BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

28 Ocak 2019 Pazartesi

Adana mutabakatı neden gündeme geldi?

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

1998 yılında, Ekim ayının yarısını genç bir televizyon muhabiri olarak Türkiye’nin Suriye sınırını dolaşarak geçirmiştim
Urfa’dan Hatay’a kadar elimizde mikrofon gezmiş, sınırı belirleyen paslanmış tel örgülerin hizasında yolculuklar yapmış, her ne hikmet idiyse, bizim kadar savaş telaşı yaşamayan köylülerin bakır kaplarda ikram ettikleri ayranlardan içmiş ama yine de ‘Suriye sınırında alarm’ haberleri geçmiştik.
Yalan haber geçmiyorduk tabi.
Sınırdaki köylülerin pek ilgisini çekmese de, Ankara’dan gelen beyanatlar, psikolojisi fiili halinden daha güçlü olan ‘Askeri yığınaklar’ gündemin bir numaralı başlığı haline gelmişti.
Neticede Suriye yönetiminin PKK’ya verdiği desteği sona erdirmeyi amaçlayan o baskı sonuç verdi ve İran ile Mısır’ın girişimleriyle Hafız Esad rejimi Türkiye’nin taleplerini karşılama noktasına geldi.
Abdullah Öcalan’ın Suriye’den gönderilmesi gibi fiili bir sonuç üreten o sürecin bir başka ‘çıktısı’ Adana Mutabakatı olarak bilegeldiğimiz anlaşma oldu.
Adana Anlaşması 21 yıl aradan sonra, 23 Ocak’ta Moskova’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ortak basın toplantısı yapan Rusya Devlet Başkanı Putin’in sözleriyle yeniden gündeme geldi.
Putin’in Adana Mutabakatı önerisine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sıcak bir yaklaşımla karşılık verdiğini düşünecek olursak, meselenin ciddi bir nitelik kazandığı görülebiliyor.

ANKARA, ADANA MUTABAKATINA NEDEN SICAK BAKIYOR? HEDEF NE?

21 yıl önce Adana’da iki ülkenin yetkili isimleri tarafından imzaya bağlanan anlaşmanın özünü, Şam yönetiminin Türkiye’ye dönük PKK kaynaklı fiili tehditleri önleme taahhütleri oluşturuyor.
Peki, bu anlaşmanın bugün hatırlanmasının gerekçeleri neler olabilir?
Böyle bir zeminde ilerlenilmesi halinde karşımıza ne tür senaryolar çıkabilir?
Bunlar, önümüzdeki dönem itibarıyla önemli hale gelmiş sorular.
Sorduğumuz sorular üzerinden iz sürmeye başlamadan önce, şunun altını çizelim:
Mutabakatın Putin tarafından basın önünde hatırlatılmasını, Ankara’nın bu formüle sıcak baktığını en üst düzeyden ilan etmesini, ABD’nin Suriye’den çekilme kararı ile başlayan Ankara/Washington müzakerelerinin bir alternatifi olarak değerlendirmeye almak doğru olacaktır.
Bilindiği üzere, ABD açısından Türkiye ile yürütülen pazarlıkların, PKK/YPG’yi koruma altında tutan bir anlaşma ortaya çıkmadan Türkiye’nin askeri harekata girişmemesi gibi bir hedefi bulunuyor.
Erdoğan’ın Putin ile yaptığı anlaşmanın ise, Rusya destekli Şam rejiminin Türkiye’nin güvenlik kaygılarını yatıştırma niyetiyle PKK’nın üzerine yürümesi gibi bir perspektife sahip olduğu anlaşılıyor.
Putin’in önerisini Ankara için cazip hale getiren nokta tam da burası.

ŞAM REJİMİ PKK’NIN ÜSTÜNE YÜRÜR MÜ?

Aylar önce Ankara’da Suriye meselelerini konuştuğumuz bir güvenlik yetkilisi, nihai senaryoda bir Esad/PKK savaşı öngördüğünü dile getirince, bunu pek inandırıcı bulmamış, “Bu mümkün mü” anlamında arka arkaya sorular sormuştum.
Sözü edilen senaryoyu destekleyen her gelişme, aklıma aylar önce yaptığımız o konuşmayı getiriyor.
Perşembe günü İranlı bir yetkili ile yaptığımız görüşmeden aldığım nabzı bu köşeye taşımıştım.
Oradan yola çıkarak baktığımızda, Adana Mutabakatı konusunda Ankara ile Moskova arasında sağlanan eşgüdüme Tahran’ın da dahil olabileceği görülebiliyor.
Tabi, bu anlaşmanın hayata geçmesi için bir takım zorlukların aşılmasını beklemek gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, rejimin eli kanlı diktatörü Beşar Esad ile yeni bir ilişki tesis etmeme kararlılığını Moskova dönüşünde de tekrarladı.
Bu, son derece haklı bir yaklaşım ve aksi halde Türkiye’nin ahlaki üstünlüğünü zora sokacak riskler taşıyor.
Ama her ülke gibi Türkiye’nin de gerektiğinde ‘yılanla bile’ görüşme kanallarını açık tutan birimleri var.
Mesela Milli İstihbarat Başkanlığı.
Suriye meselesinde istihbarat diplomasisini kullanarak Türkiye’nin kazanımlarına önemli katkılar sağlayan MİT’in ortak hedefler için Şam rejimiyle temasa geçtiğini/geçebileceğini düşünebiliriz.
Önemli olan istenilen hedefler doğrultusunda mesafe alınabilmesi.
Şam rejiminin, Türkiye’nin Rusya ile vardığı anlaşma doğrultusunda PKK/YPG’nin üstüne yürümesi ve bu örgütün yaşam alanının kurutulması halinde, Türkiye’nin sınırlarla ilgili güvenlik kaygıları da otomatikman giderilmiş olur.
Ankara’nın Adana Mutabakatına sıcak bakmasının temel gerekçesi bu.
Putin’in yaklaşımı, böyle bir seçeneğin yani Şam rejiminin PKK’nın üzerine yürümesi fikrinin niyet beyanı olarak pekâlâ görülebilir.
Adana mutabakatının bugüne uyarlanması fikrinin PKK ve HDP çevrelerinde de kırmızı alarm hali ile karşılandığı görülebiliyor.
Bunu nereden mi anlıyoruz?
HDP’de Selahattin Demirtaş’ın yerini alan Eş Genel Başkan Sezai Temelli’nin sözlerinden.
Temelli dün, şöyle şeyler söyledi:
“Ne oldu? Aklına 1998’de yapılan Adana Anlaşması gelmiş. Senin aklına bunlar gelmesin, senin aklına 31 Mart’tan sonra nasıl gideceğin gelsin. 
Eğer bir anlaşma olacaksa bu, Suriye halklarının bir araya gelmesiyle, demokratik bir Suriye anayasası ile olacak. Ancak bu şekilde Suriye’ye barış, demokrasi gelir.”
Bu sözlerden de anlaşılıyor ki, HDP Eş Genel Başkanı Adana Mutabakatının ‘güncellenmemesi’ için 31 Mart seçimlerine umut bağlamış durumda.
Yerel seçimlere Türkiye’nin ‘beka sorunu’ penceresinden bakan yaklaşımı aklımıza getirmemiz halinde, bu sözlere de 31 Mart’ın 31 Mart’tan ibaret olmadığı gibi bir anlam yükleyerek bakabiliriz.

2019’un büyük sorusu: Fırat’ın doğusunda kim kazançlı çıkacak?


İran’ın Ankara Büyükelçiliği’nde görev yapan, üstlendiği misyon itibarıyla hem siyaset, hem de bölgesel konular üzerine yoğunlaşan bir isimle zaman zaman bir araya gelip ‘fikir teatisinde’ bulunuyoruz.
Aynı isim geçen gün yeniden ziyaretime geldi ve bu defa ağırlıklı olarak Fırat’ın doğusu bağlamında gelişen meseleleri konuştuk.
Bu vesileyle ‘’ tartışmaları, PKK/YPG’nin geleceği, İran ve Türkiye’nin birlikte neler yapabileceği gibi başlıklarda Tahran’ın yaklaşımına dair bir takım fikirler elde ettim.
İranlıların Türk muhataplarıyla konuşmalarında, Ankara’nın Kuzey Suriye politikasını etkilemeye dönük ‘Pırıltısı olan’ bir soru sorduklarını daha önceden biliyordum.
Soru şu:
“Sınırınızda Suriye devletini mi görmek istersiniz? Yoksa PKK’yı mı?”
Ziyaretime gelen İranlı yetkiliye bu sorudan yola çıkarak başka sorular sordum.
Böyle bir seçeneğin, Şam rejiminin PKK’yı gerekirse silah kullanarak devre dışı bırakması halinde denkleme girebileceğine dair kendi fikrimi dile getirdim.
O da bana, PKK/YPG ile Esed rejimi arasında yapılan, şu aşamada başarısızlıkla sonuçlanan görüşmelerden söz etti, rejimin YPG’nin federasyon, özerklik dahil taleplerini reddettiğini, ancak Kuzey Suriye’deki Kürtlere ‘koruma garantisi’ verme taahhüdünde bulunduğunu anlattı.
Ben de ‘koruma garantisi’ ile sınırlı olsa bile, YPG’nin varlığının Ankara’da kabul görmeyeceğine dair tahminimi ilettim.
Muhatabım, Amerika’nın bölgeden çekilmeyeceğini, çekilse bile bunu Türkiye’nin istediği bir formatta hayata geçirmeyeceğini söyledikten sonra bir öneride bulundu:
”Türkiye, Suriye, İran ve Irak’tan oluşan 4’lü bir yapı ile herkesin endişelerini giderebilecek bir formül bulunabilir.”
Sonuçta bizim işimiz, karar vermek değil, izlemek ve yorumlamak.
Görüldüğü kadarıyla Ankara, Fırat’ın doğusu bağlamında yönünü bu aralar daha çok Moskova ve Washington üzerinden belirleyerek ilerliyor.
Ama öyle ya da böyle, bu türden önerileri, Amerika’nın Türkiye’ye bir kere daha ‘kazık atması’ ihtimaline karşı akılda tutmak faydalı olabilir.
Sonuçta, Türkiye’nin İran ve Rusya ile işbirliğine giderek Astana sürecine yönelmesinin arka planında ABD’nin ‘suya götürüp susuz getirmesinin’ birinci derecede etkili olduğunu bilmeyen, anlamayan kalmamıştır herhalde.
Diğer yandan, ABD Başkanı Trump’ın çekilme kararı vermesi üzerine kartların yeniden karılmakta olduğu, Türkiye’nin bu defa avantajlı tarafa geçtiği, hareket ve pazarlık gücünün arttığı bir gerçek.
Bu meselelere biraz daha derinlemesine kafa yorduğunuzda ise, zihniniz şu türden bir soruya muhatap oluyor:
“Kürt kartı kimin elinde olacak?”
Bu soru, “Suriye Kürtlerinin hamisi kim olacak?”, “Suriye’nin kuzeydoğusunda kim düzen kuracak?” gibi ilave başka soruları da akla getiriyor.
Ankara açısından meselenin salt PKK/YPG tehdidini bertaraf etmekten ibaret olmadığını, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın New York Times Gazetesi’ne yazdığı ve hayli ses getiren makalesinden anlamış olduk.
O makalenin toplamına dikkatlice baktığınız takdirde, Ankara’nın sadece YPG’nin Türkiye sınırlarından uzaklaştırılması bağlamında bir önermede bulunmadığı, ‘Suriye Kürtlerinin’ hamisi olmaya da “Varım” dediği anlaşılabiliyor.
Nüfus dağılımına göre adil bir şekilde temsil imkanı sunan yerel meclislerin oluşturulması, sağlık, altyapı, belediyecilik gibi hizmet alanlarında Türkiye’nin becerilerinin o bölgeye taşınması, çocuk yaşta zorla silah altına alınan Kürt çocuklarının aileleriyle kavuşturulması gibi öneriler, Kuzeydoğu Suriye’de barışçıl bir ‘Yaşam alanı’ oluşturmayı vadediyor.
Bu anlamda iç savaş çıkana kadar Kürtlere kimlik kartı bile vermeyen Şam rejiminin önerdiklerinden daha fazlasını Türkiye verebilir.
Bizim buralarda Ak Parti iktidarlarının, Tayyip Erdoğan’ın, asimilasyon politikalarına son vermiş olması, yine Erdoğan yönetiminin temel haklar ve demokratikleşme alanlarında attığı ve bugün de arkasında durduğu adımlar Suriyeli Kürtlerin geleceği için de bir referans olabilir.
Burası böyle ama, bu rolünü oynayıp barışçıl bir gelecek inşa etme talebi konusunda Ankara’nın müttefikinin olmadığı da görülebiliyor.
Bu noktada ağırlığını koymak, ağırlığını korumak gibi kavramlar daha bir değerli hale geliyor.
Olmazı göstermeden oluru elde etmenin zor olduğu bir denklem üzerinde kafa yoruyoruz.
Önümüzdeki 3-4 aylık zaman dilimi, bu anlamda çok önemli müzakerelere, pazarlıklara sahne olacak.
Bir satranç tahtası üzerinde herkes kendi hamlelerini yapıyor.
Sonraki, bir sonraki hamlelerin ne olabileceğini de öngörüp ona göre adım atanların kazançlı çıkacağı bir dönem yaklaşıyor.


google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html