BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

31 Temmuz 2019 Çarşamba

Rumlar çıldıracak! Kapı gibi iki tapu Türkiye’de

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi etkisiz kılmak isteyen Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’ne karşı KKTC ve Ankara’nın elinde Maraş’a ait kapı gibi tapu var. Yerleşime açılması planlanan Maraş’ın tamamının Osmanlı dönemi vakıflarına ait olduğu tescillendi.


Rumlar çıldıracak! Kapı gibi iki tapu Türkiye’de

Türkiye ve KTTC, Doğu Akdeniz’deki haklarını gasp etmek isteyen Rum Yönetimi ve destekçilerine karşı sessiz ve derinden bir çalışma yürüttü. Çalışmalara 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan beri kapalı bulunan Maraş ilinden başlandı. 2009 yılında Türkiye’den Osmanlıca bilen bir ekip KKTC’ye giderek, geçmişe dönük bütün tapuları incelemeye başladı.


20 milyon veri çıkarıldı

1571’den 1974’e kadar bütün Vakıf malları tek tek masaya yatırıldı. 2 bin 443 kütük defteri, 13 bin dosya ve 8 milyon belge incelendi. Bu incelemelerden 20 milyon veri çıkartıldı, tüm bu veriler bilgisayar ortamına aktarıldı. Ayrıca toplam bin 744 gigabayt’ı bulan 424 bin belge ve binlerce fotoğraf da kayıp olma/zarar görme istimaline karşı muhafaza altına alındı.



Envanter çıkarılıyor

Bugün o çalışmalar kapsamında Kıbrıs Vakıflar Müdürlüğünün de sunduğu tapularla Kapalı Maraş’ta envanter çalışmalarına başlandı. KKTC Vakıflar İdaresi Genel Müdürü Prof. Dr. İbrahim Fatih Benter ve KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş’ın danışmanı Prof. Dr. Ata Atun, Maraş’ta yürütülen çalışmalarla ilgili bilgiler verdi.


Bölge 3 vakfa ait

Prof. Dr. İbrahim Fatih Benter yaptıkları çalışmaların, Maraş’ın büyük çoğunluğunun vakıf malı olduğunu ortaya koyduğunu söyledi. Ellerinde belge ve tapular olduğunu belirten Benter, “Kapalı Maraş bölgesinin 3 vakfa ait olduğunu biliyoruz. Kütükleri elimizde, Lala Mustafa Paşa Vakfı, Abdullah Paşa Vakfı ve Bilal Ağa Vakfı’dır. Barış Harekatından hemen sonra kapatılan

Maraş’a giriş sınırlıydı. 1990’larda rastgele bir binada Maraş’ın kütükleri bulundu. Bu belgeleri Rumlar kaçırmak istedi ama yakalandılar. Tüm bu belgeler mahkeme sunuldu ve Vakıf malı olduğuna karar verildi”


Maraş eski haline döner

“Oradaki bütün tapular bizim elimizdedir” diyen Benter, envanter çalışmasının kendilerinin sunduğu tapular üzerine gerçekleştiğini söyledi. Benter, “Hızlı bir çalışma yapılırsa envanter süreci 6 ay ile 1 yıl arasında sürer. Hangi arazi bizim biliyoruz ama arazi üzerindeki yapıların incelenmesi, alt yapıların durumu gibi konular var. 45 yıldır kapalı olan bir bölge haliyle harap durumda. Bu çalışmaların sonunda büyük şirketler hizmet alımı yaparsa hızlı bir şekilde yol alınarak Maraş eski günlerine geri döner” şeklinde konuştu.


Rumlara kiralanacak

Rumların da kayıpları verilmeli diyen Benter, “Eğer bir Rum gelir de ‘Ben falan yerde otel yaptım orasının vakıf arazisi olduğunu kabul ediyorum. Bir kira sözleşmesi yapmaya hazırım’ derse biz ona deriz ki tamam sözleşmeyi imzala bu kira karşılığını ver yatırım yaptığın binayı verebiliriz” dedi.


Rumlar belgeleri kaçıracaktı?

Maraş topraklarının Türk Vakıflarına ait olduğuna Mağusa Kaza Tapu Dairesine ait 1920 ve 1930’ların Tapu kütükleri Maraş’ta bir otelin deposunda ele geçirildi. Bu kütükleri Rumlar kaçırmak istedi ancak yalandı. Bu tapu kütükleri incelendiğinde Maraş’ın büyük bir kısmının Abdullah Paşa Vakfına, belirli bir kısmının Lala Mustafa Paşa Vakfına ve küçük bir kısmınında Bilal Ağa Vakfına ait olduğu belirlendi. 2002 yılında Lala Mustafa Paşa Vakfının tespit kararı çıktı ve 2005 yılına da Abdullah Paşa Vakfının tespit Kararı çıktı. Söz konusu tespit kararlarıyle Maraş’ın vakıf taşınmaz mallarının ilgili vakıflara ait olduğu saptandı ve Mağusa Kaza Mahkemesi söz konusu Maraş vakıflarının gasp edildiğine hükmederek, Ahkamul Evkaf Prensiblerine göre ilgili Vakıflara ait olduğuna karar verdi.


Rum yalanı çöktü

Rumların Maraş’la ilgili tezlerinden birisi, bu bölgenin İngilizler tarafından 1,5 milyon sterline satın alındığı yönünde. Ancak KKTC Vakıflar İdaresi Genel Müdürü Prof. Dr. İbrahim Fatih Benter, bu iddianın geçersiz olduğunu belirtiyor ve gerekçesini açıklıyor: “Vakıf mallarının İngilizlerin İdaresinde olduğu dönemlerde kira bedellerini de İngilizler kararlaştırıyordu. Uzun seneler İngiliz İdaresi vakıf mallarının kiralarını çok düşük tuttu. İngiliz İdaresi kiraları çok düşük tuttuğu için, gelirler yetersiz kalmış ve Türk bölgeleri bakımsız kalmıştır. İngiliz İdaresi hata yaparak düşük tuttuğu kira gelirleri sonucu ortaya çıkan bina hasarlarının tamirlerini gerçekleştirmek üzere, hatalarını kabul ederek Türk Yönetimine 1,5milyon sterlin vermiştir. Söz konusu imzalanan metin ise 1960 anlaşmasında ‘Appendix U’ diye geçmektedir ve bu paranın ne olarak verildiği de metin içerisinde yer almaktadır. Toplum içindeki bu para ile ilgili yanlış algı ise, verilen paranın gasp edilen Vakıf Malları için verildiği ve o malları geri alamayacağımız yönündedir.


İngilizler gasp etti

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş’ın danışmanlığını yapan Prof. Dr. Ata Atun, Osmanlı vakıflarına ait malların 1878’de Ada yönetimini devralan İngilizler tarafından peşkeş çekildiğini söyledi. Atun şu bilgileri verdi: “İngilizler adayı gasp ettikten sonra, Rumları devlet dairelerine doldurarak, tapuda sahtekarlık yapmaya başladılar. Özellikle Maraş’ta Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa Vakıfları’na ait Larnaka’ya kadar uzanan topraklarda bu sahtekarlıklar yapıldı. İngilizler 1915’te adaya el koyunca arkasından emirnameler çıkarttı. Vakıf mallarını kullananlara ben bunu satarım diye tamamen vakıf kurallarına aykırı bir uygulamaya geçti. Ona rağmen Maraş mülkü Lala Mustafa Paşa ve Abdullah Paşa vakıfları mülhak vakıftır. Yani Mülhak vakıflar, Allah’a vakfedilmiş bunlar satılamaz, hediye edilemez hiç bir şey yapılamazlar.”


Elimiz güçlü

Bölgenin 1915 yılından itibaren tapular çıkarılarak Rumlara verildiğini belirten Atun şunları kaydetti: “Rumlar burası bizim diyor. Ancak 2001 yılında 176 ve 177 numaralı Gazimağusa Mahkemesi, kapalı Maraş topraklarının Abdullah ve Lala Mustafa Paşa Vakıflarına ait olduğuna dair bir karar verdi.” 

Türk yönetiminin Maraş’ta yatırım yapan Rumlara çağrıda bulunduğunu söyleyen Atun, “ Rumlara ‘neresi size aitse buyurun gelin çalıştırın, biz mülkiyet konusu hallederiz’ denildi. Bu ilk çağrı değil 9. çağrıdır. 1977’den günümüze kadar Rauf Denktaş’tan başlamak üzere 8 çağrı yapıldı. Rumlar bu çağrıların hepsini reddetti” dedi.
(Yeni Şafak)


30 Temmuz 2019 Salı

Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan iş birliği bölgede istikrar üretiyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Soğuk Savaş'ın ardından özellikle Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye ikili ve üçlü ilişkileri bölgenin kaderini önemli ölçüde belirledi.

Tamer Ashraf
2019 yazında bölgemizde iş birliklerinin gelişmesi adına önemli olumlu ve olumsuz gelişmelere tanık olundu. 12 Haziran 2019’da Azerbaycan’ın Gebele kentinde 7. Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye Savunma Bakanları üçlü toplantısı, 19 Haziran 2019’da Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, 4. Kolordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanlığı temsilcileri ve ana ast birlik komutanlarının katılımıyla Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan Deprem Arama Kurtarma Tatbikatı, 16 Temmuz 2019’da Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de ise Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan parlamentolarının Dış İlişkiler Komisyonları üçlü toplantı gerçekleştirildi.

Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın geliştirdikleri ikili ve üçlü iş birliği mekanizmaları bölgedeki olumlu havanın yükselmesine ve bu ülkelerin bölgesel ve küresel öneminin artmasına neden oldu, ayrıca önemli bir iş birliği örneği teşkil etti.

Bu arada 20 Haziran 2019’da Parlamentolararası Ortodoks Meclisi Genel Kurulu için Gürcistan’da bulunan ve Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne yönelik tavırları ile ünlü bir Rus milletvekilinin parlamento başkanı koltuğuna oturması sonrasında ikili ilişkiler gerildi ve iki ülke arasında uçak seferleri dahi durdu. Mayıs ve Temmuz 2019’da ise Gürcistan ile Azerbaycan arasında “Keşikçidağ provokasyonu” olarak tanımlanan küçük olumsuzluklar yaşandı.

Başlangıçta bu iş birliği sadece Batı kaynaklıymış gibi algı oluşturulmaya çalışılsa da, Azerbaycan ve Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin sorunlu olduğu dönemlerde bile bu iş birliğini canlı tutmak adına özel çaba sarfetmeleri ve özveride bulunmaları bu algıyı önemli ölçüde yıktı.

Aslında Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Güney Kafkasya bir yandan büyük enerji oyununun yeni alanı, diğer yandan da etnik çatışmalar coğrafyası haline gelmiştir. Her ne kadar Hazar havzasının doğal kaynakları bölgenin önemini artırsa da genel anlamda Kafkasya’daki (Kuzey Kafkasya’daki ve Güney Kafkasya’daki) etnik sorunlar (çatışmalar) bölgenin riskli coğrafya olarak algılanmasına neden olmuştur. Uzmanlar bölgenin geleceğine iş birliklerinin mi yoksa çatışmaların mı damgasını vuracağı sorusuna uzun süre net cevap verememişlerdir.

Bu koşullar altında Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın geliştirdikleri ikili ve üçlü iş birliği mekanizmaları bölgedeki olumlu havanın yükselmesine ve bu ülkelerin bölgesel ve küresel öneminin artmasına neden olmuş, ayrıca önemli bir iş birliği örneği teşkil etmiştir.

SSCB sonrası olumsuz koşullar


Sovyet Birliği’nin dağılmasıyla Güney Kafkasya’da üç yeni bağımsız devlet, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ortaya çıkmıştır. Bu süreçte Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan kendilerini etnik gerginliklerin ve hatta uzun süre boyunca da savaşın içinde bulmuştur. Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik toprak iddiaları uzun süren savaşın ardından "dış desteğin" de etkisiyle Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgaliyle sonuçlanmıştır. Kökenleri daha eskilerde bulunmakla beraber 1988’de alevlenen Karabağ sorunu 1992’de savaşa dönüşmüş, Mayıs 1994’te imzalanan ateşkes anlaşmasıyla şimdilik savaşa ara verilmiştir.

Gürcistan bu süreçte Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlık, Cehavetya’daki Ermeni azınlığın ise Ermenistan ile birleşme talepleriyle karşı karşıya kalmıştır. Azerbaycan’a yönelik saldırıları nedeniyle Ermenistan, Gürcistan Ermenilerinin taleplerini askıya almaya karar verdiği (aynı dönemde hem Azerbaycan hem de Gürcistan ile savaş için iç kaynaklarının yetersiz ve dış politika açısından yaşanabilecek sıkıntıların yüksek olması ihtimali sebebiyle) için bu cephede savaş yaşanmamıştır. Fakat Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlık talepleri yine "dış desteğin" de katkısıyla Gürcistan merkezi yönetimine karşı savaşa dönüşmüştür. 1990’ların başlarında Tiflis yönetiminin askeri açıdan başarı kazanmaya ve toprak bütünlüğünü sağlamaya çok yakın olduğu dönemlerde Rusya askeri kuvvetlerinin sürece açık müdahalesi Gürcistan’ın yenilgisini kaçınılmaz kılmıştır. Gürcistan’da Saakaşvili yönetiminin Ağustos 2008’de başlattığı askeri operasyon da benzer şekilde sonuçlanmıştır.

Günümüzde Azerbaycan ve Gürcistan için toprak bütünlüğünü sağlamaya çalışmak öncelikli konular arasında yer almakta ve sorunların barışçıl yollarla çözüme kavuşturulmaması bölge için savaş riskini canlı tutmaktadır.

1990’lı yıllarda Kuzey Kafkasya’da Rusya Federasyonu merkezi yönetimine karşı bağımsızlık hareketleri de söz konusu olmuş, özellikle Çeçenistan bir süre için fiili bağımsızlığa bile sahip olmuştur. Fakat Moskova yönetimi özellikle Putin’in iktidara gelmesiyle birlikte bölgeyi kontrolü altına almıştır.
Bu dönemde Ermenistan’ın diğer komşusu olan Türkiye ile ilişkileri de olumlu yönde ilerlememiştir. Türkiye Ermenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden birisi olsa da bu ülkenin Türkiye’ye yönelik suçlamaları ve toprak iddiaları, ayrıca Azerbaycan topraklarını işgal altında tutması nedeniyle diplomatik ilişki kurulmamış, Nisan 1993’te ise Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırılarını artırması ve Kelbecer’i işgal etmesi üzerine sınırlar da kapatılmıştır. Sonraki dönemde Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesine ve sınır kapılarının açılmasına yönelik zaman zaman da baskıya dönüşen iç ve dış çabalar sonuçsuz kalmıştır. SSCB sonrası dönemde Azerbaycan ve Gürcistan’ın kuzey ve güneydeki komşularla ilişkileri de inişli çıkışlı trende sahip olmuştur.

Bu dönemde Ermenistan, komşularıyla sorunlu ilişkileri dolayısıyla (Azerbaycan topraklarını işgal altında tuttuğu, Gürcistan’a yönelik toprak iddiaları, Türkiye’ye yönelik sözde soykırım suçlamaları ve toprak iddiaları) için bölgesel projelerin tamamının dışında kalmıştır. Ermenistan’ın ABD dahil çeşitli ülkelerdeki Ermeni lobisinin Erivan'ı dışarıda bıraktığı için Bakü-Tiflis-Ceyhan ve diğer projelerin askıya alınması gerektiğine yönelik tezleri inandırıcı bulunmamış, bu doğrultuda yapılan çalışmalar da sonuçsuz kalmıştır.

Bu arada Azerbaycan ile Gürcistan arasında bazı sınır sorunlarının ve Gürcistan’da yaşayan Azerbaycan Türklerinin sorunlarının uzlaşmazlık konusu teşkil ettiği gözlenmiştir. Türkiye ile Gürcistan arasında ise Türkiye’deki Kafkas diasporasının Abhazya ve Güney Osetya’ya verdiği destek, ayrıca Gürcistan’nın Ahıska Türklerinin geri dönüşlerine ilişkin Avrupa Konseyi’ne karşı üstlendiği yükümlüklerini yerine getirmemesinden kaynaklanan sıkıntılar görülmüştür.

Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan iş birliği


Yukarıda ortaya konan tablo çerçevesinde Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan yönetimleri çatışmaya ve sorunları tırmandırmaya değil, iş birliğine önem vermiş ve örnek bir bölgesel iş birliği modeli geliştirmiştir. Bu tablonun ortaya çıkmasında 1990’larda üç liderin (Süleyman Demirel, Haydar Aliyev ve Eduard Şevardnazde) sabırla stratejik iş birliğini inşa etmeye başlamaları ve 2000’lerde bu ülkelerde iktidara gelen yeni liderlerin (Recep Tayyip Erdoğan, İlham Aliyev ve Mihail Saakaşvili) bu süreci sabırla devam ettirmesi önemli rol oynamıştır.

Her üç ülke siyasi, güvenlik, ekonomik ve diğer alanlarda ilişkileri geliştirmek için mümkün olduğu kadar dikkatli ve sistematik bir biçimde çalışmıştır. Uzun süre ikili ilişkiler ve zaman zaman farklı uluslararası toplantılar çerçevesinde üçlü diyaloglar şeklinde sürdürülen ilişkilere 26 Nisan 1998’de ve 29 Nisan 2002’de Trabzon’da üç ülke liderlerinin katılımıyla zirve toplantıları eklenmiş, 2002’deki zirvenin ardından üç ülke arasında Terörizm, Organize Suçlar ve Diğer Önemli Suçlarla Mücadele Anlaşması imzalanmıştır. Ardından üçlü iş birliği kurumsal nitelik kazanmış, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlıkları başta olmak üzere üç ülkenin çeşitli kurumları arasında benzer toplantılar sürekli olarak gerçekleştirilmeye başlamıştır. Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan Üçlü Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın şimdilik sonuncusu olan 7.’si 30 Ekim 2018’de İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. 31 Mart 2018 tarihinde Giresun’da gerçekleştirilen Savunma Bakanları 6. Toplantısının ardından “Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti, Gürcistan Hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Savunma Alanında İş Birliği Mutabakat Muhtırası” imzalanmış, sonuncu toplantı ise yukarıda da ifade edildiği üzere 12 Haziran 2019’da yapılmıştır.

Uzun uğraşlar sonucunda gerçekleştirilen Bakü-Supsa ve Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hatları ile Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı sadece bu üç ülkenin kaderinde önemli bir dönüm noktası olmakla kalmamış, aynı zamanda küresel enerji oyununda devrim niteliğine de sahip olmuştur. Bu projeler dahil Hazar’ın Azerbaycan bölgesine ilişkin enerji projeleri bir yandan bölgeye sermaye çekerken, diğer yandan Hazar bölgesinden uluslararası piyasalara alternatif enerji naklinin de yolunu açmıştır. TANAP ve Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı projeleri de üçlü iş birliğini küresel açıdan da önemli hale getirmiş, Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan üçlüsü hem Avrupa’nın enerji güvenliği hem de Doğu-Batı taşımacılığı açısından kilit pozisyona yükselmiştir.
Türkiye’nin girişimiyle Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve DEİK organizasyonunda Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan İş Forumları ve diğer ilgili kurumların toplantıları da düzenlenmektedir. Ayrıca 15 Mart 2018’de yapılan Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan-İran Dışişleri Bakanları Dörtlü Toplantısı ile birlikte bu tür üçlü iş birliği formatlarının daha da genişlendirildiği de görülmüştür.

Üçlü iş birliğine yönelik provokasyonlar


Soğuk Savaş'ın ardından özellikle Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye ikili ve üçlü ilişkileri bölgenin kaderini önemli ölçüde belirlemiştir. Bu üç ülkenin olumlu yaklaşımları sayesinde Güney Kafkasya çatışma bölgesi olarak değil, iş birliği bölgesi olarak dikkat çekmeye başlamıştır. Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan arasındaki üçlü iş birliği ve ikili ilişkiler birbirlerini karşılıklı olarak destekliyor ve canlı tutuyor.

Başlangıçta bu iş birliği sadece Batı kaynaklıymış (ABD projesiymiş) gibi algı oluşturulmaya çalışılsa da, Azerbaycan ve Türkiye’nin Batı (ABD) ile ilişkilerinin sorunlu olduğu dönemlerde bile bu iş birliğini canlı tutmak adına özel çaba sarfetmeleri ve özveride bulunmaları bu algıyı önemli ölçüde yıkmıştır. Üç ülke sürekli geliştirdikleri bu iş birliğinin Batı merkezli değil, bölge merkezli iş birliği olduğunu önemli ölçüde kanıtlamışlardır. Öncesinde ve sonrasında hem Ankara’nın hem Bakü’nün hem de Tiflis’in gündeme getirdiği daha geniş çerçeveli bölgesel iş birliği modelleri de bunun bir kanıtıdır. Tabii ki, bu iş birliği çerçevesinde gerçekleştirilen projelerden İran da dahil olmak üzere Çin’den İngiltere’ye kadar çok sayıda ülke yararlanmış olabilir. Ama zaten Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın temel amacı da bölgenin refah ve iş birliği merkezine dönüşmesidir, “sürekli çatışma bölgesi” kaderini yaşaması değil.

Öte yandan bu üçlü iş birliğinden bazı devletlerin rahatsız olduğu da biliniyor. Bunların başında komşularına yönelik toprak iddiaları ve Azerbaycan topraklarını işgal altında tutması nedeniyle bölgesel projelerin dışında kalan Ermenistan gelmektedir. Ermenistan ve diğer bazı devletler Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan üçlü iş birliğinin zarar görmesi için zaman zaman bu üç ülke arasındaki ikili ilişkilere yönelik provokasyonlarda bulunmaktadırlar. Gürcistan ile Azerbaycan arasında kriz çıkarmak hedefiyle yapılan son “Keşikçidağ provokasyonları” da bunun bir parçasıdır ve asla küçümsenmemesi gerekiyor. Özellikle son provokasyonda Azerbaycan tarafının dikkatli davranması sayesinde ikili ve üçlü ilişkiler büyük bir krizi atlatmıştır. Önceki dönemlerde Türkiye-Gürcistan, Gürcistan-Azerbaycan ve hatta Türkiye-Azerbaycan ilişkilerine yönelik benzer girişimler de söz konusu olmuştu.
Bu tür girişimlerin devam edeceği kuşkusuzdur. Çünkü aslında bu provokasyonların hedefi sadece ikili ilişkiler değil, üçlü iş birliğinin doğurduğu ciddi bölgesel ve küresel sonuçlardır. Önemli olan bu tür girişimlere karşı ikili ilişkilerdeki potansiyel sorun alanlarının tespit edilerek çözüme kavuşturulması ve ilişkilerin daha da derinleştirilmesidir.


Türkiye ekonomisi bu yıl pozitif büyüyecek

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak: Türkiye ekonomisi bu yıl pozitif büyüyecek

Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak, "Türkiye ekonomisi bu yıl pozitif büyüyecek. Yıl sonu hedefine yakınsayacak bir büyüme bekliyorum." dedi.


Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, haber ajansları, gazete ve televizyonların ekonomi haber müdürleriyle bir araya geldiği toplantıda ekonomide son bir yıldaki gelişmeleri değerlendirdi, gelecek döneme ilişkin beklentileri aktardı, soruları yanıtladı.

Albayrak, Türkiye'nin son bir yılda çok güçlü bir politika başarısı ortaya koyduğunu, reform niteliğinde bir yılı geride bıraktığını söyledi.
Bağışıklık sistemini, altyapısını çok daha güçlü inşa etmiş bir Türkiye olduğunu aktaran Albayrak, spekülatif adım atanların 100 kere düşünmesi gereken bir sürece girildiğini bildirdi.

"Faizlerde düşüş olacak"

Türkiye'de önümüzdeki dönemde faizlerde düşüş trendi olacağını belirten Albayrak, "Kamu bankalarında bunu daha kısa sürede izleyeceğiz." diye konuştu.
"Enflasyonu yıl sonunda Yeni Ekonomi Programı'ndaki (YEP) hedefin altında kapatacağımızı ifade edebilirim." diyen Albayrak, özetle şu mesajları verdi:
"Mayıstan bu yana 10 milyar dolardan fazla yabancı yatırımcı girişi var. Türkiye'ye güvenen yatırımcı kazandı. Türkiye ekonomisi bu yıl pozitif büyüyecek. Yıl sonu hedefine yakınsayacak bir büyüme bekliyorum. Konut sektörünü yakından takip ediyoruz. Bugün itibarıyla sıkıntı oluşturan bir resim olduğunu düşünmüyorum. (Petrol ve gaz aramaları) Türkiye, Doğu Akdeniz'de çok önemli adımlar atıyor. İnşallah olumlu haberleri de yakında duyarız. İşsizlikle ilgili en kötüyü yüzde 14,7 ile geride bıraktık. Yaz aylarıyla birlikte yüzde 11-12'lere geldik."

"Faizlerdeki her türlü iyileşme ve gevşemeye olumlu bakacağım"

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının (TCMB) faiz konusundaki adımları benzer örneklere, iktisadi faaliyete, enflasyondaki iyileşmelere dayalı değerlendirmelerine göre attığını anlatan Albayrak, kendisinin de reel sektörün maliyetlerinin düşmesi açısından faizlerdeki her türlü iyileşme ve gevşemeye olumlu bakacağını söyledi.
Albayrak, faizlerde aşağı yönlü sürecin daha net şekilde devam edeceğini gördüklerini belirterek, şu ifadeleri kullandı: 
"Bizler de politika yapıcılar ve işin teknik ayağı olarak uyum noktasında, gerek bütçe ve vergi politikalarıyla eş güdümü yürütüyoruz. 2019 için ortaya koyduğumuz Yeni Ekonomi Programı'ndaki yüzde 15,9 enflasyon hedefini göz önünde bulundurarak, bu hedefin altında enflasyonla bu yılı kapatacağımızı çok net ifade edebilirim. Temmuz ayında baz etkisine dayalı hafif yükselme görsek de tahmin ediyorum, ağustos, eylül ve ekimdeki baz etkisinin güçlü cereyan edeceğinden kaynaklı, önümüzdeki süreç bu trendin daha da aşağı olduğunu gösteriyor. Burada kendisini rahat hissettiği marj nedir? Reel faiz noktasındaki benzer örneklere dayalı Merkez Bankası nasıl bir para politikası uygular? Bunu süreç içinde göreceğiz." 

"Önümüzdeki süreç ekonominin genelinde çok daha pozitif cereyan edecek"

Türkiye'nin 1 yıllık dengelenme sürecinde artık enflasyon ve faizlerde aşağı yönlü trendin içine girdiğini vurgulayan Albayrak, "Özellikle büyüme, iktisadi faaliyet, her türlü politik belirsizliğin geride kalmasından da kaynaklı, bundan sonra artık talepten, iç tüketim dinamiklerinden başlayarak, yılın ikinci yarısında bunların da etkisiyle, ekonomideki dengelenmenin de başlamasıyla önümüzdeki yılın ikinci yarısının daha pozitif bir döneme gireceğini ifade edebiliriz. Önümüzdeki süreç beklenti ve gelecek açısından, istikrarlı sürecin sadece kur ve faizler üzerinde değil ekonominin genelinde çok daha pozitif cereyan edeceğinin delili." diye konuştu. 
Albayrak, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasında tutulan yedek akçenin Hazineye aktarılmasına yönelik soruya, "Biraz bu konudan anlayan herkes, sadece Merkez Bankası bilançosuna bakıp, bilançodaki bir kalemin yer değiştirmesinde kaynaklı bu sürecin para basmayla yakından uzaktan alakası olmadığını, bunun tamamen normal iktisadi faaliyet içindeki bir adım olduğunu çok net görür. Bu işlem tamamen normal ekosistem içindeki işlem. Para basmayla yakından uzaktan alakası yok." yanıtını verdi. 

"Vergi reformuyla ilgili çalışmalar çok yoğun şekilde devam ediyor"

Albayrak, Ticaret Bakanlığı koordinasyonunda, ilgili paydaşlarla iletişim halinde "Hal Yasası" konusunda çalışmaların sürdüğünü anımsatarak, "Takip ediyoruz, yetişirse bu yıl, olmazsa önümüzdeki yıl bununla ilgili önemli adımlar atacağız." dedi. 
Vergi hususuna yönelik sürecin de devam ettiğine işaret eden Albayrak, "Yapılandırma başka, af başka bir şey. Af dönemini artık geride bıraktık. Farklı dönemlerde farklı ihtiyaçlara dayalı adımlar atılabilir. Talepler geliyor değerlendiriyoruz. Burada olumsuz bir süreç yok. Vergi reformuyla ilgili çalışmalar çok yoğun şekilde devam ediyor. Sonbahara bununla ilgili bir paketi hazırlamaya çalışıyoruz. Türkiye'deki vergi sisteminin küresel örneklere, gelişmekte olan ülkelere göre daha rekabetçi bir mimariye kavuşması için çok detaylı ve titiz bir çalışma yürütüyoruz. Koordineli toplantılarla güncelleyerek süreci yürütüyoruz ve ciddi mesafe kat ettik." diye konuştu.
Albayrak, otomotiv sektörüne yönelik yapılan ÖTV indirimlerine değinerek, "Büyüme noktasında olumsuz etkilendiğimiz bu dönemde ekonomide attığımız adımların faydasını gördük. Yılın ikinci yarısının çok daha olumlu olmasını bekliyoruz. Sektör ve temsilcileriyle iletişimimiz devam ediyor. Süreci yakından takip ediyoruz, bu noktada atılması gereken bir adım olursa atarız." değerlendirmesinde bulundu.
Türkiye'nin son bir yılda çok güçlü bir politika başarısı ortaya koyduğunu vurgulayan Albayrak, yatırım ortamının iyileşmesiyle ilgili belirsizliklerin ortadan kaldırıldığını, ekonomik istikrarın ortaya çıktığını, faizlerde ve enflasyonda dengelenmeye dayalı iktisadi faaliyetlerin ciddi şekilde iyileştiğini aktardı.

"10 milyar dolardan fazla yabancı yatırımcı girişi oldu"

Albayrak, mayıs ayından bu yana Türkiye'ye 10 milyar dolardan fazla yabancı yatırımcı girişi olduğunu belirterek, şöyle devam etti:
"Özellikle mevcut potansiyeli açısından baktığımızda rekabetçi sektörler başta olmak üzere Türkiye'nin yeni bir büyüme modeline geçeceğinden bahsetmiştik. İhracat ve üretim odaklı bir süreçten bahsediyoruz. Türkiye'nin yurt dışındaki cari açık kaynaklı oluşacak finansman ihtiyacını minimize edecek stratejik bir dönüşümden bahsetmiştik. Bir yıl önce bu kadar hızlı bir iyileşmeyi ben bile beklemiyordum. Beklediğimizden iyi gerçekleşti. Bu dengelenme süreci 2009, 2001 gibi süreçlere benzemiyor. Özellikle üretim ve ihracat açısından pozitif yöndeki seyrin güçlenerek devam ettiği, özellikle 'köpük ithalatın' ciddi anlamda düşmeye başladığı, ihracatın ithalatı karşılama oranının cari dengeye pozitif katkı açısından başka bir dönem."
Albayrak, son bir yılın hem Türkiye hem de kendisi açısından tarihi bir yıl olduğunu söyledi.

Berat Albayrak, "Bir önceki bakanlık dönemimde, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı görevine başladığım gün, resmi anonsun yapılmasından 30 dakika önce başlayan Rusya jet krizi ile 'hoş geldin kriz' algısıyla hakikaten çok değişik bir tecrübe olmuştu." diye konuştu.

Ekonomi tarafında daha farklı bir tecrübe olduğunu aktaran Albayrak, küresel süreçteki gelişmeler ve Türkiye ekonomisine yönelik saldırı veya spekülatif ataklarla son bir yıllık sürecin "tarihi bir yıl" olduğunu belirtti.

Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak, "İlginç bir yıl geçirdik ama geriye dönüp baktığımızda tüm bu yaşananlar üzerinde Türkiye açısından, Türkiye'nin ekosistemi açısından, Türkiye'yi çok güçlü bir noktaya taşıyan engin tecrübeleri edindiğimiz bir yıl oldu. Tüm paydaşlar ile çok kıymetli başarılara imza attığımız bir süreç oldu." şeklinde konuştu.

Türkiye ekonomisinin yapısal anlamda reform niteliğinde bir yılı geride bıraktığını anlatan Albayrak, "Bölgesel olsun, kendi ekonomisine has olsun, küresel anlamda olsun, oluşabilecek mevcut ve potansiyel ataklara karşın çok güçlü bir direnç altyapısı geliştirdiği bir yıl oldu. Geçmiş bir yılın muhasebesini bir cümle ile özetleyip, gelecek bir yıl nasıl gerçekleşecek diye baktığımızda, Türkiye açısından önümüzdeki bir yıl, yaşananların meyvelerini topladığımız, sürecin çok daha iyi ve başarılı bir yıl beklendiğini ortaya koyuyor." ifadesini kullandı.

Yeni Ekonomi Programı'nın (YEP) ilk fazı ekonomide dengelenme sürecinin çok güçlü bir şekilde, beklentilerinin, hedeflerinin de ötesinde neticelendiğini aktaran Berat Albayrak, "Burada dengelenmeden kastettiğimiz nedir? Dönem dönem farklı yorumlarla karşı karşıya kalıyoruz ama bunun da altını açmak lazım. Sadece cari dengelenme değil, bugün itibarıyla Türkiye'nin karşı karşıya olduğu bütün bu risklerin bertaraf edilerek dengelenmeyi vurguluyoruz. Bu sadece cari anlamda değil, aynı zamanda enflasyon, faizler, büyüme anlamında dengelenmenin de altını çizdiğimiz bir süreç." değerlendirmesinde bulundu.

"Hiçbir 'en kötü senaryo' gerçekleşmedi"

Albayrak, 2019 hedefleri açısından bakıldığında, temmuz ayı itibarıyla birçoğunun çok daha ötesinde bir netice ile yılı kapatacaklarını ifade ederek, şunları kaydetti:

"İnşallah beklentinin de ötesinde başarılı bir yıl olarak ortaya koyacağız ve 2020 ve 2021 özelinde 3 yıllık güncellenmiş Yeni Ekonomi Programı'nı da eylülde inşallah açıklayacağız. Özellikle değişim sürecinin önümüzdeki yılın dengelenmesinin daha güçlü oturması ile birlikte 2020 ve 2021'de hem enflasyon, hem faizler, hem büyümede çok daha güçlü bir şekilde hayata geçeceğini göreceğiz. Dolayısıyla çok şeyler yaşandı, çok engin tecrübeler edindik, çok zor bir yıl oldu, kolay bir yıl olmadı. Ama tüm bu resme geriye dönüp baktığımda, çok hayatiyet addedeceğimiz birçok gelişme ışığında Türkiye açısından başarılı bir yıl olduğunu ifade edebiliriz tüm yaşananlara rağmen. Gerçekten tüm yaşananlara kıyasla çok daha etkin bir şekilde bu süreci başarılı bir şekilde yönettiğini, çok daha hızlı bir şekilde bu süreci bertaraf ettiğini görebiliriz. Gerek büyümede, gerek istihdamda, gerek ekonomik iktisadi faaliyette birçok negatif tahminleri bir kenara olacak şekilde, beklenen hiçbir 'en kötü senaryo'nun gerçekleşmediğini de şükürler olsun çok daha iyi bir neticeyle bu bir yılı kapatacağımızı ifade edebilirim."

Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak, değerlendirmesinin ardından soruları da yanıtladı.

"Merkez Bankasının faiz indirimi kararı sonrası bankalardan faiz indirme konusunda bir beklentiniz var mıdır?" şeklinde soru üzerine Albayrak, referans olacak datalara bakıldığında faiz indiriminin olduğu gün öncesinde bile bir faiz indirimi sürecinin, enflasyona dayalı reel faizlerin aşırı yüksek olmasından kaynaklı bir trende girdiğini gözlemlediklerini söyledi.

Albayrak, "En yakın dönemde zannediyorum bu hafta bu çerçevede kamu bankaları başta olmak üzere bu indirimleri çok net göreceğiz. Tabii ki özel bankalar özellikle son bir kaç gündür kredi kullandırım miktarlarına ve cinslerine baktığımızda onlarda da ciddi bir hareketlenme başladığını görüyoruz. Sanki bu hafta değil, önümüzdeki haftada faizlerdeki düşüş trendinin daha da iyileşme yönünde olacağını çok daha somut göreceğiz. Kamu bankalarından zannediyorum ağustos ayı itibarıyla çok daha somut, net adımları daha kısa sürede göreceğimizi ifade etmek istiyorum." şeklinde konuştu.

"Merkez Bankasının 425 baz puanlık indirimini nasıl değerlendiriyorsunuz, totalde ne kadarlık daha bir indirim beklentisi içerisindesiniz?" şeklindeki soru üzerine Berat Albayrak, Merkez Bankasının bu çerçevede ciddi anlamda data setine dayanarak faiz kararını verdiğini söyledi.

"Türkiye'de özellikle son dönemde faizlerin ciddi anlamda gevşemesiyle önümüzdeki süreçte faiz trendinin daha da net ve sert bir şekilde aşağıya geleceği gerçeğinden hareketle bir faiz indirimi sürecine girdik." diyen Albayrak, şöyle devam etti:

"Ama zaten bu süreçte de resme baktığımızda, uluslararası birçok çalışmaya baktığımızda, gelişmekte olan ülkelerin reel faiz marjına baktığımızda, Türkiye açık ara çok büyük bir reel faiz marjıyla önde görünüyor. Dolayısıyla Türkiye'nin bu süreçte özellikle ciddi bir faiz indirimine gideceğini de enflasyonda yaşanacak iyileşmelere dayalı bu çerçevede bir trende girdiğini çok net görüyoruz. Bunun makası, marjı nedir, ne değildir bunları bizim belirlememiz, bilmemiz, karar vermemiz mümkün değil. Merkez Bankası bu çerçevede gerek benzer örneklere bakarak, gerek Türkiye'deki iktisadi faaliyet, enflasyondaki kalıcı iyileşme, enflasyondan çıkış süreci ile ilgili değerlendirmelerine dayalı olarak bu adımları atıyor. Ben işin icra tarafında, siyaset tarafında olan biri olarak reel sektörün bu resme baktığında maliyetlerinin düşmesi açısından ortaya çıkacak olan her türlü iyileşme, gevşemeye olumlu bakarım. Buna Türkiye'de zannetmiyorum ki bir kişi olumsuz baksın. Ama bunun doğru bir dengelenme içerisinde cereyan etmesi önemli."

Albayrak, farklı medya, sosyal medya mecraları üzerinden, "Dolar 10 lira olacak, 20 lira olacak" diyenler, negatif algı yaratmaya çalışanlar bulunduğunu belirterek, bunları yakından takip ettiklerini söyledi. Albayrak, farklı ülkelerin istihbarat altyapısına hizmet eden kişilerce de bu sürecin yürütüldüğünü aktardı.

Kurda olduğu gibi büyüme konusunda da negatif algı yürütmeye çalışanların bulunduğunu anlatan Albayrak, "Türkiye bu yıl pozitif büyüyecek. Büyüme 2019 yılı hedefine yakınsayacak çerçevede olacak." diye konuştu. Albayrak, yılın 3 ve 4. çeyreğinde çok daha olumlu döneme girilmesini beklediklerini dile getirdi. 

"ÖTV artışı gündemde değil"

ÖTV artışıyla ilgili şu anda spesifik bir artışın gündemlerinde olmadığını ifade eden Albayrak, bütçe ile büyüme dengelerinin hassas bir şekilde yürütülmesinin zorunluğuna dikkati çekti.

Albayrak, istihdam ve üretimin bir tarafta, Türkiye'nin uyguladığı bütçe disiplini politikalarının diğer tarafta olduğunu ama bunlardan birini tercih etme lükslerinin bulunmadığını kaydetti.

İkinci yarıyıldaki iyileşmeyle bütçe performansındaki beklentinin, çok daha dengeli cereyan edeceğini belirten Albayrak, bu konuda bir endişe taşımadığının altını çizdi.

Albayrak, 2019'un, bütçedeki faiz rakamının altında bir faiz ödemesiyle kapatılacağını ifade ederek, bu konuda borçlanma stratejisinin katkısının görüldüğünü dile getirdi.

"Türkiye çok iyi bir şekilde süreci püskürttü"

Albayrak, algı ve iletişim açısından negatif hava yaratılmaya çalışılmasına rağmen Türkiye'nin çok iyi bir şekilde süreci püskürttüğünü söyledi.

Bütçe performansı açısından bakıldığında, dengelenme sürecinin neticelerinin çok daha somut bir şekilde görülmeye başladığını anlatan Albayrak, söz konusu sürecin 2020'de çok daha güçlü bir şekilde görüleceğini bildirdi.

Bu yılın yüzde 3'ün altında bir büyüme rakamıyla bitirileceğini dile getiren Albayrak, büyüme, istihdam ve üretim dengesini eş güdümle yürütecek hassas terazide 2019'u nihayete erdirmeye çalışacaklarını söyledi.

"Yapılandırma bankacılık sektörüne ciddi bir alan açtı"

Albayrak, yapılandırmayla ilgili çıkan yasal düzenlemenin, bankacılık sektörüne ciddi bir alan açtığına işaret ederek, sektörün düzenlemeyi çok olumlu karşıladığını söyledi.

Albayrak, her sektörün talebine, reel gerçeklik içinde, dengeli şekilde destek vereceklerini dile getirerek, "Kimse bu noktada kolaycılığa kaçmasın. Bankacılık sektörü de kolaycılığa kaçmasın. Bankacılık sektörü de yeni dönemde zaten bu manada hakiki bankacılık yapma noktasında çok daha meydan okuyucu, çok daha rekabetçi döneme girecek." değerlendirmesinde bulundu.

Albayrak, bankacılık sektörünün hem küresel hem de iç piyasadaki rekabet açısından çok daha etkin olacağını, bankacılık sektörünü daha ileriye taşıyacak yeni bir döneme girileceğini bildirdi. 

Olası yaptırım kararı

Rusya'dan S400 hava savunma sistemi almıyla ilgili ABD'den gelecek olası yaptırımların ekonomiye etkisinin sorulması üzerine Albayrak, "Yapılan açıklamalarda, görüşmelerde artık sürecin daha pozitif cereyan ettiğini, olası etkilerin artık minimize olduğunu ve bu etkilerin ekonomimize de çok daha düşük düzeyde olacağı yönünde genel oluşmuş bir beklenti var. Sayın Trump ile Cumhurbaşkanımızın ilişkileri açısından daha pozitif bir sürece girdiğimizi söyleyebiliriz." değerlendirmesinde bulundu.

Albayrak, işçi ve memur sendikalarıyla yürütülen toplu iş sözleşmesiyle ilgil soruyu yanıtlarken de süreci Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının yürüttüğünü söyledi.

Tüm toplu sözleşmelerde adaletli bir süreç yürüttüklerini vurgulayan Albayrak, şu ifadeleri kullandı:

"Türkiye enflasyon noktasında bakıldığında bugüne kadar ne işçisini ne memurunu hiç ezdirmedi. Bu görüşmelerde mümkün olduğunca nasıl iyileştirme yapılabilir noktasında görüşmeler devam ediyor, edecek. Adaletli bir şekilde yani Türkiye'nin içinden geçtiği durumu da göz önünde bulundurarak, Türkiye çok hassas bir dönemden geçiyor, mümkün olduğu kadar, elimizden geldiği kadar yapabileceğimiz kadar, Bakanımız zaten bu görüşmeleri yürütüyor. Enflasyondaki iyileşmenin de göz önünde bulundurulduğu çerçevede orta yolda buluşulacağını temenni ediyorum." 

Albayrak, ekonomik verilerdeki iyileşmeye dikkati çekerek, "Bugünkü datalarla Türkiye'ye yatırım yapan bir yıl sonra yine kazanacak. Faiz trendinin daha da aşağı indiği böyle bir ortamda Türkiye bu anlamda çok büyük bir potansiyel ortaya koyuyor." değerlendirmesinde bulundu.

AB tarafından Türkiye'ye verilmesi beklenen finansal yardımlara ilişkin bir soru üzerine Albayrak, "Suriyelilerle ilgili verilen sözler, ekonomik sözler, rakamlar maalesef ortada. Gönül istiyor ki daha samimi siyaset güdülsün ve Türkiye'ye verilen vaatler yerine getirilsin, finansal yardımlar yapılsın. Bu süreci yakından takip ediyoruz." ifadesini kullandı.

Albayrak, Merkez Bankasının rezerv artış politikasına kendilerinin de olumlu bakacağına işaret ederek, "Keşke çok eski dönemlerde Merkez Bankalarımız, başkanlarımız daha fazla rezerv biriktirselermiş." diye konuştu.

Kur politikalarına yönelik soru üzerine Albayrak, "Ne yüksek ne düşük, şahsi kanaatim rekabetçi kur politikası olmalı." dedi.

Albayrak, Kurban Bayramı tatilinin uzatılıp uzatılmayacağına ilişkin ise "Açıkçası şahsi kanaatim sorulursa, ben bayram tatilinin uzatılmasına çok olumlu bakmıyorum. Benim tasarrufum değil, hükümetin genel tasarrufu olur. Zaten tatil döneminden geçiyoruz. Tam tersine üretim odaklı süreç oluşturursak şahsi kanaatim daha uygun olur." ifadesini kullandı.

Eski Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla'ya bir görev verilip verilmeyeceği konusunda ise Albayrak, Atilla'nın şu anda dinlendiğini ve dönüşünün ardından bu konunun oturulup konuşulabileceğini söyledi. Albayrak, "Bugüne kadar kamuda çok farklı pozisyonlarda çalıştı, performansı malum. Bununla ilgili en güzel şekilde değerlendirilir." dedi.

Türkiye'ye güvenip gelen yatırımcıların son bir yıl içinde gerek Türk lirası gerek döviz bazında yüzde 20 ila yüzde 60 arasında kazandıklarını anlatan Albayrak, "Ama birileri de Türkiye'nin çok daha kötü gideceği yönünde bir senaryo çizerek farklı yatırım tavsiyelerinde bulundu, Türkiye’ye güvenmeme yönünde bir oyun oynadı. Peki bunlar ne kaybetti? Yüzde 10 ila 15 arasında." ifadesini kullandı.

Albayrak, yeni dönemde özellikle küresel süreçte yaşananları da dikkate alarak çok daha farklı etkin dengelenme sürecine girileceğini dile getirdi.

Faizlerin yüzde 20-25 civarında olduğu bir ortamda yatırım ve tüketim yapılamayacağını vurgulayan Albayrak, faiz trendinin yönü aşağı kırılarak yatırım ortamıyla küresel, politik ve bölgesel belirsizlik sürecinin geride bırakılacağını kaydetti.

Albayrak, Türkiye'de dövize ve piyasalara yönelik farklı manipülasyonlar yapılamayacağının altını çizerek, "Amacımız, istikametimiz ve niyetimiz istikrarlı bir Türkiye ekonomisinin oluşmasıyla birlikte makro, mikro politikalarla ekonomide dengeli bir sürecin yaşanması." diye konuştu.

Kurumların finansman ve borçluluk düzeyi itibarıyla Türkiye’nin birçok rakibine göre daha iyi durumda olduğunu söyleyen Albayrak, iç ve dış piyasada borçccedil;lanma konusunda bir sorun yaşanmadığını ifade etti.

Albayrak, cari açık konusunda da haziran ayında Türkiye’nin yıllık bazda cari fazla vereceğini belirterek, şunları kaydetti:

"Türkiye cari dengeden kaynaklı finansman ihtiyacını da minimize edecek bir dengelenme süreci yaşıyor. Türkiye, dengelenme sürecinin finansman ihtiyacı, likidite ihtiyacı, iç piyasadaki üretim destekleri, teşvik politikası, üretim dönüşümüne dayalı uygulanan vergi, gümrük, hukuk süreçleri tüm bunların hepsinde bütünleşik bir yaklaşımla bu sürecin dönüşümünü çok daha güçlü yürüteceği bir sürece giriyor. En kötüsü geride kaldı."

"Bütçe performansı yüzde 3'ün altında gerçekleşecek"

Yılın ilk yarısında bütçe gerçekleşmelerine bakıldığında, 2019 bütçesinde planlanan şekilde ilerlediklerini kaydeden Albayrak, "İlk 6 ayda bütçede planlanana göre giderlerde yüzde 50, gelirlerde yaklaşık yüzde 46 gerçekleşme var. Dengelenme sürecinin üzerine koyacağımız 3 ve 4. çeyrekteki iyileşmeyi somut bir şekilde görmeye başladığımızda gelir artışlarına dayalı olarak bütçe performansının her koşulda yüzde 3'ün altında gerçekleşeceğini söyleyebilirim." dedi.
Albayrak, ilk 6 ayda Türkiye'de iki seçim yapıldığına ve uluslararası gündemde kötü kriz senaryoların dillendirildiği bir sürecin yaşandığına dikkati çekerek, esas iyileşmenin yılın ikinci yarısında görüleceğini vurguladı.

Bütçede ortaya koyulan tablonun, kamunun ve reel sektörün yeni yatırımları fonlanması açısından, bankacılık ve finans sektöründe atılan adımların neticesi olduğuna işaret eden Albayrak, şöyle devam etti:

"Son bir yılda birçok yapısal dönüşümü ortaya koyduk. Türkiye bu yüzden bugün oluşan türbülanslara karşı çok daha farklı ve güçlü refleks veriyor. Birileri bundan rahatsız olabilir, yapacak bir şey yok. Türkiye Cumhuriyeti Devleti 3. dünya ülkesi değil. Dünyada örnek aldığı ve benzerlik gösterdiği birçok ülkeye ve pazara göre en doğru metotları gözlemleyip ülkemizin menfaati için en iyisini bulmak durumunda olan bir ülke. Burada her geçen gün daha net karar alıp somut ve cesur bir şekilde adım atıyoruz, atmaya da devam edeceğiz."

Türkiye ekonomisinin gelecek yıllarda daha da güçleneceğinin altını çizen Albayrak, toplumun bu güçlenmeyi gördüğünü söyledi.

Albayrak, küresel süreçte ekonomilerin zor bir döneme girdiğini belirterek, "Bu süreçte, Türkiye gibi hızlı hareket edebilen güçlü ve rekabetçi bir reel sektör üretim portföyüne sahip ve benzeri gelişmekte olan ülkeler açısından tehdit olduğu kadar fırsat olan resmi de daha iyi okuyoruz." dedi.

Doğu Akdeniz'de yaşanan sürecin önemine değinen Albayrak, "3 sene önce bu sürecin ilk temellerinin atılmasıyla birlikte atılan adımların ne kadar önemli olduğunu bugün ortaya çıkan resimde görmüş oluyoruz." diye konuştu.

Albayrak, Türkiye'nin bölgesinde en fazla enerji tüketen ülke olduğuna dikkati çekerek, ülkenin kendi kara suları başta olmak üzere enerji alanında etkin bir süreç yürüttüğünü anlattı.

Türkiye'nin gelecek dönemde gerek deniz gerek kara aramacılığı ve sondaj konusunda 2020'li yıllarda olumlu haberlere gebe bir sürece ilerlediğini altını çizen Albayrak, "Türkiye'nin son 10 yıllarda farklı anlamda oyun değiştirici bir konuma gelmesine de katkı sağlayacak bir süreci yürütüyoruz. Toplumumuz, paydaşlarımız ve ticaret ilişkisinde olduğumuz bütün kesim bunun farkında. Cesur ve uluslararası hukuk içinde hareket edeceksek, bu adımı atmalı. Doğu Akdeniz hususunda Türkiye çok önemli adımlar atıyor ve hakkını sonuna kadar kullanıyor ve kullanmak zorunda." değerlendirmesinde bulundu.

Albayrak, Türkiye'de üretilen elektriğin yerlilik oranının yüzde 40'lardan yüzde 65'lerin üzerine çıktığına işaret ederek, "Bu müthiş bir rakam. Ne kadar yerli payı artarsa ithal payı düşer. Yerliliğe pozitif katkı yapar. Türkiye enerjide önemli gelişmeleri beraberinde yaşıyor. Bunun için Doğu Akdeniz konusu çok önemli." şeklinde konuştu.

"Türkiye'nin belki 100 yılını etkileyecek bir konu"

Kıdem tazminatına yönelik bir soruyu da yanıtlayan Albayrak, şöyle konuştu:

"Türkiye'deki emeklilik sistemi reformu uzun yıllardır süre gelen bir konu. Türkiye'nin belki 100 yılını etkileyecek bir konu. Bunu öyle bir sonuçla sona erdirmemiz lazım ki bütün paydaşların mutlu olacağı ve kazanacağı bir adım atılması gerekiyor. Yeni dönemde bununla ilgili somut adımlar atacağımız bir süreç var. Bu adımı attığımızda tüm paydaşların samimi olarak kazanacağı süreç olmalı."

Albayrak, konut sektörünün faizlerin düşmesiyle normalleşmesi sürecine gireceğini belirterek, "Yakından takip ediyoruz. Bu alanda bugün itibarıyla çok sıkıntı olan bir resim olduğunu düşünmüyorum." ifadelerini kullandı.

"İstanbul finans piyasalarının merkezi"

Albayrak, İFM ile ilgili süreci özellikle Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ve sektör paydaşlarının yürüttüğünü ifade ederek, "Hedefimiz 2021'de projeyi bitirmek, bu süreci fiziki olarak tamamlamak. Hem fiziki hem de yasal düzenlemeler anlamında İstanbul Finans Merkezinin daha kapsayıcı olması için çalışıyoruz." diye konuştu.
Hazine ve Maliye Bakanlığının bazı birimlerinin bölgesel ve küresel ihtiyaçlar kapsamında İstanbul'a taşınmasına olumlu baktıklarını dile getiren Albayrak, Bakanlığın İstanbul'a taşınması gibi bir durumun söz konusu olmadığını kaydetti. Albayrak, "Ankara'da olması gereken birimler var, İstanbul'da olması gereken birimler var. İstanbul finans piyasalarının merkezi. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde de taşınmalar olabilir." dedi.
İşsizlikle ilgili en kötü dönemin geride bırakıldığını vurgulayan Albayrak, "İşsizlikle ilgili en kötüyü yüzde 14,7 ile geride bıraktık. Yaz aylarıyla birlikte yüzde 11-12'lere geldiğimiz gözüküyor." değerlendirmesinde bulundu. Albayrak, yılın ikinci yarısındaki pozitif gelişmelerin istihdama yansıyacağını tahmin ettiklerini belirtti.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile üstün performans

"Türkiye, son bir yılda yaşadığı olayları parlamenter sistemin olduğu dönemde yaşasaydı, bu kadar güçlü bir yönetim ortaya koyamazdı." diyen Albayrak, özellikle hızlı karar alma konusunda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde daha iyi refleks gösterildiğini vurguladı. Albayrak, yeni sistemin etkisiyle ekonomide tüm paydaşların üstün performans sergilediğinin altını çizerek, son 1 yılda reform niteliğinde çok büyük adımlar atıldığını kaydetti.
Geçen yıl açıklanan Yeni Ekonomi Programı'nda (YEP) dengelenme sürecinin 2020'ye kadar süreceğini belirttiklerini anımsatan Albayrak, "2020 enflasyonun daha stabilize olduğu bir yıl olacak. Büyüme ve enflasyon tarafında dengelenmenin oturacağı bir dönem olacak. 2020 dengelenmenin daha güçlü oturacağını tecrübe edeceğimiz bir dönem olacak." diye konuştu.
Kabine değişikliğiyle ilgili soruyu da Albayrak, "Kabinenin üyelerinden biriyim. Dolayısıyla bu soruyu bana değil kabineyi kuran iradeye, yani Cumhurbaşkanı'na sormak lazım." diye yanıtladı.
Bankacılık sektöründe güçlü adımlar attığının altını çizen Albayrak, gelinen noktada, bugüne kadar yapılan sermaye enjeksiyonlarının ötesinde son dönemdeki adımlarla birlikte bankaların sermayelerini daha da güçlendirdiğini söyledi. Albayrak, bankacılık sektörünün son bir yıllık süreci, geçmiş dönemlerin hiçbirine benzemeyecek şekilde çok başarı şekilde geçirdiğini anlatarak, sektörün artık yeni ekonomik dönüşüme çok daha etkin katkıda bulunması gereken bir sürece girildiğini kaydetti.

29 Temmuz 2019 Pazartesi

S-400 yaptırımları ve Türkiye'nin farkındalığı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Ankara’nın S-400 tedarikinde istikrarlı, sürecin işleyişine ilişkin şeffaf bir duruş sergilediği, ilk teslimatın başlamasıyla beraber kanıtlanmış oldu.

S-400 yaptırımları ve Türkiye'nin farkındalığı














Türkiye’nin on yıllardır uzun menzilli bölge hava ve füze savunma sistemi ihtiyacı olduğu bilinen bir gerçek. Zira Türkiye’nin hava ve füze savunması, 1950’li yılların sonunda konuşlandırılan ve 2000’lere kadar hizmette kalan ABD menşeli karadan havaya güdümlü füze sistemi MIM-14 Nike Hercules bataryalarıyla sağlanmaya çalışılmıştı. 

Fakat Nike Hercules’lerin yaşam döngüsünü tamamlaması üzerine Türkiye, ABD’nin kendi envanterinden çıkarmış olduğu ve bu anlamda yine eski teknoloji ürünü olarak addedebileceğimiz karadan havaya füze sistemi I-HAWK’lardan kısıtlı sayıda kritik noktalara konuşlandırmıştı. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin ekseriyetle hava savunma görevini Nike Hercules ve I-HAWK’lardan ziyade, envanterindeki F-4 ve F-16 savaş uçaklarına devrettiği görülür. Ne var ki F-4’lerin ömürlerini tamamlayıp hizmet dışı kalmasında sona doğru yaklaşılırken, F-16’lar için 10 yıllık idame süresi öngörülüyor. F-16’ların ömür uzatılmaya kalkışıldığı takdirde ise en iyi ihtimalle bir 10 yıl daha hizmette kalmaları mümkün.

Türkiye’nin söz konusu hava ve füze savunmasındaki imkan ve kabiliyetlerine karşın, tehdit algısı 1980’li yıllardan itibaren giderek artış gösterdi. Her ne kadar füze teknolojilerinin gelişimi ve kullanımı II. Dünya Savaşı dönemine tekabül etse de, Türkiye’nin tehdit ve risk algısı esas itibarıyla yakın coğrafyasından kaynaklandı ve bilahare üye olduğu NATO’nun tehdit tanımlamaları üzerinden şekillenerek gelişti. 
Bu bağlamda, Ankara’nın risk farkındalığında, Küba füze krizi nedeniyle ABD’nin Türkiye topraklarına yerleştirdiği nükleer harp başlıklı füzelerden 1980-1988 yılları arasında cereyan eden İran-Irak Savaşı’na, Birinci ve İkinci Körfez savaşlarından Suriye iç savaşına varıncaya dek birçok tarihi kırılma noktası rol oynadı. Örneğin İran-Irak Savaşı esnasında, savaşan tarafların fırlattıkları FROG-7 roketleri yahut SS-1 balistik füzeleri çok sayıda sivilin ölümüne ve yararlanmasına yol açtı. Aynı zamanda bu ülkelerin füze teknolojisi edinme, geliştirme ve kullanma imkan ve kabiliyetlerine ilişkin çaba ve çalışmalarının somut tezahürü oldu.


Türkiye’nin F-35 projesindeki katılımcı statüsünün ve uçakların teslimatının askıya alınmasının ötesinde, F-35 projesinden tamamen çıkarılması gerektiğini düşünen sesler giderek yükselmektedir. Bu karar Trump, Kongre, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve Lockheed Martin Şirketi arasında süregiden yoğun görüşme trafiğinin yanı sıra, F-35 projesindeki diğer ortak ülkelerle NATO müttefiklerinin nasıl bir pozisyon sergileyecekleriyle yakından ilintilidir.

Füze teknolojisi ve kitle imha silahları konusunda açığa çıkan tehditle devlet-dışı silahlı aktörlerin daha mobilize ve etkin olduğu Ortadoğu coğrafyasının giderek derinleşen kaotik bir yapıya bürünmesi, Ankara’yı 2000’li yılların başından itibaren kendisine ait uzun menzilli bölge hava ve füze savunma sistemi tedarik arayışına yöneltti. 
Bu maksatla 2010 yılında T-LORAMIDS ihalesine çıkılmış, ancak konjonktürel gelişmelerle birtakım iç ve dış faktörler nedeniyle bu ihale 2015 Kasım’ında Antalya’da gerçekleşen G-20 zirvesi arifesinde iptal edilmişti. Müteakip süre zarfında, Ankara T-LORAMIDS ihalesini iptal ettiğini, ancak projeyi rafa kaldırmadığını vurgulamıştı. 2015’te Rus uçağını düşürülmesinin ardından, Putin ve Erdoğan 2016 Ekim’i itibarıyla yeniden görüşmelere başlamış ve hatta kısa bir süre sonra Rus menşeli stratejik düzey hava savunma sistemi tedariki konusunda el sıkışmışlardı.


Dört farklı alanda yaptırım


Tarihsel süreçteki nedenleri, niçinleri ve nasılları geçip günümüze geldiğimizde, Ankara’nın S-400 tedarikinde istikrarlı, sürecin işleyişine ilişkin şeffaf ise bir duruş sergilediği, ilk teslimatın başlamasıyla beraber kanıtlanmış oldu. Elbette pazarlık ve tedarik süreci devam ederken, Ankara kendisini bekleyen muhtemel yaptırımlar hakkında fikir sahibiydi. Mevzubahis yaptırımları ana hatlarıyla dört başlık altında derleyebiliriz:
Bunlardan ilki CAATSA’dır (Public Law 115-44). Trump’ın CAATSA 235. kısımda yer alan 12 farklı yaptırım içinden 5’ini seçip masaya koyacaktır. Buradaki en iyi ihtimal, Trump’ın CAATSA’nın uygulanma sürecinde ertelemelere gitmesi ve söz konusu yaptırımlar arasından en hafif olanlarını seçmesidir.
İkinci yaptırım konusu F-35’lerdir. Türkiye’nin F-35 projesindeki katılımcı statüsünün ve uçakların teslimatının askıya alınmasının ötesinde, F-35 projesinden tamamen çıkarılması gerektiğini düşünen sesler giderek yükselmektedir. Bu karar Trump, Kongre, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve Lockheed Martin Şirketi arasında süregiden yoğun görüşme trafiğinin yanı sıra, F-35 projesindeki diğer ortak ülkelerle NATO müttefiklerinin nasıl bir pozisyon sergileyecekleriyle yakından ilintilidir. 

Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması sadece askeri düzeyde değil ekonomik, teknik ve entelektüel açılardan da birtakım kayıplara yol açacaktır. Türkiye’nin 100 adet F-35 uçağı satın almak için ödediği para ile uçağın yapımına katkı sağlayan Türk şirketlerinin kazanacakları meblağı kıyaslayarak “kâr-zar oranı”nı hesaplamak doğru bir yaklaşım değildir. Nihayetinde bu uçakların bütçeye getireceği yük, satın alım ücretinden ibaret olmayıp ömürleri son bulana kadar devam eden bakım, onarım, idame gibi tüm masraflarıyla alakalıdır.
 Öte yandan, F-35 projesinin TSK vakıf şirketleri gibi projede yer alan ana yüklenicilerden ziyade küçük ve orta ölçekli şirketleri nasıl etkileyeceği daha önemli bir sorundur. Bu anlamda, savunma sanayiindeki iç borcu ve bunun özellikle küçük şirketler üzerinde meydana getireceği kaybı dikkate almak gerekmektedir. Zira F-35 yahut başka bir yerli ve milli savunma sanayii projesinde alt yüklenici ya da komponent/malzeme tedarikçisi olarak görev alan şirketlerin iş yapamamaları, yani gelir elde edememeleri durumunda kapılarına kilit vurmak zorunda kalmaları ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır. Başka bir açıdan değerlendirildiğinde, F-35 projesi, teknik becerilerin gelişmesi bakımından önemli bir platform ve tecrübe fırsatı sunarken aynı zamanda entelektüel sermayenin gelişmesi ve güçlenmesine de hizmet etmektedir. Yetenek kapasitesi ve tecrübe birikimi açısından F-35 projesinden çıkmak teknik ve teknolojik düzeyde birtakım fırsatların kaybına yol açsa da, Ankara’nın başla ülkelerle farklı projelerde gerek “iş payı” gerek “ortak üretim” gerekse “teknoloji transferi” sağlamak suretiyle entelektüel sermayesine yatırım yapmaya devam edeceği aşikardır.


Türkiye’nin S-400 tedarik etmesi anlık, fevri ve reaksiyonel bir karar olmadığı gibi, halihazırda Batılı müttefiklerinin ortaya koyduğu tepkiler ve dillendirilen muhtemel yaptırımlar da şaşırtıcı, sürpriz gelişmeler değildir. Artık gözler, Ankara’nın diplomatik uzlaşı kanallarından karşı-tedbirlere varan seçeneklerine çevrilmiş durumdadır.

Üçüncü yaptırım, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin Türkiye ile yaptıkları savunma anlaşmalarını iptal etmeleri, askıya almaları ya da birtakım zorlayıcı koşullar oluşturmalarıyla gerçekleşecektir. Bu kapsamda, ana veya alt bileşenlerin, malzeme veya komponentlerin satılmaması, sertifikasyonların/lisansların geciktirilmesi, modernizasyonların ertelenmesi gibi muhtelif yaptırım araçları devreye sokulabilir. Ancak Türkiye’nin bu tarz açık ve örtülü ambargoları çok kez deneyimlediği biliniyor. Öyle ki bazı Batılı müttefiklerin en ufak bir siyasi, askeri ve ekonomik çıkar çatışmasında Ankara’yı cezalandırmak ve hatta tabiri caizse “yola getirmek” üzere örtülü ambargo araçlarını devreye soktuğu malumdur.
Dördüncü yaptırım ise Türkiye’nin salt savunma sanayiini değil, bir bütün olarak dış politikasını, güvenlik ve savunma politikalarını bozacak, tüm milli güç unsurlarını etkilemeye dönük araçların devreye sokulmasıyla alakalıdır. 

Bu minvalde Suriye, PKK/PYD/YPG, Doğu Akdeniz, Ege, enerji, güven endeksleri/yabancı yatırım, döviz, mülteciler, Filistin meselesi gibi birçok farklı husus, daha büyük bir sorun sarmalına dönüştürülerek Ankara’nın önüne koyulabilir. Buradaki maksat, ABD’nin amaç ve çıkarlarına zarar verebilecek, stratejik rakip olarak hegemonyasına meydan okuyabilecek, “hasım” ilan ettiği herhangi bir devletle ortaklık veya işbirliği yapan herkesin bedel ödemek zorunda kalacağının gösterilmesidir. Dolayısıyla bu bedel sadece uçak satışının iptalinden ibaret kalmayacak, her alanda, ancak farklı düzeylerde, topyekun bir zarar taktiğiyle devreye sokulacaktır.

Bugün ABD ve diğer Avrupalı ülkelerin nazarında Gürcistan, Kırım, Ukrayna, Suriye ve hatta Afganistan sahasında varlık gösteren daha müdahaleci, daha agresif ve daha yayılmacı bir Putin Rusya’sı vardır. Bu bağlamda, ABD ve NATO ülkelerinin Doğu Akdeniz ve Güneydoğu Avrupa’daki Rus mevcudiyeti nedeniyle yaşadığı rahatsızlık, Ankara’nın stratejik caydırıcılığı haiz Rus askeri teknolojisini satın almasıyla birlikte endişe ve korkuya dönüşmüştür. Tüm bu nedenlerden dolayı, kötü bir senaryo seçeneği olarak, Ankara’yı uzun ve zorlu bir sürecin beklediğini söylemek mümkündür.
Sonuç itibarıyla, Ankara en başından itibaren yukarıda değinilen yaptırım konularına ve onların muhteviyatlarına dair farkındalık ve bilgi sahibidir. Bu minvalde Ankara’nın muhtemel “iyi” ve “kötü” senaryolarını tanımladığı ve dahası bu senaryoları kendi bağlamlarında derecelendirmeye tabi tuttuğu düşünülürse, hem Savunma Sanayii Başkanlığı’nın hem de TSK’nın kendi alternatif seçeneklerini hazırladığı muhakkaktır. 
Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’nin hava gücünü hangi unsurlara dayandıracağı; kısa, orta ve uzun vadeli ihtiyaçlarını ne zaman ve kimlerden hangi koşullarda tedarik edeceği; savunma projeleri ve ürünlerinde karşılaşabilecek teknik, askeri, ticari ve hukuki aksaklıkların en pratik şekilde nasıl çözebileceğine dair bir seçenekler dizisini hazırlamış olması kuvvetle muhtemeldir. En nihayetinde Türkiye gibi (son derece geniş bir iç ve dış tehdit ve risk yelpazesi bulunan) bir devletin “yol haritası” hazırlamadan karar vermesini beklemek muhaldir. Başka bir izahla, Türkiye’nin S-400 tedarik etmesi anlık, fevri ve reaksiyonel bir karar olmadığı gibi, halihazırda Batılı müttefiklerinin ortaya koyduğu tepkiler ve dillendirilen muhtemel yaptırımlar da şaşırtıcı, sürpriz gelişmeler değildir. Artık gözler, Ankara’nın diplomatik uzlaşı kanallarından karşı-tedbirlere varan seçeneklerine çevrilmiş durumdadır.


18 Temmuz 2019 Perşembe

TÜRKGÜN YAZARLARI

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

FETÖ’nün kripto damarları

Dünya tarihin gördüğü en büyük ihanet olan FETÖ kalkışmasının üzerinden 3 yıl geçti. Bu zaman içinde çok şey söylendi, çok şey yapıldı. Siyasiler, siviller, darbeyi yaşayanlar, mağdur olanlar, tanıklık edenler konuştu. Televizyonlarda uzun uzun programlar yapıldı. Gazetelerde çok çeşitli haber ve yorumlar yer aldı. Hala yeni görüntüler, yeni belgeler ortaya çıkıyor. Hergün yeni tutuklamalar yapılıyor, yeni soruşturmalar açılıyor. Devam eden davalarda en üst sınırdan cezalar veriliyor. Bütün bunlara rağmen kamuoyunun ortak kanaati, FETÖ ile mücadelede sona gelinmediği, tehdit ve tehlikenin henüz sona ermediği yönündedir.
HER FIRSATI KULLANIYORLAR
Tarihimiz coğrafyamıza dar geliyor. Bağımsız ve hür bir devlet olarak bu coğrafyada yaşamanın yüksek bedelini her zaman seve seve ödedik. Hiç kuşku yok ki, ebediyete kadar da bu böyle devam edecektir. Bütün dünyanın gözü bu kadim topraklardadır ve her fırsatta şanslarını deniyorlar. Hiçbir zaman da vazgeçmeyeceklerdir. Dikkatli olmak zorundayız. Yol ve yöntemler değişmiştir. Artık topla, tüfekle saldırmıyorlar. Kalleş planlar yapıyorlar, teknolojiyi kullanıyorlar, hainleri donatıp içimizi sızdırıyorlar. FETÖ ihanetini böyle yaşadık ve bu dünyada bir ilktir.
FETÖ’YÜ ÖNEMSİZLEŞTİRME GAYRETİ
Bu açık ve kesin gerçeği rağmen, bazılarının işi sulandırmaya, ihaneti hafifletmeye ve sıradanlaştırmaya çabaladığını ibretle izliyoruz. Özellikle son dönemlerde sosyal medyada ve bazı basın organlarında 15 Temmuz’un tarihimizin şeref sayfası olan Çanakkale, Sarıkamış, Sakarya ve Büyük Taarruzla karşılaştırıldığını, şehit ve yaralı sayısı kıyaslaması yapıldığını ve buradan FETÖ ihanetin sıradanlaştıran ve önemsizleştiren bazı sonuçlara varıldığını hayretle görüyoruz.
Bunu yapanlar ya akıl ve izan sorunu yaşayan ruh hastalarıdır veya FETÖ’nün kripto damarlarıdır. 15 Temmuz bir işgal planıdır ve doğrudan varlığımıza, bağımsızlığımıza ve birliğimize saldırıdır. 15 Temmuz 2016’da dini kisveye bürünen, hizmet ve himmet örtüsüne saklanan, cemaat olgusundan cürüm ve cinayet çıkaran hain bir terör örgütü, Türkiye’yi işgale kalkışmıştır. FETÖ ihaneti sadece bununla yetinmemiş, milli ve manevi değerlere telafisi uzun zaman alacak zarar ve ziyanlar vermiştir. Eğer başarılı olsaydı, çok daha ağır, çok daha acı, çok daha uzun bir bedeller ödeyecektik. Türk milleti bunu fark etmiş, canını ortaya koymuş ve bu kahpeliği önlemiştir. Dolayısı ile bu gerçeği sulandırmak, başka yerlere çekmek, hafife almak bu kalleşliğe ortak olmaktır.
STRATEJİK BAKIŞ OLUŞMALI
FETÖ çok sinsi bir terör örgütüdür. TSK başta olmak üzere, devlet ve toplum hayatının sekiz alanına çöreklenmiş, yıllar yılı en hassas mevki ve mertebelere çökerek palazlanmıştır. FETÖ’nün ürediği ortam, teşvik gördüğü iklim, güçlendiği yapı, tutunduğu çatı mutlaka enine boyuna analiz edilmelidir. Siyasi beklentiler uğruna devleti içten içe kemiren hiçbir kanun dışı grup veya oluşuma müsamaha gösterilmemeli, müsaade edilmemelidir. FETÖ’yle mücadele sadece adli, idari süreçlerin tahkimi ya da güvenliğin dönemsel icrasıyla sağlanamayacaktır. Devlette stratejik bir bakışın oluşması, ufuk ötesini görebilen bir şuurun olgunlaşması şarttır, acildir, en temel zorunluluktur.
ŞEHİTLERİMİZE VEFA
Aklımızı başımıza almazsak, şarlatanların, maskaraların oyuncağı olursak daha pek çok FETÖ ve türevleri gelecekte peydahlanacak, 15 Temmuz’da yapamadıklarını punduna getirdiklerinde hayata geçireceklerdir. 15 Temmuz bir milattır ve Türk milleti istiklaline kanıyla, canıyla, imanıyla sahip çıkmıştır. O kanlı gecede yaşananların tekerrür etmemesi hem bizim hem de bizden sonraki nesillerin boynunun borcu, ecdada ve şehitlerimize vefanın gereğidir. FETÖ’nün kökünün kazınması için suçluların hesap vermesi kadar; fikir, kanaat ve eylem liderlerinin yakalanıp mahkemeye çıkarılması, bunların moral ve motivasyon atmosferinin kurutulması çok önemli, çok elzemdir. FETÖ’yle mücadelede stratejik Türk devlet aklı bir konsept dahilinde tam ve eksiksiz uygulanmalı, uyarılmalıdır. Mağdurların hakkı korunmakla birlikte, suç ve suçlulara hoşgörü kesinlikle gösterilmemelidir. Önüne gelene FETÖ’cü denilerek, asıl FETÖ’cülerin unutturulması, kripto damarın muhtemel tuzak ve tahrikleri engellenmelidir. ABD’yle ilişkilerin normalleşmesi arzulanan derecede sağlanacaksa, NATO gerçekten de Türkiye’nin terörle mücadelesine samimi destek veriyorsa, ABD ve Avrupa’da ne kadar hain FETÖ’cü varsa Türkiye’ye iadeleri yapılmalıdır.
SİYASİ AYAK
Türkiye 15 Temmuzla henüz tam bir hesaplaşma yapamamış, tedirginliği atamamış, riskleri aşamamıştır. Darbe ve vesayet tehlikesi tam manasıyla geçmemiştir. Hala siyasi ayak gizemini korumaktadır. Dürüst ve yürekli bir mücadele sürse de, hala mevzi düzeyde sonuçlar alınmaktadır. Türkiye hem FETÖ belasını hem de PKK tehdidini tamamen bitirerek gündeminden çıkarmalı, geleceğimiz emniyete alınmalıdır. Nitekim süreç uzadıkça ilk günkü kararlı duruş tavını kaybederek tavsayabilecek, hainler farklı kılık ve maskelere bürünebileceklerdir. Endişemiz budur. Yakın tehlike de budur.

Orhan Karataş

Uşak zihniyetine TOKAT! Gibi S-400

Ne diyordu Akif bağımsızlığımızın timsali Al Bayrağa itafen; “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!”


Ne diyordu Akif bağımsızlığımızın timsali Al Bayrağa itafen; “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!”
S-400 ‘ler Türkiye’nin hür ve bağımsız bir ülke olduğunu bir kez daha akıllara kazıyarak alındı. Uzun ve tartışmalı, bol yaptırım tehditli bir dönem ardından rüştümüzü ispatladığımız bir adım attık.
ABD savunma sanayide tek güç olma egosu içinde. Bağımlı kıldığı savunma araçlarını süregelen bir ticaret alışverişi ile döngüde tutuyor, yazılım ve eğitimin tam verilmemesi sebebi ile alınan savunma mekanizmasının üretilme şansı olmuyor, dolayısıyla hep bir ticari ilişkinin sürdürülmesi, bağlı kalınması planlanıyor.
NATO’nun savunma sanayide bağımlı olduğu ABD, NATO’ya üye olan herhangi bir devletin böyle alışılmadık bir adım atmasına haliyle şaşkın. NATO’ya üye bazı devletleri söz konusu eder isek; Türkiye’nin attığı bu adımın arzulanan bir adım olduğunu görebiliriz tabi… ABD’nin yaptırım dolu bağımlılık zincirinden kurtulmak isteyen, s-400’leri almak için uygun ortam kollayan birçok devlet var aslında..
Türkiye’nin attığı adım kendi bağımlılık zincirini kırmasından ziyade, ön ayak olma ihtimali üzerine de tehlikeli bir adım olarak yorumlanıyor NATO tarafından… Dengelerin değişeceği iddia edildi, bunun üzerinden risk analizleri ile Türkiye korkutulmaya çalışıldı vesaire vesaire, birçok aksi yönlü tepki… Bunların dış etkenler tarafınca yapılması uluslararası sistemi göz önüne aldığımızda, gayet normal, Türkiye’nin göz dağı veren bir savunma atağı yapması, emperyalist güçlerin işlerine taş koyan bir tehdit olabilir, yani tehditlere maruz kalmamak için tehdit ediyorlar.
Peki ülkemizin içindeki çatlak seslerin niyeti neydi..? Bugün resmen aldığımız ve noktayı koyduğumuz bir ticaret hala niye olumsuz yorumlanıyor, ABD’den savunma ticareti yaparken barışçıldık da Rusya’dan alınca mı savaşçıl olduk? Sınırlarımız tehlikede, her gün şehit haberi almadan ana haber bültenini noktalayamıyoruz, ama sanki güllük gülistanlık bir halimiz varmışcasına savunma üzerine yeni bir adım atmamız yanlış görülüyor…
Son teknoloji ile donatılmış, yazılım ve eğitimini alıp ilerine kendi üretimimizi gerçekleştirebileceğimiz bir savunma mekanizmasını almamız, gelişmemiz, uluslararası sistemde dengeleri değiştiren güç rolüne bürünmemiz kendi vatandaşımızı ne için rahatsız ediyor… Atatürk’ün evlatları olduklarını iddia eden ama döküldükleri denizden hortlayan yunanları anımsatan siyasilerin, yönetimine talip oldukları şu memleketle ne zorları var..?
Biraz geriye gidelim, belki bu gün alışageldikleri tavırlar olmadığı için şaşkınlık yaşıyorlardır. Atatürk’ün CHP’si Atatürk’ten sonra duruş ile tavır ile yönetim ile tam bir hezeyan resmidir. Bu ülke bunlar sayesinde, neler gördü… Başbakanımız değil Avrupa’da Amerika’da başkan yerine koyulması, muhatap kabul edilemiyordu. En fazla elçi veya bakanlarla iletişim sağlayabiliyordu, o da el pençe divan… Bunları unuttuk mu..? Bu Türkiye’nin ayıbı değil, bu darbelerle siyasi olaylarla güneş otellerle makamlara kurulmayı huy edinmiş, Atatürk’ü kullanan batı uşaklarının ayıbı ve hala o ayıpta ısrar ediyorlar. Şunun altını çizmek istiyorum, CHP Atatürk’ün partisi olarak Cumhuriyetin kuruluş zekasını-iradesini-basiretini sahiplendiğini iddia ediyor, ancak CHP Atatürk’ten sonra bitmiştir ve akıllarda kalan CHP’nin o bitmiş dönemlerde Türkiye’yi hiç etme çabasıdır. Cumhuriyet’in ilk yılları yani Atatürk Dönemi hepimizin sahiplendiği, Türk Milletinin varlık ispatı olarak tarihe geçmiştir ve o dönem şu an Milliyetçi tavrın izini sürdüğü, vatan–millet çıkarları gözeten bir dönemdir. Ardını takip eden Türk Milletini değersizleştiren sönük dönem ise bu günün çığırtkan cumhuriyetçi(!) Atatürkçü(!)’lerinin utanç karnesidir.
Biz kendi yaptığımız arabaya kumpas kurulduğunu gördük, sırf ABD’de kağıt fabrikaları zarar görmesin diye kenevir üretiminin yasaklanmasına şahit olduk, bu zihniyet memleketin gelişim tekerleğine çomak sokan, uşak zihniyettir. Nidaları farklı, safları farklı, tavırları farklı kimin koordinesinde oldukları gören gözler için apaçık. Ancak bu ülkenin tekerine sokulan çomaklarla uğraşacak vakti yok, o çomağı sokanlara ve o zihniyeti yöneten yaptırımcılara da tamahı yok. Sınırlarımızı tehdit eden durumlarla yüz yüzeyiz; Barış nidaları ile farklı niyetleri desteklercesine konuşmak yerine safları kontrol edip, teröre ve tehditlere karşı Türkiye olmalıyız!
Gücün yönettiği küresel sistem üzerinde, dengeleri değişen bir güç konumuna geçmek Türk Milletinin ancak gururu olur.
* S-400’ler Vatana Millete Memlekete hayırlı olsun!

Mine Güler

''HDP, Kürtlerin temsilcisi'' diyordun ya, heval Meral?


MERAL Akşener’in konuşmalarının metin yazarı bu hafta ne yumurtlayacak diye merakla bekledim. Bu hafta da “PKK’nın sözcüsü olan sözde siyasi parti, HDP’ye sesleniyorum. “ cümlesini Meral Akşener’e söyletti.
Ama siyasi ve proje ortaklarına “PKK’nın sözcüsü, sözde siyasi parti” deme noktasına gelmeleri de hem patronlarına, hem ortaklarına büyük ayıp olmuştur. 24 Haziran seçimlerinin hemen ardından “Kürt siyasal hareketinin temsilcisi HDP” diyen Meral Akşener, şimdi mi PKK sözcüsü olduğunu anlamış?
Hadi onu geçtik. Daha 4 ay önceki 31 Mart seçimlerinde, daha üzerinden bir ay geçmeden 23 Haziran seçimlerinde CHP’nin adaylarına kazandırma ittifakı yaptığınız HDP’ye şimdi niçin böyle davranıyorsunuz? HDP Grup Başkanvekili Fatma Kurtulan “İYİ Parti, size söylüyorum: Size rağmen, içinde bulunduğunuz ittifaka, HDP ve PKK’ya içinde gönül vermişlerin de olduğu insanlar oy verdi. Şu an koltuklarınızda HDP’nin oylarıyla oturuyorsunuz. Bu ittifakta, CHP’yle yaptığınız ittifakta HDP’nin oylarının etkisi vardır.” sözleriyle ilişkilerini, ittifaklarını açık etti ki, şimdi böyle sözlerle “HDP ile bir bağımız yok” mesajı vermeye çalışıyorlar.
Böyle aldatmaya beyinsizler dışında inanacak zekâ sahibi bir kişi var mı sizce? Olması mümkün değildir.

“Kürtlerin temsilcisi HDP” dediğiniz parti, o gün terör yardım ve yaltakçısı değildi de bugün mü PKK sözcüsü oldu? 23 Haziran, 31 Mart, 24 Haziran seçimleri öncesi Meral Akşener’den bir tane HDP eleştirisi duyan olmuş mudur?
“Ey yancısı olduğum CHP, sen PKK’nın sözcüsü HDP ile İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Antalya’da, Adana’da, Mersin’de, Ankara’da, Hatay’da ve daha birçok yerde nasıl ittifak yaparsın?” dediği bir cümlesine şahit olan var mı? Aslında ne HDP Meral Akşener’den rahatsızdı, ne de Meral Akşener HDP’den rahatsız…
Meral Akşener’in PKK sözcüsü dediği HDP’nin sözcüsü Ayhan Bilgen, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “2. tura kalması halinde oyumuzu Meral Akşener’e veririz” demedi mi? Azılı siyasal terörist Selahattin Demirtaş, 31 Mart seçimleri öncesi “Oyunuzu CHP ve İYİ Partiye verin” demedi mi? HDP Samsun İl Eş başkanı Cevdet Bakın, “İYİ Parti ve CHP’yi destekleyeceğiz” demedi mi?
HDP Iğdır Belediye Başkan Adayı Yaşar Akkuş “Meral Akşener kardeş geldi, sağ olsun geldiler. Hepsi barış için, birlik için, demokrasi için… Gün özgürlük günüdür.” demedi mi?
CHP’li Barış Yarkadaş, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Yıldırım Kaya başta olmak üzere birçok CHP’li yönetici-yazar, HDP ve Demirtaş sayesinde CHP’nin seçimleri kazandığını söyleyip teşekkür ediyorsa, Meral Akşener de CHP’ye “Biz kazandırdık” diye yancılık yapıyorsa, aslında Meral Akşener’in “PKK’nın sözcüsü” dediği HDP ile yaptıkları ittifak alenen ortada olmuyor mu?
Meral Akşener’in konuşmalarının metin yazarı ya İP’i ya da HDP’yi tanımıyor. Ya da milletin aklıyla alay etmek için Meral Akşener’e böyle konuşmalar yaptırıyor. Gerçi Meral Akşener’in aklı yok mu? Meral Akşener ile konuşmalarının metin yazarının bu çelişkilerini görünce o meşhur ağa-maraba hikâyesi aklıma geldi.
“Maraba ile ağa, ağanın arabasında tıngır mıngır kasabaya gidiyorlar. Yolun yarısında, arabayı çeken hayvan patır kütür yola pisliyor. Ağa, marabasının arabada gözü olduğunu biliyor. Hem marabayı küçük düşürmek hem de eğlenmek için, “Üle Memo! Şu b.ku yersen, arabayı sana verecem” diyor. Bizimki bir an düşünüyor, kararını veriyor, koşumları ağaya uzatıp arabadan iniyor ve taze at pisliğini yiyor. “Tamam”, diyor ağa “araba senin” Bizimkinin midesi dönmüş, gururu çiğnenmiş, kendinden iğreniyor. Ağa ise bir dakikalık bir eğlence uğruna arabasından olduğuna pişman, kendi budalalığına yanıyor. Dönüş yolunda ikisinin de ağzını bıçak açmıyor, ikisi de kurdukça kuruyorlar. Tam marabanın pislik yediği noktaya geldiklerinde ağa dayanamıyor; “Üle Memo! Bir halt ettim, şaka uğruna araba elden gitti, b.k yemenin ederini vereyim, arabayı geri alayım.” Memo’nun genzinde, ağzında, yüreğinde, öfkesinde hâlâ pislik tadı var. “Olur Ağam” diyor, “olur ama bir şartla: sen de aha şu kalan kurumuş b.kları yiyeceksin ki ödeşelim.” Ağanın gözü kararmış, iniyor bir miktar pislik de o yiyor. Çiftliğe yaklaşırlarken, Memo düşünceli, kederli soruyor: “Ağam, araba giderken de senindi dönerken de senin, peki biz bu kadar b.ku neden yedik?”
Yola çıkarken “HDP, Kürtlerin siyasal temsilcisi idi”, şimdi “PKK sözcüsü, sözde parti oldu” derseniz herkesin aklına bu meşhur hikâye gelir. Yarın seçim olsa yine HDP ile bir olup CHP’ye oy taşıyacak olan sizlersiniz. O yüzden “PKK sözcüsü, sözde parti” diye HDP’ye muhatap olmayın, yarın yine size lazım olur.
Tartışmasız bir şekilde Meral Akşener, Kandil ve PKK’nın siyasi sözcüsü HDP ile ittifak yapmış, PKK’ya büyükşehirlerde alan açmıştır. Şu an HDP’liler kadrolaşmaktadır. Adana ve Mersin Belediyesinde daire başkanları kim oldu araştırın bakın… HDP ile yapılan ittifak, Meral Akşener’in siyasi karakterindeki kapkara lekedir. Ona destek veren herkes bu lekeye ortaktır.
Şimdi HDP’yi eleştirir gözükerek Meral Akşener ve avanesi bu lekeden kurtulamaz. Bize de o halde “HDP’lilerin başımın üstünde yeri var. HDP’lilere layık olmaya çalışıyorum” diyen Ekrem İmamoğlu’na ve “HDP’nin gücüne güç katacağım” diyen Tunç Soyer’e oy veren elleriniz kırılsın demek düşüyor.

Yıldıray Çiçek


google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html