New York’ta Pakistanlı bir taksi şoförü İtalyan yazar ve düşünür
Umberto Eco’ya soruyor:
“İtalya’nın düşmanları kimler?”
Eco, önce soruyu anlamıyor ve şöyle cevap veriyor:
“İtalya’nın düşmanı yok. Uzun yıllardır kimseyle savaşmıyoruz.”
Fakat taksi şoförü cevaptan hoşnut olmuyor ve “İtalya’nın
ihtilaflı topraklar, etnik temelli nefret, sınır ihlalleri gibi nedenlerden
dolayı hangi halklarla yüzyıllardır savaş halinde olduğunu öğrenmek istediğini”
söylüyor.
Eco, soruyu tam olarak anlamadığı için cevabını şöyle
açıklıyor: “Son savaş halinden beri yarım yüz yüzyıldan uzun süre geçti o
zamandan beri kimseyle savaşmıyoruz.”
Taksi şoförü: “Düşmanları olmayan bir halk olabilir mi?”
diyerek aldığı cevaptan tatmin olmadığını belirtip sohbeti bitiriyor.
Umberto Eco taksiden indikten sonra sorunun üzerinde biraz
düşününce Pakistanlı şoförün aslında ne demek istediğini fark ediyor.
“Devletler ulusal kimlik yaratmak, kendi toplumlarını bir
arada tutmak için düşman yaratırlar.”
İtalya bu amaçla kimi kendisine düşman seçmişti? Taksi
şoförü bunu merak ediyordu.
İtalya’nın yaratılmış düşmanlarını.
Mesela “Büyük düşman”
Sovyetler birliği dağılınca ABD’nin imdadına Bin Ladin yetişmişti.
Sadece kimlik oluşturmak, toplumu bir arada tutmak için
değil. Devletlerin, değer sistemlerini ölçebilmek ve sergilemek için de düşman
bulmaları gerekiyordu.
Umberto Eco’nun son çıkan “Düşman Yaratmak” adlı kitabını
okuyunca aklıma Türkiye’nin düşmanları geldi?
Sahi Türkiye’nin düşmanları kimler?
Eco, İtalya’nın son 60 yıldır yaşadığı felaketleri;
düşmanları dışarıdan bulmak yerine içeride yaratılmış olmasına bağlıyor.
Türkiye de benzer bir durumda.
Birçok devlet kendisine dışarıdan bir düşman
yaratırken, Türkiye’de iktidarlar
varlıklarını sürdürmek için düşmanı içeride yarattılar.
İktidara gelen partiler tabanlarını bir arada tutmak için
kendisine muhalif kesimlere “Türkiye’nin düşmanı” muamelesi çektiler.
Her iktidar kendisinden olmayanı düşman olarak lanse etti
bize.
Bu durum toplumda derin ve iyileştirilemez yaralar açtı.
Bir dönem dindarlar, başka bir dönem solcular, her daim
Kürtler, bir başka iktidar zamanında ise Aleviler düşman olarak gösterildi bize.
Sonuçta hepimiz birbirimize düşman olduk.
Yaratılan bu düşmanlıklar ortak hedefleri olan insanlar,
yani toplum olmamızın önüne geçti. Ortak değerlerimizin oluşmasına fırsat
bırakmadı.
Öyle ki iktidarların bu politikaları sayesinde düşmanlık
içimize yerleşti. Ruhumuzu teslim aldı.
Muhalif olana düşman gözüyle bakmayı, zihnimize adeta
nakşettiler.
En küçük bir fikri ayrılığında karşımızdakine “düşman”,
“vatan haini” damgası vurmaktan imtina etmiyoruz.
Bundan dolayı ne acılarımız ortak, ne de sevinçlerimiz.
Ne millet olabildik, ne de devlet.
Ne dünyaya gururla sunacağımız bir değerler bütünü
oluşturabildik, ne de onurla taşıyacağımız ortak bir kimlik.
Hepimiz, tabanını kenetlemek ve daha çok oy almak için
ötekini düşman olarak tanımlayan iktidarların oyununa geldik.
Yıllarca “aman ‘vatan hanini’, ‘devlet düşmanı’ İslamcılar iktidara gelmesin” korkusuyla en
pespaye, en beceriksiz Kemalist iktidarların ülkemizi yönetmesine razı
olduk.
“Dikkatli olun yoksa Komünistler iktidara gelecek” diyerek
korku pompalayan sağcı, kifayetsiz muhteris iktidarların çapsızlığına mahkum
olduk.
“Kürtler bu ülkenin düşmanı, ülkeyi bölmek istiyorlar”
endişesiyle toplumumuzun bir parçasına yapılan insanlık dışı muamelelere itiraz
edemedik.
İktidarlar yarattıkları düşmanlarla savaşmaktan ülkeye
hizmet etmeye vakit bulamadılar.
Ya da kendi beceriksizliklerini ve hilekarlıklarını;
düşmanları suçlayarak örtbas ettiler.
Yaratılan bu düşmanlıklardan her seferinde iktidarlar
kazançlı çıkarken, kaybeden Türkiye oldu.
Ülke olarak geldiğimiz nokta içler acısı.
Halbuki bizler yani gazeteciler, yazarlar, akademisyenler,
doktorlar, öğretmenler… iktidarların,
kardeşleri düşman kılan politikalarını boşa çıkarabilirdik.
Düşman severliğin; daha fazla oy almak, iktidarda kalmak
tutkusundan kaynaklandığını insanlara anlatabilirdik.
Fakat hiç birimiz bunun önüne geçecek bir üslup ve tutum
belirleyemedik.
Hepimiz tam da iktidarların işine yarayacak şekilde bir
kampın sözcülüğüne soyunduk.
Kimimiz devletin yanında, yaratılan düşmanın karşısında,
kimimiz ise düşmanın yanında, devletin karşısında kendimizi konumlandırdık.
Hala da aynı durumdayız.
Şimdi iktidarda dindarlar var.
Dindarlar yıllarca düşman muamelesi görmüş insanlar olarak
bu kısır döngüyü bozabilirlerdi.
Ülkenin bütün enerjisini emen bu kan davalarını bitirebilirlerdi.
Toplumu birbirine düşman etmeyi iktidar olmak için tek yol
olarak gören siyasete son verebilirlerdi.
Muhalif olmak ile düşman olmanın çok farklı tutumlar
olduğuna insanlara gösterebilirlerdi
Fakat yapmadılar.
Yapmadılar çünkü: Yaratılan düşman korkusu ile seçmeni,
taraftarı bir arada tutmak, icraat yaparak tutmaktan daha kolaydı.
Geçmiş iktidarların yöntemini aynen devam ettirdiler.
Hukuksuzluğa bulaşanları adalete teslim etmek ile
düşmanlaştırmak arasındaki çizgiyi koruyamadılar.
Ergenekon sürecinde hakkaniyetten uzak bir tutum
takındılar.
Ardından Gezi protestocularına düşman muamelesi çektiler.
Son dönemde ise yeni düşman Gülen cemaati.
Her daim düşmana ihtiyaç var.
Çünkü Türkiye’de iktidar olmanın yolu, toplumu birbirine
düşman etmekten geçiyor.
Kimin kampı büyük, taraftarı çoksa o iktidar oluyor.
Kimin yarattığı düşman daha korkunçsa, ipi o göğüslüyor.
Geçmiş iktidarların yaptığı gibi bu İktidar da kendi
yarattığı düşmanın ne kadar korkunç olduğunu anlatıp, hepimizi bu korkunun karşısında
kenetlemeye çalışıyor.
“Yeni düşmandan”
bizi korumak için hepimizin hayatını zorlaştıracak olmadık yasalar
çıkarıyor.
Aslında iktidarlar yarattıkları düşmanlardan bizi değil kendilerini
koruyorlar.
Ve tüm bu politikaların sonucunda geldiğimiz nokta ortada.
Kemalistler, solcular, İslamcılar… hepsi iktidardan bir
kazanım elde ettiler ama Türkiye hep geriledi.
Türkiye her gün gözümüzün önünde eriyip yok oluyor ve hiç
birimiz bir şey yapamıyoruz.
İktidarlar varlığını sürdürdü ama ülkemiz, dostluğumuz,
değerlerimiz, geleceğimiz onarılmaz bir yara aldı.
Şimdi hep beraber Türkiye’nin uçuruma yuvarlanışını
izliyoruz.