili ilişkiler Macron’a bırakılamayacak kadar önemli

Fransa’da ekonomi ikinci çeyrekte yüzde 13,8 daraldı. Açıklanan 100 milyar avroluk ekonomi destek planının ne kadar işe yarayacağı net değil. Böyle bir ortamda iç politikada puan kazanması oldukça zor olan Macron, dış politikaya ağırlık veriyor. Son anketler tablonun, popülaritesi yüzde 39 gibi oldukça düşük bir seviyede olan Macron lehine 1 ile 4 puan arasında değiştiğine işaret ediyor. Ancak koronavirüs vakalarının rekor seviyelere çıktığı Fransa’da sosyal krizin kötüleşmesi ve ekonomik destek paketinin beklentiyi karşılamaması halinde, uluslararası alanda “her taşın altından çıkma” yaklaşımının Macron aleyhine dönme ihtimali epey yüksek.

Fransa Yunanistan’a maliyeti 2-2,5 milyar avro olan son teknoloji ürünü iki fırkateyn satmayı planlıyor. Paris, ayrıca, Yunanistan’a sekizi kullanılmış olmak üzere 18 Rafale satma peşinde. MBDA füze sistemleri yetkilileri de Yunan makamlarıyla temasta. Bu füzeler, Rafale uçaklarında kullanılabileceği gibi Yunan hava kuvvetlerine ait Mirage 2000 savaş uçaklarının modernizasyonu kapsamında da kullanılmaları, seçenekler arasında. Doğu Akdeniz’e dair gelişmelerde esas frenlenmesi gereken aktör, Yunanistan ve GKRY’yi Türkiye karşıtı girişimlere azmettiren Cumhurbaşkanı Macron’un Fransa’nın hayati çıkarlarına aykırı mevcut politikasıdır. Son Korsika toplantısında Türkiye’yi hedef alan açıklamasında Macron, Avrupa’ya Türkiye konusunda “birlik içinde ve daha açık” bir tutum sergileme çağrısında bulunarak, Avrupalıların “daha açık ve sert” olması gerektiğinin altını çizdi.

Macron, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de artık bir ortak olmadığını, “sorunun Türk halkı ile değil, Erdoğan hükümeti ile” olduğunu da öne sürdü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise Macron’un sözlerine cevaben, “Sayın Macron, senin şahsımla daha çok sıkıntın olacak” ifadelerini kullandı. “Sen tarih de bilmiyorsun. Fransa tarihini bilmiyorsun. Afrika’nın tarihi adeta Fransa’nın tarihidir. Cezayir’de bir milyon insanı öldüren sizsiniz, Ruanda’da 800 bin insanı öldüren sizsiniz” diyen Erdoğan, Fransa’nın Türkiye’ye insanlık dersi veremeyeceğini ifade etti. Zirvenin sonrasında, Macron, Türkiye ile bölgede istikrarı sağlamak adına ilişkileri eski haline getirme niyetinde olduklarına vurgu yaparak, yeniden iyi niyetle diyalog kurmak istediklerini açıkladı. Macron, AB’nin Akdeniz konusunda Türkiye ile yapıcı bir politikasının olması gerektiğini, ekonomi ve enerji alanında ortak bir ajandanın oraya çıkabileceğini ifade etti.

Unutmamak gerekir ki, Korsika Zirvesi, AB’nin görüşlerini yansıtmadığı gibi, hukuki bir bağlayıcılık da taşımıyor. Kaldı ki Almanya, İspanya, İtalya, Macaristan gibi diğer AB üyelerinin Fransa’nın tutumuna destek vermedikleri dikkate alındığında, orta ve uzun vadede yeni bir Akdeniz enerji işbirliği modeli çıkabileceği, 25 Eylül 2020 tarihindeki AB zirvesinden bu merkezlerin mevcut beklentilerinin aksine, Ankara’ya karşı sert yaptırım kararının çıkamayacağı öngörülebilir.

Fransa’nın kısaca özetlenen dış politika sapmalarına rağmen, Türkiye ve Fransa arasındaki ilişkilerin stratejik önem sahip olduğu da son olarak ifade edilmeli. 2019 yılı itibarıyla Paris ve Ankara arasındaki ticaret hacmi 14,6 milyar dolar olup, Türkiye’nin Fransa’ya ihracatı 8,7 milyar dolar, bu ülkeden ithalatı ise 5,9 milyar dolar gibi önemli bir hacme sahip. Stratejik olarak, NATO’nun iki önemli müttefiki arasındaki suni gerginliğin, orta vadede düzeleceği ve normal çizgisine döneceği varsayılıyor. Mevcut ekonomik ilişkilerdeki değerler dikkate alındığında, sanayi, ticaret, savunma, havacılık ve uzay sektörlerinde yeni ortaklıkların güçlenerek devam etmesi, pandemi sonrası dünyada sürpriz olmayacaktır. Zira, Türk-Fransız ilişkileri tarihsel bir ortak paydaya sahip olup, son tahlilde, tecrübesiz devlet adamı profili çizen, kendi ülkesindeki siyasal zemini de gittikçe aşınan Macron’a bırakılamayacak kadar önemli.


Üçüncü tarafların müdahalesi Doğu Akdeniz'de krizi derinleştiriyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ



Doğu Akdeniz'deki gerginliğin öncekilerden en önemli farkı, daha önce genellikle gerilimin düşürülmesi rolünü üstlenen üçüncü tarafların Yunanistan lehine harekete geçmeleri ve konuyu Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanma istekleridir.




Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, Yunanistan’ı esasen sadece küçük bir boyutuyla ilgilendiriyor. Ne var ki Atina yönetiminin konuyu Türkiye ile müzakere etmek yerine maksimalist bir anlayışla uluslararasılaştırma çabası ve konuyla normalde ilişkisi olmayan üçüncü tarafların konuya dâhil olma girişimleri nedeniyle süreç her geçen gün farklı bir dinamiğe bürünüyor.

Görünürde Doğu Akdeniz’deki sorun, Yunanistan ile Türkiye arasında kıta sahanlığının sınırlandırılmasına yönelik bir uzlaşmazlık. Ancak gerçekte mesele ne Türkiye ile Yunanistan arasındaki uzlaşmazlıkla ne bölgedeki potansiyel hidrokarbon rezervleriyle ne de Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesiyle sınırlı. Sorun, bunların hepsini kapsayacak şekilde bölgesel ve küresel sistemdeki dönüşüm ve bu dönüşümle beraber ortaya çıkmakta olan fayda ve maliyetlerle ilişkili. Doğu Akdeniz’e kıyısı bile olmayan devletlerin Atina yönetimi lehine keskin bir tavır almaları de bundan kaynaklanıyor. Bu noktada, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler Yunanistan ve GKRY üzerinden Türkiye’nin etkisini sınırlandırma ve Türkiye’yi kuşatma çabalarının önemli bir aracı haline gelmeye başladı.

Konunun görünen boyutu

Yunanistan Doğu Akdeniz’de Türkiye ile sınır oluşturacak resmi bir kıta sahanlığı ilanında bulunmamakla beraber, Doğu Akdeniz’in önemli bir kısmını Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile paylaşmak istemekte. İkilinin tahayyülünde Türkiye’ye “bahşedilen” Antalya Körfezi’yle sınırlı oldukça dar bir kıta sahanlığı alanı bulunuyor.

Türkiye ise Yunanistan ile GKRY’nin Doğu Akdeniz’deki oldubittilerini kabul etmediğini göstermek için bir yandan kendi kıta sahanlığını ilan edip Birleşmiş Milletler’e (BM) tescil ederken diğer yandan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Türkiye tarafından TPAO’ya verilen ruhsatlarla (Yunanistan ve GKRY’nin iddia ettiği ancak Türkiye ve KKTC’nin ilan ettiği) kıta sahanlığı alanlarında sismik araştırmalarda bulunmakta.

Süreç nispeten durağan bir görünüm arz ederken Türkiye ile Libya arasında 29 Kasım 2019’da imzalanan deniz alanlarına ilişkin mutabakat muhtırası bir dönüm noktası oldu. Zira söz konusu muhtıra Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki iddialarını tamamen ortadan kaldırır nitelikte. Bu husus, Türkiye’nin Libya özelinde ve bölge genelinde artan etkisiyle beraber düşünüldüğünde, sadece Yunanistan’ı değil, bölgede nüfuzları azalan diğer aktörleri de harekete geçirdi ve böylece gerilim tırmanmaya başladı.

Gerilimin tırmanmasını önlemek için AB dönem başkanı sıfatıyla Almanya arabulucu/uzlaştırıcı olarak devreye girdi, Türkiye sismik faaliyetlerini geçici süreliğine duraklattı, ancak Yunanistan, konjonktürden aldığı cesaretle, 6 Ağustos 2020’de Mısır’la deniz sınırı anlaşması imzalayarak süreci akamete uğrattı. Bunun üzerine Türkiye, Doğu Akdeniz’de kendi kıta sahanlığındaki sismik faaliyetlerine donanma himayesindeki Oruç Reis gemisiyle kaldığı yerden yeniden başladı.

Suriye ve Libya’da güç projeksiyonlarının akamete uğramasında Türkiye’nin etkisi olduğunu düşünen Macron, Yunanistan ve Doğu Akdeniz’i Türkiye’den rövanş almanın bir aracı olarak kullanmak ve bu vesileyle bölgede yeni bir güç projeksiyonu içine girmek istemektedir.

Madalyonun arka yüzü: Üçüncü taraflar

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi kaynaklı çok sayıda uzlaşmazlık var ve iki ülke geçmişte bu sorunlar nedeniyle ciddi krizler yaşadılar. Günümüzdeki gerginliğin öncekilerden en önemli farkı, daha önce genellikle gerilimin düşürülmesi rolünü üstlenen üçüncü tarafların Yunanistan lehine harekete geçmeleri ve konuyu Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanma istekleri.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki ve bölge genelindeki hak ve menfaatlerini sınırlandırmaya yönelik kampanyada Yunanistan’ın yanında Fransa, BAE ve Mısır gibi devletler yer alıyor. Şüphesiz her bir devletin farklı çıkar hesapları bulunuyor, ancak çıkarlarının örtüştüğü noktayı, Türkiye’nin etkisinin sınırlandırılması oluşturuyor.

Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron Doğu Akdeniz’deki gelişmelerde son dönemde agresif söylemleri ve politikalarıyla ön plana çıkmakta. Macron’un Türkiye karşıtı hırçın tavrı, aslında sadece Yunanistan ve Doğu Akdeniz’le ilişkili değil. Nitekim Suriye ve Libya’da güç projeksiyonlarının akamete uğramasında Türkiye’nin etkisi olduğunu düşünen Macron, Yunanistan ve Doğu Akdeniz’i Türkiye’den rövanş almanın bir aracı olarak kullanmak ve bu vesileyle bölgede yeni bir güç projeksiyonu içine girmek istiyor. Bunu gerçekleştirmek için Yunanistan ve GKRY ile derinleştirdiği ilişkilerin yanı sıra NATO ve Avrupa Birliği (AB) platformlarını da kullanmak istiyor.

Bununla beraber, son dönem gelişmeleri dikkate alındığında Macron’un NATO üzerinden Türkiye’yi yalnızlaştırma girişimi başarısızlığa uğradı. Yunanistan ve GKRY ile birlikte konuyu AB-Türkiye sorunu haline dönüştürme girişimi ise -en azından şimdilik- başarıya ulaşamamış durumda. Macron, Akdeniz’e kıyısı olan AB ülkeleriyle gerçekleştirdiği toplantıda oluşturmak istediği Türkiye karşıtı sert duruşu da elde edemedi. Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtı söylemleri, Türkiye’yi caydırmaktan ziyade, sadece Türkiye’nin kararlılığını artırdı. Son süreçte Türkiye karşıtlığı üzerinden Macron’un elde ettiği tek “başarı” Yunanistan ile GKRY üzerinde artan nüfuzu ve yaptığı silah satışları oldu.

AB açısından bakıldığında, kısa vadede istediği amaçları gerçekleştiremese de Macron’un Türkiye’yi sınırlandırma politikasında AB kartını kullanmaya devam etmesi bekleniyor. Nitekim 24-25 Eylül’de düzenlenecek AB Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi toplantısında Türkiye’ye yönelik olası yaptırımların Fransa tarafından gündeme getirilmesi ihtimali söz konusu. Üzerinde uzlaşılmış bir kıta sahanlığı alanı bulunmamasına rağmen “Türkiye’nin bir AB üyesinin egemenliğini zedelediği” argümanı üzerinden konuyu AB’nin birincil gündemi yapmaya çalışan Macron, henüz pratikte sonuç ortaya çıkaracak bir adım atabilmiş değil. Ancak Macron AB siyasetinde istediği sonucu elde etse bile bu durumun Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasına ne denli etkide bulunacağı meçhul. Diğer bir deyişle, AB, Türkiye üzerinde 1990’lı yıllarda olduğu kadar etkili bir pozisyona sahip değil ve Türkiye’de Doğu Akdeniz’deki hakların korunmasına yönelik büyük bir siyasi kararlılık ve toplumsal mutabakat bulunuyor.

Öte yandan Macron’un AB’de baskın bir rol oynamak istemesinin ve son dönemde Doğu Akdeniz ve Libya’da giriştiği saldırgan faaliyetlerin, bazı AB ülkelerinde rahatsızlık oluşturduğu söylenebilir. Bu rahatsızlığın bir boyutu AB siyaseti ile doğrudan ilişkiliyken bir diğer boyutu NATO ile ilişkili. Nitekim Almanya, İspanya, İtalya, Macaristan, Malta, Bulgaristan gibi ülkeler, Macron’un Türkiye karşıtı agresif politikalarını bir AB politikası haline getirme çabasına çekinceyle yaklaşmaktalar. Ayrıca AB’nin 27 üyesinin 21’i aynı zamanda NATO üyesi. Fransa’nın Türkiye ile Yunanistan arasındaki meselede müzakereleri önceleyen tutum yerine gerginliği artıran bir tutum takınması, NATO ittifak sisteminde çatlaklara yol açabilir. Gerginliğin artması, söz konusu 21 üye haricindeki diğer NATO üyeleri tarafından da arzu edilmeyen bir gelişme olacaktır. Zira Türkiye ile Yunanistan arasında gerilimi azaltmaya yönelik teknik görüşmelerin NATO bağlamında yapıldığı dikkate alındığında, örgütün etkili fonksiyon göstermesi önem arz ediyor. Bununla beraber, AB’nin söylem düzeyinde de olsa gerginlikte Yunanistan ile dayanışma içinde olduğunu açıklaması, Paris ve Atina yönetimlerini cesaretlendiren önemli bir faktör.

Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesinin başında net bir tavır almayan ABD’nin son dönemde attığı bazı adımlarla hangi tarafa yakın olacağını yansıtmaya başladığı görülüyor. Nitekim Yunanistan’la askeri ilişkilerini geliştirmeye başlayan ABD, 1 Eylül’de GKRY’ye 1987’den beri uyguladığı silah ambargosunu -kısıtlı da olsa- kaldırma kararı aldı ve ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo adada sadece GKRY’ye yaptığı ziyarette bölgedeki gerilime ilişkin “kaygılarını” belirtti. Aynı ziyarette sorunun diyalogla ve diplomatik yollarla çözülmesi gerektiğini vurguladı. Önceki Türkiye-Yunanistan uyuşmazlıklarında ABD’nin gerilimi düşürücü rolü dikkate alındığında, şüphesiz atılan son adımlar, ABD’nin de eski pozisyonundan farklı bir tutum içine girmeye başladığını gösteriyor. Bu durumun sebepleri düşünüldüğünde, üç faktörün ön planda olduğu söylenebilir: ABD’de Kasım ayında düzenlenecek seçimler ve bu seçimlerde Yunan lobisinin önceki dönemlerden daha etkili bir rol oynamaya başlaması, ABD’de Türkiye’nin Barış Pınarı operasyonuyla birlikte artan Türkiye karşıtı havanın etkisi ve bölgesel güç mücadelesinde Türkiye’nin etkisini sınırlandırmak isteyen diğer aktörlerin ABD nezdindeki lobi faaliyetleri. Seçim sonucunda bir yönetim değişikliği olması halinde ABD’nin Yunanistan ve GKRY’yi destekleyici tutumunu daha belirgin hale getirmesi bekleniyor. Öte yandan Fransa’nın agresif tutumu ile AB ve diğer aktörlerin etkisiz pozisyonu düşünüldüğünde, krizin tırmanması veya askeri bir çatışmaya evrilmesi halinde ABD’nin gerginliği düşürücü bir rol oynaması da her zaman ihtimal dahilinde.

Müzakerelerden verimli sonuç alınabilmesi içinse Fransa’nın süreçten izole edilmesi veya agresif politikalarını sonlandırarak AB veya NATO bağlamında uzlaştırıcı ve yapıcı bir rol oynaması gerekmektedir.

Sorunun çözülme ihtimali

Doğu Akdeniz ve ötesini ilgilendiren sorun, sadece görünürdeki Türkiye-Yunanistan anlaşmazlığına indirgendiğinde bile sorunun kısa vadede çözülme ihtimali epey düşük duruyor. Zira Doğu Akdeniz’deki egemenlik alanları paylaşımı, Yunanistan’la yaşanan Ege’deki sorunlarla doğrudan ilişkili. Burada varılacak bir uzlaşma, Ege Denizi’ndeki sorunların en azından bir kısmı için emsal teşkil edecektir. Ayrıca on yıllardır çözülmeden ötelenen Ege Denizi’ndeki sorunlardan farklı olarak, bölgedeki potansiyel enerji rezervleri ve üçüncü tarafların soruna agresif bir tavırla dahil olması sorunun çözülme ihtimalini azaltıyor.

Hiçbir taraf aslında gerginliğin artmasını ve sıcak bir çatışmaya dönüşmesini arzu etmiyor. Ancak sorunun esaslı bir şekilde müzakere edilmesi önünde de ciddi engeller var. Türkiye açısından ele alındığında, konunun ön koşulsuz bir şekilde müzakere edilmesi savunulmakta. Oldubittilere meydan vermemek için de sahada sismik araştırma yapmak suretiyle tezlerinde kararlı olduğu vurgulanmakta. Bu noktada Türkiye’nin en önemli avantajı, müzakereye açık olması, hakkaniyetli bir paylaşımı savunması ve tezlerini destekleyecek güçlü bir siyasi, teknik ve askeri kapasiteye sahip olması.

Yunanistan ise Türkiye’nin ilan ettiği kıta sahanlığına karşı çıkmakta ancak konuyu müzakereye yanaşmak yerine sorunu uluslararasılaştırarak oluşturacağı siyasi baskıyla Türkiye’nin geri adım atmasını beklemekte. Diğer bir ifadeyle, Yunanistan konuyu muhatabıyla çözmeye çalışmak yerine üçüncü tarafların politikalarının arkasına sığınmayı tercih ediyor. Bu durum ise sorunun müzakereler yoluyla çözülmesi önündeki en önemli engel. Öte yandan üçüncü taraflar arasında en hırçın tavrı sergileyen Fransa’nın sorunun müzakereler yoluyla çözülmesini ne kadar istediği de tartışılmalıdır. Zira Macron yönetimi daha önce Suriye ve Libya’da nüfuz erozyonuna uğrasa da Doğu Akdeniz’deki gerilim sayesinde Yunanistan ve GKRY üzerinde etki sahibi olmaya başlamış durumda. Bu durum, Fransa’nın Beyrut’taki liman patlaması sonrasındaki Lübnan politikasından bağımsız okunamaz. Nitekim son gelişmeler Macron için yeni bir güç projeksiyonu oluşturma imkânı ortaya çıkardı.

Soruna müdahil olan aktörlerin tamamının Fransa gibi sürece olumsuz etkide bulunduğunu söylemek zor. Ancak bu aktörler ya isteksiz ya etkisiz durumda ya da sorunun çözümüne karşı duyarsız bir tavırdalar. Üçüncü tarafların soruna yapıcı bir şekilde dahil olması, sorunu çözemese bile iki ülkeye sağlıklı bir iletişim imkânı sağlayabilir. Nitekim müzakereden kaçan taraf olarak gözükmemek için gecikmeli de olsa Yunanistan’ın iletişim kanalını açması üzerine NATO çerçevesinde gerilimi düşürmeye yönelik teknik görüşmeler başlayabildi.

Sonuç olarak, sorunun kısa vadede çözülmesi zor görünse de sağlıklı iletişimin olmadığı ve müzakerelerin yapılmadığı bir ortamda gerginliğin tırmanması her zaman ihtimal dâhilinde. Müzakerelerden verimli sonuç alınabilmesi içinse Fransa’nın süreçten izole edilmesi veya agresif politikalarını sonlandırarak AB veya NATO bağlamında uzlaştırıcı ve yapıcı bir rol oynaması gerekiyor. Doğu Akdeniz’deki sorunda henüz ön plana çıkmayan GKRY konusunda Kıbrıs sorununda kapsamlı bir çözüm çerçevesi oluşturulması ve sorun çözümlenmeden Kıbrıs adası çevresindeki hidrokarbon arama ve çıkarma faaliyetlerinin dondurulması gerekir. Aksi takdirde günümüzde Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan gerginliğin bir benzerinin KKTC ile GKRY arasında da yaşanması kaçınılmaz duruyor. Böylesi bir istikrarsızlık ise üçüncü tarafların sorunlara daha fazla müdahil olmasını beraberinde getirecek ve sorunların çözüm ihtimali gittikçe zayıflayacaktır.


13 Eylül 2020 Pazar

Filistin'e sırt çeviren Arap Birliği varlık sebebini geçersiz kılıyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Arap Birliği, İİT ve KİK gibi kuruluşların şekillenmesinde belirleyici rolü olan Filistin meselesi, bazı statükocu Arap devletlerinin İsrail ile ittifak yolunu seçmesiyle fonksiyonunu tamamen kaybetti.

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)-İsrail arasında Ağustos ayında imzalanan normalleşme anlaşması ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Arap dünyasında siyasi/ekonomik/askeri birlik düşüncesinin anlamını yitirdiğini ortaya koyarak Orta Doğu siyasi tarihinde önemli bir kırılmayı gün yüzüne çıkardı. Çünkü bu anlaşmayla Orta Doğu siyasi tarihinde Araplar arasındaki birlik fikrinin en önemli motivasyonu olan Filistin meselesi, bazı statükocu Arap devletleri nezdinde, bu fonksiyonunu tamamen kaybetti. Aslında statükocu Arap devletlerinin son dönemde İsrail’le perde gerisinden yürüttüğü normalleşme süreçleri, Filistin meselesinin Arap siyasi elitleri nezdinde azalan önemini göstermekteydi. Fakat BAE-İsrail normalleşme anlaşmasıyla bu malumun ilamı gerçekleşmiş oldu.


Filistin meselesinin Arap ülkeleri nezdindeki yeni konumunu en iyi ifade eden olay geçtiğimiz hafta Filistin yönetiminin normalleşme anlaşmasını reddetme gündemiyle Arap Birliği’ni toplantıya çağırmasıyla ortaya çıktı. Bahreyn’in bu toplantı girişimini engellemesi ve Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt’ın, “Arap ülkeleri arasındaki bölünmelerden kaçınmak için Filistin’in toplantı talebinin ertelenmesini” istemesi, kurulduğu günden bugüne Filistin meselesinde kayıtsız şartsız Filistinlilere destek veren birliğin bu politikasının geçerliliğinin ortadan kalktığını gösterdi. Filistin yönetiminin çağrısıyla hafta başında gecikmeli olarak toplanan Arap Birliği’nin, normalleşme anlaşmasının kınanması önerisini reddederek önümüzdeki dönemde İsrail’le normalleşme eğiliminde olan üye ülkeleri cesaretlendirmesi de Filistin meselesinde birliğin politika değişikliğinin başka bir işareti. Yine Arap dünyasının önemli bir örgütü olan Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) Genel Sekreteri Nayif el-Hacraf’ın Pazartesi günü düzenlediği basın toplantısında Filistin yönetiminin, normalleşme anlaşmasına yönelik tepkilerini provokatif olarak nitelemesi ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı bu açıklamalardan dolayı özür dilemeye çağırması da Filistin meselesi ve Arap dünyasındaki birlik hususunda yukarıda işaret edilen kanaati besliyor.
Bbölgesel meseleler karşısında Arap Birliği içerisinde yaşanan çatlaklara yakından baktığımızda da siyasi elitler arasında Arap dünyasındaki birlik fikrinin ne kadar zayıfladığını görebiliriz. 2017 yılında Katar’a yönelik başlatılan ambargo, İsrail’in bir Arap Birliği üyesi olan Suriye’ye ait olan Golan tepelerini ilhak etmesi ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilan edilmesi konusunda Arap Birliği ve birliğe üye ülkeler ortak ve güçlü bir tavır ortaya koyamadı. Hatta Kudüs’ün statüsünün görüşüleceği İİT’nin 2017 yılındaki İstanbul zirvesine Suudiler alt düzeyde bir katılım göstererek bu konuda hayret uyandıracak bir duyarsızlık sergilediler. Yine bazı Arap ülkelerinin kendisi de bir Arap Birliği üyesi olan Katar’a karşı uyguladıkları ambargo ve yaptırımların bir benzerini işgalci İsrail’e uygulamaktan imtina etmesi Araplar arasındaki birliğin ne kadar imkânsız olduğunun bir göstergesi oldu. 

Arap dünyasında birlik fikrinin en önemli motivasyonu: Filistin Meselesi

Çoğu II. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığına kavuşan Arap devletleri için en önemli tehdit, Batılı sömürge yönetimleri desteğinde Filistin’de bir Yahudi devleti oluşturma fikri oldu. Kurulduğu 1948’den günümüze Siyonist İsrail’in işgalci ve saldırgan politikaları Arap siyasi elitleri nezdinde bu tehdit algısını sürekli canlı tuttu. İsrail’in bölgede takip ettiği bu politika sadece Arap devlet adamlarını endişelendirmedi, Arap kamuoyunda da ciddi bir öfkeye neden oldu. 1948 ve 1967 savaşları sonucu toprakları işgal edilen ve ülkelerinden sürülerek Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır gibi ülkelere iltica eden yüzbinlerce Filistinli, Arap kamuoyunun bu bilincini takviye etti.
İsrail’in işgalci ve saldırgan tutumunun, Arap birliği rüyasının, yakın geçmişte Arapların içine düştüğü durum karşısında hayal kırıklığına uğrayan milyonlarca kişi tarafından paylaşılan bir olgu haline gelmesinde önemli bir katkısı olmuştur. Böylece hem siyasi elitlerin hem de Arap kamuoyunun İsrail karşıtı duyguları Filistin meselesini, Araplar arasında birlik fikrinin en önemli motivasyonu haline getirdi. 1945 yılında kurulan Arap Birliği, 1969 yılında kurulan İslam Konferansı Örgütü (yeni ismiyle İslam İşbiriği Teşkilatı-İİT) gibi Arap ve İslam dünyasının çatı örgütleri Filistin meselesini merkeze alan bu siyasi ve toplumsal vizyonun birer ürünüydü. Örneğin İİT, Müslümanların üçüncü mukaddes mabedi olan ve İsrail işgali altındaki Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’nın, 21 Ağustos 1969 tarihinde Avustralyalı radikal bir Yahudi tarafından kundaklanması sonrasında İslam dünyasında uyanan tepkiler üzerine, 1969 tarihlerinde Rabat’ta ilk kez düzenlenen İslam Zirve Konferansı’nda alınan bir kararla kurulmuştu. Aslen bölgesel ekonomik, siyasal ve kültürel işbirliği için 1945 yılında kurulan ve merkezi Kahire olan Arap Birliği örgütü ise, kısa zamanda üye Arap devletlerinin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına yönelik hoşnutsuzluklarını ifade ettikleri bir foruma dönüşmüştü. Bu tarihten sonra da Filistin meselesi birliğin en önemli varlık gayesi, Arap Birliği ve birliğe üye devletler de Filistin meselesinin bölgesel ve küresel düzlemde en önemli savunucusu haline geldi.
Birlik fikrinin bölge genelindeki siyasi elitler ve Arap halkları nezdindeki popülaritesi Arap Birliği ve İİT’nin dışında çok sayıda birleşme projesini de açığa çıkardı. Bunlardan en önemli ikisi eski Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın “pan-Arabizm” (sosyalist Arap milliyetçiliği) fikriyle eski Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın İslami dayanışmayı merkeze alan “İslami blok” projesidir. Her iki isim de Arap ve İslam davalarının temelini teşkil eden Filistin meselesine kalıcı bir çözüm bularak ülkesini Arap ve İslam dünyasını kendi liderliği etrafında birleştirmeye çalışmıştır.
1950’li yıllardan 1970’li yıllara kadar pan-Arabizm ideolojisinin liderliğini yapan Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın temel motivasyonu Araplar arasında askeri kapasite açısından İsrail’i dengeleyecek bir birlik oluşturmak oldu. Nasır’ın anti-emperyalist söylemi önemli oranda Filistin’i işgalcilerin elinden kurtarma vaadi içeriyordu. Filistin’in işgalden kurtulmasının tek yolunun İsrail’in savaş alanında yenilmesiyle olacağı ve İsrail’e karşı askeri bir zaferin ancak Arapların birleşmesiyle mümkün olacağı gerçeği pan-Arabizm’i bölge halkları arasında da cazip bir ideoloji haline getirdi. Nasır’ın pan-Arabizm fikri Suriye ve Mısır arasında 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin (BAC) kurulmasıyla önemli bir başarı şansı yakaladı, fakat BAC’ın 1961 yılında Suriye’de yaşanan askeri darbeyle son bulması bu girişimi akamete uğrattı.
1964 yılında Suud tahtına çıkan Faysal bin Abdülaziz’in dış politikada yaptığı en önemli değişiklik pan-İslamizmin resmi devlet politikası haline dönüşmesi oldu. Nasır’ın sosyalist Arap milliyetçiliği yerine tüm Müslümanların birliğine dayanan İslam Ümmeti söylemi Faysal’ın dış politikasının anahtar kavramı oldu. Kral Faysal, tahta oturmasını takip eden yılda, dokuz Müslüman ülkeyi ziyaret ederek Nasır’ın sosyalist pan-Arabizm fikrine karşı Müslüman ülkeler arasında teşekkül edecek İslami bir blok oluşturma fikrine taraftar bulmaya çalıştı. Faysal’ın temel iddiası Suudilerin, yönetiminde baskın olduğu “muhafazakâr İslami blok” hem bölgesel meselelerde (Filistin meselesi) hem de küresel meselelerde Suudilerin elini güçlendirecek etkili bir araç olacaktı.
Filistin meselesinin Arap ülkeleri nezdindeki yeni konumunu en iyi ifade eden olay geçtiğimiz hafta Filistin yönetiminin normalleşme anlaşmasını reddetme gündemiyle Arap Birliği’ni toplantıya çağırmasıyla ortaya çıktı. Bahreyn’in bu toplantı girişimini engellemesi ve Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt’ın, “Arap ülkeleri arasındaki bölünmelerden kaçınmak için Filistin’in toplantı talebinin ertelenmesini” istemesi, kurulduğu günden bugüne Filistin meselesinde kayıtsız şartsız Filistinlilere destek veren birliğin bu politikasının geçerliliğinin ortadan kalktığını gösterdi. Filistin yönetiminin çağrısıyla hafta başında gecikmeli olarak toplanan Arap Birliği’nin, normalleşme anlaşmasının kınanması önerisini reddederek önümüzdeki dönemde İsrail’le normalleşme eğiliminde olan üye ülkeleri cesaretlendirmesi de Filistin meselesinde birliğin politika değişikliğinin başka bir işareti. 

Birlik fikrinde yaşanan dönüşümün ilk işaretleri

2000 sonrası dönemde özellikle de Arap Baharı sürecinde Filistin meselesinin Arap dünyasındaki birliğin motivasyonu olma rolünü tartışmalı hale getiren çok sayıda gelişmeye şahit olduk. Bu yeni durumun en önemli sebebi Arap devletlerinin güvenlik algısında yaşanan radikal değişimdir. Bugün Arap devletleri açısından İsrail’in işgal ve genişleme politikası, 2000 öncesi dönemin aksine, hayati bir tehdit olmaktan çıkmış durumda. Günümüz Arap siyasi elitleri açısından en önemli hayati tehdit kaynağı; Arap halklarının insan hakları, özgürlük ve ekonomik refah talep eden değişim talepleridir. Yönetilenlerin otokratik rejimleri baskılayan bu taleplerinin en önemli sonucu bazı Arap devletlerinin İsrail politikasındaki değişimin en önemli motivasyonu haline geldi. Geçmişte Arap ve İslam toplumu için en hayati tehdit olarak algılanan İsrail, son dönemde içeriden yükselen politik değişim talepleri karşısında zor günler yaşayan bazı Arap rejimleri tarafından can simidi olarak algılanmaya başlandı. Bu dönemde Türkiye ve İran’ın takip ettiği politikanın, değişim talep eden kitlelere kötü örnek olarak (!) içeride rejim karşıtı eğilimleri cesaretlendirdiğine dair kanaat bazı Arap siyasi elitlerinde, Arap halklarının yanına, Türkiye ve İran’ın da durdurulması gereken düşman olarak kaydedilmesi ile sonuçlandı.
Arap siyasi elitlerinde yaşanan bu vizyon değişikliğini son dönemde oluşturulmaya çalışılan İslam Ordusu ve Arap NATO’su gibi organizasyonlar ve Arap Birliği içerisinde yaşanan çatlaklara bakarak anlayabiliriz.
İlk olarak Suudi Veliaht Prensi ve ülkenin de-facto yöneticisi olan, o zaman Savunma Bakanı olan Muhammed bin Selman tarafından 15 Aralık 2015 tarihinde kuruluşu ilan edilen “İslam Ordusu”nu ele alalım: Muhammed bin Selman Aralık ayında yaptığı basın toplantısında Suudi Arabistan liderliğinde kurulan İslam Ordusu ittifakının ideolojik, ekonomik ve askeri olmak üzere her yöntemi kullanarak terörle mücadele edeceğini açıkladı. Her ne kadar girişimin ismi İslam Ordusu olsa da ittifaka katılan ülkeler göz önüne alındığında (örneğin İran, İslam Ordusu’na alınmadı), ittifakın, pan-Sünni bir nitelik taşıdığı ve yükselen İran tehdidini dengelemek için oluşturulmaya çalışılan askeri bir cevap olduğu yönünde yorumlar yapıldı. Çünkü 2015 yılı İran destekli Husilerin Yemen’in stratejik mevkilerin kontrolünü ele geçirdiği ve Suudilerin Yemen’e yönelik askeri müdahaleye başladığı dönemdi.
İkinci olarak yine 2015 yılında oluşturulmaya çalışılan Arap NATO’su olarak da bilinen Birleşik Arap Gücü’ne bakalım: 2015 yılındaki Şarm eş-Şeyh zirvesinde, Arap Birliği sekreteri bölgede artan tehditlerin ancak Arap savunma sözleşmesi etkinleştirilerek engellenebileceğini söyleyip çok uluslu Birleşik Arap Gücü kurulması çağrısı yapınca bu konu zirveye katılan üye ülkeler tarafından müzakereye açıldı. Yapılan müzakereler sonucunda Arap ülkelerinin ulusal güvenliğine zarar verecek her türlü girişimin engellenmesi ve teröre karşı savaş için 40 bin askeri mevcutlu Birleşik Arap Ordusu kurulması konusunda üye ülkeler arasında bir anlaşmaya varıldı. Birleşik Arap Ordusu ile Arap devletlerinin, dışarıdan gelecek saldırılardan, içeriden rejimlere yönelen tehditlerden ve terör tehdidinden korunması hedeflendiği resmi olarak belirtildi. Birleşik Arap Ordusu girişiminde de, girişimin amaçlarından açıkça anlaşıldığı üzere, ana hedef içeride yükselen rejim karşıtı eğilimlerin baskılanmasıdır. Hevesli beyanlara ve birkaç savunma bakanları toplantısına rağmen Arap Birliği’ne üye devletlerin ortak bir savunma konseptine sahip olmamaları yüzünden Birleşik Arap Ordusu fikri ölü doğmuş bir girişim gibi görünüyor.
Birlik fikrinin bölge genelindeki siyasi elitler ve Arap halkları nezdindeki popülaritesi Arap Birliği ve İİT’nin dışında çok sayıda birleşme projesini de açığa çıkardı. Bunlardan en önemli ikisi eski Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın “pan-Arabizm” (sosyalist Arap milliyetçiliği) fikriyle eski Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın İslami dayanışmayı merkeze alan “İslami blok” projesidir. Her iki isim de Arap ve İslam davalarının temelini teşkil eden Filistin meselesine kalıcı bir çözüm bularak ülkesini Arap ve İslam dünyasını kendi liderliği etrafında birleştirmeye çalışmıştır.
Her iki girişimin ortak tehdit algısının da terör ve rejim muhalifi hareketlerle mücadele olarak belirtilmiş olması dikkat çekici. Geçmiş yıllarda Filistin meselesi ve İsrail’in saldırgan politikaları, Arap devlet başkanlarının zirve toplantılarının değişmez gündemiyken son dönemde düzenlenen zirve toplantılarında İsrail’in yerini rejim muhalifi hareketlerin aldığı gözleniyor. Burada bazı statükocu Arap rejimlerinin terör tanımının da son dönemde radikal bir şekilde değiştiğine vurgu yapmak gerekiyor. Örneğin BAE-Suudi Arabistan gibi ülkeler, hiçbir zaman silahlı mücadeleye başvurmayan daha çok eğitim ve davet çalışmaları yürüten Müslüman Kardeşler hareketini 2014 yılından beri terör örgütü olarak tanımlıyorlar.
Son olarak bölgesel meseleler karşısında Arap Birliği içerisinde yaşanan çatlaklara yakından baktığımızda da siyasi elitler arasında Arap dünyasındaki birlik fikrinin ne kadar zayıfladığını görebiliriz. 2017 yılında Katar’a yönelik başlatılan ambargo, İsrail’in bir Arap Birliği üyesi olan Suriye’ye ait olan Golan tepelerini ilhak etmesi ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilan edilmesi konusunda Arap Birliği ve birliğe üye ülkeler ortak ve güçlü bir tavır ortaya koyamadı. Hatta Kudüs’ün statüsünün görüşüleceği İİT’nin 2017 yılındaki İstanbul zirvesine Suudiler alt düzeyde bir katılım göstererek bu konuda hayret uyandıracak bir duyarsızlık sergilediler. Yine bazı Arap ülkelerinin kendisi de bir Arap Birliği üyesi olan Katar’a karşı uyguladıkları ambargo ve yaptırımların bir benzerini işgalci İsrail’e uygulamaktan imtina etmesi Araplar arasındaki birliğin ne kadar imkânsız olduğunun bir göstergesi oldu.

Güvenlik algısında yaşanan sahici olmayan değişim, birlik fikrini ortadan kaldırdı

2000 sonrası dönemde BAE, Suudi Arabistan ve Mısır gibi bazı Arap ülkelerinin güvenlik algılarında önemli bir değişime şahit olduk. Bu değişim sonucu bu ülkeler nezdinde, geçmiş yıllarda Arap ve İslam dünyası için en hayati tehdit olarak algılanan İsrail yakın bir müttefike dönüştü. Güvenlik algısında yaşanan bu radikal değişimin en önemli sonuçlarından biri Arap dünyasında yaklaşık yüz yıllık bir geçmişi olan birlik ideallerinin derin yara almasıdır. Yine bu süreçte Filistin meselesi Arap dünyasında siyasi/ekonomik/askeri birlik düşüncesinin en önemli motivasyonu olmaktan çıktı. Değişim talep eden Arap halkları ve onları, kötü örnek olarak (!) cesaretlendiren Türkiye, durdurulması gereken bir tehdit olarak algılanmaya başladı.
Yukarıda sayılan Arap devletlerinin ülke ve bölge gerçekleriyle örtüşmeyen, Arap toplumlarının hissiyatını yansıtmayan ve sahici temellere dayanmayan bu güvenlik algısı daha çok rejimlerin kendi içlerindeki güvenliğiyle yakından alakalı. Bütün bunlara ilaveten yukarıda sayılan her devletin kendine özgü güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya gelmesi, ortak bir güvenlik konseptini ve dolayısıyla Araplar arasındaki birlik idealini de baltalıyor ve anlamsızlaştırıyor.


Batı’nın 'Yükselen Türkiye' hazımsızlığı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Hiç bitmeyen bir maraton şeklinde ilerleyen Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik müzakereleri, Türkiye’ye özel ve daha önce hiçbir aday ülkeye uygulanmayan çifte standartlar yüzünden sekteye uğramış durumda.


Hiç bitmeyen bir maraton şeklinde ilerleyen Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) tam üyelik müzakereleri, Türkiye’ye özel ve daha önce hiçbir aday ülkeye uygulanmayan çifte standartlar yüzünden sekteye uğramış durumda. [1] Türkiye’nin üyeliğine karşı olan gruplar Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığını ve Avrupa kimliği, coğrafi ve kültürel sınırları için de bir tehdit olduğunu defalarca ifade etmiş bulunuyorlar.
Yine benzer bir şekilde 1968’den beri süren Kıbrıs müzakerelerinin çözümsüz kalmasının faturası da Avrupa tarafından Kıbrıs Türk tarafına ve Türkiye’ye çıkarıldı. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için başvurduğu 1987 yılından beri, Avrupa Konseyi raporları ve Türkiye hakkında yayınlanan tüm yıllık raporlarda Türkiye’nin üyelik süreci ve Kıbrıs’taki siyasi çözümsüzlük arasında organik bir bağ kuruldu ve Türkiye Ada’daki çözüm çabalarına destek vermesi için baskı altında bırakılmak istendi. [2] Üstelik Türkiye’nin resmi olarak tanımadığı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile ilişkilerini normalleştirmesi ve deniz ve hava limanlarını Rum tarafına açması istendi.
Öte yandan, uluslararası düzeyde tanınması engellenen Kıbrıslı Türkler, 1964’den beri “insanlık hakkı” olarak tanımlanan ve siyasi tanınmadan bağımsız olarak ele alınması gereken uluslararası ulaşım, serbest ticaret, sportif ve kültürel faaliyetlerden dahi daimi bir şekilde mahrum bırakıldılar. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından dört buçuk yılda hazırlanan 2004 Annan Planı referandumuna Kıbrıslı Türklerin yüzde 65 oranında kabul, Rum tarafının ise yüzde 76 oranında ret oyu kullanmasına rağmen ambargolar kaldırılmadı ve AB tarafından ambargoların kaldırılmasıyla ilgili verilen sözler de yerine getirilmedi.
AB, Türkiye’nin büyüyen siyasi, askeri ve ekonomik gücünün İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni-sömürgeci düzene tehdit oluşturduğunu görüyor ve bundan dolayı büyük bir hazımsızlık içinde. Bu nedenle Akdeniz’in Türkiye nüfuzuna girmesini önlemek amacıyla Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye’yi yalnızlaştırmak ve Antalya Körfezi’ne sınırlandırmak hedefleniyor. Fransa, Yunanistan, GKRY, Mısır ve BAE’nin görünürde, ABD ve İsrail’in ise arka planda olduğu ittifak, bölgede Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini dışlayan bir enerji ve güvenlik düzeni kurmaya çalışmakta. Ayrıca Türkiye’nin açık denizlere ve çevre bölgelere erişimi sınırlandırılarak bölge jeopolitiğinde etkisiz bir aktör haline getirilmesi planlanmakta. Burada hedeflenen, Türkiye’nin son zamanlarda keşfedilen hidrokarbon yatakları ile jeo‐stratejik önemi daha da artan Kıbrıs’ta ve deniz yetki alanlarında taviz vermesini sağlamak ve Türkiye’yi tekrar ABD önderliğindeki Batı ittifakının yörüngesine yerleştirmektir. 

AB Doğu Akdeniz’de Rum-Yunan kartını oynuyor

Batı'nın Türkiye hazımsızlığının son perdesi ise Doğu Akdeniz’de sergilediği taraflı tutumdur. GKRY’nin katılımıyla artık tarafsızlığını tamamıyla yitirmiş olan AB, bir yandan Yunanistan ve GKRY’nin kendisinin Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve deniz yetki alanları politikalarını manipüle etmesine sessiz kalırken diğer yandan Fransa’nın başını çektiği Türkiye karşıtı cephenin saldırgan tutumuyla çirkin yüzünü tekrar göstermeye başladı. Bu tutumun görünen sebepleri arasında Avrupa’nın enerji açığı ve bağımlılığını azaltma ihtiyacı ve mülteciler konusunda gümrük görevi yapan Yunanistan’ı desteklemek gibi faktörler görünse de aslında arka planda daha derin stratejik planlar yatıyor.
Peki, Batı’nın Türkiye’ye karşı stratejik planları nedir ve neler amaçlanmaktadır? Bu noktada öncelikle Avrupa tarihinin karanlık yüzü olan sömürü tarihine kısaca değinmek gerekiyor. Her ne kadar Batılılar bugün ulaştıkları refah seviyesini “bilim, sistem ve teknolojinin zaferi” olarak lanse etse de artık pek çok kaynak bu zenginliğin temelinde başta kölelik olmak üzere kolonilerden her türlü kaynağın sömürülmesi olduğunu kabul etmeye başladılar. Avrupalılar, dünyaya hâkimiyet kurmaya başladıkları 16. yüzyıldan itibaren bu güçlerini yerel halkların tüm zenginliklerini merkezlerine taşımak için kullandılar. İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde başlayan de-kolonizasyon (sömürgelerin bağımsızlaşması) hareketleri sonrası Batılı devletler strateji değiştirerek diğer ülkeleri işgal etmek yerine o ülkelere görünürde bağımsızlık vererek ekonomi ve kaynaklarını yönetme yolunu seçtiler. Böylelikle yerel halkların temel ihtiyaçlarını karşılama ve askeri gider gibi masraflardan kurtuldular. Günümüzde Afrika’nın önemli bir bölümünü kendi merkez bankası, ulaşım, iletişim, petrol, elektrik şirketleri ve bankalarıyla sömürmeye devam eden Fransa’nın, Türkiye’nin “Afrika Açılımı” ve Libya’da artan siyasi ve ekonomik gücünden neden bu kadar rahatsız olduğunu ve neden Libya’da meşru hükümeti destekleyen Türkiye aleyhine darbeci savaş lordu Halife Hafter’e siyasi ve askeri destek verdiğini açıklıyor.
İkinci olarak, gelişmiş Batılı ülkelerin en kârlı ticaret aracının silah satışı olduğunu hatırlamakta fayda var. Silah epey pahalı bir üründür. Bu nedenle alıcı ülkelerin ekonomisini ve diğer sektörlere yatırımını ciddi anlamda engellerken, satıcı ülkelere müthiş bir katma değer sağlar. Ayrıca silah alımının modernizasyon gereksinimi nedeniyle uzun vadeli bir bağımlılık oluşturduğunun ve alıcı ülkelerin satıcı ülkelere siyasi ve ekonomik anlamda da bağımlılığına yol açtığının altı çizilmeli. Bu noktada Türkiye’nin son yıllarda artan silah gücü ve sanayisinin Türkiye’yi silah satan ülkeler arasına sokmasının bu pastadan muazzam para elde eden başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Rusya ve Fransa gibi ülkeleri neden rahatsız ettiğini anlamak kuşkusuz güç olmayacaktır. Bunlara ilaveten, Fransa’nın Doğu Akdeniz’deki Rum-Yunan maksimalist taleplerini savunmasının bir başka önemli nedeni de Fransız TOTAL şirketinin Rum kesimi ile yapmış olduğu petrol antlaşmalarının yanı sıra, son yıllarda ihraç etmekte zorlandığı savaş uçaklarını ve diğer askeri malzemeleri bu ülkelere satacak olmasıdır. Aynı durum bu ülkelerle birlikte “çöl ittifakını” oluşturan Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) için de söylenebilir.
Üçüncü olarak, Mavi Akım, Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP), Türk Akımı, Rusya-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı, İran-Türkiye Doğu Anadolu Doğalgaz Ana İletim Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı ve Türkiye-Yunanistan Doğalgaz Boru Hattı ile bölgenin enerji merkezi haline gelen Türkiye’nin önemini az da olsa azaltmak ve geçen ay içerisinde Karadeniz’de keşfedilen 320 milyar metreküplük Türkiye tarihindeki en büyük doğalgaz keşfinin Doğu Akdeniz’deki buluşlarla devam etmesini engellemek için, AB Doğu Akdeniz’de Rum-Yunan kartını oynuyor. Enerji bağımlılığı azalacak, hatta uzun vadede bitecek olan bir Türkiye, dış politika hedeflerine ulaşmada çok daha güçlü ve güvenli hareket edecektir.
Öte yandan, uluslararası düzeyde tanınması engellenen Kıbrıslı Türkler, 1964’den beri “insanlık hakkı” olarak tanımlanan ve siyasi tanınmadan bağımsız olarak ele alınması gereken uluslararası ulaşım, serbest ticaret, sportif ve kültürel faaliyetlerden dahi daimi bir şekilde mahrum bırakıldılar. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından dört buçuk yılda hazırlanan 2004 Annan Planı referandumuna Kıbrıslı Türklerin yüzde 65 oranında kabul, Rum tarafının ise yüzde 76 oranında ret oyu kullanmasına rağmen ambargolar kaldırılmadı ve AB tarafından ambargoların kaldırılmasıyla ilgili verilen sözler de yerine getirilmedi.

Amaç Türkiye'yi dışlayan enerji ve güvenlik düzeni

Son olarak çöl ve AB ittifakının arkasında ABD’nin olduğu gerçeğini unutmamamız gerekiyor. Son zamanlarda bağımsız ve kendi öncelikleri doğrultusunda izlediği politikalar nedeniyle ABD’den belirli konularda ayrışan Türkiye, ABD yönetimi tarafından çevrelenmek istenmekte. Bunun temel nedenleri arasında Türkiye’nin İsrail ile bozulan ilişkileri ve Filistin halkına verdiği destek, Rusya’dan alınan S-400 füze savunma sistemi, başta Mısır diktatörü Sisi olmak üzere Türkiye’nin ABD destekli otokratik rejimlere karşı aldığı tavır ve Türkiye’nin komşusu İran’a ambargo uygulamaması gösterilebilir. Bu noktada ABD’nin Türkiye’nin bir NATO müttefiki olarak sınıfta kaldığını; Suriye’de DEAŞ ile mücadele kisvesi altında Türkiye’nin ulusal güvenliğine karşı en büyük tehdidi oluşturan terör örgütü PYD/YPG’ye Fransa ile birlikte en büyük desteği verdiğini ve FETÖ terör örgütüne yardım ve yataklık yapmaya devam ettiğinin altı çizilmelidir.
Özetlemek gerekirse, sözde tam üyelik aldatmacasının artık işe yaramadığı Türkiye üzerindeki siyasi nüfuzunu kaybeden ve başta Kıbrıs olmak üzere taviz koparamayan AB, Türkiye’nin büyüyen siyasi, askeri ve ekonomik gücünün İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni-sömürgeci düzene tehdit oluşturduğunu görüyor ve bundan dolayı büyük bir hazımsızlık içinde. Bu nedenle Akdeniz’in Türkiye nüfuzuna girmesini önlemek amacıyla Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye’yi yalnızlaştırmak ve Antalya Körfezi’ne sınırlandırmak hedefleniyor. Fransa, Yunanistan, GKRY, Mısır ve BAE’nin görünürde, ABD ve İsrail’in ise arka planda olduğu ittifak, bölgede Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini dışlayan bir enerji ve güvenlik düzeni kurmaya çalışmakta. Ayrıca Türkiye’nin açık denizlere ve çevre bölgelere erişimi sınırlandırılarak bölge jeopolitiğinde etkisiz bir aktör haline getirilmesi planlanmakta. Burada hedeflenen, Türkiye’nin son zamanlarda keşfedilen hidrokarbon yatakları ile jeo‐stratejik önemi daha da artan Kıbrıs’ta ve deniz yetki alanlarında taviz vermesini sağlamak ve Türkiye’yi tekrar ABD önderliğindeki Batı ittifakının yörüngesine yerleştirmektir. Bunun devamında Türk silah sanayi, donanması ve petrol arama faaliyetlerinin sınırlandırılmasına, akabinde de başta Libya ve Suriye olmak üzere Türkiye’nin sahip olduğu stratejik derinlik ve karar alma mekanizmalarındaki rolü kısıtlanmaya çalışılacaktır. Bu stratejik planlara karşı Mavi Vatan doktrini çerçevesinde yeniden şekillenen devlet politikasına muhalefet dâhil olmak üzere verilecek tam destek ve birlikte hareket etmek hiç kuşkusuz en güzel yanıt olacaktır.


google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html