BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

28 Şubat 2018 Çarşamba

Suriye hava sahasının kontrolü

Suriye hava sahasının kontrolü: Mayın tarlasında uçmak
Tamer Ashraf
Suriye’de savaşın ve savaş sonrasında kurulacak olan siyasi düzenin çok tartışılmayan unsurlarından biri de hava sahası kontrolü.Suriye hava sahası, önümüzdeki on yılların statükosunu oluşturacak şekilde yeniden biçimlendiriliyor.
Hemen yanı başımızda bir zaman makinesi olduğunu farzedelim ve bu zaman makinesi ile çok eskilere değil, sekiz sene öncesine, 2010 yılına seyahat ettiğimizi varsayalım. 2010 yılında, dünyanın herhangi bir düşünce kuruluşunda ya da istihbarat servisinde çalışan, portföyünde hava ve füze savunmasına ilişkin dosyalar olan bir analisti düşünelim. Normal koşullarda, bahse konu hayali karakterin, NATO’nun 2010 Lizbon Zirvesi sonrasındaki füze savunma duruşunu, 2008 yılında, Gürcistan müdahalesi sırasında Rus hava gücünün performansını ya da İran’ın orta menzilli balistik füze denemelerini değerlendirmesi beklenebilir.

Dünyanın en tehlikeli hava sahası

Ancak biz, söz konusu analistin, daha 2010 yılının başlarında, şöyle bir tahmin yaptığını hayal edelim: “Önümüzdeki iki yıldan başlayarak, Suriye hava savunma sistemleri uluslararası hava sahasında keşif görevindeki bir Türk savaş uçağını düşürecek, aynı yıl Baas rejimine bağlı kuvvetler Halep’e yönelik yoğun bir balistik füze kullanımına başlayacak; NATO, Ankara’nın talebi üzerine Türkiye’de üç şehirde füze savunma sistemleri konuşlandıracak; yine 2012 yılında, Suriye Arap Hava Kuvvetleri’ne ait bir Mig-23 muhaliflerce düşürülecek, bir yıl sonra Suriye Arap Hava Kuvvetleri ülke topraklarında sistematik bir kimyasal harp faaliyetine başlayacak; 2013 yılı içinde, rejimin bazı hava üsleri çeşitli devlet-dışı silahlı gruplarca kontrol altına alınmış ya da kuşatılmış olacak; Suriye’de rejim güçlerinin envanterinde bulunmadığı açık-kaynaklarca bilinen silahlar da dahil olmak üzere, personel tarafından kullanılan hava savunma sistemleri (MANPADS) kullanılarak birçok helikopter düşürülmüş olacak; 2014 yılına gelindiğinde İsrail’e ait bir Patriot hava ve füze savunma sistemi bir Suriye Su-24’ünü Golan Tepeleri üzerinde düşürecek; aynı yıl, Ürdün Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne ait bir F-16, Rakka üzerinde düşecek ya da düşürülecek, pilotu teröristlerce ele geçirilip trajik bir şekilde hayatını kaybedecek; bir yıl sonra, 2015’te, bu kez Rusya Federasyonu’na ait aynı tipte bir uçak NATO üyesi bir ülke olan Türkiye tarafından hava sahasını ihlal ederken düşürülecek; Ruslar, Suriye’ye S-400’ler konuşlandırmaya başlayacak; aynı yıl, Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetleri, ABD’ye ait bir MQ-1 Predator insansız hava aracını Lazkiye üzerinde düşürecek; 2016 yılında Ruslar, tek uçak gemileri olan Amiral Kuznetsov’u Doğu Akdeniz’e gönderecek; 2017 yılında ABD Donanma Havacılığına bağlı uçaklar bir Suriye Su-22’si düşürecekler, ayrıca ABD Donanması, Suriye’nin önemli hava üslerinden Şayrat’a yönelik Tomahawk seyir füzeleri ile bir taarruz düzenleyecek. Aynı yıl, İran kendi topraklarından Suriye’nin doğusundaki terörist hedeflere bir balistik füze taarruzu düzenleyecek. Dahası, 2018 yılında, bir hafta içinde, Türk Kara Havacılığı’na ait bir T-129 taarruz helikopteri, bir Rus Su-25’i, İsrail Hava Kuvvetleri’ne ait bir F-16I ve İran Devrim Muhafızlarına ait bir insansız hava aracı, Suriye’deki çatışma ortamında düşecek ya da düşürülecek.
Acaba, 2010 yılında, hemen birkaç yıllık bir dönemi tahmin eden bu hayali analist ve yazdığı rapor hakkında ne düşünürdünüz? Zira, sekiz yıl içinde, yukarıda örnek olarak verilen olaylardan çok daha fazlası gerçekleşti.

Hava sahası kontrolü haritayı da belirleyecek

Suriye’de savaşın ve savaş sonrasında kurulacak olan siyasi düzenin çok tartışılmayan unsurlarından biri de hava sahası kontrolü. Açıkçası, uluslararası toplum Suriye ‘topraklarında’ neler olduğu ile ilgilenirken, Suriye ‘semalarında’ önemli bir jeostratejik mücadele yaşanıyor. Konunun mahiyetini anlatmak için birkaç örnek verelim:
Aralık 2017’de, ABD Hava Kuvvetleri’nin en kıymetli platformlarından biri olan ve stealth yeteneği de bulunan bir F-22, Suriye hava sahasında, Rusya’ya ait, yakın hava desteği görevlerinde kullanılan iki Su-25 tipi savaş uçağına önleme yaptı. Bunun üzerine, gelişmiş Rus avcı uçağı olan bir Su-35, duruma müdahale etti ve tehlikeli bir gerilim yaşandı. Konuyu daha da ilginç kılan, Rusya Federasyonu ve ABD makamlarının, tıpkı milli hava sahalarına ilişkin bir anlaşmazlık yaşayan iki ülke gibi, -çatışmasızlık mutabakatı gereği- karşı tarafı, sorumluluğunda bulunan hava sahasını ihlal etmekle suçlayan farklı diplomatik retorikler kullanması idi.

Benzer şekilde, geçtiğimiz haftalarda ABD, Suriye’nin doğusunda bulunan Deyr ez-Zor’da Baas rejimine bağlı kuvvetleri bombaladı. İddialara göre, hayatını kaybedenler arasında Rus özel askeri şirketleri bünyesinde faaliyet gösteren çok sayıda personel de bulunmakta idi.
Son olarak, 2017 yılında, yine Deyr ez-Zor üzerinde, Baas rejimine ait bir Su-22, ABD desteğindeki -nüvesini YPG’nin oluşturduğu -Suriye Demokratik Güçleri’ne bağlı unsurları bombaladığı gerekçesiyle düşürüldü.
Yukarıda betimlenen tablo, basit bir anlaşmazlıklar dizisinden çok daha fazlasını ifade ediyor. Suriye hava sahası, önümüzdeki on yılların statükosunu oluşturacak şekilde yeniden biçimlendiriliyor. Tüm bu transformasyon esnasında, Rusya’nın Suriye’ye konuşlandırdığı stratejik silah sistemleri ise oyun-değiştirici nitelikte.

Rus ‘A2/AD’ Kapasitesi

Rusya’ya ait bir Su-24’ün, Türkiye hava sahasını ihlal ettikten sonra düşürülmesi, Moskova’nın Suriye’ye, yüksek irtifa hava ve füze savunma sistemlerini (örn. S-400, S-300V4) konuşlandırmasını beraberinde getirmişti. Bu stratejik silah sistemleri, orta ve alçak irtifalarda etkili SA-17 ve Pantsir S-1 gibi diğer karadan-havaya füzeler (SAM) ile çok katmanlı bir mimari oluşturacak şekilde tamamlandı. Ayrıca, Krasukha-4 elektronik harp sistemleri, hava üstünlüğünü tahkim etmek üzere Su-35 avcı uçakları, SS-26 İskender kısa menzilli balistik füzeleri gibi birçok sofistike unsur da Suriye’ye gönderilmişti.
Dönemin NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Philip Breedlove, Suriye’deki Rus askeri varlığını açıkça Doğu Akdeniz’de bir A2/AD (anti-access / area denial -bir bölgeyi düşman unsurlarına kapatma ya da o bölgede düşman unsurlarının hareketlerini kısıtlama) merkezi olarak tasvir etmişti.
Bu yeteneklere, Rus hava savunma sistemleri ile enteroperabilite gösterebilen Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetlerini eklemekte de yarar var. Zira, Şayrat Üssü’ne yönelik ABD taarruzundan sonra Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı, açıkça, Suriye’nin askeri yeteneklerinin geliştirileceğini vurgulamıştı. Kimi uzmanlar, İsrail uçağının düşürülmesinin de, Suriye’nin, Rusya tarafından desteklenen imkan ve kabiliyetlerinden kaynaklandığını öne sürüyorlar.
Suriye hava sahasının öncelikle Rusya Federasyonu Silahlı Kuvvetlerinin bölgedeki A2/AD unsurları sayesinde, ikincil olarak da Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetleri’nin tahkim edilmiş yetenekleri nedeniyle giderek daha tehlikeli bir hal almasının jeopolitik sonuçları olacaktır.

Begin Doktrini risk altında mı?

Bu sonuçlardan en çarpıcısı, İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye’ye olan müdahalelerinde daha zor bir güvenlik ortamı ile karşı karşıya kalması. İsrail’in 2007 yılında, Deyr ez-Zor’da inşa edilen el-Kibar nükleer tesisine yönelik hava harekatı, esasen, eski Başbakanlardan Menahem Begin’in adıyla anılan Begin Doktrini’nin Suriye’de kısmen de olsa askıya alınması anlamına gelecek. Bilindiği gibi Begin Doktrini, İsrail Devleti’nin bölgedeki rakiplerinin kitle imha silahları elde etme çabalarına, askeri güç kullanımı da dahil olmak üzere, doğrudan müdahaleyi öngörmekte. 1981 yılında Irak’ta bulunan Osirak Reaktörü’ne yönelik hava harekatı, 2007 yılında Suriye’de bulunan el-Kibar nükleer tesisine yönelik müdahale ve hatta İran’ın nükleer programını akamete uğratmak için gerçekleştirilen siber saldırılar hep söz konusu doktrin çerçevesinde icra edilmişti. Dahası İsrail, Suriye’de savaşın başından itibaren Lübnan Hizbullahı’na yönelik silah sevkıyatlarına, Baas rejiminin kimyasal harp kapasitesi başta olmak üzere stratejik silah sistemlerine ve son olarak da, İran’ın Suriye’de kalıcı olma çabalarına yönelik önleyici askeri müdahalelerde bulunmuştu.
Suriye hava sahasının İsrail Hava Kuvvetleri açısından giderek daha tehlikeli hale gelmesi, elbette İsrail’in müdahalelerini tamamen durdurması anlamına gelmiyor. Zira, karadan-karaya güdümlü silah sistemleriye de bir müdahale kapasitesi var. Ancak, Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetleri’nin gösterdiği ivme ve son yaşanan F-16I hadisesi, gerçekten sarsıcı oldu. Bundan sonra, İsrail Hava Kuvvetleri’nin operasyonel seyrini izlemekte yarar var.

Yarından sonrası

Elbette, bu makalenin girişinde verilen örnek gibi geleceği görmek veya zamanda yolculuk, mevcut teknolojiler ve bilgi birikimi ile mümkün değil. Ancak, Suriye hava sahasında ciddi fay hatlarının olduğunu söyleyebiliriz. Bu fay hatları, Rusya ile ABD arasındaki mücadele nedeniyle, Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetleri’nin, Türkiye’ye karşı girişmeye cesaret edebileceği bir macera ile ya da İsrail’in, İran’ın Suriye’de inşa ettiği üsleri topyekun hedef alma girişimi ile tetiklenebilir.
Son notu da, özel olarak Türkiye’ye ayıralım.
Türk Hava Kuvvetleri, Zeytin Dalı Harekatı’nın başındaki yüksek operasyonel tempo ile Fırat Kalkanı’ndan alınan derslerin etkin biçimde özümsendiğini ortaya koydu. Öte yandan, hava gücünün kullanımının arkasında Ankara’nın Moskova ile yürüttüğü üst düzey temaslar ile elde edilen diplomasi başarısı var. İlginçtir ki, Zeytin Dalı Harekatı Fırat Nehri’nin doğusunda yürütülüyor olsa idi, bu kez aynı diplomatik zemini ABD ile oluşturmak gerekecekti. Suriye hava sahasının gerçekliği artık budur. Bir de elbette alçak irtifada dikkat çekilmesi gereken MANPADS tehdidi var, ancak o, ayrı bir çalışmanın konusu.
Suriye’nin kuzeyinde PKK terör örgütünün ve uzantılarının varlığı, Türkiye’nin milli güvenliğine yönelik en ciddi tehdit niteliğinde. Bu tehdidi bertaraf etmek için de Zeytin Dalı icra ediliyor. Bu makalenin yayıma hazırlandığı sıralarda, Baas rejimi -ve iddialara göre İran- destekli militanlar ise PKK/YPG terörist unsurlarının konuşlandığı Afrin kent merkezine girmeye çalışıyordu. Türk basını, kara çatışmaları ile değişen haritalara ve Afrin’e girmeye çalışan rejime bağlı milis kuvvetlerine odaklansa dahi, Türkiye’nin savunması açısından çok kıymetli olan Zeytin Dalı Harekatı’nım güvenliği için şu soruların çalışılmasında büyük yarar var: İsrail’e ait F-16’yı düşüren Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetleri, bunu Rusya ile bir koordinasyon halinde mi gerçekleştirdi? (açıkçası aksini düşünmek pek mümkün değil.) Daha da önemlisi, Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetleri üzerindeki Rusya-İran dengesinin etkileri nasıl?
Bu soruların yanıtları, yakın dönemde Türkiye’nin Suriye stratejisinde de önemli yer tutacaktır.

[Dr. Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi'nde (EDAM) savunma analistidir]

Hollanda'nın sözde 'soykırım' kararı ve ilişkilerin geleceği

Hollanda'nın Ermeni iddialarına ilişkin kararında çifte standart ve ikiyüzlü bir tutum söz konusu. Parlamentonun neredeyse tamamı kabul oyu verirken diğer yandan hükümet bu kararın soykırımı tanıma anlamına gelmediğini vurguluyor.

Tamer Ashraf
Yüksek Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin bulunduğu şehir olmasıyla daha ziyade öne çıkan Hollanda’nın fiili başkenti Lahey’de (Den Haag) Hollanda Temsilciler Meclisi’nin (Tweede Kamer), sözde “Ermeni soykırımı”nı kabul eden kararı, 12 Mart 2017 “Rotterdam olayları”ndan sonra tarihinin en kötü seviyesine inen Türkiye ile siyasi ilişkileri çok daha kötüleştirme potansiyeli taşıyor. Son olarak da Hollanda, Erciyes kayak merkezinde 3 Mart’ta düzenlenecek Dünya Snowboard Kayak Kupası’na katılmayacağını bildirdi ki, bu gelişme Hollanda’nın siyasi gerginliği azaltmak yerine farklı alanlara taşıma arzusunun göstergesi olsa gerek.
Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz hafta Hollanda Parlamentosu’nda, 1915 olaylarının tartışıldığı oturum sonrası koalisyon hükümetinde bulunan Hristiyan Birlik Partisi (CU) milletvekili Joel Voordewind’in, sözde “Ermeni soykırımı”nı tanınması için önerge sunmuş ve bu önerge Parlamento’da 3’e karşı 142 oyla kabul edilmişti. Önergeye sadece Türk kökenli milletvekillerinin kurduğu Denk Partisi karşı oy kullandı. Karara göre 1915 olayları ile ilgili Ermenilerin iddialarının tanınması dışında, 24 Nisan’da Ermenistan’ın başkenti Erivan’da yapılan anma törenlerinde Hollanda’nın bakan düzeyinde temsil edilmesi de büyük çoğunlukla kabul edildi.
Buna karşılık hükümetin konuyu “Ermeni soykırım sorunu” yerine “Ermeni soykırımı” olarak tanımlaması için yapılan oylamada ise teklif 60’a karşı 85 oyla reddedildi. Dolayısıyla hükümet konuyu “Ermeni Soykırımı sorunu (kwestie van de Armeense genocide)” olarak görmeye devam edecek.
2004 yılından itibaren Hollanda’da sürekli gündeme getirilen bu konu, 2006 yılında ise seçimlere az bir süre kala Sosyal Demokratlar (PvdA) ve Hıristiyan Demokrat (CDA) merkez partilerce Türk kökenli adaylara yönelik test konusu yapılmış ve “soykırım”ı kabul etmeyen adayları listelerden çıkarmışlardı. Geçen haftaki oylamaya kadarki uzun süre içinde de bu konu zaman zaman gündeme getirilse de, bu noktaya getirilmemişti. Nitekim daha yaklaşık 4 ay önce ırkçı Wilders’in partisinde Raymond de Roon’un bu yöndeki bir önergesi 62 kabule karşılık 88 oyla reddedilmişti. Bu olgu geçen hafta alınan bu kararın arkasında başka saik veya saiklerin olabileceğini düşündürüyor. Nitekim bu önergenin “neden şimdi” tekrar verilip blok halinde kabul edildiğine dair tepkiler-sorgulamalar-değerlendirmeler yapıldı, yapılıyor.

Karara yönelik tepkiler

Tabiatıyla karar, gerek Türkiye gerekse Hollanda başta olmak üzere Avrupa’daki Türk diasporası arasında büyük tepkilere, tartışmalara yol açtı. Karara bazı Hollandalılardan da, “Türkiye ile ilişkileri iyice bozacağı” endişesi ile nispeten farklı-mesafeli-endişeli tepkilerin geldiğini de belirtmek gerekir. Kararın alınmasının üzerinden çok geçmeden Dışişleri Bakanlığı’nın bu kararı güçlü ifadelerle kınayarak Hollanda’ya kendi komutan ve askerlerinin sebep olduğu Lahey Adalet Divanı’nca da tespit edilen Srebrenitsa’daki soykırımı hatırlatan, ancak Hollanda Hükümeti’nin bu kararı uygulamayacağı açıklamasına da –olumlu bir tutum olarak- vurgu yapan açıklaması, öncelikle zikredilmeli. Bu ilk tepkisinin ardından Dışişleri Bakanlığı’nın, Hollanda’nın Ankara Maslahatgüzarı Weststrate’yi Bakanlığa çağırıp karardan dolayı Türkiye’nin kaygılarını iletmesini de bu meyanda not etmeliyiz. Son grup toplantısında da Başbakan Yıldırım,”kararın yok hükmünde” olduğunu ifade ederek, Hollanda başta olmak üzere bu kararı alan diğer ülkelere sömürgeci geçmişlerindeki utanç dolu katliamları hatırlattı.
Hollanda Dışişleri Bakanı Vekili Sigrid Kaag ise oylama öncesinde komisyonda yaptığı konuşmada, “Hollanda hükümeti, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından bağlayıcı bir karar ya da Srebrenitsa olayında olduğu gibi uluslararası mahkeme tarafından verilen bir hüküm olduğu zaman soykırımdan bahsedebilir” şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Kaag’ın ayrıca, sorunun Ermenistan ve Türkiye arasında bir sorun olduğu ve olayın “soykırım” olmadığını, soykırım olması için BM kararı ve uluslararası ceza mahkemelerinin kararı olması gerektiğini ve dolayısıyla hükümet açısından bağlayıcılığının bulunmadığına vurgu yapması da önemli idi.
Bu açıklama da gösteriyor ki, bu kararda Meclis’in, koalisyon kükümetinden “nitelikli soykırımı kabul etmesi” yönünde bir talebi yok. Bu itibarla Hollanda hükümeti, “soykırım” değil, “soykırım meselesi” olarak kabul etmeye devam edecektir. Bu sözleriyle Kaag, Türkiye ile ilişkilerin geleceğini de düşünerek ihtiyatlı bir tutum takınmışa benziyor.
Hıristiyan Demokrat Parti milletvekili ve Savunma Bakanı olan Ank Bijleveld ise problemi, Türkiye’nin bu tür kararlar karşısındaki tepkiselliği ile açıklayarak şu öngörüde bulunuyor: “Şüphesiz Türkiye bu karardan mutlu olmayacak; ancak Almanya da geçmişte kararı benzer yolla Parlamento’da kabul etmiş, ancak sonunda görüyoruz ki, Türkiye Almanya ile ilişkileri düzeltiyor.” Savunma Bakanı’nın sözlerinden anlaşılıyor ki, Hollanda Hükümeti’nin bu tür tepkilerinin konjonktürel olduğunu ima ediyor. Nitekim karar esnasında ve sonrası hükümet çevrelerinden yapılan bazı açıklamaların satır aralarında da bu ve benzeri -Avrupa’ya yönelik- konularda “Türkiye-Erdoğan konuşur, ancak yap(a)maz” mealinde Türkiye’nin tutumlarını hafife alıcı değerlendirmeler de yok değil.

Kararın koalisyon protokolünde müzakeresi yapılmış

Yapılan açıklamaların satır araları okunursa, aslında bu kararın önceden planlanmış olduğu da anlaşılmaktadır. Zira koalisyonun en küçük ortağı olan Hollanda’daki Ermeni diasporası ile de sıkı ilişkileri bulunan tutucu görüşlere sahip Hristiyan Birlik Partisi (CU) bu konunun öteden beri farklı platformlarda takipçisi olmuştur. Dolayısıyla protokolün müzakereleri esnasında bu konu da müzakere edilmiş ve geçtiğimiz haftaki karar muvacehesinde kendilerince “uzlaşma” sağlanmıştır. Buna göre bir yandan parlamento kanalıyla bu karara firesiz destek verilirken protokolde tabii olarak bu kararın bağlayıcılığı, BM kararı ve uluslararası ceza mahkemesi kararına bağlanmıştır.
Dolayısıyla Türkiye’ye, “biz bu kararı Parlamento’da aldık ve aslında bunun bir “soykırım (Armeense genocide)” olduğunu da kabul ediyoruz; ancak siyaseten hükümetimizce bağlayıcılığı yok ve ‘Ermeni soykırımı meselesi (kwestie van de Armeense genociede)’ demeye devam edeceğiz” mesajı verilmiştir. Nisan ayında da muhtemelen bakan düzeyinde değil de bakan yardımcısı-ikinci bakan (staatsecretaris) –ki Hollanda da imza yetkili 2 bakan vardır- seviyesinde bir temsilci gönderilecektir.

Çifte standartlı tutumlar

Hiç şüphesiz bu kararda çifte standart ve ikiyüzlü bir tutum da söz konusu. Bir yandan Parlamento’nun neredeyse tamamı kabul oyu verirken –ki Denk’in 3 milletvekili dışında tek bir karşı sesin çıkmaması da dikkat çekici- diğer yandan hükümet bu kararın soykırımı tanıma anlamına gelmediğini vurguluyor. Burada adeta siyasi bir tutumla Türkiye’ye yönelik “Ermeni kartı” kullanılıp “aba altından sopa” gösteriliyor. Ancak hükümet bazında ilişkileri daha da bozmak istemedikleri de ima ediliyor. İslam karşıtı-Türkfobik-Erdoğanfobik ırkçı parti (PVV) milletvekili Raymond de Roon'un, hükümetin bu tutumunu siyasi “ikiyüzlülük” olarak tanımlayarak kararı Ermeniler’e yönelik “emzik” olarak değerlendirmesini zikretmek gerek. Zira ona göre anma törenlerine bakan gönderip de soykırımı tanımama ancak dar görüşlü ve ikiyüzlü bir karardır.
Endonezya’da Hollanda’nın rolü olan katliamlarda olayı tarihçilerin somut tespitlerine dayanmasını her fırsatta dile getiren Hollanda hükümeti ve vekillerinin, Türkiye’ye yönelik sözde Ermeni soykırımı iddiasında bu anlayışlarından vazgeçip dünyaca ünlü Türkolog olan Leiden Üniversitesi’nden Erik-jan Zurcher’in görüşüne dahi itibar etmemiş olmalarındaki çifte standartlı-siyasi tutumun da altı çizilmelidir. Zira Hollanda’da Türkiye ile alakalı hemen her konuda görüşüne başvurulan Zurcher’e nedense bu konuda başvurulmamıştır. Kanaatimizce bu tutumda Zurcher’in “Osmanlı hükümetinin resmi kayıtlarının, bilindiği kadarıyla hükümetin ölüm olaylarında parmağı olduğunu kanıtlayan bir belgeyi içermediği, Ermeni tarafının ise Osmanlı devletinin bu olayda kastı olduğunu kanıtlamaya çalışma yönündeki belgelerinin bazısının (mesela Andonyan belgeleri) düzmece olduğunun ortaya çıktığı” yönündeki, parlamento kararına destek vermeyen ifadelerinin etkisi vardır.

15 Temmuz, 12 Mart ve 16 Nisan sürecinde ikili ilişkiler

Her ne kadar Hollanda Hükümeti bu kararın hükümeti bağlamadığı yönünde açıklamalar yapsa da, kararın yakın bir gelecekte Türkiye ile ilişkilerin düzeltilmesi çabalarına darbe vurduğu-vuracacağı açıktır. Ancak Hollanda-Türkiye ilişkilerinin bozulmasındaki esas etkenlerden birinin, 15 Temmuz darbe girişimi olduğunu da tespit etmeliyiz. Nitekim 16 Nisan Anayasa Referandumu ve 15 Mart Hollanda genel seçimlerine gidilen süreçte “12 Mart Rotterdam olayları” olmuş; önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun uçağına iniş izni verilmemiş ardından da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Rotterdam Başkonsolosluğumuza girişine izin verilmeyip akıl dışı ve histerik bir tutumla sınır dışı edilmişti. Bu tutum Cumhurbaşkanımız Erdoğan tarafından “nazi” ve “faşist” tutum olarak nitelenmişti. Nitekim sürekli gündeme getirilmesinden hareketle, Hollandalı siyasetçilerin bu ifadelerden oldukça alındıkları görülüyor.
Bu itibarla 2017 yılı, 406 yıllık dostane bir geçmişe sahip Hollanda-Osmanlı-Türkiye ilişkilerinde tarihin en kötü dönemi olmuştur. Öyle ki tarihte İngiliz, Fransız ve Venediklilerin engelleme çabalarına rağmen Osmanlı, Katoliklere karşı Protestan-Kalvinist Hollandalılara da kapitülasyon vermiş, İspanyollara karşı savaşta onlara destek çıkmış -ki Zeeland eyaletindeki Turkije-Türkiye Köyü bunun nişanesidir-, Ankara ile Leiden-Hollanda arasındaki tekstil-tiftik ticareti anısına Leiden’deki bir binanın üzerine Barbaros Hayrettin Paşa ve Ankara keçisi heykeli bile dikilmiştir.
Son dönemlerde bütün bu dostane ilişkiler adeta rafa kaldırılıp hasmane tutumlara meyledilmiştir. Öyle görülüyor ki, 2018 yılı da kötü bir dönem olarak anılacak. Halbuki Kasım 2017’de Rutte başkanlığında kurulan Hollanda koalisyon hükümeti ilişkilerin düzelmesi yönünde adım atmış, bu çağrıya Fransa dönüşü uçakta olumlu yönde nitelenebilecek cevap veren Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın sözü akabinde ilişkilerin düzeltilmesi yönünde bazı görüşmeler yapılmış, beklentiler oluşmuştu. Ne var ki bu girişimler olumlu sonuç vermedi. Bunun üzerine Hollanda önce Ocak ayında Türkiye’de fiilen var olmayan büyükelçisini “resmi” olarak geri çekmiştir. Son olarak da tarihi-hukuki zeminden yoksun bu önerge, siyasi ve adeta “aba altından sopa gösterir” bir tutumla blok halinde kabul edilmiştir. Zira koalisyonun küçük ortağı Hıristiyan Birlik Partisi’nce (CU) bu önerge Aralık 2017 tarihinde verilmişti. Türkiye ile görüşmeler olumlu sonuçlansaydı, yukarıda değindiğimiz üzere, Kasım ayındaki oylamada olduğu gibi, muhtemelen bu önergenin arkasında hükümet olarak blok halinde durulmayacaktı.

Kararın Afrin Harekatı ve Hollanda yerel seçimleri ile ilgisi

Afrin Harekatının ilk günlerinde geçtiğimiz günlerde Putin ile yapmadığı bir konuşmayı yapmış gibi açıkladığı ortaya çıkınca istifa eden Hollanda Dışişleri Eski Bakanı Halbe Zijlstra, Afrin Harekatına açıkça destek veren bir açıklama yapmıştı. Başbakan Rutte’nin de bu yönde beyanatı olmuştu. Ne var ki Hollanda, Ankara’da zaten fiilen bulunmayan büyükelçisi Cornelis van Rij’i -ilginçtir ki Hollanda’nın Osmanlı’ya olan ilk büyükelçisinin ismi de Cornelis’tir- “malumun ilamı” kabilinden çektiğini açıklamasının üzerinden çok geçmeden Hollanda’nın Afrin operasyonuna olan desteği de “pozitiften negatife” doğru hızlı bir seyir izledi ve “işgal girişimi” olarak nitelendi. O dönemde medyada yer alan bazı haber-analizlerde PKK ağzıyla haber-yorumlara yer verildi, veriliyor ve Türkiye’nin sivilleri öldürdüğü yönünde tezvirat yer veriliyor. Hatta NATO’nun Türkiye karşısında devreye girmesi yönünde de çağrılar yapılıyor ki, Avrupa ve Batı’da bu tür kararlar nedense Türkiye’nin atılım yaptığı -Afrin operasyonunun kritik aşamasındayız- dönemlere denk getiriliyor.
Öte yandan Hollanda Parlamentosu’nun bu kararının 21 Mart yerel seçimleri ile de ilgisi vardır. Bu ilgi esasen Hollanda’da yaşayan hıristiyan Ermenilerin oylarına göz kırpma olarak değerlendirilmemeli. Zira bu Ermenilerin sayısı oldukça az. Ne var ki koalisyonda yer alan dört partiden ikisi hristiyandır ve önergenin onların tabanlarına da hitap eden bir yönü var. Ancak bunun da ötesinde Hollanda seçimlerinde -aslında diğer Avrupa ülkelerinde de- İslam, Türkiye ve Erdoğan karşıtlığı seçimlerde prim yapıyor ve “oy kapısı” olarak görülüyor.
Dolayısıyla tıpkı 15 Mart 2017 seçimlerinde Türkiye ve Erdoğan karşıtlığı, özellikle “Wilders’ten daha Wildersçi” bir söylem-eylem içine giren Rutte’nin partisine seçim kazandırdığı gibi, bu seçim öncesinde de bu tür kararların etkisi umuluyor. Nitekim karara karşı çıkan Denk Partisi lideri Kuzu da, 21 Mart’taki seçimler öncesi meclis tatile girmeden -ki bu hafta tatile girdi- önergenin kabul edildiğini ve dolayısıyla kararın yerel seçimlerde malzeme olarak kullanılacağına vurgu yapmıştır. Kuzu’nun son olarak, “ret” oyu kullanmaları sebebiyle bazı tehditler aldıklarını ve güvenlik olmadan yerel seçim kampanyalarına katılamayacaklarını açıklaması da, geçmişte “özgürlükler ülkesi” diye bilinen Hollanda’daki Türkler adına kaygı verici olsa gerek.

Hollanda’nın soykırım geçmişi

Küçük bir ülke olmasına rağmen büyük bir sömürgeci geçmişe sahip olan ve 1949’a kadar en büyük İslam ülkesi Endonezya’yı sömürgesi altında tutan Hollanda tarihinde, “mahkeme kararları ve tarihen ispatlanmış” kitlesel öldürme örnekleri bulunuyor. 1945 ile 1949 arasındaki 4 sene içinde 150 bin Endonezyalının öldüğü veya öldürüldüğünden söz ediliyor ki, bu meyanda Endonezya’nın farklı bölgelerindeki Hollandalılarca işlenmiş katliamlar, bazı tarihçilerce gündeme getiriliyor. Mesela Endonezya uzmanı Amerikalı tarihçi William Frederick’in çalışmalarında buna dair bilgiler var. Herman Bussemaker ve Willy Meelhuijsen gibi Hollandalı tarihçilerin bu konudaki araştırmalarında dahi bu kitlesel öldürmelerden söz ediliyor. Bu çalışmalarda yer yer Endonezya’da Hollandalıların öldürüldüğü öne sürülerek Endonezyalılara yönelik kitlesel öldürmeler haklı gösterilmeye de çalışılıyor. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki bu dönem (Ağustos 1945-Aralık 1945), Endonezya dilinde “hazırlan-hazır ol” anlamına gelen “Bersiap” diye niteleniyor ve Endonzeya’nın bağımsızlığı için ayaklandığı şiddet ve kaos dönemi diye niteleniyor. Ayrıca daha önceki dönemler için Hollanda’nın Endonezya’daki politikalarının arka planını görmek için Hollanda’nın gelmiş-geçmiş en önemli oryantalisti ve bir dönem Endonezya valisi de olan C. Snoek Hurgronje’nin 3 cilt halinde yayımlanan “görev tavsiyeleri-mektupları (Ambtelijke Adviezen van Snoek C. Hurgronje)” adlı kitabı da önemli bilgiler içeriyor. Bu konularda Türkiye üniversitelerinde hemen hiçbir çalışmanın olmayışı -Endonezya çalışmaları da buna dahil- da önemli bir eksiklik olsa gerek.
Endonezya’daki katliamları gündeme getiren Hollanda Onur Borcu Komitesi Vakfı, yeni katliam iddialarını da yargı gündemine getirmeye hazırlanıyor. Bu anlamda Güney Celebes, Bondowoso, Peniwen, Soetodjajan (Doğu Java), Rawagede ve Tjiamis (Batı Java), Gendang (Borneo), Tjilatjap ve Solo (Orta Java), Malang (Orta Java) gibi bölgelerdeki kasıtlı-kitlesel öldürmeler gün ışığına çıktı. Vakıf, Doğu Java’daki Ragawede Köyü ve Güney Celebes bölgesinde katledilen erkeklere ilişkin 300 şikâyet dosyasının da hazır olduğunu açıklamıştır. Endonezyalıların bağımsızlık amacıyla başlattığı isyanı bastırmakla görevli askerlerden biri olan Raymond Westerling, Hollanda hükümetinin, “direnişin ne pahasına olursa olsun bastırılması” emri verdiğini açıklamıştı. Hollandalı asker, direnişi ezmek için aşırı şiddet kullanılması emrini verdiğini de itiraf etmişti. Westerling’in 1969 yılında kamera karşısında yaptığı itiraf, 2012 yılına kadar kamuoyundan gizlenmişti. Bu katliamı resmi olarak kabul eden Hollanda, maktul ailelerinin her biri için 20 bin euro tazminat ödemeyi de kabul etmişti.
Dikkat çekicidir ki, Hollandalı askerlerin 1947 yılında Endonezya’nın Ragawede köyünde (Batı Java) işledikleri bu kitle katliamı için özür dilemesi, 2010 yılında, dönemin Hollanda Dışişleri Bakanı M. Verhagen’in Endonezya’ya yaptığı ziyeret sırasında, Rawagede’li yaşlı kadınlar ile buluştuğu sırada, özür dilemesi istendiği zaman söylediği, “Ben o zaman doğmamıştım; dolayısıyla sadece üzüntümü dile getirebilirim; özrü 1947’deki hükümet dilesin” dediği Hollanda medyasında yer alan bilgiler arasında.
Hollanda’nın sebep olduğu kitlesel öldürmelerin en bariz örneği, tabiatıyla 1995’te Srebrenitsa katliamıdır. Lahey’de görülmesi 7 yıl süren Srebrenitsa davası, 2014’te şu ifadeler ile sonuçlanmıştı: “Hollandalı taburun, Sırplar’a teslim edilen 300 kişinin öldürüleceğini öngörmesi gerekirdi. Yakınların yaşadığı kayıp ve acıdan devlet de sorumludur.”
Şüphesiz Hollanda Parlamentosu’nun aldığı bu son karar, Türkiye-Hollanda ilişkilerine önemli bir darbe vurdu, vuracak. Bu durum, en azından 2018 yılının da ikili ilişkiler noktasında sıkıntılı geçeceğine işaret ediyor. Ancak Hollanda açısından bu tutumun-siyasetin sürdürülebilir olmadığını da söylemeliyiz. Zira Türkiye Avrupa’nın “merkezi” ülkeleri (Almanya-Fransa-İngiltere-İtalya) ile ilişkilerini hızla düzeltirken Hollanda gibi “periferik” ülke(ler)in de son tahlilde bu ülkeler yönünde adım atacağı beklenmelidir. Galiba bunun için öncelikle 21 Mart yerel seçimleri sonrasını beklemek gerekecek.
[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi öğretim üyesidir]

ABD'nin çarpık terör algısı

Tamer Ashraf
ABD’nin terörizmle mücadele ederken beyazların ülke içinde işlediği katliamlar konusunda hiçbir şey yapmaması ahlaki ve etik bir zafiyeti gözler önüne seriyor.

Yerkürenin herhangi bir yerinde bir vatandaşının öldürülmesi halinde intikam için kıyameti koparmaya hazır bir ülkenin, kendi topraklarında vuku bulan katliamlar karşısında geriye çekilip, günün birinde bu katliamların durması için dua etmesi akıl alır şey değil.
Terörizme karşı haçlı savaşı başlatmayı ve teröristleri yeryüzünden silmeyi vadeden, teröristleri dünya üzerinde nerede olursa olsun vurmak için her türlü askeri teknolojiyi kullanan, DEAŞ’ı alt etmek için "gizli planları" olan ve “Irak’taki bütün petrolü ele geçirmek” isteyen Amerikan liderleri, Amerikalı okul çocukları bir poligondaki karton hedefler gibi silahla vurularak öldürüldüğünde ise sus pus oluyorlar.
ABD’nin terörle mücadele konusundaki kabadayı tavrıyla, ülke içindeki katliamlara kayıtsızlığı arasındaki tutarsızlık, Amerikan başkanlarının, kanun koyucularının ve kanaat önderlerinin içinde bulunduğu ahlaki zafiyeti tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Bu tutarsızlığın ve ahlak zafiyetinin bir ismi var: Ulusal Silah Birliği (NRA). NRA’nın lobi gücünün siyaset üzerindeki etkisi o kadar fazla ki, siyasiler silahlı şiddeti kınıyor gibi görünmeye dahi çekiniyorlar. Ne zaman beyaz bir çocuk silahlı katliam yapsa, benzer olayların tekerrür etmemesi için dua etmekle yetinip, yas vaktinde tartışmanın uygun olmayacağını söyleyerek, silah düzenlemesi bahsini kapamaya çalışıyorlar.
Ancak katil yeterince beyaz değilse, bir Müslüman Amerikalı veya Afro-Amerikalı aileden geliyorsa o zaman kıyamet kopuyor. Amerikalı siyasiler, yas duygusunun hızla üstesinden gelip, saldırının intikamını almak için yabancı bir ülkeyi bombalayarak yok etmekten tutun, bazı ülke vatadaşlarına seyahat yasağı getirmeye ve hatta İslam’ın kutsal metinlerinin 'daha barışçı' hale getirilmesi için tadil edilmesine kadar baskı ve şiddete dayalı çözümler vadetmekten çekinmiyorlar.
NRA’nın etik dışı siyasetlerinin nelere yol açtığı ortada. Tarafsız bilgi doğrulama sitesi “Politifact”a gör, 2005-2015 yılları arasında silahlı şiddet olaylarında hayatını kaybeden Amerikan vatandaşlarının sayısı 280 bindi. Aynı dönemde terörizm nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı ise sadece 24’tü.

İstihbarat zaafı Washington, Müslüman Amerikalıları izlemek için milyarlarca dolar harcıyor. Başkan Donald Trump, Müslümanların “birbirlerini iyi tanıdıklarını” söyleyerek, ABD’deki Müslümanlar için bir veritabanı oluşturma sözü verdi. Yani iyi olanlar kötüleri ele verecek. Böylece problem çözülmüş oluyor!
Halbuki ABD'nin Müslüman Amerikalılara yönelik takibi, Eylül 2011 öncesinden başladı ve zaman içinde diğer nüfus gruplarının izlenmesine kıyasla daha da arttırıldı.
Eski Senatör Bob Graham, “Intelligence Matters” isimli kitabında, FBI'nın 11 Eylül saldırılarına hazırlanan Arap öğrenciler hakkında ipuçları aldığını yazdı. FBI, anlaşıldığına göre bir muhbir olan ve 11 Eylül saldırısına karışan teröristlerden ikisine ev sahipliği yapan bir cami imamından ipucu aldı. Bu istihbarat bilgileri üzerine harekete geçmekte sergilenen zafiyet, ABD güvenlik birimlerinin 11 Eylül saldırılarına yol açan en büyük başarısızlıklarından biriydi.
Amerikan okullarında yaşanan şiddet olaylarının faillerinin neredeyse tamamı, katliam gerçekleştirme niyetlerini önceden ortaya koyan işaretler sundu. Bununla birlikte, ABD güvenlik kurumları, bu tür saldırıları önlemek için beyaz toplulukların izlenmesine neredeyse hiç ilgi göstermedi, belki de bu konuda asla siyasi talimat almadı.

Teröristler ve akıl hastaları

ABD'nin terörle mücadeledeki teyakkuzu, Amrikalıların hayatlarının kurtarılması yönüyle takdir edilebilir olsa da ABD güvenlik kurumlarının, Müslüman olmayan Amerikalıların işlediği suçlar konusunda benzer bir yetkinliği neden gösteremediği, izah edilebiir bir durum değil.
Müslüman olmayan Amerikalıların, Teksas saldırganı Nidal Hassan veya Florida saldırganı Omar Mateen gibi baştan tehlike işareti sayılan isimleri yok ama bu, Connecticut ve Florida'dan, Adam Lanza ve Nikolas Cruz'un işlediği katliamların daha az menfur olduğu anlamına gelmiyor.
Nidal ve Omar'ın suçları, toplulukları ve dinleriyle ilişkilendirilirken, Adam ve Nikolas'ın işlediği suçlar, ait oldukları toplum kesimleri ya da inançlarıyla ilişkilendirilmedi. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak Nidal ve Omar, Amerikalıların savaşmak için trilyonlarca dolar harcadığı “teröristler” olarak yaftalanırken, Adam ve Nikolas, Amerikalıların sadece benzerlerine tanık olunmaması temennilerine konu olan “akıl hastaları” olarak nitelendirildi.
İster Amerikalı Müslüman kökenliler tarafından, isterse Amerikalı beyazlar tarafından işlenmiş olsun, şiddet şiddettir ve benzer şekilde algılanmalı. ABD hükümeti her ikisine de benzer dikkati göstermeli ve kaynaklarıyla her ikisiyle de mücadele etmeli.
ABD, vatandaşlarını terörizmden korumak için kararlılıkla hareket etti. Ama aynı ABD, saldırı beyazlardan geliyorsa katillerle yüzleşmekte açıklanamaz bir kayıtsızlık gösterdi.
Bu eşitsizlik sadece Müslüman Amerikalıları etkilemiyor, aynı zamanda beyaz olmayan tüm Amerikalıları da etkiliyor, öyle ki bir Amerikalı, Kongre'nin beyaz Amerikalılar arasındaki yaygın silahlanmaya yönelik yasal düzenleme yapması için silahlanma karşıtı kurumların Afrika kökenli Amerikalıların silahlanmasını maddi olarak desteklemesi önerisinde bulundu. Bazı kesimler ise ancak, siyahların da beyazlar gibi tepeden tırnağa silahlanması halinde Kongre’nin, silahlanma konusunda devreye girerek yasal düzenleme yapabileceği görüşünde.
Bu yöndeki düşünceler, mesele, siyahların güvenlik amacıyla takibine gelince beyazların kolluk güçlerine tam destek vermesinden kaynaklanıyor. Ama aynı beyaz Amerikalılar beyazlara yönelik güvenlik takibi söz konusu olunca aniden kolluk kuvvetlerine olan bütün güvenlerini kaybediyorlar. Eğer ki hükümetin, bir tarafında beyaz Amerikalının olduğu herhangi bir e-postaya müdahale ettiği veya telefon konuşmalarınının kaydettiği ortaya çıkarsa beyaz Amerikalılar aniden adaletsizliğe karşı tepki gösteriyor.

Kongrenin, şiddete karşı farklı düzenlemeleri ikiyüzlülüğün tüm sınırlarını aşmıştır. Kongre, beyaz olmayan Amerikalıları kontrol altında tutmaya hevesli görünürken, beyaz Amerikalıların silah sahibi olmalarına karşı herhangi bir denetimi reddediyor. Bu da, birisi polis baskına maruz kalan, diğeri fazla polisin baskı kurmadığı iki farklı Amerika ortaya çıkmasına neden oldu. Maalesef ki aslında polis baskısına maruz kalan ve polisin baskı kurmadığı iki Amerika da kurban veriyor.
Mütercim: Emre Aytekin-Zehra Ulucak-Mustafa Deveci
[Bir dönem Chatham House'da misafir araştırmacı olarak görev yapan ve şu an Washington'da ikamet eden gazeteci Hüseyin Abdül-Hüseyin, Arap medyasının yanı sıra New York Times, Washington Post, Christian Science Monitor, USA Today gibi gazetelere makaleler yazmakta, CNN ve BBC gibi televizyon kanallarında Ortadoğu analizleri yapmaktadır]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve T.Diriliş Postası'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

BM kararının Doğu Guta için bir anlamı var mı?


Tamer Ashraf
Suriye’nin başkenti Şam’ın kuzeydoğusunda yer alan Doğu Guta 2013 yılından beri Esed güçlerinin kuşatması altında ve Suriye ile Rusya’nın yoğun hava saldırılarına maruz kalıyor.
Suriye’nin başkenti Şam’ın kuzeydoğusunda yer alan Doğu Guta 2013 yılından beri Esed güçlerinin kuşatması altında ve Suriye ile Rusya’nın yoğun hava saldırılarına maruz kalıyor. Geçen hafta içerisinde yoğunlaştırılan saldırılar sonucu yaklaşık 400 sivil hayatını kaybetti. Saldırılarda özellikle sağlık merkezleri ve fırınlar gibi halkın gıda ihtiyacını karşılayan hedeflerin vurulması, bölge halkının yaşadığı trajediyi daha da ağırlaştırıyor.
Rusya ve Şam yönetiminin Doğu Guta’da Halep ve muhaliflerin elindeki diğer şehirlere karşı uyguladığı stratejiyi sürdürdüğü anlaşılıyor. Bölgedeki muhaliflere karşı savaşı artık bitirip Şam’ı tamamen muhalif unsurlardan temizlemek isteyen rejim, insani maliyetini düşünmeden, topyekûn saldırıya girişti. Belki de insani maliyetin özellikle yüksek tutulmaya çalışıldığı ve bu şekilde hedef alınan şehirde yaşayan insanların bölgeyi terk etmesinin sağlanmaya çalışıldığını ifade etmek gerekir. Şam yönetiminin bu taktiğiyle, Rusya’nın Çeçenistan’da ve İsrail’in Filistin’de uyguladığı stratejiye başvurduğu görülüyor. Gerçekleştirilen katliamlarla oluşturulan korku ve dehşet havası sonucu, hedef alınan bölgede yaşayan sivil halkın o bölgeyi terk etmesinin sağlanmasının hedeflendiği bu stratejiyle, bu şekilde boşaltılan şehirlerin, saldıran taraf için en az maliyetle ele geçirilmesi sağlanıyor. Esed güçleri ve Rusya bu stratejiyi uygularken, hava saldırılarıyla hedef alınan yerleşim yerlerini yerle bir etmeyi tercih ederken, Deir Yasin katliamında İsrail, ilk zamanlarda Irgun gibi silahlı çeteler yoluyla bu “etnik temizliği” gerçekleştirmişti. Ancak 2008, 2009 ve 2014 Gazze saldırılarında İsrail’in de Rusya ve Esed gibi hava saldırılarını öne çıkardığı görüldü.
Doğu Guta’da kalan son hastanenin ve sağlık ocakları ile fırınların vurulması, Şam yönetimi ve ona destek veren Rusya’nın, 2013’ten beri kuşatma altında tuttukları bu bölgeyi artık muhalif unsurlardan tamamen arındırmak istediklerini gösteriyor. Bölgede kalan yaklaşık 400 bin insanın hayatta kalma imkanlarının tamamen ortadan kaldırılması yoluyla göçe zorlandığı görülüyor. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar öldürülerek savaş hukukunun bütün kuralları ihlal ediliyor. Zaten Ağustos 2013’te bölgeye sarin gazıyla saldırıp bin 400’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir rejimden, savaş hukukunun kurallarına uyması beklenemez.

Uluslararası hukuk ve Astana-Soçi anlaşmalarının açık ihlali

Başta sivillerin hayatının korunması, kitle imha silahları kullanılmaması ve sağlık personelinin hedef alınmaması olmak üzere, savaş hukukunun bütün kurallarını ihlal eden Şam yönetimi ve ona destek veren Rusya’nın, Astana ve Soçi süreçlerinde varılan anlaşmalara da aykırı davrandıkları görülüyor. Bu görüşmelerde ilan edilen çatışmasızlık bölgelerinden biri olan Doğu Guta’ya yönelik yoğun saldırılar, Esed yönetiminin garantörü olan Rusya ve İran’ın, muhaliflerin garantörü olan Türkiye’ye verdikleri taahhütleri yerine getirmediğinin açık göstergesidir. Rusya’nın bu şekilde, kendisinin öncülük ettiği Soçi ve Astana süreçlerinde varılan uzlaşılara aykırı davranması, Suriye sorununa kapsamlı çözüm bulunması konusunda bu ülkeyle birlikte hareket eden Türkiye’nin Moskova’ya olan güvenini de ciddi şekilde sarsıyor. Burada kastedilen “güven” kavramı, sorunun çözülmesi için muhatap alınan karşı tarafın sözünde ne kadar duracağı ile ilgilidir. Yoksa uluslararası ilişkilerin “güven” değil “çıkar” kavramı üzerinden şekillendiğinin bir kez daha altını çizmekte fayda var.

Türkiye özellikle 2013’te Doğu Guta’ya yönelik kimyasal silah saldırısı sonrasında harekete geçmeyen ABD’ye Suriye konusunda “güvenemeyeceğini” gördükten sonra, karşı taraf olan Rusya-İran blokuyla sorunun çözümü konusunda temas kurmaya çalışmıştı. Gelinen noktada Rusya’nın da imzalanan anlaşmaları ihlal eden bir tutum içerisine girmesi, bu ülkeyi de Suriye meselesi açısından “güvenilmeyecek” bir aktör haline getiriyor. Rusya, Halep’i yerle bir eden Şam yönetimine destek verirken Türkiye’ye verdiği bir söz yoktu; sadece uluslararası hukuku ihlal ediyorlardı. Doğu Guta’da ise hem uluslararası hukuku hem de Astana ve Soçi süreçlerinde Türkiye ile imzaladıkları anlaşmaları ihlal ediyorlar.

BM Doğu Guta için ne yapıyor?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya barışının korunması ve bir daha bu savaş benzeri felaketlerin yaşanmaması iddiasıyla kurulan Birleşmiş Milletler, Suriye iç savaşının sona erdirilmesi konusunda nasıl etkili olamadıysa, Doğu Guta’daki katliamın önlenmesi konusunda da kayda değer bir adım atamadı. 24 Şubat tarihinde Güvenlik Konseyi'nde alınan 30 gün süreli ateşkes kararının Doğu Guta’ya yönelik saldırıları sona erdireceğine de şüpheyle yaklaşmak gerekir.
Öncelikle bu kararın bir yaptırıma bağlanmadığını vurgulamak gerekiyor. Yani ateşkesin ihlal edilmesi durumunda, bu ihlali yapan aktörlere karşı bir yaptırım öngörülmemesi, özellikle Rusya ve onun tarafından desteklenen sahadaki güçlerin ateşkesi ihlal etmesine engel olmayacaktır. Zira Doğu Guta’yı da kapsayan bir ateşkes, Rusya’nın öncülüğünde yürütülen Astana ve Soçi süreçlerinde zaten kararlaştırılmıştı. Kendisinin öncülük ettiği anlaşmalarda kararlaştırılan ateşkese riayet etmeyen Rusya ve onun tarafından desteklenen Şam yönetiminin, BM Güvenlik Konseyi’nde alınan ve yaptırımı düzenlenmeyen bir ateşkes kararına uyması zor görünüyor. Zira yeni bir ateşkes ihlali durumunda BMGK’nin bir yaptırım kararı alması, yeniden Rusya’nın onayına bağlı olacaktır ki Moskova’nın böyle bir kararı veto edeceği açıktır.
İkinci olarak muhaliflerin bulunduğu bölgelere yönelik saldırılarını meşru göstermek için “teröristlerin ateşkes anlaşmaları ve çatışmasızlık bölgelerine dair düzenlemelerin dışında tutulduğu” tezini ileri süren Rusya-İran-Esed blokunun, bu gerekçeyle BMGK kararına rağmen Doğu Guta’ya yönelik saldırılarını sürdürme ihtimali yüksektir. Şam yönetiminin, isyanın başından beri muhaliflerle olan mücadelesini “terörizmle mücadele” olarak meşrulaştırmaya çalıştığı, ılımlı muhalif grupları da DEAŞ ve El Kaide ile benzer göstererek uluslararası kamuoyunun desteğini almaya uğraştığı ve bu şekilde, ülkede sivillere karşı işlediği savaş suçlarının üzerini örtmeyi hedeflediği biliniyor.
Uluslararası ilişkilerin “çıkar” eksenli doğası açısından bakıldığında, BM’nin Suriye’deki iç savaşın sona erdirilmesi açısından imkanlarının çok sınırlı olduğunu ifade etmek gerekir. Mevcut uluslararası hukuka göre, dünya barışının korunması konusunda kuvvet kullanma kararı vermeye yetkili tek kurum olmasına rağmen, Güvenlik Konseyi’nin karar alma mekanizması, bu yetkinin etkili ve objektif kullanılmasını neredeyse imkansız hale getiriyor. Beş daimi üyenin veto hakkına sahip olduğu bu karar mekanizması ile BMGK’nin Suriye örneğindeki gibi, veto hakkına sahip ülkelerin çıkarlarının çatıştığı çatışma bölgelerinde müdahale kararı alınması mümkün olamıyor. Dünyada çatışmanın söz konusu olduğu neredeyse bütün bölgelerde ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarının farklılaştığı düşünüldüğünde, Güvenlik Konseyi’ne verilen “çatışmaların sona erdirilmesi için gerektiğinde kuvvet kullanma kararı verme yetkisi” pratikte bir işe yaramıyor.
Suriye’de çatışan taraflar arasında, Rusya ve ABD gibi veto hakkına sahip iki üyesinin olması, Güvenlik Konseyi’nin bu ülkede yaşanan çatışmayı sona erdirecek bir karar almasına engel oldu. Şam yönetiminin, kimyasal gazların da dahil olduğu silahlarla halkına saldırması ve şehirleri yerle bir etmesine karşı, bu ülkeye müdahale edilmesini meşru kılacak bir karar alınması mümkün olamadı. DEAŞ’a karşı mücadele için bir uluslararası koalisyon kuruldu, ancak DEAŞ’la kıyaslanamayacak kadar çok insanı öldüren Esed yönetimine müdahale etmek üzere bir uluslararası güç oluşturulamadı. Bunda Rusya’nın vetosu kadar, ABD’nin Suriye’deki önceliği Şam yönetimi ile mücadele yerine, PKK/ PYD’ye fiili bir özerk bölge kurmaya vermesinin de etkisi oldu.

BM’nin sınırlı katkısı: İnsani yardımlar

Suriye’deki iç savaşı Güvenlik Konseyi kararıyla bitirecek hamleler yapmaktan uzak olan BM’nin, çatışma altındaki bölgelere insani yardım ulaştırılması ve mültecilerin desteklenmesi konularında sınırlı katkıları oldu. Bu katkının “sınırlı” olarak tanımlanmasının nedeni, Doğu Guta örneğinde olduğu gibi, çoğu zaman saldırgan tarafların BM’nin kuşatma altındaki bölgelere insani yardım ulaştırmasına engel olması. Kasım ayından beri Doğu Guta’ya yardım gönderilmesine izin vermeyen Şam yönetimi, uluslararası kamuoyunun baskısı üzerine Şubat ortasında sınırlı bir BM yardımının bölgeye geçişine izin vermiş, ardından ise yoğun bir şekilde bölgeyi bombalamaya başlamıştı. Moskova-Şam bloku, şehirlerin sivil ya da savaşçı bütün muhalif unsurlardan temizlenmesi için yoğun bombardıman altına alma taktiği çerçevesinde, BM ya da diğer kuruluşların yardımlarını, hedefteki şehir halkının direncini artıran, istenmeyen faaliyetler olarak gördü.
BM’nin Suriye konusunda “sınırlı” katkısının olduğu bir başka alan ise mültecilere verilen destekti. Ülke dışına kaçan ya da ülke içinde mülteci konumuna düşen Suriyeliler için BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) ulaştırdığı yardımlar çok yetersiz düzeyde kalırken, özelikle Suriye sınırları dışına kaçan mültecilerin yükü Türkiye, Lübnan ve Ürdün’ün sırtına yüklendi. Ancak BM’nin UNHCR yoluyla bu alandaki katkısının, Suriye iç savaşının sona erdirilmesi konusunda en büyük sorumluluğa sahip organı olan Güvenlik Konseyi’nin katkısından çok daha fazla olduğunun da altını çizmek gerekir.

BM’nin Suriye sorununun çözümü konusunda başarısız olduğu alanlardan bir diğeri ise Cenevre merkezli barış görüşmeleri oldu. Haziran 2012’de ilki düzenlenen ve BM Suriye Özel Temsilcileri (önce Kofi Annan, sonrasında ise Staffan de Mistura) aracılığıyla yürütülen Cenevre görüşmelerinin sekizincisi Kasım-Aralık 2017 tarihlerinde gerçekleştirildi. BM aracılığıyla yürütülen Cenevre sürecinde sorunun çözümü için hiçbir somut adım atılamaması Rusya, İran ve Türkiye öncülüğünde Astana ve Soçi süreçlerinin başlatılmasına yol açtı. Astana ve Soçi görüşmelerinde Suriye meselesinin çözümü konusunda Cenevre’ye göre daha somut adımların atılması, BM’nin diplomasi alanında da bu sorunun çözümüne katkı sağlamaktan uzak olduğunun göstergesi oldu. Ancak Rusya’nın Astana-Soçi görüşmelerinde kararlaştırılan çatışmasızlık bölgelerine dair taahhütlerini yerine getirmekten uzaklaşması, karşısındaki aktörler açısından Cenevre sürecini daha önemli hale getirebilir. Ayrıca ABD ve onun tarafından desteklenen PKK/YPG ile Ürdün sınırındaki diğer muhalifler açısından da Cenevre sürecinin daha önemli görülmesi BM’ye yeni roller yükleyebilir.
Sonuç olarak, dünya tarihinde BM dönemi olarak adlandırılan, 1945 yılından günümüze uzanan dönemde, dünyadaki birçok çatışma konusunda olduğu gibi, Suriye iç savaşının çözümü konusunda da BM üstlenmesi gereken rolü icra edememiştir. Başta Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip ülkeleri olmak üzere BM üyeleri arasındaki çıkar çatışmaları, Suriye’de yüzbinlerce insanın ölümüne ve milyonlarcasının mülteci konumuna düşmesine sebep olmuştur.
[Prof. Dr. Kemal İnat Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü müdürüdür]

ABD'li isim açıkladı: Suriye'deki kirli sır!

Amerikalı yazar Roy Gutman, Suriye'nin kuzeyindeki terör örgütü PYD/PKK yapılanmasıyla ilgili olarak, "Hem Obama hem de Trump yönetimi, bolca kanıta rağmen SDG'nin üst düzey Kürt liderlerinin PKK'dan bağımsız olduğunu iddia etti.'' ifadelerini kullanarak ABD'nin Esed ile fiili olarak ittifak içinde olduğunu söyledi.
Ünlü ABD'li yazar Roy Gutman, ''Suriye'nin kuzeyinde ve Afrin'de kontrolü elinde tutan Kürt unsurlar, PKK'nın Suriye'deki uzantılarıdır. Amerikan ordusunun isteğiyle adını YPG'den SDG'ye çevirmiştir ve bu yapı altındaki tüm unsurlar, Kandil'de yerleşik PKK liderliğine hesap vermektedir." değerlendirmesini yaptı.
Gutman'ın ABD'de yayın yapan Daily Beast adlı haber portalında "ABD'nin Suriye'deki kirli sırrı: Esed ile de facto ittifak" başlıklı bir makalesi yayımlandı.
Makalesinde ABD'nin PYD/PKK ile iş birliği üzerinden dolaylı olarak Beşşar Esed rejimi ile iş birliği yaptığını ifade eden Gutman, ABD'nin PKK'dan ayrı bir yapı olarak lanse etmeye çalıştığı PYD/YPG yapılanmasının ise açık bir şekilde "PKK'nın Suriye kolu" olduğunu vurguladı. Gutman, Afrin operasyonuyla birlikte sıkışan PYD/PKK unsurları için, "ABD'nin Suriye'de DEAŞ'a karşı beraber çalıştığı Kürt güçler Türkiye ile meydan muharebesine girişti ve yardım için şimdi gözünü Şam rejimine çevirdi." değerlendirmesini yaptı.

''AFRİN GERÇEĞİ ORTAYA ÇIKARDI''
PYD/PKK ile Esed arasındaki iş birliği Türkiye'nin Afrin operasyonunun, Pentagon'un uzunca bir süredir örtmeye çalıştığı bir gerçeği ortaya çıkardığını kaydeden Gutman, "ABD'nin DEAŞ'la mücadelede sırtını yasladığı Kürtlerin öncülüğündeki SDG, Beşşar Esed rejimi ile iş birliği yapıyor." ifadelerini kullandı.
Türkiye'nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile gerçekleştirdiği Zeytin Dalı Harekatı kapsamında her geçen gün Afrin'de yeni alanları PYD/PKK unsurlarından aldığını belirten Gutman, tam da bu noktada SDG adını kullanan PYD/PKK'nın Esed rejiminden yardım istediğini ifade etti. Suriye'nin diğer bölgelerindeki SDG unsurlarının Afrin'e kaydığını vurgulayan Gutman, buna rağmen SDG militanlarının kayda değer bir başarı elde etmekten çok uzak olduklarını belirtti.
''KANDİL'DEKİ PKK LİDERLİĞİNE HESAP VERİYORLAR''
Gutman makalesinde şu ifadelere yer verdi:
"Hem Obama hem de Trump yönetimi, bolca kanıta rağmen SDG'nin üst düzey Kürt liderlerinin PKK'dan bağımsız olduğunu iddia etti. ABD yönetimi, SDG'nin farklı varyasyonları olduğunu savunabilmek için gerçeğin kendisine karşı sesini kısmak zorunda kaldı. Suriye'nin kuzeyinde ve Afrin'de kontrolü elinde tutan Kürt unsurlar, PKK'nın Suriye'deki uzantılarıdır. Amerikan ordusunun isteğiyle adını YPG'den SDG'ye çevirmiştir ve bu yapı altındaki tüm unsurlar, Kandil'de yerleşik PKK liderliğine hesap vermektedir." Gutman, 2012 yılında Esed rejiminin anahtar teslim bir şekilde Suriye'nin kuzeyindeki birçok bölgeyi Kürt unsurlara verdiğine dikkat çekerek, PKK/PYD ile Esed rejimi arasındaki eski iş birliğine dikkati çekti.
''MİNİ TOTALİTER DEVLET''
PYD'nin Suriye'nin kuzeyindeki kentlerde siyasi iktidarını sağlamak için her şeyi yaptığını kaydeden Gutman, "PYD kontrolü altındaki bölgelerden en az yarım milyon kişi Irak'ın kuzeyine, yüz binlercesi de Türkiye ve Doğu Avrupa'ya kaçtı. Hatta Obama döneminde görev yapan eski bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, PYD kontrolündeki yönetimi 'mini totaliter devlet' sözleriyle nitelendirmişti." değerlendirmesinde bulundu. Gutman ayrıca, PYD ile Esed rejimi arasındaki iş birliğine dair, "Esed rejimi de PYD'ye döndü çünkü sadece PYD (Suriye genelindeki) ulusal kalkışmaya katılmaya istekli Kürtleri bastırmaya gönüllü olmuştu." yorumunu da yaptı.
''ABD KENDİNİ ESED REJİMİYLE YAN YANA KOYDU''
Gutman, Afrin'deki PYD/PKK unsurlarının Türkiye için nasıl bir tehdit oluşturduğunu "Son iki hafta içinde Afrin'deki SDG unsurlarından Türk yerleşim birimlerine 83 roket ve havan topu atılmış durumda ve bunlardan dolayı, biri Suriyeli mülteci toplam 7 sivil hayatını kaybetti." sözleriyle betimledi. Türkiye'nin Afrin operasyonunun haklı gerekçelere dayandığını belirten Gutman, ABD'nin bölgedeki ittifak ilişkilerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğine işaret etti.

Teröristlere eğitimi resmi hesaptan açıkladılar!

ABD öncülüğündeki DEAŞ karşıtı koalisyonun sözcüsü Albay Ryan Dillon, bugün resmi sosyal medya hesabında teröristlere verdikleri patlayıcı eğitiminin fotoğraflarını paylaştı.
Teröristlere eğitimi resmi hesaptan açıkladılar!

ABD bir yandan Türkiye’nin Afrin’deki teröristlere yönelik operasyonunu engellemeye çalışırken, diğer yandan da PKK/PYD'li teröristlere eğitim vermeye devam ediyor.
ABD öncülüğündeki DEAŞ karşıtı koalisyonun sözcüsü Albay Ryan Dillon, bugün Twitter adresinde yaptığı paylaşımda, terör örgütü PKK/PYD'nin paravanı Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) verdikleri patlayıcı eğitiminin fotoğrafını paylaştı.
Dillon, eğitimin amacının teröristlerin el yapımı patlayıcılarla mücadele yeteneklerini artırmak olduğunu ifade etti.
‘Terör ordusu’ ilanı ve Zeytin Dalı Harekâtı
DAEŞ ile mücadele kisvesi altında SDG ile işbirliğine giden ABD, 14 Ocak’ta Türkiye ve Iraksınırlarında 30 bin kişilik terör ordusu kuracağını ilan edince kıyamet kopmuştu.
Ankara’dan gelen tepkiler üzerine Dillon, terör ordusu ilanını yaptıktan yalnızca iki gün sonra Türkiye'nin muhtemel Afrin harekâtına Pentagon'un engel olmayacağı işaretini vermişti.
20 Ocak’ta Türkiye, Afrin’deki terör örgütlerine yönelik Zeytin Dalı Harekâtı’nı başlatmıştı. Aradan geçen zamana ve attığı geri adımlara rağmen, ABD’nin Zeytin Dalı Harekâtı karşıtı hamleleri sürüyor.


ABD’nin Suriye’deki ‘Kırmızı Çizgisi’

Terör örgütü DAEŞ ’in Irak’tan sonra Suriye’de de yenilgiye uğramasını takiben 7 yıldır kanın durmadığı Suriye’de sürecin nasıl devam edeceği ortaya çıktı.
Tamer Ashraf
Bu savaşa sahada ya da siyasi olarak taraf olan bazı ülkelerin diplomatlarından duyuyoruz ki Amerikalılar bu hususta iyi kafa yormuşlar. Söylenen o ki, ABD ve diğer bazı oyuncular Fırat’ın doğusunda kalarak savaşın süresini uzatmaya ve ülkeyi bölecek detaylı bir plana göre hareket etme kararı almışlar. Öyle ki ABD Suriye’ye yönelik yeni projeksiyonuna dair bazı ülkeleri bilgilendirmiş bile. Yeni sürecin özeti aslında şu: Amerikan savaş uçaklarının Fırat’ın batısından doğusuna geçmeye çalışan Rus güçlerini ve on bağlı Suriye güçlerini vurmasının ardından ABD, Fırat’ın doğusu ile batısı arasına “iki Suriye” oluşturacak kırmızı çizgisini artık fiilen çizdi.
İŞLER SAHADA SERTLEŞECEK

Suriye sahasında önümüzdeki süreçte işler daha sertleşecek gibi gözüküyor. ABD’de geçtiğimiz günlerde gerçekleşen dikkat çekici özel Suriye toplantısı sırasında verilen mesajlar ve akabinde bazı ülkelerin Suriye politikaları karar vericilerine yollanan özel mektuplar konusu üzerinde düşünmek ve konuşmak gerekiyor. Söz konusu diplomatik telgrafın beş sayfadan oluştuğu ve Suriye’yi bölmeye yönelik yeni stratejisini özetlediği belirtiliyor. Tıpkı “Suriye Grubu” temsilcilerinin 11 Şubat tarihinde Washington’da gerçekleşen toplantıda İngiltere’nin Washington büyükelçisi, meşhur Orta Doğu Uzmanı Diplomat Benjamin Norman ve Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin, ayrıca ABD’nin Orta Doğu politikasından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı David Satterfield’in önerdiği şekilde...
ABD SINIRI GEÇTİ

ABD’nin Suriye’de Rus ordusuna bağlı şirketi Wagner’in paramiliter güçlerine yönelik direkt saldırı, Fırat’ın iki yakasının geleceğine dair sınırı da çizdi ABD. Nitekim Amerikalılar, yedi hafta önce “Suriye Grubu” içindeki müttefiklerine bir sonraki hedefin Suriye’nin doğusunu haritanın geri kalanından ayırmak olduğunu, Beyaz Saray’ın bölgede çalışan güçleri finanse etmek için yıllık 4 milyar dolar tahsis ettiğini, ayrıca doğudaki terör örgütü PKK çoğunluğunu hatta ana omurgasını oluşturduğu SDG içinde eritecek bir sınır muhafız gücüne eğitim verileceğini, bölgeyi temsil edecek ve Suriye ordusunun buraya dönüşünü engelleyecek bir siyasi muhalefet icat edilmesinin kolaylaştırılacağını bildirdiler. Kaynaklarım, bu paranın bir kısmının başta Rmeylan ve Kobani olmak üzere PKK/PYD’nin kontrolünde bulunan topraklardaki ABD üslerinin genişletilmesine de harcanacağını söylüyor.

Söz konusu tartışmalı toplantıya, Satterfield’in yanı sıra İngiltere Dışişleri Bakanlığı Suriye Ekibi Koordinatörü Hugh Clary, Fransız Dışişleri Bakanlığı Orta Doğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü Jerome Bonnafont katıldığı belirtiliyor. Aynı toplantıda Washington’ın iki önemli Ortadoğu partneri de vardı: Ürdün Dışişleri Bakanı Müsteşarı Nawwaf Wasfi el Tell ve Suudi Arabistan İçişleri Bakanlığı Güvenlik Sorumlusu Tuğgeneral Cemal el Akil.

Bu gizemli toplantı sonrası ortaya çıkan sonuç üzerinde çalışılması planlanan 5 hedefin olduğu söyleniyor:

Suriye’yi bölmek, Soçi’yi baltalamak, Türkiye’yi geri çekmek, Staffan De Mistura’ya Cenevre’nin yeniden canlandırılması talimatı vermek ve Suriye’de çözüm ile alakalı olacak sekiz maddelik belgeyi uygulamaya koymak.

Bu senaryoda BM’in, Amerika’nın Suriye’yi bölme planında büyük rol oynayacağı kesin gözüküyor. Zira öncelik Cenevre sürecinin güçlendirilmesi olacak. Hatta Amerikalılar, partnerlerine, bundan böyle Astana toplantılarına katılmayacaklarını ve buradaki diplomatik temsili en alt düzeye çektiklerini bildirdiler bile.

Suriye’yi bölme yolunda tereddütsüz gözüken Amerikalılar, geçiş hükümeti fikrine de bunun uygulanması ile ilgili 2254 sayılı Birleşmiş Milletler kararının uygulanmasına da aldırış etmeyeceklerdir. Kaldı ki Satterfield, toplantıda, “Muhaliflere geçiş hükümeti fikrini desteklememeleri çağrısında bulunduk” mesajı ile süreci sil baştan yürüteceklerini göstermiş oldu.


Amerikalılar tüm bu diplomatik girişimleri sürdürürken şunu gözetiyor: Bir tarafta imajlarını korurken diğer tarafta muhalefeti bu müzakerelerde görevlendirme hususunu abartmadan ve nihai hedef olan Suriye’yi bölme ve Esad’ı gönderme planından vazgeçmeden ne kadar esnek olduklarını göstermeye çalışacaklar.

Amerikalıların ayrıca kurumlar oluşturmanın ve Esad’ın kazanamayacağı seçim koşulları hazırlamanın da plan kapsamında olduğunu, bu sebeple de Esad’ın seçime katılmasına mani olmaya yönelik bir neden olmadığını konuştukları belirtiliyor .

Katılımcılar bu bağlamda Rusya’ya yönelik bir stratejiyi de kabul etmişler. Oldukça dikkat çekici bu stratejiye göre Rusya’nın Suriye’de seçimlerin BM gözetiminde yapılmasına yönelik şartları kabul etmesi, rejimi yeni anayasa üzerinde müzakereye çekmek gibi yumuşamaya paye verilmeyecek. Yani Amerikalılar bundan böyle Lavrov’un “tatlı sözleriyle” yetinmeyecek.

Amerikalılar, Güvenlik Konseyinde daha fazla toplantı yapmak ve medyadaki karşıt kampanyaları daha da genişletmek suretiyle Rusları Esad’dan vazgeçmeye ikna etmek için seçim sürecinde Vladimir Putin’in durumunun kırılganlığından faydalanmaya çalışacaktır.

KÜRTLERE DİPLOMATİK KANAL KURMA ÇABASI

William Roebuck’ı SDG elçisi tayin eden Amerikalılar, Fırat’ın doğusu ve Kürtlerle diplomatik kanal kurmaya bir adım daha yaklaşmış gözüküyor. ABD sahada daha sivil görüntü verme derdinde. Aynı zamanda müzakere sürecinde Türkiye’yi provoke etmeden PKK/PYD’nin temsil edildiği gruplara daha fazla diplomatik ağırlık verilmesi yönünde önerileri oldu. Oysa PYD, Amerika’nın bu yöndeki planlarından daha önce haberdardı nitekim Türkiye de Afrin operasyonunu bununla gerekçelendirdi. Amerikalılar, Cenevre müzakerelerinde PYD temsilcisini SDG bayraklarıyla kamufle etmeyi ve Fırat’ın doğusunu temsil edecek bir delegasyon oluşturmayı böylece hükümet heyetini kuşatmayı da önerdiler.

Bu arada Rusya’ya nasıl baskı kurulacağı hususunda da 3 sayfalık bir planlamanın hazırlandığı ifade ediliyor. Ki sanırım en zorlu süreç bu noktada başlayacak.

İDLİB'TE HAREKETLİ GÜNLER
Halep’in rejimin kontrolüne geçmesi ile birlikte Suriyeli muhalifler için en kritik ve yegane savuma hattı haline gelen İdlib’te de sıkıntılı bir süreç yaşanıyor. Zira Rejimin ve Rusya’nın baskıları ile güç kaybına uğrayan Suudi destekli Heyet Tahrir Şam’ın (HTŞ), İdlibli sivillerden de ciddi tepkiler görmeye başladığı belirtiliyor. HTŞ güç kaybederken Ahraru Şam grubu HTŞ’nin kalan boşluğu dolduruyor. HTŞ’nin Türkiye’nin Zeytin Dalı Operasyonu’nu başlattığı ilk günlerde HTŞ içinden ‘Zengi’ gibi önemli iki grubun Afrin’e geçişe sıcak bakmaması, hatta engelleme girişimi önemli bir tartışma yaratmıştı. HTŞ şimdilerde bir yandan içeriden gelen tepkilerl

Türkiye'den ABD'ye Afrin yanıtı

Dışişleri Bakanlığı: "ABD Dışişleri'nin, BMGK kararının 'Türkiye tarafından iyi okunması' gerektiği yönündeki ifadeleri, her türlü temelden yoksundur"
DIŞİŞLERİ Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü'nün Suriye'de insani duruma ilişkin 2401 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı bağlamında Türkiye'ye yaptığı atıf hakkındaki soru üzerine, "ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü'nün sözkonusu BM Güvenlik Konseyi kararının "Türkiye tarafından iyi okunmasıö gerektiği yönündeki ifadeleri, her türlü temelden yoksundur ve kararın odak noktasını anlayamadığını ya da bu odağı çarpıtmak istediğini göstermektedir" dedi.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü'nün Suriye'de insani duruma ilişkin 2401 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı bağlamında Türkiye'ye yaptığı atıf hakkındaki soruya şu yanıtı verdi: "2401 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının odak noktası, rejimin bir hafta içinde yüzlerce sivilin katledilmesine ve hastane, okul gibi sivil tesislerin tahrip edilmesine yol açan saldırılarının durdurulması, ayrıca rejimin uyguladığı kuşatma siyasetinin açlığa mahkum ettiği insanlara insani erişim sağlanmasıdır. Karar, Doğu Guta başta olmak üzere, Suriye'de kötüleşen insani durum karşısında, acil insani yardım erişimine ve tıbbi amaçlı tahliyelere imkan sağlanması amacıyla çatışmaların gecikmeksizin durdurulması ve en az 30 gün süreyle insani ateşkes ilan edilmesi talebinde bulunmaktadır.
ZEYTİN DALI HAREKATI'NDA BM ŞARTI'NIN 51. MADDESİ TEMELİNDE MEŞRU MÜDAFAA HAKKINI KULLANMAKTADIR
Kararda atıf yapılan, insani durumun endişe yarattığı yerler arasında Afrin zikredilmemektedir. Zira Afrin'de cereyan eden, kararda kastedilen şekilde sivil-terörist ayrımı gözetmeyen bir çatışma değil, Suriye'nin bütünlüğünü ve Türkiye'nin milli güvenliğini hedef alan terörist örgütlere karşı yürütülen bir mücadeledir. Türkiye, Suriye'deki çatışmaların taraflarından biri değildir. Türkiye, Afrin'de yürüttüğü Zeytin Dalı Harekatı'nda BM Şartı'nın 51. maddesi temelinde meşru müdafaa hakkını kullanmaktadır.

ABD DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI SÖZCÜSÜ'NÜN İFADELERİ, HER TÜRLÜ TEMELDEN YOKSUNDUR
Hal böyleyken, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü'nün sözkonusu BM Güvenlik Konseyi kararının 'Türkiye tarafından iyi okunması' gerektiği yönündeki ifadeleri, her türlü temelden yoksundur ve kararın odak noktasını anlayamadığını ya da bu odağı çarpıtmak istediğini göstermektedir.

Kararı amaç ve hedeflerini çarpıtmadan hayata geçirmek ilgili tüm taraflar için öncelik teşkil etmelidir. Masum halkın korunması saikiyle alındığı varsayılan kararın, teröristlerin korunmasına yönelik şekilde çarpık ve çifte standartlı yorumlanmasından özenle kaçınılmalıdır.

Bu çerçevede, ABD'nin de teröristlere destek veren açıklamalar yapmak yerine rejimin masum sivil insanlara saldırılarını durdurmaya odaklanmasını tavsiye ederiz. Türkiye, şimdiye dek olduğu gibi bundan sonra da, Suriye halkının çektiği acıların dindirilmesi için üzerine düşeni yapmayı sürdürecektir."

26 Şubat 2018 Pazartesi

Afrin’de Türkiye’nin Başarılı Olmasını Kim İster?

Türkiye'nin dışarıdan seyirci kalamayacağı bir güçler savaşı var. Türkiye bu savaşta kendi ulusal güvenliğini ve bölgenin huzurunu temin etmek adına adımlar atıyor. Atmaktan başka çaresi de yok.
Geçenlerde bir televizyon kanalında SETA’dan arkadaşım Hasan Basri Yalçın’a sunucu “Rusya neden Türkiye’nin Afrin’de başarılı olmasını istemez” diye bir soru sordu. Hasan Basri çok yalın ve net bir cevap verdi bu soruya: “Çünkü Rusya Türkiye değil.”
Evet ne Rusya Türkiye, ne İran ne de başka bir güç. Her ne kadar Türkiye Suriye sahasında mikro ittifaklar kuruyor ve mevzi işbirlikleri geliştiriyorsa da gün sonunda adımlarını dikkatli atmak ve tek başına olduğunu bilmek zorunda.
Bu Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi aşırı ihtiyatla önüne çıkan fırsatları geri tepmesi anlamına gelmiyor elbette. Türkiye şu anda Suriye’de bir fırsat yakalamış durumda. Suriye’de Türkiye’yi aşan ve fakat Türkiye’nin dışarıdan seyirci kalamayacağı bir güçler savaşı var. Türkiye bu savaşta kendi ulusal güvenliğini ve bölgenin huzurunu temin etmek adına adımlar atıyor. Atmaktan başka çaresi de yok.
Türkiye’nin sahadaki varlığı meşru bir varlık. Diğer hiçbir gücün böylesi bir meşruiyeti yok. ABD 10 bin kilometre öteden gelip Suriye’de ne arıyor? Peki ya Rusya? İran’a ne demeli? İsrail fırsat bulur bulmaz Suriye denkleminin önemli bir parçası olmaya çalışıyor?
Türkiye için en temel mesele sınırlarının terörden arındırılması. Ve Türkiye’nin şu anda en büyük sermayesi siyasi iradenin kararlılığı ve toplumun bu iradeye verdiği destek.
Elbette bu mücadelede sahip olduğumuz askeri kapasite ve stratejik birikim belirleyici olacak. İşte Afrin’e giden İran destekli milis güçlerin nasıl önünün kesildiğini gördük. Karşımızdaki şer güçlerinin de bu olayı nasıl kapsamlı bir operasyon olarak tezgâhladıklarına da şahit olduk. Fakat Türkiye bu oyuna gelmedi. Erdoğan’ın stratejik aklı ve kararlılığı bir kez daha devreye girdi ve karşımızdaki unsurların ittifak yapmasının önüne geçti.
Bugün değil ama yarın bu süreçler detaylı olarak yazılacak. Yazıldığı vakit bugün sureti haktan görünüp de elini gerçek anlamda taşın altına sokmayanlar da ayan beyan ortaya çıkacak. Ne diyelim, sizi tarih yazacak!


Hainler için yaşasın cehennem!
Böyle aşağılık, böyle sinsi, böyle hain bir terör örgütünü tarih yazmamıştır.
Fetullahçı Terör Örgütü’nden, FETÖ’den bahsediyorum.
Bu örgütün tıynetini, mensuplarını nasıl kirlettiğini anlamak için FETÖcülerin 15 Temmuz davalarındaki savunmalarına bakmak yeterli.
Ankara’da ses duvarını aşacak şekilde alçak uçuş yapan, bombalar yağdıran F-16 pilotlarının mahkemede sarf ettikleri sözler mesela. Kimi “uyuyordum” diyor, kimi “başım ağrıyordu o yüzden bir şey hatırlamıyorum” diyor.
Kendilerine kamera görüntüleri izletildiğinde ise bu konuda konuşmak istemiyorum diye cevap veriyorlar.
Talimatla konuşuyorlar. Bunlar kimden, nasıl, hangi yöntemlerle talimat alıyorlar? Umuyorum devletimiz bu süreci yakından takip ediyordur.
Bu millet gerçekten büyük millet. Adalete güveniyor ve sabırla bu hainlerin hak ettikleri cezaları almalarını bekliyor.
google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html