BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

30 Ocak 2019 Çarşamba

Kılıçdaroğlu bunu hiç hesap edemedi! Büyük korku...

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Tamer Ashraf
CHP’nin geçtiğimiz günlerde açıkladığı ve toplumun büyük bir kesiminin tepki gösterdiği aday listesindeki isimleri gazeteci yazar Emin Pazarcı, MHP Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt ve MHP Genel Sekreteri Engin Büyükataman'a sorduk…

CHP Parti Meclisi geçtiğimiz günlerde Kemal Kılıçadaroğlu başkanlığında ‘yerel seçim’ gündemiyle parti genel merkezine toplantı düzenledi.


ART ARDA İSTİFALAR


Gergin geçen ve yaklaşık 18 saat süren toplantı sonrası CHP'de 145 kişilik bir aday listesi açıklandı ve bu listedeki adı geçen isimlerin çoğu toplumun büyük bir kesiminin yanı sıra hem İYİ Parti hem de CHP tabanından sert tepki gördü.
Öyle ki aday listesinin açıklamasının hemen ardından art arda istifa sesleri geldi.
* CHP İzmir Milletvekili Sevda Erdan PM’deki görevinden istifa etti,
* Menemen İlçe Teşkilatı CHP’den topluca istifa etti,
* CHP’nin Marmaris Belediye Başkanı Ali Acar, 15 belediye meclis üyesi ile birlikte CHP'den istifa etti,
* CHP İstanbul Sancaktepe Teşkilatı da toplu şekilde istifa ettiklerini duyurdu,
* İttifak ortağı İyi Parti’nin Manisa milletvekili Tamer Akkal, sert bir açıklama yaparak partiye istifasını sundu,
* MHP 21. Dönem Erzurum Milletvekili olan İYİ Parti'nin kurucu üyelerinden Cezmi Polat partiden istifa ettiğini açıkladı,
*CHP Keşan İlçe Başkanı Salim Yatıkçı geçen yıl, Mayıs ayından bu yana yürüttüğü görevinden istifa ettiğini belirten dilekçesini CHP İl Başkanlığı'na sundu.
İstifaların ve tepkilerin ortaya çıkmasında açıklanan listedeki birçok isim etkili olurken bu isimlerin en çarpıcı ve ön plana çıkan ismi CHP İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Tunç Soyer oldu.
CHP'nin tartışmalara yol açan İzmir Büyükşehir Belediye başkan adayı Tunç Soyer'in PKK'yı açık açık desteklemekten kaçınmadığı ortaya çıktı. Tunç Soyer'in 25 HDP'li belediyeye kayyum atanmasının ardından yaptığı "Darbeye karşı asıl şimdi tankların üstüne çıkılmalı. Sur’a bizi almıyorlar, bir şey yapamamak bizi kahrediyor. HDP’nin yanındayım" şeklindeki açıklamalar teröre verdiği desteği gözler önüne seriyor.
CHP'nin resmi olarak ittifak kurduğu İP, Soyer ismine 12 Eylül darbesi döneminde ülkücüleri yargılayan askeri savcı babası Nurettin Soyer nedeniyle karşı çıkarken HDP'den ise destek geldi. Bu süreçte HDP'nin İzmir için Tunç Soyer ismini istediği ve CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nunda bu talebi kabul ettiği gelen bilgiler arasında.
Tüm bu tartışmaların ve gergin ortamın arasında Haber7.com bu skandal listeyi farklı isimler ile değerlendirdi.
Konuyla ilgili konuşan Akşam Gazetesi yazarı Emin Pazarcı, şu ifadeleri kullandı;
Tunç Soyer’in İzmir’den aday gösterilmesi bir utançtır. Çünkü Tunç Soyer 12 Eylül 1980 darbesinin Ankara Başsavcısı Nurettin Soyer'in oğludur. Şimdi denilebilir ki suçlar şahsidir. Babadan dolayı oğullar suçlanamaz ama Tunç Soyer’in kendi beyanları var. Diyor ki ''Ben babamla gurur duyuyorum, babam gerekeni yapmıştır.'' Babasının o dönemdeki hukuka saygısından bahsediyor.
O dönemde işkence ile öldürülen insanlar var. Ankara'da pek çok insan var. Öldürülen insanların bulunduğu yerde bir işkencehane kurulmuştur 'C-5' diye. Bunu kurduran bu talimatları veren Nurettin Soyer'dir. Cezaevlerinde öldürülenler oldu. Onların sorumlusu da odur.

'BU SAĞ-SOL MESELESİ DEĞİLDİR, İNSANLIK SUÇUNA ÖVGÜLER DİZEN BİRİ İZMİR'DEN ADAY YAPILDI'


Solun sürekli istismar ettiği, 'yaşı büyütülerek öldürüldü' dediği Erdal Eren'in infazı da bunların döneminde gerçekleştirilmiştir. Yani bu sağ-sol meselesi değildir bir insanlık suçu ortadadır. Ve bu insanlık suçuna övgüler dizen birisi İzmir'den aday yapılmıştır.

'GİZLİ BİR ANLAŞMA VAR, PARTİ MECLİSİNDEN BAZI İSİMLERİ GEÇİREMEDİ'


Kılıçdaroğlu'nun HDP ile bir gizli anlaşma yaptığından bahsediliyor. HDP'nin bastırması sonucu Tunç Soyer ve bazı isimler var şimdi onları ben açıklamak istemiyorum önümüzdeki günlerde art arda gelecek. Çünkü parti meclisinden bazılarını geçiremedi. Ve bu isimleri CHP'ye rağmen CHP'deki tepkilere rağmen Kemal Kılıçdaroğlu aday gösteriyor. HDP ile ciddi anlamda bir gizli ittifak var. Diğer taraftan da iyi Parti ile ittifak var. İyi Parti'deki pek çok isimde ayağa kalmış durumda. Böyle sıkıntılı bir durum var.

MERAL AKŞENER'İN 'SOYER' AÇIKLAMASI


Yani 'babadan oğula suç geçmez' doğrudur ama ortada babasına övgüler düzen o dönemde yapılanları kutsayan bir Tunç Soyer var. Babasının suçuna ortak oluyor. Sıkıntı burada yani Meral Akşener'in bu söylediklerini ülkücüler nasıl kabul edecek. İzmir İYİ Parti İl Başkanlığı sert bir açıklama yaptı desteklemeyeceği yönünde.

'ONLARIN OY VERMEYECEĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM'


Yani İYİ Partililerin oyları, Meral Akşener'in cebinde değildir. Ben o dönemde zulüm gören insanların çoğunun bunu değerlendirip bu adaylara oy vermeyeceğini düşünüyorum.

'KILIÇDAROĞLU, DSP'Yİ CANLANDIRIYOR'


DSP ölmüş bir parti bitmiş bir parti. Ama Kılıçdaroğlu, DSP'yi bu aday tercihiyle canlandırıyor. CHP'de istemediği birtakım isimleri belediye başkanlarını yok etmeye çalışıyor. Onlarda istifa ediyorlar. Önümüzdeki günlerde DSP'den aday olacaklar. Pek çok yerde de DSP'li adaylar öne çıkacak ve bu adayların patlama yapacağını düşünüyorum. Sadece Şişli değil yani Bodrum, Marmaris... Buralarda zannediyorum Kılıçdaroğlu'nun attığı bu adımların DSP'ye giden oylar olarak döneceğini göreceğiz önümüzdeki dönemde.

CEMAL ENGİNYURT: AK PARTİ İLE BİRLİK OLMAK BİZİM İÇİN ŞEREFTİR


MHP Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt ise konuyla ilgili sert açıklamalar yaparken, ''Elinde ülkücü kanı olanlara oy vermektense AK Part'nin adayları elinde ülkücü kanı olmayan, milliyetçi ve muhafazakar insanlardır. Onlarla birlik olmak bizim için bir şereftir.'' ifadelerini kullandı.
Cemal Enginyurt'un açıklamaları şu şekilde;
''MHP olarak liderimiz Devlet Bahçeli’nin Cumhur İttifakına sadık kalma kaydıyla 31 Mart’ta AK Parti ile 30 vilayette ittifak yapmamız Türkiye’de en fazla CHP ve İYİ Parti tarafından eleştirildi. Bize gerek sosyal medyada gerekse farklı platformlarda ağır eleştiriler yönetenler özellikle CHP aday listelerini açıkladığında gördük ki Milliyetçi Hareket Partisi’nin Genel Başkanı yine en doğru olanı yine ülkücüler için başı dik duracak bir anlayış ortaya koymuştur.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayları Tunç Soyer, 12 Eylül mahkemelerinde Mustafa Pehlivanoğlu’nun şahadeti başta olmak üzere ülkücülere zulmeden ülkücülere haksız iddianame hazırlayan bize göre kanlı katil Nurettin Soyer’in oğludur.
Meral Akşener, ‘Nurettin Soyer’in oğlu olması suçun babadan oğula geçmesini gerektirmez’ diyerek savunma mekanizması geliştirmiş kendine göre. Sanki bir katilin oğlunu savunmak ona düşmüşçesine CHP’nin HDP destekli adayını savunurken biz ülkücüler olarak liderimiz Devlet Bahçeli’ye bir kez daha teşekkür ediyoruz. Elinde ülkücü kanı olanlara oy vermektense AK Parti’nin adayları elinde ülkücü kanı olmayan, milliyetçi ve muhafazakar insanlardır. Onlarla birlik olmak bizim için bir şereftir.

'OYNANAN OYUNU GÖRÜN' UYARISI


CHP’nin adaylarını tartışmaya bile gerek duymuyorum layık görmüyorum. Ama İYİ partili olup da MHP’den ayrılırken ‘MHP ülkücülükten uzaklaştı’ diyenler ‘MHP milliyetçilikten uzaklaştı’ diyenler ‘MHP Türk milliyetçiliğini terk etti’ diyenlere HDP destekli bir CHP ile nasıl bir olacaklarını vicdanlarına havale ediyorum. Bütün Türk milletine bütün MHP’lilere ve ülkücülere oynanan oyunu iyi görmeleri gerektiğini bir tezgah kurulduğunu Devlet Bahçeli'nin 'beka sorunu var' derken buna 'zeka sorunu var' diyen beyinlerin peşinden gitmemelerinin memleket ve millet hayrına olacağını ifade ediyorum.

'HDP'NİN OYUNA MUHTAÇ GÖRENLERİN LİSTE DEĞİŞİKLİĞİ YAPACAĞINA İNANMIYORUM'


Kendi partilerini HDP'nin vereceği oya muhtaç görenlerin ben aday listelerinde hiçbir değişiklik yapacağına inanmıyorum. HDP-CHP-İP bir ittifak kurmuştur bu ittifak milletin hayrına bir ittifak değildir. Bu ittifak dışarıda bağlantısı olan dışarıdan talimat alınmış bir ittifaktır. Bu ittifakı Türk milletinin bildiğini görüyorum. İYİ Parti ve CHP içerisinde vatan, devlet, millet diyen insanlarında bu ittifakın ne anlama geldiğini görmesiyle istifalar başlamıştır. CHP de bundan geri atmaz İP de bundan geri adım atmaz. Çünkü talimatları kendileri vermiyorlar.

BÜYÜKATAMAN: BETER OLSUNLAR!


MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman da CHP'nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na Tunç Soyer'i aday göstermesine tepki gösterdi.
Büyükataman, ''Ancak adaylığı açıklanan zatın babası, hukuku katletmiş bir kişidir. Milliyetçi-Ülkücü Hareketi kendi hastalıklı ideolojik penceresinden yorumlayarak hiç aynaya bakmadan devletin yılmaz bekçileri olan Milliyetçi-Ülkücü Hareket'i anayasal düzeni yıkmakla suçlayan ve bir çete olarak yorumlayan savcının oğlu, geçmişiyle gurur duyduğunu ifade ederek vicdanları titretmiş, küllenmiş öfkeleri yeniden alevlendirmiştir.
Hukukun üstünlüğünü ve evrensel hukuku hiçe sayıp, ideolojik bulaşıkları içerisinden Milliyetçi-Ülkücü Hareket'i adeta yok etmek, vicdanı ve insanlığı dar ağacına çekmek isteyen iddia makamının ve babasının bu vicdan kasaplığıyla övünen oğlunun Türkiye'nin üçüncü büyük şehrine, Gazi MustafaKemal Atatürk'ün kurduğu parti tarafından aday gösterilmesi cumhuriyet tarihine kara bir leke olarak düşmüştür.

Partilerin tabanlarından tepkiler yağıyor daha da beter olsunlar.'' ifadelerini kullandı.


Generallerden sonra yeni ABD dış politikası

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ


Tamer Ashraf
Trump yönetimindeki generallerin gitmesi, ABD’de küresel-liberal statükocu dış politika çevrelerinin inanmamızı istediği ‘artık Trump’ı dizginleyecek akil adamlar da yok’ feryadından daha önemli anlamlar taşıyor.

Trump’ın 19 Aralık’ta Amerikan askerlerini Suriye’den çekme kararı, karar momentini aşacak önemli bazı sonuçlar doğurdu. Bu sonuçlardan biri ABD dış politika yapımında generaller sonrası yeni bir döneme girilmiş olmasıdır. Beyaz Saray Genel Sekreteri General John Kelly, Suriye’den çekilme kararına tepki göstererek istifa eden Savunma Bakanı General James Mattis ve en son da ABD’nin bölgedeki en üst düzey bürokratı Brett McGurk’ün yönetimden ayrılması dış politikada yeni bir döneme işaret ediyor. Peki, bundan sonra yeni ABD dış politikası nasıl şekillenecek? Sahada yansımaları ne olacak? Bu yeni süreçte Türkiye’yi bekleyen zorluklar neler? ABD dış politikasında son yıllarda bitmek bilmeyen çelişkili tercihler nasıl izah edebilir?

Yeni ABD dış politikası

İzahı şöyle dursun, anlaşılması dahi zor olan Trump dönemi ABD dış politikasını şekillendiren faktörleri konuşurken ezberlerden uzak durmak ve konuyu iyi etüt etmek gerekiyor. Sıklıkla yapılan hatalardan biri ABD dış politikasının her daim belirli bir jeopolitik mantık ve stratejik hesapla şekillendiği ve karar vericilerin de rasyonel davrandığı varsayımı. Bu önemli bir sorun zira dış politika tercihlerini belirli davranış kalıplarının (büyük strateji, dengeleme, caydırma vb.) içinde değerlendirme refleksi, aktörleri siyasal alanın dışında konumlama yanlışına itebiliyor. Oysa aktörler politik varlıklar ve siyaset üstü/dışı davranma imkânları oldukça sınırlı, çünkü milli çıkar uzun, siyaset kısa vade odaklı bir uğraşı.
Bir örnekle açmak gerekirse, Suriye’de rejim değişikliği adına asker bulundurmak başından beri zaten ABD çıkarlarına uygun gerçekçi ve rasyonel bir seçenek değildi. ABD’yi daha fazla kaygılandırması ve meşgul etmesi gereken başka konular var. ABD hegemonya siyaseti miadını doldurmak üzere. Kendi müttefiklerine bile güven vermiyor. Önünde Çin’in çevrelenmesinden Rusya’nın dizginlenmesine, Çin ile Rusya’nın küresel ittifakına mani olmaya kadar bekleyen bir dizi sorunlar seti var. Üstelik Çin ve Rusya, Venezuela’dan Zimbabve’ye birçok ülkede alternatif küresel müdahale araçları geliştirmiş durumda. Zimbabve’de askeri darbeye zemin hazırlamak, Venezuela’ya ekonomik yatırımlarla yön vermek ABD rakibi iki küresel büyük güç için artık olağan müdahale biçimleri. Geçen yılın aralık ayında Rusya, tartışmaların odağındaki Venezuela’ya uzun menzilli ve nükleer bomba kapasiteli Tu-160 savaş uçaklarını gönderirken, Çin de 17 milyar dolarlık ekonomik yatırımla Venezuela’da küresel rekabeti kızıştırmayı bilmişti. Bu müdahalelere cevaben ABD’li generallerin kontrolündeki Beyaz Saray yönetimi de Rusya ve Çin’i küresel ‘haksız rekabetle’ itham etti, ticaret savaşları ve ambargolarla bu iki ülkeyi hedef tahtası haline getirdi. Peki, o halde generallerin ayrılması ABD’nin büyük güçler arası klasik jeopolitik rekabeti bıraktığı anlamına mı geliyor? Generaller sonrası dönemde Trump yönetimi, hangi şekil ve saiklerle dış politika kararlarını alacak?

Generallerden önce, generallerden Sonra

Trump’ın başkanlığının ilk iki yılı içinde metazori istihdam ettiği ve ABD dış politikasına perde arkasından yön veren kesimlerin başında askeri bürokrasi gelmekteydi. Bu dönemde Trump’ın üst düzey askeri ve sivil bürokrasiye siyasi alan açması onlara gerçekten güvenmesinden değil, bugün bile süregelen kendi insan kaynakları probleminden veya idari kadrosunun yetersizliğinden kaynaklanıyordu. Trump, ‘Washington bataklığı’ diye tasvir ettiği mevcut güvenlik ve dış politika elitlerine savaş açmanın lojistiğini iyi düşünememişti. Sonuçta hedeflerine tezat oluşturacak şekilde komutanlara ve askeri yöneticilere sahada taktikleri uygulama hatta strateji belirlemede fazlasıyla serbestiyet tanımak zorunda kalmıştı. Bu dönemde gelişen temel izlek, Trump’in aykırı söylem ve twitleriyle önce dış politikanın gündemini değiştirmesi, bu aykırı söylemler statükocu elitlerin direnciyle karşılaştığında ise geri adım atmak şeklindeydi. Dolayısıyla bu dönem önceki ABD liberal-hegemonya siyasetinden pek farklı gelişmedi.

Generallerin gitmesi, ABD’de küresel-liberal statükocu dış politika çevrelerinin inanmamızı istediği ‘artık Trump’ı dizginleyecek akil adamlar da yok’ feryadından daha önemli anlamlar taşıyor. Generaller sonrası yeni dönemde başka isimler ön plana çıkmış görünüyor. Özellikle Savunma Bakanı General Mattis’in gitmesiyle eski Kansas vekili Pompeo ve avukat Bolton’un önü daha da açılmış durumda. Trump’ın yönetme ihtirasını ve aykırı gündemini uygulamaya seleflerinden (Mattis, McMaster, Kelly, Tillerson vb.) çok daha fazla özen gösteren isimler (Pompeo, Bolton, Ludlow vb.) kendi özel ajandalarını bırakma pahasına Trump’ın etrafını sarmış bulunuyor. Yeni döneminde (azledilmese en az iki yıl daha) ABD’de hüküm sürmesi beklenen siyaset artık Trump’ın dış politikası.

Bu dönemde Trump’ın yeni güvenlik bürokrasisi marifetiyle nispeten daha bütüncül ve kendi içinde daha az kavgalı bir dış politika yapımı bekleyebiliriz. Başkanla çalışmaya devam etmeleri durumunda Pompeo’nun dini (evanjelik) Bolton’un da ideolojik (milliyetçi) temelli iki sert dış politika dalgası yeni dönemde ön planda olacak. Elbette bu yeni ekip arasında Trump dönemi tipik Beyaz Saray içi taktik kavga ve hamleler devam edebilir. Daha da önemlisi Trump’ın son sözü söyleme iştah ve ısrarı gerek Pompeo gerekse de Bolton üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durmaya devam edecektir. Nitekim Pompeo’nun 2020 seçimlerinde Kansas senatörlük yarışına adaylığını koymak istemesi, Trump yönetimiyle arasındaki potansiyel kopuşun varlığını göstermesi açısından da dikkate değer.

Bu şerhle birlikte, askerlerin Beyaz Saray karar mekanizmalarının dışında kalmasıyla ile dış politika yapımında kurumsal-bürokratik sınıfın bıraktığı boşluğu Cumhuriyetçi Parti içi ve dışı (aşırı) sağ yönelimlerin dolduracağı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Generallerin Beyaz Saray'dan ayrılması sadece dış politikada görece vaki rasyonel hesap ve davranış biçimlerinin devreden çıkması anlamına gelmiyor. Bu aynı zamanda ‘Önce Amerika’da ifadesini bulan siyasi/ekonomik milliyetçiliğin dış politikada sahaya inmesi anlamına geliyor.

Yeni dış politika sahada: Venezuela tecrübesi

Venezuela’da yaşanan son gelişmeleri bahsedilen yeni dış politika çerçevesinde değerlendirmek mümkün. Kasım 2018’de Venezuela’yı Latin Amerika’nın ‘3 tiranlığından’ biri olarak mimleyen Bolton ve Pompeo’nun şahin dış politika tercihleri genelde General Mattis ve silah arkadaşlarının engellemelerine takılmaktaydı. Ancak Mattis’in istifasını müteakip ABD’nin Venezuela’da rejimi değiştirmek için açıktan müdahaleye girişmesi, dış politikanın yeni izleğini göstermesi açısından öğretici.
Venezuela, Trump’ın en başından beri hedef tahtasına koyduğu 3 ülkeden biriydi (diğerleri Kuzey Kore ve İran). Trump, başkanlık koltuğuna oturduğu günden hemen bir gün sonra Venezuela ile ilgili brifing talep etmiş, zengin petrol rezervlerinden övgüyle bahsetmişti. Bolton’un ve Pompeo’nun da bu yılın başında Brezilya ve Kolombiya ile birlikte altyapısını itinayla hazırladığı Venezuela’daki malum başkaldırı çağrısı gibi oldukça cüretkâr bu girişimin yönetimdeki generallerin gidişini beklediğinin altını çizmek gerekiyor. Ayrıca, Pompeo şok bir kararla İran-contra skandalının baş aktörlerinden ve El Salvador’da büyük Mozote katliamı sorumlularından biri olduğuna hemen herkesin inandığı Elliot Abrams gibi tehlikeli bir ismi Venezuela’da rejim değişikliğini gerçekleştirmek üzere bizzat görevlendirdi. Bu görevlendirme, generaller sonrası yeni ABD dış politikasının sahada kimler tarafından uygulanacağını göstermesi açısından önemli. Abrams’in dış politika icra heyetine dâhil oluşu, Trump’in etrafını Bolton’un gelişiyle beraber sarmaya başlayan şahin neocon isimlerin etkinliğinin artacağını da gösteriyor. Özetle, Venezuela tecrübesi yeni aykırı dış politikanın koordineli, planlı ve iddialı bir şekilde uygulanacağını gösteriyor ve önümüzdeki dönemde dünya siyasetinde neler yaşanabileceğine dair önemli ipuçları veriyor.

Yeni dönemde Türkiye’yi bekleyen zorluklar

Son dönem Türk-Amerikan ilişkilerini özetleyecek belki de en iyi ifade Henry Kissinger’ın Avrupa ile ilgili sorduğu şu ünlü soruda gizli: "Avrupa’yı aramak istediğimde kimi arayacağım?." Kissinger, küçümsediği Avrupa ortaklığı fikrini zayıflatmak ve Avrupa’nın tek sesle değil çok başlı karar verme potansiyelini eleştirmek için bu soruyu sormuştu. Benzer şekilde Türkiye, izlenen ABD politikaları hakkında kiminle konuşması gerektiği konusunda aynı soruyu sorabilir: "Türkiye derdini kime anlatmalı? Sizde telefon numarası varsa sorun yok, denilen Trump’ın damadına?, Pentagon'a?, Trump ile yıldızı bir türlü barışmayan kariyer diplomatlara?, Trump yönetiminin seçtiği pek çok diplomatı hala atamayan ABD Kongresine?"

Türkiye-ABD ilişkilerinin karşılaştığı bu zorluktan başka bir zorluk da özelde Suriye, genelde Ortadoğu’da ABD’nin hem siyasi hem de kurumsal-bürokratik aktörleriyle aynı anda uğraşmak zorunda kalmasıydı. Generaller sonrası dönemde ise Pentagon'un karar mekanizmalarından görece uzaklaşmasıyla bu ikili kurumsal ve siyasal kıskaçtan biri devre dışı kalmış ve dış politikada belirsizlik nispeten ortadan kalkmış görünüyor. Bunun önemli bir sebebi, ABD yönetiminde yukarda adı geçen grubun ve dini-milliyetçi doktrinin daha fazla alan bulmasıdır. Generaller sonrası dönemde artık Türkiye’nin varoluşsal kaygılarını anlamak istemeyen Pentagon ve dışişleri elitleri Trump nezdinde eskisi kadar belirleyici olmayacaktır.
Ancak bunları ikame edecek yeni ekibin iyi etüt edilmesi şarttır. Türkiye’de bunların sosyolojik tabanlarına vakıf olmak bir yana, politik görüşlerinin bile bilinmemesi önemli bir ihmaldir. Bu grubun Türkiye ile ilgili ideolojik ve dinsel önyargılarının had safhada olduğunu not etmek gerekir. ABD içinde parti siyaseti veya dışında ortaya çıkan yeni etkili aktörlerin kimliği ve pozisyonlarını her zaman hesaba katmak gerekir. Örneğin, son zamanlarda ABD’nin iç siyasi gündemini domine eden ve Trump’ın azlini getirebilecek hukuki süreci iyi takip etmek gerekir. Henüz zayıf bir ihtimal de olsa Trump’ın azledilmesi durumunda sorunlar daha da çetrefilli hale gelebilir. Amerikan Anayasasında 25. Yasa Değişikliğinin 1. Bölümüne göre azil durumunda Başkan Trump’ın yerine Başkan Yardımcısı Pence’in geleceğini öngörmek gerekir. Pence, geçtiğimiz günlerde Venezuela muhalefet lideri Juan Guaido’yu sisteme başkaldırdığı günden önceki gece yarısı arayıp ne yapması gerektiği konusunda talimat veren kişidir. Aynı zamanda evanjelik dini kesimlerin siyasi temsilciliğini iftiharla yürüten Pence’in, Trump’tan daha radikal bir ajanda takip ettiğini hatırda tutmak gerekir. Rahip Brunson’un en büyük destekçisi Pence’in muhtemel başkanlığının Türkiye için ne anlama geleceği tecrübeyle sabittir.


ABD'nin tanımadığı Maduro değil uluslararası hukuk

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Maduro yönetimi Venezuela'da etkin kontrole sahip tek hükümettir ve Guaido’nun geçici devlet başkanı olarak tanınması uluslararası hukukun en temel prensibi olan iç işlerine müdahale yasağının açık bir ihlalidir.
Tanıma, bir uluslararası hukuk kişisinin bir durumu, bir olguyu, iddiayı, bir ilişkiyi hukuka uygun kabul ettiğini ve bundan böyle ilişkilerini bu kabul temelinde yürüteceğini beyan ettiği tek taraflı uluslararası hukuk işlemidir. Devletlerin güç devşirmeye çalıştıkları tanıma hususu, hukuki olduğu kadar uluslararası hukukun en tartışmalı meselelerine değindiğinden politik bir mesele olarak da öne çıkar.
Tanımanın uluslararası hukukta ve siyasetteki yerini yeniden gündeme getiren ise ABD Başkanı Donald Trump’ın Venezuela Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido'yu ülkenin ‘geçici devlet başkanı’ olarak tanıdığını belirten açıklaması oldu. Trump açıklamasında, "Bugün resmi olarak Venezuela Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido'yu, Venezuela'nın geçici devlet başkanı olarak tanıyorum." ifadelerini kullandı. Dışişleri Bakanlığı'ndan Mike Pompeo imzalı yazılı açıklamada ise Trump’ın ifadelerinin üzerine 1999 tarihli Venezuela Anayasası’nın 233. Maddesine atıf yapılarak Devlet Başkanı Maduro’ya ‘meşru devlet başkanı Guaido’ lehine yönetimden feragat etme çağrısında bulunuldu.
Tanıma, herhangi bir normatif düzenlemeye konu olmamasına rağmen, uluslararası hukuk uygulamasında geniş bir yer işgal ediyor. Devletlerin, uluslararası örgütlerin, muhariplerin, asilerin, ulusal kurtuluş hareketlerinin tanımaya konu olması mümkün olduğu gibi hükümetlerin de tanınması söz konusudur. Bu analizde ABD’nin Venezüela’daki hükümet tanıması işlemi ve bu işlemin ihlal ettiği en temel ilke olan iç işlerine karışma yasağı uluslararası hukuk açısından ele alınacaktır.

Mayıs 2018 seçimleri iki hükümet ortaya çıkardı

2015 seçimlerinde Venezuela muhalefeti parlamantodaki çoğunluğu elde etti. Parlamento, Temmuz 2017’de 33 üyesinin tamamı ABD, Panama, Kolombiya ve Şili’de yaşayan ikinci bir Anayasa Mahkemesi kurdu. “Sürgün’deki” bu Anayasa Mahkemesi, her 15 günde bir video-konferans yoluyla toplanıp karar alıyor ve bu kararlar Washington imzalı olarak yayınlanıyor. Bu mahkeme, Mayıs 2018 seçimlerinin adil ve özgür bir ortamda gerçekleşmediğini ve bu sebeple seçimlerin geçersiz ve hükümsüz olduğuna karar verdi. Öte yandan Batı yarımkürede barış, istikrar ve güvenliğin tesisini hedefleyen Amerikan Devletleri Örgütü (ADÖ) 5 Haziran 2018 tarihli kararında Venezuela’daki seçimlerin meşru bir ortamda gerçekleşmediğini ve 1117/19 sayılı kararıyla Maduro hükümetinin tanınmamasını deklare etti. Nitekim Pompeo, BM Güvenlik Konseyi toplantısında diğer devletlerin de Maduro veya Guaido hükümetlerinden birini seçmeleri gerektiğini belirtti.
Bu çağrıya şimdiye dek, Lima grubundaki 9 Latin Amerika ülkesi, Kanada ve ABD, Guaido’yu geçici devlet başkanı tanıyarak karşılık verdi. Bolivya, Küba ve Nikaragua ise Maduro hükümetine desteklerini açıkladı. Rusya ve Çin ise BM Güvenlik Konseyi üzerinden Venezuela'ya yapılacak bir müdahalenin engelleneceğini dile getirdi. Devletlerin hükümet tanımaları devam ederken uluslararası hukukun en temel prensibi olan iç işlerine karışma yasağını göz ardı ettiklerini sıklıkla görüyoruz. Bu açıdan hükümet tanımasının uluslararası hukukta istisna olduğu ve kural olarak hükümet tanımasının istisnai haller orataya çıkmadıkça yapılmaması gerektiği ABD ve Lima Grubu ülkeleri tarafından göz ardı edilmekte.

Uluslararası hukukta hükümet tanıması

Hükümeti tanımak, bir devletin içindeki egemenlik hakkının o siyasi otorite tarafından kullanıldığını kabul ve beyan etmektir. Hükümet tanımasında devlet tanımasında olduğu gibi zorunluluk yoktur. Yani uluslararası hukuk devletlere hükümetleri tanıma veya tanıma beyanında bulunma sorumululuğu yüklemez. Aksine kural olarak olağan yöntemlerle siyasi otoritenin başına geçen hükümetler tanınmamak durumundadır. Zira olağan yöntemlerle bir devlette hükümetin değişmesi uluslararası hukuku ilgilendiren bir durum değildir aksi halde bu durum içişlerine karışma yasağına aykırılık teşkil eder.
Bu nedenle hükümet tanıma ancak olağandışı hükümet değişimlerinde söz konusu olur. Darbe, ayaklanma veya yabancı işgal sonrası farklı bir otorite oluşmuşsa hükümet tanımasından bahsedilebilir ki bu durum hükümet tanımasını devlet tanınmasından ayıran temel farklardandır. Olağandışı durumlarda, hükümet tanımasında dikkate alınan hukuki kriter etkin kontroldür. ‘Etkin kontrol’ kriteri devlet tanınması, devletlere sorumluluk atfedilmesi gibi uluslararası hukukun birçok alanında belirleyici olan bir kriterdir. Olağan dışı yöntemle başa geçen hükümet eğer devlet ve ülke üzerinde etkin kontrolü sağlıyorsa o hükümetin tanınması söz konusu olur. Yani darbe yaparak başa gelen bir siyasi otorite eğer etkin kontrolü sağlıyorsa o otorite uluslararası hukuk tarafından tanınır. Bu ifade de her ne kadar demokratik bir uluslararası düzene aykırı görünse de uluslararası hukukun işleyişi ve uluslararası barışın ve güvenliğin devamı açısından o topraklar üzerinde bir muhatap bulunmak zorunda.
Etkin kontrol kavramı İngiltere ile Kosta Rika arasındaki Tinoco Tahkim kararında geniş bir biçimde ele alındı. 1919 yılında, Kosta Rika’daki Tinoco hükümeti devrilince, yeni hükümet Tinoco zamanındaki anlaşmaları geçersiz saymak istedi ve İngiltere bu duruma itiraz etti. Tahkime giden bu uyuşmazlığın kararında Tinoco’nun Kosta Rika’da etkin kontrole sahip olduğu ve onu tanıyan devletin sayısına bakmaya gerek olmaksızın Tinoco yönetiminin yaptığı işlemlerin geçerli olduğunu belirtildi.
Diğer yandan ülkenin sadece bir bölümünde etkin kontrole sahip olan otorite, o bölgede de facto yerel hükümeti olarak tanınabilir. Ama bu tanıma hiçbir şekilde bütün devleti temsil edecek meşru temsilci şeklinde anlaşılmaz. Yani de facto yerel hükümet tanıması, merkezi otoriteyi dışlayacak şekilde yapılamaz. Bu tanımanın amacı de facto yerel hükümetin etkin kontrol sağladığı bölgede otorite olması sebebiyle bu bölgelere ilişkin diplomatik ilişki kurulması zorunluluğu ortaya çıkabileceği ihtimalidir. Örneğin üçüncü bir devletin o bölgede diplomatik misyonlarının bulunması, mallarının bulunması, vatandaşların bulunması söz konusu olduğunda böyle bir ihtiyaç ortaya çıkar ve üçüncü devletin bu bölgedeki menfaatlerinin korunması için sadece merkezi otorite yeterli değildir. Etkin kontrolü kaybeden merkezi otorite de facto yerel hükümetin sağladığı otoriteyi ele geçirene kadar de facto yerel hükümetin üçüncü devletler tarafından tanınmasına karşı gelemiyor meğer ki üçüncü devletler de facto yerel hükümeti bütün ülkenin tek ve meşru otoritesi olarak tanısın. Merkezi hükümet ihtilaflı bölgede etkin kontrolü tekrar sağlarsa bu durumda de facto yerel hükümet tanıması bozulabilir.
Hükümet tanıması meselesine genel olarak bakıldığında ne şekilde yapılması gerektiği ve hangi kriterlerin dikkate alınacağı yönündeki sorulara ilişkin uluslararası hukuk açısından iki teori öne çıkmıştır. Bunlar Estrada doktrini ve Tobar doktrinidir.

Estrada ve Tobar doktrinleri

Estrada doktrini aslında daha önce işaret edilen, uluslararası hukukun yaygın bir biçimde kabul ettiği görüşü ifade etmektedir. 1930’lu yıllarda Meksika dışişleri bakanı Estrada’nın ortaya attığı bu teoriye göre tanımada demokrasi, özgür ve adil seçim gibi herhangi bir siyasi kritere bakılması iç işlerine karışılması anlamına gelir. Dolayısıyla olağan olarak ya da olağan dışı yollarla, her ne şekilde bir hükümet iş başına gelirse gelsin bu hükümet tanımaya konu yapılmamalıdır. Uluslararası hukukun devamını ve işleyişini demokratik meşruiyete önceleyen bu görüşün de uluslararası düzenin devamını önceleyen bir politik yaklaşıma sahip olduğu göze çarpmaktadır.
Estrada'nın tersini savunan Tobar doktrinini ortaya atan Ekvator dışişleri bakanı Carlos R. Tobar, tanımada demokratik meşruiyetin esas alması gerektiğini savunur. Doğal olarak seçimle iş başına gelmeyen, anayasal çerçevede iş başına gelmeyen hükümetler bu doktrine göre tanınmamalıdır. Görüldüğü üzere her iki doktrinde siyasi saiklerle hareket ediyor ve tanıma konusunda devletleri yönlendirici özellikleri var. Estrada etkin kontrolü esas alırken, Tobar demokratik meşruiyeti esas alıyor.

Venezuela açısından mevcut durum

Uluslararası hukukun temelde devletlerin egemen eşitliğini, barış ve güvenliğin muhafazasını hedefler. Bu üst normun korunması amacıyla devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmalarını yasaklar. Uluslararası Adalet Divanı Nikaragua kararında devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmalarının yasak olduğunu ve BM Şartı’nın ikinci maddesinin bu yasağı vaz ettiğine hükmetti. Divan, Batı Sahra Danışma Görüşü’nde ise ‘uluslararası hukukun devletlere herhangi bir yönetim şeklinini dayatmadığını’, dolayısıyla bir devletin demokratiklik seviyesinin o ülkenin iç işlerine müdahale açısından diğer devletlere bir meşruiyet temin etmeyeceğini belirtti.
Dolayısıyla egemen ve eşit olan devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışması, birbirlerinin yönetim biçimine ve hükümetlerine müdahale etmesi uluslararası hukukta kabul görmez. ABD gibi Venezuela da egemen bir devlettir ve bir egemenin diğerinin hükümetini meşru ya da gayrimeşru ilan etmesi gibi bir durum uluslararası hukuk açısından devletlerin eşitliği kuralına aykırılık teşkil etmektedir. Ancak uluslararası hukukun bir diğer temel normu olan insan onurunun korunması için bazı hallerde devletlere müdahalenin önü açılmıştır. BM Güvenlik Konseyi'nin alacağı kararlar ile devletler Libya kararında olduğu gibi insan onuru ve uluslararası barışın ve güvenliğin tesisi için devletlere müdahale edebiliyorlar.
Venezuela'daki hükümetlerin tanınması meselesi ele alıncak olursa, uluslararası hukukta bugüne kadar devletlerin çoğunlukla Estrada doktrinine göre hareket ettiği gözlemlenmiştir. Bu yaklaşımın neticesinde etkin kontrol sahibi hükümetin Maduro hükümeti olduğu açıktır. Ülkedeki polis ve askerin Maduro hükümetine bağlı olarak hareket etmesi, yerel yöneticilerin ve bürokratların işlemlerinde ve eylemlerinde Maduro hükümetinden talimat almaya devam etmeleri etkin kontrolün hala Maduro hükümetinde olduğunu göstermektedir. Nitekim Maduro’nun ABD nezdindeki Venezuela diplomatlarını geri çağırması karşılık bulmuş, misyon çalışanları Maduro’nun çağrısına binaen Venezuela’ya geri dönmüştür. Öte yandan Venezuela tarafından istenmeyen adam ‘persona non grata’ ilan edilen ABD diplomatları ise ülkede kalmaya devam ediyor. Guaido ise ülkenin herhangi bir noktasında etkin kontrol sağlayamamıştır.
Sonuç olarak belirtmek gerekir ki Maduro Venezuela'da etkin kontrole sahip tek hükümettir ve Guaido’nun geçici devlet başkanı olarak tanınması, uluslararası hukukun en temel prensibi olan iç işlerine müdahale yasağının açık bir ihlalidir. Nitekim ABD’nin bu çağrısı uluslararası toplum nezdinde bir karşılık bulmamış, bazı Latin Amerika ülkeleri dışında Guaido devlet başkanı olarak tanıyan olmamıştır.


29 Ocak 2019 Salı

Güvenli bölge mi, tampon bölge mi?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Tamer Ashraf
Güvenli bölge konusunda Türkiye'nin önceliği her ne kadar sınır hattının terörden temizlenmesi olsa da, bölgenin imar edilmesiyle birlikte mültecilerin geri dönüşünün sağlanması da büyük önem arz ediyor.
19 Aralık 2018’de ABD Başkanı Donald Trump’ın Twitter üzerinden yaptığı açıklamayla ABD’nin Suriye’den tamamen çekileceği ilan edildi. İlgili kararın Erdoğan-Trump görüşmesinden sonra alındığı ortaya çıkarken, Türkiye uzun bir süredir Münbiç ve Fırat’ın doğusundaki terör tehdidini bertaraf edebilmek adına Kıbrıs Barış harekatından sonraki en büyük askeri sevkiyatı gerçekleştirmiş ve sınır ötesi bir harekat için hazırlıklarını tamamlamıştı. 

Böyle bir konjonktürde Trump harekete geçti ve çekilme kararı aldı. 
Trump’ın kararının ardından gözlerin bu karara vereceği tepkiye odaklandığı Pentagon’dan “Koalisyon DEAŞ’ın elindeki toprakları özgürleştirdi ancak DEAŞ’a karşı mücadele bitmedi. DEAŞ karşıtı mücadele yeni aşamasına geçerken Suriye’den askerlerimizin eve dönüş sürecini başlattık” açıklaması geldi. 

Böylelikle Trump’ın Suriye’den çekilme yönündeki açıklamasına tüm kurumlar paralel tepki vererek zoraki de olsa kararı onamış oldu. 

Obama döneminden beri ABD’nin Suriye politikasında ve YPG’ye yatırım yapılmasında etkili isimler olan ABD Savunma Bakanı James Mattis ve DEAŞ ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk’un çekilme kararının ardından istifaları da kurumsal dirençlerin kırıldığını gösteren gelişmelerdi.

Trump’ın Suriye’den ABD’nin askeri ve diplomatik varlığını çekeceğini açıklamasının ardından, Suriye’deki tüm dengelerin gözden geçirileceği yeni bir süreç başlamış oldu. Trump’ın almış olduğu bu kararın ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) tarafından olumlu karşılanmadığı ve bu noktada hâlâ belirli bir direnç göstermeye çalışacağı açık. Trump’ın önceden beri Suriye’den çekilmek istediği biliniyordu. 

Buna karşı ABD’deki güvenlik ve dışişleri bürokrasisi bu süreci uzatmak istemiş ve başarılı olmuştu. Buna rağmen, Trump bu konudaki kararlılığını ortaya koymuş oldu. Tüm bu nedenlerden dolayı, çekilme kararının sahaya nasıl yansıyacağını dikkatle izlemek gerekiyor. 

Çekilme kararının ardından Trump’tan gelen “güvenli bölge” açıklaması, bölgede Türkiye ile ABD arasında çekilme koordinasyonunun sağlanması konusundaki uzlaşıya farklı bir boyut kazandırdı. Fakat ABD’li bazı aktörlerin “tampon bölge” açıklamaları yeniden bir belirsizlik oluşturmuş durumda.

Güvenli bölge/tampon bölge tartışmaları

Trump’ın 20 mil (32 km) derinliğindeki güvenli bölge açıklamasına rağmen, ABD bürokrasisinde bu alanın YPG/SDG unsurlarıyla Türkiye arasında bir tampon bölge olması yönünde fikirler olduğu açık. “Güvenli bölge” silahlı çatışma dönemlerinde veya ihtilaflı bölgelerde, savaşa katılmayan kişilerin bir dereceye kadar sığınabileceği yerler olarak ayrılır. 

Bu tür yerler, belirten dönemlerde “güvenli bölge” olarak tasvir edilir. 
Ana fikir, bölge içindekilerin orada güvenle yaşayabileceği ve çatışmanın etkilerinden korunabileceği bir alan oluşturmaktır. “Tampon bölge” ise birçok yönden düşman olan iki geniş ve güçlü ülke ya da askeri güç arasında kalan bölge için kullanılan bir tabirdir. 

Suriye sahasında düşünülen tampon bölgenin literatürdeki tanımıyla tam anlamıyla uyuştuğu da söylenemez. Nihayetinde YPG/PKK bir terör örgütüdür. Terör örgütünün, terör ihraç ettiği bir ülkeyle arasında tampon bölge oluşturulması, BMGK kararları dahil olmak üzere uluslararası hukuk bakımından da söz konusu değildir.

Tüm bunlarla birlikte, tampon bölgenin sahada uygulanabilirliği de, Türkiye’nin bunu kabul etmesinin imkanı da yok. Nitekim Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki öncelikli motivasyonunun, sınır hattından belirli bir derinlikte terör unsurlarını çıkarmak olduğu biliniyor. 

Bilindiği üzere Türkiye, güvenli bölge fikrini Obama döneminden beri dile getirmekteydi. Güvenli bölge konusunda Türkiye’nin önceliği her ne kadar sınır hattının terörden temizlenmesi olsa da, bölgenin imar edilmesiyle birlikte mültecilerin geri dönüşünün sağlanması da büyük önem arz ediyor.

Suriye sahasında oluşturulacak güvenli bölge için muhtemel rotanın, Ayn el Arab’tan Malikiye’ye kadar uzanan Türkiye-Suriye sınır hattında, asgari 32 km derinlikte oluşturulması söz konusu. 

Bu konu üzerinde Türkiye ve ABD askeri yetkilileri arasında görüşmeler sürerken, bahsedilen bölgede, Ayn el Arab, Tel Abyad, Resulayn, Derbesiye, Amude, Kamışlı, Rumeylan ve Malikiye gibi önemli yerleşim yerleri bulunuyor. 

Bu bölgeleri kapsayacak şekilde oluşturulacak güvenli bölgeye ciddi sayıda mültecinin geri döneneceği söylenebilir. İstikrarın sağlanması, istikrar güçlerinin oluşturulması, DEAŞ’ı var eden nedenlerin ortadan kaldırılması, demografik düzenin korunması, bölge halkının terörden kurtarılması, zorla silah altına alınan gençlerin özgürlüğüne kavuşması, demografik yapıya uygun yerel yönetimlerin oluşturulması ve meşru muhalefetin alan kazanması, Türkiye’nin güvenli bölgeyle amaçladıkları olarak sayılabilir.

Esasen söz konusu “güvenli bölge” örneğini Türkiye, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları neticesinde oluşturmuş durumda. Yaklaşık 300 bin mülteci bu bölgelere geri döndü. Bölgede altyapı başta olmak üzere, sağlık, eğitim, güvenlik ve ekonomi alanlarında, istikrarın oluşturulması yönünde çalışmalar yapıldı ve bunlar artırılarak devam ediliyor. Bu anlamda Türkiye’nin ciddi bir tecrübesi mevcut. 

Bölge halkının, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgelerinde oluşturulan modeli kendi memleketlerinde de görmek yönünde bir iradesi bulunuyor. Bu bağlamda, Fırat’ın doğusundaki muhtemel güvenli bölgeye, yalnızca Türkiye’den yaklaşık 1 milyon mültecinin geri dönüşünün sağlanması planlanıyor.

DEAŞ ile sahici mücadele

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın New York Times için kaleme aldığı makalesinde ifade ettiği gibi, Türkiye DEAŞ ile mücadelesini bölgenin altyapısını ve şehirleri koruyarak gerçekleştirirken, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon ise yalnızca DEAŞ’ın fiziki varlığını sonlandırmak adına yoğun hava saldırıları yönünde bir operasyon çizgisi ortaya koydu. CENTCOM’un açıkladığı rakamlara göre, Ocak 2015 ile Mart 2018 tarihleri arasında Rakka’ya en az 6 bin 153 hava saldırı gerçekleştiren ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon, toplamda 13 bin 658 hava saldırısı gerçekleştirmiş. Uluslararası Af Örgütü gibi birçok kuruluş ABD’nin yaptığı yıkımı ortaya koyan raporlar yayınladı. 

Af Örgütü’ne göre Rakka’nın yüzde 80’i yıkıldı. İngiltere merkezli Airwars’a göre ise en az bin 450 sivil Rakka’da hayatını kaybetti.
Türkiye ise kara muharip unsurlarını DEAŞ’a karşı ilk defa kullanan ülke olarak, Fırat Kalkanı harekatında en az 3 bin DEAŞ unsurunu etkisiz hale getirirken şehrin altyapısını ve sivilleri korumayı başardı. 

ABD destekli YPG/SDG güçleri, Rakka başta olmak üzere birçok bölgede DEAŞ’ın kontrolünü sonlandırsa da, DEAŞ hücrelerine karşı başarısız olmakta. ABD askerlerinin de hayatını kaybettiği son Münbiç saldırısı bunun en önemli göstergesi oldu. 

Rakka başta olmak üzere, YPG/SDG’nin kontrolündeki birçok bölgede DEAŞ’ın çok ciddi hücre yapılanmasının olduğu biliniyor; gerçekleştirilen hücre saldırılarıyla da bu somut olarak görünüyor.

Türkiye’nin DEAŞ’tan ele geçirdiği Fırat Kalkanı bölgesinde DEAŞ’ın saldırı gerçekleştiremiyor olması da bu noktada dikkate değerdir. TSK’nın yürüttüğü insan odaklı askeri harekat ve bölge halkından oluşmuş ÖSO savaşçılarının operasyonlarda yer alması bu bakımından önemli. 

Türkiye’nin dini, tarihi, kültürel ve coğrafi yakınlığıyla kardeşlik bağı oluşturduğu Suriye halkının psikolojisini anlamakta ve ihtiyaçlarını imkanları nispetince karşılamakta gösterdiği gayreti, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon gösterememiştir.

 ABD’nin bölgede kendisine ortak olarak terör örgütü YPG/PKK’yı seçmesi de bunun en somut göstergelerinden biridir.
Sonuç olarak, ABD bürokrasisinde yer alan tampon bölge fikrinin sahada uygulanabilirliğinin bulunmadığı ve aynı zamanda Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgelerinde bir nevi güvenli bölge modeli oluşturarak istikrarı sağladığı açıkça görülmektedir. 

Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda da güvenli bölge anlayışını ortaya koyarak sonuç alması muhtemeldir. Böylelikle bölge halkı DEAŞ ve YPG/PKK terör örgütlerinden kurtarılarak huzur ve istikrar sağlanabilir. Suriye’de siyasal geçiş süreciyle kapsamlı bir çözümün elde edilmesi ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafaza edilmesi de mümkün olabilir. 

Güvenli bölge fikrinin sahada uygulanmasıyla beraber, Türkiye’nin öncelikli güvenlik endişeleri giderilerek sınır hattında bir terör devletçiği tehdidi de bertaraf edilmiş olacaktır.

[Mısır’da Kahire-Türkiye Araştırmaları Merkezi’nde çalışmış olan Tamer Ashraf  SETA Dış Politika Direktörlüğü’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır]




Güvenli bölge: Türkiye başından beri haklıydı

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Tamer Ashraf
Washington’un bir yandan PYD / YPG’yi savaş sonrası siyasi-askeri bir rol için desteklerken diğer yandan da Ankara’yı sadık bir NATO müttefiki olarak yanında tutabileceğini söyleyen herkes -tek kelimeyle- mevcut gerçeklikten kopuk bir hayalperesttir.

ABD Başkanı Trump'ın geri çekilme kararının ardından Türkiye, Suriye'nin kuzeyinde, geniş kapsamlı bir sınır ötesi terörle mücadele harekatı için hazırlıklarını artırdı. Olayların baş döndürücü bir hızda geliştiği şu günlerde, Ankara ve Washington (Anadolu Ajansı verilerine göre 460 kilometre genişliğinde ve yaklaşık 30 kilometre derinliğinde olacak) güvenli bölgeye dair müzakereleri sürdürüyorlar. Bu arada Türk yönetimi, güvenli bölge planını hayata geçirmek için, uygulanabilir ve karşılıklı bir anlayış tesis etmesi gereken Kremlin ile de üst düzey diplomatik temaslarda bulunuyor.

Açıkça ifade edelim, güvenli bölge düşüncesi, Ankara tarafından daha ilk savunulduğunda destek görse idi, bugün Suriye’de güvenlik ortamı çok daha iyi olabilirdi.
2013 yılında Guta'da yaşanan kimyasal saldırıların ardından Ankara, Baas rejimini benzer suçlar işlemekten kesin biçimde caydırabilmek için askeri müdahale seçeneğine yakın duruyordu. Washington'un, Baas’ın anlayabileceği dilden konuşmak için, yani Tomahawk füzelerini, ilham verici ancak icraata konulmayan, içi boş "kırmızı çizgi" nutuklarına tercih etmesi için dört sene geçmesi ve Beyaz Saray'da görev değişikliği yaşanması gerekti.
Türk dış politikası, Suriye’de Rusların ortalıklarda olmadığı, İranlıların sınırlı derecede müdahil olduğu ve DEAŞ'ın da henüz ülkenin başına bela olmadığı daha başlangıç safhasında güvenli bölge fikrini savunuyordu. 

Türkiye’nin farklı dönemlerdeki Suriye politikalarına ilişkin elbette birçok husus tartışılabilir, ancak bir şey son derece açık: Ankara'nın vizyonu daha 2013'te onaylanmış olsaydı, Avrupa, 21. yüzyılın zorlu insani kriziyle karşı karşıya kalmamış olacaktı. Dahası rejim, uluslararası normları hiçe sayarak kimyasal saldırılar ve sistematik varil bombası saldırılarını sürdürmeye cüret edemeyecekti. Son olarak, üst düzey NATO yetkilileri, bugün Doğu Akdeniz'deki kısıtlayıcı askeri kabiliyetlerden de (A2/AD anti-access / area-denial) endişe ediyor olmayacaktı.
Yine de, geçmişte olanlar geçmişte kaldı. Şimdi daha karmaşık bir gündemle ilgilenmek durumundayız. Türk-Amerikan güvenlik işbirliğini, Ankara-Moskova hattındaki yakınlaşmayı bozmadan artıracak bir güvenli bölge tesis etmemiz gerekiyor. Bunu yaparken, PYD / YPG konusuyla ilgili büyük anlaşmazlıklar da denklemin en riskli kısmı olmaya devam ediyor.

Basit gerçekler: Türkiye, meşru kaygıları olan bir NATO müttefikidir

PYD / YPG konusunun stratejik bağlamına yeniden, soğukkanlı biçimde göz atalım.
Amerikalı yetkililer, ABD tarafından da bir terör örgütü olarak kabul edilen PKK’yla (eski Savunma Bakanı Ashton Carter'ın ifadesiyle) "önemli bağları" bulunan PYD / YPG ile ilişkinin sadece taktik ve DEAŞ’a karşı terörle mücadele çabalarıyla sınırlı olduğunun altını defalarca çizmişlerdi. 
ABD'nin, YPG'ye (Suriye Demokratik Güçleri kapsamında) silah verdiği de iyi bilinen bir gerçek. Bunların arasında güdümlü tanksavar füzeler gibi işin rengini değiştirebilecek silahlar da var. Yine, bazı Amerikalı yetkililer, hiçbir tarih veya yol haritasına atıfta bulunmaksızın, DEAŞ ile mücadele sonrasında bu silahların geri alınması planlarından bahsetmişlerdi. Henüz ortada bir geri alım çalışması ya da planı da yok…

Bu noktada basit ancak kritik bir hususun da altını çizelim.
Washington’un, Suriye'nin kuzeyinde kalıcı, etnik bir özerklik oluşturmaya ve PYD'nin silahlı kanadı YPG'yi Lübnan Hizbullah'ı gibi bir şeye dönüştürmeye yönelik ilan edilmiş bir niyeti de –resmi kaynakların açıklamalarından bildiğimiz kadarıyla– yoktu. 
ABD'nin resmi planı, en başından beri, DEAŞ'ı ağır bir yenilgiye uğratıp, bir terör devletçiği oluşturmasının önüne geçmekti. Şimdi şayet baştaki plandan bir U dönüşü olduysa, yani Suriye’nin kuzeyinde, PYD / YPG kontrolünde etnik bir otonomi kurma stratejisi oluşturuldu ise, iki net sonucun farkında olunmalıdır.
Birincisi, böyle bir jeopolitik değişim, ancak çok önemli bir NATO müttefikini kaybetmek pahasına hayata geçirilebilir. Bunun başka bir yolu yoktur. Bu ikilemin iyi anlaşılması önemli, zira ABD basınında, Türkiye ve Suriye’ye ilişkin, jeopolitikten ve Orta Doğu’nun dinamiklerinden bihaber, güya Türkiye uzmanları tarafından çok yanıltıcı analizler yapılıyor. Washington’un, bir yandan PYD / YPG’yi savaş sonrası siyasi-askeri bir rol için desteklerken, diğer yandan da Ankara’yı sadık bir NATO müttefiki olarak yanında tutabileceğini söyleyen (hatta bunun için de PKK terör örgütüne ilişkin bazı açılım olanakları gibi ‘havuçlar’ sunan) herkes -tek kelimeyle- mevcut gerçeklikten kopuk bir hayalperesttir. Hiçbir devletin milli güvenlik değerlendirmesi bu şekilde çalışmaz... 

Gerçekçi tüm uzmanlar, Suriye’deki yeniden inşa sürecinin, bölgeyi on yıllarca şekillendirecek en önemli dinamik olduğunu da bilir.
İkincisi, Amerikalı müttefiklerimize PYD / YPG konusunda, Türkiye’yi kaybetme pahasına akıl verenlerin atladığı bir pratik de var. Tıpkı, ABD’nin askeri müdahalesinden sonra Irak'ta nüfuzu en çok artan gücün İran olduğu gerçeği gibi; PYD'nin başını çektiği bir özerkliğin ne tek ne de en müessir hamisinin Washington olacağına dair bir garanti yok. Yakın geçmişe bakılırsa, Suriye Baas rejimi ve onun kötü şöhretli istihbarat aparatı olan Muhaberât, PKK ve onun uzantıları üzerinde kontrol kurma konusunda çok daha köklü bir tecrübeye sahip. 
Ayrıca, Tahran'ın, 'vekalet savaşı oyuncusu devşirme' alanında sergilediği kabiliyet de dikkate alınması gereken bir husus. Yani, Türkiye’yi küstürürken karşılığında pek bir şey elde edememek de ihtimal dahilinde...
Ayrıca, yine fazlaca şişirilen 'Türkiye uzmanlarının' attıkları twitlerde ve yazdıkları görüş yazılarında değinmedikleri, konuşulmayan bir mesele var. ABD'nin geri çekilmeye dair verdiği ilk işaretlerin ardından, PYD, hemen Baas rejimine yanaşarak Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’ne, Münbiç'te YPG'nin elinde bulunan mevzileri devralma çağrısında bulundu. Şimdi açık konuşalım: ABD Donanmasına ait destroyerler USS Porter ve USS Ross Nisan 2017'de 59 Tomahawk seyir füzesi ateşleyerek Suriye rejiminin Eş-Şayrât üssünü hedef almıştı. 
Obama yönetiminin çok değerli bir uluslararası normu koruyamamasının ardından nihayet bu füze taarruzu, kimyasal silah kullanımını caydırmaya yönelik sınırlı da olsa gerçek kırmızı çizgiler çekmeye yönelik bir adım oldu. Esed mesajı alamadı ve evvelden vermiş olduğu silahsızlanma taahhütlerini ihlal etmeye devam etti. Bu yüzden, Türkiye’nin üç NATO müttefiki, ABD, İngiltere ve Fransa, daha güçlü bir uyarıda bulunmak amacıyla Nisan 2018'de bir müşterek müdahale daha gerçekleştirdiler.
Şimdi, romantik bir coşkuya kapılarak Suriye Demokratik Güçlerini ve onun nüvesini oluşturan grupları "şövalye-vari DEAŞ avcıları" olarak görecek kadar büyülenmiş bazıları (PYD / YPG’yi kabullenmesi için ABD’nin Türkiye’ye nasıl yaklaşması gerektiği hakkında akıl verenler) acı gerçeği görmeyi istemeyebilirler. Fakat, ABD'nin DEAŞ karşısında, sahadaki ana 'müttefiki', yukarıda bahsi geçen Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri ile –yani, sistematik kimyasal silah kullanımı dolayısıyla ABD Donanması tarafından bombalanan Esed güçleriyle– göz açıp kapayıncaya kadar bir yakınlaşma içine girdi.
Şunu da belirtelim, Suriye Arap Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey kadroları içerisinde, sistematik varil bombası saldırıları gerçekleştirme, hedef gözetmeksizin orantısız güç kullanımı, sivillere yönelik işkenceler ve kimyasal silah kullanma gibi gerekçelerle ABD veya AB tarafından yaptırıma tabi tutulmayan neredeyse bir tane general yok. 
ABD çekildiğinde Türkiye sınırındaki kilit yerleşimleri kontrol altına almaları için PYD / YPG tarafından davet edilenler, işte bu Suriyeli askeri kadrolar...
Ne de olsa, hem Baas hem de PYD / YPG, Sünni Arap demografisini zorla değiştirmeyi amaçlıyor (bundan şüphe duyanlar BM Genel Sekreteri'nin raporlarına göz atabilir) ve müşterek düşmanları da tek: Türkiye. Bu yüzden, ironik bir şekilde, bu işbirliği gerçekten de mantıklı bir zemine oturabilir. Ankara'nın bu konuyla ilgili endişeler taşımak için ise her hakkı saklıdır.

Bir daha asla: Esed klanı ve vekaleten savaş alışkanlıkları

Aslında, rejimin tutumu, Suriye Baası’nın iç yüzüne ve kullanışlı silahlı gruplara yaklaşımına vakıf olan uzmanlar açısından bir sürpriz olmamalıdır. Hafız Esed'in iktidarı, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından resmen 'terör destekçisi devlet' olarak tanımlanmıştır. Şam 1980 ve 1990'larda PKK'yı beslemiş, terör örgütünü, Türkiye'ye karşı sürdürdüğü vekalet savaşında bir araç olarak kullanmıştır. 

Öyle ki, tecrübeli Türk diplomatlar, Suriye Baas rejiminin temsilcilerinin, Türkiye'de teröre verdikleri desteği kesme karşılığında müzakere masasına sınır-aşırı su kaynakları meselesini koymaya cüret ettiklerini dahi hatırlayacaktır.
1990'ların sonlarında Türk hükümeti, Silahlı Kuvvetler tarafından desteklenen sağlam bir zorlayıcı diplomasiyi hayata geçirir. Şam'daki seçkinler ve iktidara bir darbeyle gelerek mezhepçi bir diktatörlük tesis eden Hafız Esed, ancak o zaman Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tehdit etmekte ısrar edecek olurlarsa rejimlerini devam ettiremeyebileceklerini anladılar. Sonuç olarak Suriye, 1998 yılında, Türkiye'de teröre verdiği desteği sonlandırma taahhüdünü vurgulayan Adana Protokolünü imzalamak zorunda kaldı.
Soğuk Savaş döneminde tam bir Sovyet uydusu olan, Orta Doğu'daki en büyük kimyasal silah envanterine sahip olan, ayrıca bu tarihe kadar sağlam bir Kuzey Kore müttefiki olarak kalan Baas rejimi, 20 yıl boyunca bir NATO ülkesine karşı vekalet savaşı verirken Türkiye'nin bazı geleneksel müttefikleri, Ankara’ya yardımcı olma konusunda aşırı istekli de olmadılar. Şüphesiz ki Türk yönetimi bu sefer daha büyük bir dayanışma görmek istiyor.

Geri çekilme tartışmalarının devam ettiği şu günlerde Suriye Baas rejimi, Ankara’nın Hafız Esed’in kötü şöhretli mirasına geri dönme konusunda taşıyabileceği bir niyete zerre müsamaha göstermeyeceğini çok iyi anlamalıdır. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya Devlet Başkanı Putin’le yaptığı görüşmede Adana Protokolünü vurgulaması bir tesadüf değil. Basitçe söyleyecek olursak Türkiye, hortlatılmış bir vekalet savaşının milli güvenliğine bir tehdit olarak geri dönmesine izin vermeyecektir. Ankara'nın kuzey Suriye'deki güvenli bölge planlarının altında yatan jeopolitik sebeplerden biri de işte budur.


ABD Latin Amerika'yı kaosa sürüklüyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Tamer Ashraf
Hıristiyan dünya kendi radikal unsurunu, ABD eliyle Latin Amerika’da oluşturuyor; Yahudi ve Hıristiyanlığı ortak referans alan Evanjelikler bütün bir bölgeyi kaosa götürüyor.
Afganistan'da daha sonradan El-Kaide'yi oluşturacak grupların, SSCB'nin Afganistan işgaline karşı, CIA tarafından desteklendiği, önünün açıldığı ifade edilir. Benzer örnekleri ABD’nin destek verdiği PKK, YPG, DEAŞ gibi örgütleri zikrederek Ortadoğu’dan da verebiliriz. ABD makamları, aşırılık yanlılarını “terörist” olarak nitelendiriyor. Fakat silahlı örgütlerin tanımı, hangi güce hizmet ettiklerine bağlı olarak değişiyor. Yani ABD bir coğrafya veya ülkeye askeri açıdan müdahil olmak istediğinde, önce silahlı örgütlü yapılar kurdurarak askeri müdahaleyi meşru hale getiriyor. Washington’un bu ikili oyunları ve ABD’nin Taliban’ı ya da terörizmi desteklediğine dair iddialar, Pakistan tarafından da sorgulanıyor.

ABD Başkanı Trump bir teokrasi kurmaya çalışıyor ve Ulusal Politika Konseyi’nin üyelerini yeniden oluşturma çabası, bu tespitin doğruluğunu kanıtlıyor. Trump’ın Başkan Yardımcısı Pence, Dışişleri Bakanı Pompeo, Savunma Bakanı Mattis ve Güvenlik Danışmanı Bolton Evanjelist veya aşırı sağcı-milliyetçi Hıristiyan şahsiyetler. Bu teokratik kabineyi oluşturmak için onlarca kamu görevlisi değiştirildi. Bu bağlamda, ABD Evanjelikleri ile Latin Amerika Evanjelikleri arasında ciddi bir iletişim bağı var. Özellikle Brezilya genel seçimlerinde Evanjeliklerin agresif bir şekilde sol partilere karşı aşırı sağcı-milliyetçi siyasetçileri desteklediğini görüyoruz. Yanı sıra Şili’de Pinera, Brezilya’da Bolsonaro, Arjantin’de Macri, Guetemela’da Morales, Kolombiya’da Duque, Paraguay’da Benitez ve Peru’da Vizcarra Latin Amerikalı kökten dinci Hıristiyan Evanjeliklerin ve Yahudi lobilerinin desteğiyle iktidar oldu. Bütün bu liderler kendi ülkelerinin iç siyasetlerinde göç karşıtı, LGBT haklarını kısıtlayıcı, kadın haklarındaki genişlemeleri engelleyici, kürtaj karşıtı, İslamofobik ve İsrail yanlısı politikaları desteklerken, dini hayatın yaygınlaşmasını hedef alan uygulamaları yürürlüğe koydular.

Bu liderler seçildikleri günden itibaren ABD yörüngesinde politikalar geliştiriyor. Özellikle BM’deki tarihi Kudüs oylamasında, bu ülkeler çoğunlukla İsrail ve ABD yanlısı bir pozisyon almıştı. Bugün aralarında komşuluk ilişkisi bulunmayan Arjantin, Şili ve Paraguay dahi Venezuela’ya karşı agresif bir politika yürütüyor.

ABD’deki kiliselerde ve kamu kurumlarında Evanjelikler destekleniyor; yasaları, eğitim ve siyasi sistemleri savunuluyor. Kadın haklarına ve liberal düzene karşı çıkılıyor. LGBT bireylere eşit hak ve koruma sağlanması reddediliyor. Başkan Trump, Evanjelik kiliseler ve STK’lar aşırılık yanlısı “Hıristiyan Taliban”ı destekliyor ve Latin Amerika ülkelerine de ihraç ediyor. Tıpkı Afganistan’da İslam’ı referans aldığını iddia eden Taliban gibi, Latin Amerika’da da Yahudi ve Hıristiyanlığı ortak referans alan Evanjelikler bütün bir bölgeyi kaosa sürüklüyor. SSCB’ye karşı oluşturulan Afgan Taliban’ı ABD’nin Asya ve Ortadoğu siyaseti için kullanışlı bir aparat olurken, dini aidiyetleri ve Hıristiyan ahlakını referans alan bu Latin Amerikalı Evanjelik liderler, kendi ülkelerinin kalkınmasından ziyade ABD ve İsrail’in hedeflerine alet ediliyorlar. Dolayısıyla Hıristiyan dünya kendi radikal unsurunu ABD eliyle Latin Amerika’da oluşturuyor; Latin Amerika ülkelerinin sağcı hükümetlerini ve liderlerini bu amaca hizmet eden bir siyasete uyarlıyor.
Evanjelikler kendi bölgelerinde dini bir aşırılıkçılığı savunuyor, ahlak temelli teokratik bir yasaya sıkı sıkıya bağlı kalmayı zorunlu kılıyor. Hıristiyan köktenciler de Latin Amerika’da iktidara geldiklerinde aynı şeyleri yapıyor. Nitekim Brezilya, ABD’den sonra Evanjeliklerin iktidarı ele geçirdiği ikinci büyük ülke olma özelliğine sahip. Göreve gelen Jair Bolsonaro, Evanjeliklerin yörüngesinde siyasal bir sistem kurguluyor. Bu bağlamda sosyalist Maduro hükümeti gerek Trump gerekse Bolsonaro açısından bir tehdit olarak görülüyor. Bu yüzden Maduro’nun devrilmesi için “Hıristiyan Taliban” oluşturuluyor.

ABD Irak, Afganistan, Suriye ve Libya’da süresiz olarak kalmak için önce bölgeyi silahlı örgütlerle ve/veya yerel ordularla terörize etti. Tıpkı bu ülkelerde olduğu gibi, ABD Venezuela silahlı kuvveleri içinde de bir bölünmeye sebep olmak ve Latin Amerika ülkelerinin silahlı kuvvetleriyle Venezuela ordusu arasında askeri bir gerilim çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Jair Bolsonaro, 2018 Brezilya başkanlık seçimlerini Evanjeliklerin ve Yahudi sermayesinin desteğiyle kazandı. General Hamilton Mourão ise başkan yardımcısı seçildi. Mourão Brezilya’nın Maduro’nun devrilmesinden sonra askerlerini Venezuela’ya “barış gücü” olarak göndermeye hazır olduğunu açıkladı. Bolsonaro ise Pentagon ile Brezilya’da bir ABD askeri üssü oluşturmak istediğini söyledi. Benzer bir açıklama yapan Peru Dışişleri Bakanı Néstor Popolizio da ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile bir araya geldiğinde “Başkan Bolsonaro ile Venezuela ve Küba’nın ‘otoriter rejimlerine’ karşı mücadele etme niyetindeyiz” dedi.

ABD Dışişleri Bakanlığı muhalif gruplara açıktan 14 milyon dolar verdi [1] ve askerlerle gizli toplantılar düzenledi. [2] [3] [4] CIA operasyonlarının ön cephesi olan ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı Venezuela’da “siyasi muhalefeti” desteklemek için finanse etti. ABD destekli muhalefet ulusal seçimleri rutin olarak boykot etme tavrında. Görünen o ki asıl amaç Venezuela’daki tüm siyasi süreçleri gayrimeşru hale getirmek. Venezuela’da siyasi örgütlenme sadece hükümeti seçimlerde yenmeye yönelik değil; siyasi kaosla, hükümetin meşruiyetini tamamen baltalamak, böylece bir dış müdahalenin haklı kılınmasını sağlamak da bu örgütlenmenin amaçları arasında.

Maduro süpermarketler dahil tüm Venezuela kurumlarını militarize etti. Milislerine otomatik silahlar dağıttı. Bir kez daha Kolombiya’yla gerginlikleri artırdı. Kolombiya’nın yeni Cumhurbaşkanı Iván Duque, Venezuela’yı kendisine suikastçılar göndermekle suçladı. Brezilya ve Kolombiya’da sınır boyunca birkaç yüz bin Venezuelalı var. Bu yüzden Bolsonaro ve Duque, Maduro’yu eleştiriyor. Bolsonaro ve Duque Trump’a sempati duyuyor. Maduro demokratik bir sistem dahilinde olsa da seçime katılım düşük olduğu için tartışmalı bir şekilde seçildi. Otoriter uygulamaları da söz konusu. Fakat Latin Amerika’da demokratik olmayan bir güç kullanımına hiç başvurmadı.
Aslında Bolton ve ABD hükümetinin Brezilya Cumhurbaşkanı Bolsonaro’yu müttefik olarak görmeleri şaşırtıcı değil. Bolsonaro ve taraftarları olan Evanjelikler, ABD ile daha yakın bir ilişkinin Brezilya’ya fayda sağlayacağına inanıyor. Böylelikle 16 yıllık solcu hükümetlerden sonra Brezilya bölgede ilk kez, ABD açısından “güvenilir” bir müttefik olabilir.

Latin Amerika ülkelerinin Venezuela’ya askeri müdahalesi

John Bolton Kolombiya ve Brezilya’nın aşırı sağcı hükümetleriyle Venezuela’yı savaştırmak için yoğun mesai harcıyor. Ancak Kolombiya ve Brezilya orduları, ABD’nin desteği olmadan Venezuela’ya askeri bir müdahaleye ihtiyatlı bakıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Amerikan Devletleri Örgütü’nün kurulmasından bu yana, savaş karşıtlığı hem büyük hem de küçük Latin Amerika ülkelerinin dış politika düşüncesinin temel taşı oldu. Uzun süredir devam eden “müdahale etmeme politikası” bugün bölgenin geleceği açısından sorgulanıyor. Pek çok Latin Amerika ülkesi/lideri, ABD’nin talimatıyla veya gazabından korkarak Venezuela meselesine müdahil oluyor. Venezuela bölgeye bir sorun sunuyor. Sağ-milliyetçi liderler Venezuela krizine ekonomik ve siyasal açıdan müdahil olduğu gibi, bir askeri harekata da epey iştahla bakıyor. Venezuela’daki istikrarsızlık şu anda bölge için ABD’den daha büyük bir tehdit arz ediyor. Ancak Venezuela’daki kriz askeri bir yöntemle çözüme kavuşabilecek durumda değil. Venezuela krizini çözmek için Peru’nun başkentinde biraya gelen Arjantin, Brezilya, Kanada, Honduras, Meksika, Panama, Paraguay, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Guatemala, Guyana ve Peru’dan oluşan 13 ülke Lima grubunu oluşturdu ve Lima liderlik etmeye istekli olduğunu gösterdi. Uluslararası toplum bu fırsatı, Venezuela’daki krize siyasi bir çözüm bulunması konusunda birleşen Venezuelalılarla ortak bir duruş sergilemek için kullanmalı.

Büyüyen göç dalgası

Maduro aşırı sağın Latin Amerika’yı “kirlettiğini” söyledi ve Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro’yu “faşist” olarak nitelendirdi. Kolombiya ve Brezilya’daki yeni liderler de Maduro’yu “diktatörlükle” suçluyor. Bu söz düelloları devam ederken günde ortalama 5 bin 500 kişi Venezuela’yı terk ediyor. BM’ye göre 2019’a kadar toplamda 5.3 milyon kişi Venezuela’yı terk etti. Bu göç dalgasıyla ilgili Kolombiya ve Brezilya’da endişeler özellikle son birkaç aydır artıyor; zira Venezuelalı mülteciler genellikle önce Kolombiya ve Brezilya’ya gidiyor. Venezuelalıların komşu ülkeler olan Kolombiya ve Brezilya’ya yönelişleri artıkça, bu ülkelerde yaşayanların endişeleri de artıyor.
Maduro’nun Rusya ve İran gibi uluslararası aktörlerle bağlarının kuvvetlenmesiyle ilgili olarak da Brezilya ve Kolombiya endişeli. Fakat bu endişeler sadece bir bahaneden ibaret; çünkü Kolombiya ve Brezilya’daki ABD kaynaklı güçlü Maduro karşıtlığıyla, Venezuela krizinin sebep olduğu insani ve mali olumsuz etkilerin arasında bir ayrım var. Bu bağlamda, Brezilya ve Kolombiya’daki Evanjelik kadroların mülteci karşıtı politikasının ABD ile senkronize bir halde işliyor olması da göz ardı edilmemeli. Bu ideolojik uyum, Latin Amerika’da Brezilya ve Kolombiya’nın ABD yörüngesinde bir siyaset izlemesine neden oluyor.
Trump askeri bir müdahaleden bahsetmiş olsa da Venezuela petrolünün boykotu gibi bir tedbir almaktan kesinlikle uzak duruyor. Ayrıca Pompeo’nun Latin Amerika hükümetlerine yaptığı “Venezuela’ya karşı harekete geçme” çağrısı, çağrıda bulunduğu ülkelerin hepsinden karşılık bulmadı. Örneğin Meksika’nın yeni solcu Başkanı Andrés Manuel López Obrador, Maduro’ya karşı oluşturulan Lima grubuna katılmayı reddetti ve açılış toplantısına sadece resmi bir temsilci gönderdi.
Maduro her halükarda ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’la Kolombiya Cumhurbaşkanı Iván Duque ve Brezilya devlet başkan yardımcısının ekipleri arasındaki koordinasyonu ifşa etmiş oldu. Halihazırda Tona, Kolombiya’da tam 734 paralı asker grubu, Venezuela’nın Kolombiya’ya karşı sözde ilan ettiği sahte bir saldırıyı sürdürmek ve Kolombiya’ya karşı bir Venezuela savaşını haklı çıkarmak için eğitiliyor. Bu paralı askerler ABD’de görev yapan Özel Kuvvetler tarafından destekleniyor. Tolemaida (Kolombiya) ve Eglin’deki (Florida) askeri üslerde eğitiliyor. Maduro ABD veya Latin Amerikalı komşuları tarafından işgal edilme olasılığını göz ardı etmiyor. Venezuela’ya yönelik askeri bir müdahale, Venezuela’yı daha da istikrarsızlaştıracağı ve daha fazla insanı yerinden edeceği için çok tehlikeli olacaktır. 2003 Irak işgaline benzer şekilde Venezuela’yı işgal etmek için en az 100 bin personel gerekli; Venezuelalıların çoğu, büyük ölçüde muhalefet de dahil olmak üzere, Caracas’ta ABD bayraklarının dalgalanmasını kabul etmeyecektir.

Exxon Mobile ve CIA’nın “savaş” hazırlığı

Arjantin, Şili, Kolombiya, Paraguay ve Peru, Maduro hükümetinin insanlığa karşı işlediği suçlarla ilgili olarak soruşturulması için Lahey’e dilekçe veriyor. Venezuela donanması, Ocak ayı içinde Lima grubunun Maduro karşıtı açıklamalar yaptığı hafta, Norveç Petrol Jeo-Hizmetleri’ne (PGS.OL) ait olan ve Exxon tarafından kiralanan iki sismik araştırma gemisine sınır ihlali yüzünden el koydu. Bu yüzden bölgede tansiyon yeniden yükseldi ve ABD ile Venezuela arasında yeni bir kriz daha başlamış oldu. Venezuela gemiyi bir hafta sonra serbest bıraktı. Ancak başta Guyana olmak üzere Latin Amerika ülkeleri Venezuela’ya sert tepki gösterdi.

Sonuç

Uluslararası toplum Venezuela’ya karşı harekete geçmeye hazır. Bugün savaşa yönelik bir sürecin devam etmekte olduğu açıkça görülüyor. Muazzam güçler oyunda ve onları durdurmak için yapılabilecek çok az şey var. ABD, Kanada, AB, Japonya, Avustralya ve Latin Amerika’daki Lima grubu ülkeleri, yani toplamda 50 gelişmiş ve gelişmekte olan ülke, Venezuela’daki seçim sonuçlarını reddetti. Nasıl bir savaş planına karar verilirse verilsin, dünyadaki diğer liberal demokrasilerden de tam katılım olacaktır; zira eylemsizliğin artık bir seçenek olmadığı gayet ortada. Ancak bölgesel müttefikler veya ABD tarafından Venezuela’ya yapılacak askeri bir müdahale Venezuela’daki krizin cevabı değil. Bugün ABD’nin Venezuela ordusuna müdahale etmeye hazır olduğuna inanmıyoruz. Ancak ABD ve diğer ülkeler bir koalisyon kurup dengeleri değiştirebilecek bir silahlı çatışma veya savaş çıkarabilir.
Venezuela’nın devlet gelirleri çok büyük ölçüde petrol ve doğal gaz ihracatına bağlı. Ekonomik ve politik güç, elit bir azınlığın elinde yoğunlaşmış ve siyasi kurumlar zayıf, niteliksiz ve hesap sorulamaz durumda. Ayrıca yolsuzluk yaygın. Venezuela’da ortalama bir binek aracın deposu bir avrodan daha ucuza doluyor. Ancak doğal gazın çoğunun diğer büyük petrol üreticilerinden ithal edilmesi gerekiyor; çünkü Venezuela’nın kendi petrol endüstrisi harabeye çevrilmiş durumda. Venezuela 6,4 trilyon metreküple dünyanın en büyük doğal gaz rezervine sahip 7. ülkesi. Fakat üretim teknolojisi uygun olmadığı için doğal gazını çıkaramıyor. Venezuela dünyaya ham petrol ihraç etmekle birlikte, rafine edilmiş petrolü ithal ediyor. Venezuela’nın kalkınabilmesi için altyapı, ekonomi, hukuk, teknoloji AR-GE, sağlık, temizlik, eğitim, ulaştırma, üretim ve kalkınma bazlı yatırımlar gibi birçok alandaki yapısal problemin çözülmesi gerekiyor. Bu oldukça moral bozucu tabloya rağmen, Venezuela yeniden inşa edilebilir bir durumdadır.
ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, Latin Amerika’daki üç ülkeye odaklandı. Küba, Venezuela ve Nikaragua’ya karşı sert bir yol tutulacağını söyledi. Bolton, Soğuk Savaş benzeri politikalar sunmadığı halde, konuşmaları kesinlikle o dönemin duygularını canlandırıyor. ABD politikalarını Brezilya, Kolombiya, Guyana ve Peru üzerinden şekillendirerek asıl amaç olarak “özgürlüğü” geliştirmeyi değil, Latin Amerika’nın en solcu liderliğini ortadan kaldırmayı hedefliyor. Trump Ortadoğu’da İsrail ve Suudi Arabistan gibi müttefikleriyle İran’a karşı bir vekalet savaşına destek verdiği gibi, Latin Amerika’da da Brezilya, Peru ve Kolombiya ile birlikte oluşturduğu “Hıristiyan Taliban” ile Venezuela’ya karşı askeri bir operasyona yeşil ışık yakabilir. Böylelikle Afganistan, Libya, Suriye ve Yemen gibi Venezuela’yı da “ulusların mezarlığına” gömmek isteyebilir.

[1] https://www.theguardian.com/world/2018/dec/12/venezuela-nicolas-maduro-assassination-attempt-white-house-ultra-right-locos
[2] https://www.counterpunch.org/2014/04/25/the-dirty-hand-of-the-national-endowment-for-democracy-in-venezuela/
[3] https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-politics/trump-venezuela-overthrow-maduro-government-military-rebels-a8529361.html
[4] https://www.newsweek.com/trump-administration-secret-coup-overthrow-venezuelan-president-1112671



28 Ocak 2019 Pazartesi

Adana mutabakatı neden gündeme geldi?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

1998 yılında, Ekim ayının yarısını genç bir televizyon muhabiri olarak Türkiye’nin Suriye sınırını dolaşarak geçirmiştim
Urfa’dan Hatay’a kadar elimizde mikrofon gezmiş, sınırı belirleyen paslanmış tel örgülerin hizasında yolculuklar yapmış, her ne hikmet idiyse, bizim kadar savaş telaşı yaşamayan köylülerin bakır kaplarda ikram ettikleri ayranlardan içmiş ama yine de ‘Suriye sınırında alarm’ haberleri geçmiştik.
Yalan haber geçmiyorduk tabi.
Sınırdaki köylülerin pek ilgisini çekmese de, Ankara’dan gelen beyanatlar, psikolojisi fiili halinden daha güçlü olan ‘Askeri yığınaklar’ gündemin bir numaralı başlığı haline gelmişti.
Neticede Suriye yönetiminin PKK’ya verdiği desteği sona erdirmeyi amaçlayan o baskı sonuç verdi ve İran ile Mısır’ın girişimleriyle Hafız Esad rejimi Türkiye’nin taleplerini karşılama noktasına geldi.
Abdullah Öcalan’ın Suriye’den gönderilmesi gibi fiili bir sonuç üreten o sürecin bir başka ‘çıktısı’ Adana Mutabakatı olarak bilegeldiğimiz anlaşma oldu.
Adana Anlaşması 21 yıl aradan sonra, 23 Ocak’ta Moskova’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ortak basın toplantısı yapan Rusya Devlet Başkanı Putin’in sözleriyle yeniden gündeme geldi.
Putin’in Adana Mutabakatı önerisine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sıcak bir yaklaşımla karşılık verdiğini düşünecek olursak, meselenin ciddi bir nitelik kazandığı görülebiliyor.

ANKARA, ADANA MUTABAKATINA NEDEN SICAK BAKIYOR? HEDEF NE?

21 yıl önce Adana’da iki ülkenin yetkili isimleri tarafından imzaya bağlanan anlaşmanın özünü, Şam yönetiminin Türkiye’ye dönük PKK kaynaklı fiili tehditleri önleme taahhütleri oluşturuyor.
Peki, bu anlaşmanın bugün hatırlanmasının gerekçeleri neler olabilir?
Böyle bir zeminde ilerlenilmesi halinde karşımıza ne tür senaryolar çıkabilir?
Bunlar, önümüzdeki dönem itibarıyla önemli hale gelmiş sorular.
Sorduğumuz sorular üzerinden iz sürmeye başlamadan önce, şunun altını çizelim:
Mutabakatın Putin tarafından basın önünde hatırlatılmasını, Ankara’nın bu formüle sıcak baktığını en üst düzeyden ilan etmesini, ABD’nin Suriye’den çekilme kararı ile başlayan Ankara/Washington müzakerelerinin bir alternatifi olarak değerlendirmeye almak doğru olacaktır.
Bilindiği üzere, ABD açısından Türkiye ile yürütülen pazarlıkların, PKK/YPG’yi koruma altında tutan bir anlaşma ortaya çıkmadan Türkiye’nin askeri harekata girişmemesi gibi bir hedefi bulunuyor.
Erdoğan’ın Putin ile yaptığı anlaşmanın ise, Rusya destekli Şam rejiminin Türkiye’nin güvenlik kaygılarını yatıştırma niyetiyle PKK’nın üzerine yürümesi gibi bir perspektife sahip olduğu anlaşılıyor.
Putin’in önerisini Ankara için cazip hale getiren nokta tam da burası.

ŞAM REJİMİ PKK’NIN ÜSTÜNE YÜRÜR MÜ?

Aylar önce Ankara’da Suriye meselelerini konuştuğumuz bir güvenlik yetkilisi, nihai senaryoda bir Esad/PKK savaşı öngördüğünü dile getirince, bunu pek inandırıcı bulmamış, “Bu mümkün mü” anlamında arka arkaya sorular sormuştum.
Sözü edilen senaryoyu destekleyen her gelişme, aklıma aylar önce yaptığımız o konuşmayı getiriyor.
Perşembe günü İranlı bir yetkili ile yaptığımız görüşmeden aldığım nabzı bu köşeye taşımıştım.
Oradan yola çıkarak baktığımızda, Adana Mutabakatı konusunda Ankara ile Moskova arasında sağlanan eşgüdüme Tahran’ın da dahil olabileceği görülebiliyor.
Tabi, bu anlaşmanın hayata geçmesi için bir takım zorlukların aşılmasını beklemek gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, rejimin eli kanlı diktatörü Beşar Esad ile yeni bir ilişki tesis etmeme kararlılığını Moskova dönüşünde de tekrarladı.
Bu, son derece haklı bir yaklaşım ve aksi halde Türkiye’nin ahlaki üstünlüğünü zora sokacak riskler taşıyor.
Ama her ülke gibi Türkiye’nin de gerektiğinde ‘yılanla bile’ görüşme kanallarını açık tutan birimleri var.
Mesela Milli İstihbarat Başkanlığı.
Suriye meselesinde istihbarat diplomasisini kullanarak Türkiye’nin kazanımlarına önemli katkılar sağlayan MİT’in ortak hedefler için Şam rejimiyle temasa geçtiğini/geçebileceğini düşünebiliriz.
Önemli olan istenilen hedefler doğrultusunda mesafe alınabilmesi.
Şam rejiminin, Türkiye’nin Rusya ile vardığı anlaşma doğrultusunda PKK/YPG’nin üstüne yürümesi ve bu örgütün yaşam alanının kurutulması halinde, Türkiye’nin sınırlarla ilgili güvenlik kaygıları da otomatikman giderilmiş olur.
Ankara’nın Adana Mutabakatına sıcak bakmasının temel gerekçesi bu.
Putin’in yaklaşımı, böyle bir seçeneğin yani Şam rejiminin PKK’nın üzerine yürümesi fikrinin niyet beyanı olarak pekâlâ görülebilir.
Adana mutabakatının bugüne uyarlanması fikrinin PKK ve HDP çevrelerinde de kırmızı alarm hali ile karşılandığı görülebiliyor.
Bunu nereden mi anlıyoruz?
HDP’de Selahattin Demirtaş’ın yerini alan Eş Genel Başkan Sezai Temelli’nin sözlerinden.
Temelli dün, şöyle şeyler söyledi:
“Ne oldu? Aklına 1998’de yapılan Adana Anlaşması gelmiş. Senin aklına bunlar gelmesin, senin aklına 31 Mart’tan sonra nasıl gideceğin gelsin. 
Eğer bir anlaşma olacaksa bu, Suriye halklarının bir araya gelmesiyle, demokratik bir Suriye anayasası ile olacak. Ancak bu şekilde Suriye’ye barış, demokrasi gelir.”
Bu sözlerden de anlaşılıyor ki, HDP Eş Genel Başkanı Adana Mutabakatının ‘güncellenmemesi’ için 31 Mart seçimlerine umut bağlamış durumda.
Yerel seçimlere Türkiye’nin ‘beka sorunu’ penceresinden bakan yaklaşımı aklımıza getirmemiz halinde, bu sözlere de 31 Mart’ın 31 Mart’tan ibaret olmadığı gibi bir anlam yükleyerek bakabiliriz.

2019’un büyük sorusu: Fırat’ın doğusunda kim kazançlı çıkacak?


İran’ın Ankara Büyükelçiliği’nde görev yapan, üstlendiği misyon itibarıyla hem siyaset, hem de bölgesel konular üzerine yoğunlaşan bir isimle zaman zaman bir araya gelip ‘fikir teatisinde’ bulunuyoruz.
Aynı isim geçen gün yeniden ziyaretime geldi ve bu defa ağırlıklı olarak Fırat’ın doğusu bağlamında gelişen meseleleri konuştuk.
Bu vesileyle ‘’ tartışmaları, PKK/YPG’nin geleceği, İran ve Türkiye’nin birlikte neler yapabileceği gibi başlıklarda Tahran’ın yaklaşımına dair bir takım fikirler elde ettim.
İranlıların Türk muhataplarıyla konuşmalarında, Ankara’nın Kuzey Suriye politikasını etkilemeye dönük ‘Pırıltısı olan’ bir soru sorduklarını daha önceden biliyordum.
Soru şu:
“Sınırınızda Suriye devletini mi görmek istersiniz? Yoksa PKK’yı mı?”
Ziyaretime gelen İranlı yetkiliye bu sorudan yola çıkarak başka sorular sordum.
Böyle bir seçeneğin, Şam rejiminin PKK’yı gerekirse silah kullanarak devre dışı bırakması halinde denkleme girebileceğine dair kendi fikrimi dile getirdim.
O da bana, PKK/YPG ile Esed rejimi arasında yapılan, şu aşamada başarısızlıkla sonuçlanan görüşmelerden söz etti, rejimin YPG’nin federasyon, özerklik dahil taleplerini reddettiğini, ancak Kuzey Suriye’deki Kürtlere ‘koruma garantisi’ verme taahhüdünde bulunduğunu anlattı.
Ben de ‘koruma garantisi’ ile sınırlı olsa bile, YPG’nin varlığının Ankara’da kabul görmeyeceğine dair tahminimi ilettim.
Muhatabım, Amerika’nın bölgeden çekilmeyeceğini, çekilse bile bunu Türkiye’nin istediği bir formatta hayata geçirmeyeceğini söyledikten sonra bir öneride bulundu:
”Türkiye, Suriye, İran ve Irak’tan oluşan 4’lü bir yapı ile herkesin endişelerini giderebilecek bir formül bulunabilir.”
Sonuçta bizim işimiz, karar vermek değil, izlemek ve yorumlamak.
Görüldüğü kadarıyla Ankara, Fırat’ın doğusu bağlamında yönünü bu aralar daha çok Moskova ve Washington üzerinden belirleyerek ilerliyor.
Ama öyle ya da böyle, bu türden önerileri, Amerika’nın Türkiye’ye bir kere daha ‘kazık atması’ ihtimaline karşı akılda tutmak faydalı olabilir.
Sonuçta, Türkiye’nin İran ve Rusya ile işbirliğine giderek Astana sürecine yönelmesinin arka planında ABD’nin ‘suya götürüp susuz getirmesinin’ birinci derecede etkili olduğunu bilmeyen, anlamayan kalmamıştır herhalde.
Diğer yandan, ABD Başkanı Trump’ın çekilme kararı vermesi üzerine kartların yeniden karılmakta olduğu, Türkiye’nin bu defa avantajlı tarafa geçtiği, hareket ve pazarlık gücünün arttığı bir gerçek.
Bu meselelere biraz daha derinlemesine kafa yorduğunuzda ise, zihniniz şu türden bir soruya muhatap oluyor:
“Kürt kartı kimin elinde olacak?”
Bu soru, “Suriye Kürtlerinin hamisi kim olacak?”, “Suriye’nin kuzeydoğusunda kim düzen kuracak?” gibi ilave başka soruları da akla getiriyor.
Ankara açısından meselenin salt PKK/YPG tehdidini bertaraf etmekten ibaret olmadığını, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın New York Times Gazetesi’ne yazdığı ve hayli ses getiren makalesinden anlamış olduk.
O makalenin toplamına dikkatlice baktığınız takdirde, Ankara’nın sadece YPG’nin Türkiye sınırlarından uzaklaştırılması bağlamında bir önermede bulunmadığı, ‘Suriye Kürtlerinin’ hamisi olmaya da “Varım” dediği anlaşılabiliyor.
Nüfus dağılımına göre adil bir şekilde temsil imkanı sunan yerel meclislerin oluşturulması, sağlık, altyapı, belediyecilik gibi hizmet alanlarında Türkiye’nin becerilerinin o bölgeye taşınması, çocuk yaşta zorla silah altına alınan Kürt çocuklarının aileleriyle kavuşturulması gibi öneriler, Kuzeydoğu Suriye’de barışçıl bir ‘Yaşam alanı’ oluşturmayı vadediyor.
Bu anlamda iç savaş çıkana kadar Kürtlere kimlik kartı bile vermeyen Şam rejiminin önerdiklerinden daha fazlasını Türkiye verebilir.
Bizim buralarda Ak Parti iktidarlarının, Tayyip Erdoğan’ın, asimilasyon politikalarına son vermiş olması, yine Erdoğan yönetiminin temel haklar ve demokratikleşme alanlarında attığı ve bugün de arkasında durduğu adımlar Suriyeli Kürtlerin geleceği için de bir referans olabilir.
Burası böyle ama, bu rolünü oynayıp barışçıl bir gelecek inşa etme talebi konusunda Ankara’nın müttefikinin olmadığı da görülebiliyor.
Bu noktada ağırlığını koymak, ağırlığını korumak gibi kavramlar daha bir değerli hale geliyor.
Olmazı göstermeden oluru elde etmenin zor olduğu bir denklem üzerinde kafa yoruyoruz.
Önümüzdeki 3-4 aylık zaman dilimi, bu anlamda çok önemli müzakerelere, pazarlıklara sahne olacak.
Bir satranç tahtası üzerinde herkes kendi hamlelerini yapıyor.
Sonraki, bir sonraki hamlelerin ne olabileceğini de öngörüp ona göre adım atanların kazançlı çıkacağı bir dönem yaklaşıyor.


google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html