BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

29 Temmuz 2018 Pazar

ABD'nin İsrail'e desteği Ortadoğu barışını tehdit ediyor

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

İsrail’in ırkçı Ulus Devlet Yasası Trump’ın barış planına hazırlık mı? 

ABD’deki Evanjelistler ve İsrail,’deki Yahudilerin bir kısmı için Trump asla sıradan bir ABD başkanı değil. İsrail’deki Tapınak Enstitüsü Keyhüsrev ve Trump’ı yan yana gösteren bir hatıra parası bile bastırdı.


Pers Kralı Keyhüsrev’le ABD Başkanı Donald Trump’ın nasıl bir alakası olabilir ki? İlk duyulduğunda kulağa alakasız gelse de ABD’deki Evanjelik Hıristiyanlar ve İsrail’deki Dindar-Siyonist Yahudiler için kesinlikle öyle değil. Özellikle ABD’deki Evanjelik güruhtan bazıları Trump’ın başkanlığına Tevrat’tan deliller getiriyor ve dahası pek çok “Televanjelist” vaize göre Donald Trump, moden çağın Keyhüsrevi.
Tevrat’a göre Keyhüsrev, Kudüs’teki tapınakları yıkılan ve vadedilen topraklardan Babil’e sürülen Yahudileri, Babil’i ele geçirerek kurtarmıştı. Dahası o dönem, kendisinin yakınında olan Yahudi peygamberi Ezra’ya ciddi imkanlar verip Kudüs’teki tapınağın yeniden inşasını sağlayarak sürgüne giden Yahudilerin yeniden kendilerine vaadedilen topraklara geri dönmelerine yardım etti. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan ve yakın bir zamanda İsrail’in Batı Şeria’daki işgalini uluslararası düzlemde legalize edecek bir planla gelmeye hazırlanan Trump, neden modern çağın Keyhüsrevi olmasın ki? Tapınak hayalleri kuran Dindar-Siyonist kamp için dahası da var. Onlara göre Kubbetu's Sahra’nın yerinde yükselecek Yahudi tapınağı da Trump’ın başkanlığı sırasında inşa edilecek. Tapınakçı Yahudiler için Trump’ın Kudüs’ü başkent olarak tanıması yeterli bir 'mucize'. Bunun anısına İsrail’deki Tapınak Enstitüsü Keyhüsrev ve Trump’ı yan yana gösteren bir hatıra parası bile bastırdı. Yani ABD’deki Evanjelistler ve İsrail’deki Yahudilerin bir kısmı için Trump asla sıradan bir ABD başkanı değil.
İsrail merkeze alınarak bakıldığında 21. yüzyılın -şimdilik- ilk çeyreğine İsrail’in altın dönemi demek hiç de yanlış olmaz. İkinci Irak savaşından bu yana hemen hemen bütün bölgesel değişimler, İsrail’in güvenliğine doğrudan katkıda bulundu. Saddam rejiminin Amerikan işgaliyle son bulmasından İran’a uygulanan yaptırımlara, Mısır’daki darbeden Suriye’deki kaosa kadar birçok gelişme İsrail’i tehdit eden unsurları saf dışı bıraktı. İsrail’in bu mevcut konumunu komplo teorilerine başvurmak yerine İsrail’in Batılı ülkelerle kurduğu ittifaklar ve ABD’nin verdiği koşulsuz destek bağlamında düşünmek gerekiyor. Barack Obama’nın başkanlığının son döneminde İsrail’e sağlanan mali ve askeri destek, ABD-İsrail ilişkilerinin tarihindeki en yüksek miktara ulaşırken, Donald Trump’ın ABD başkanı olmasıyla, İsrail’e verilen politik ve finansal destek yeni zirveleri gördü. Bugün İsrail’in gerek dış politika söylemi gerekse içeride yaptığı çeşitli düzenlemelerin hiçbiri ABD desteğinden bağımsız olarak anlaşılamaz. Birkaç gün önce İsrail Parlamentosu'nda oylanan Ulus Devlet Yasası da buna dahil. Yasanın hem içeriği hem de zamanlaması ABD’nin Kudüs hamlesi ve ardından gelecek olan “Yüzyılın Anlaşması” için bir hazırlık olarak görülebilir.

Yüzyılın Anlaşması'nın ayrıntıları

Her ne kadar detayları kamuoyuyla paylaşılmamış olsa da Yüzyılın Anlaşması’na dair pek çok kanaldan çeşitli yorumlar geliyor. Bu da aslında detayların yavaş yavaş siyasetçilerle paylaşılarak suyun ısıtıldığının bir göstergesi. Bir yandan İsrail’in yanında duran Suudi Arabistan, Filistin meselesinde barışı savunur bir söylem benimserken, diğer yandan Filistinli yetkililer Trump’ın önerisinin kabul edilemeyeceğini söylüyor. İsrailli yorumculara göre İsrail’in işleri yolunda. Yüzyılın Anlaşması kabul görecek bir öneri olmasa bile ABD’nin İsrail’e Batı Şeria’nın İsrail egemenliğine girmesi ve Kudüs’ün hızla Yahudileştirmesi konusunda engel olmayacağı yorumları yapılıyor. Trump’ın Ortadoğu diplomasisi açısından bu kötü ihtimal. İyi ihtimalse Yüzyılın Anlaşması’nın çeşitli baskılarla masada tutularak uluslararası topluma yegâne meşru çözüm şeklinde sunulması. Halihazırda şimdiden anlaşma merkezli bir koalisyon oluşmuş gibi bir görüntü mevcut. İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’ün Amerika’nın liderliğinde bir araya geldiği henüz adı konmamış koalisyona, Trump’ın planını Müslümanlara empoze edecek ittifak gözüyle bakılıyor
Geçtiğimiz aylarda Ramazan’dan sonra açıklanacağı söylenen ama açıklanmayan planın içeriği çokça tartışılırken, kimi yorumcular da ABD’nin detayları kontrollü olarak çeşitli politik çevrelerde sızdırıp içeriği gelen tepkilere göre belirlediğini söylüyor. Şimdiye dek farklı çevrelerde konuşulan ve birbirini doğrulayan ayrıntılar da mevcut. Bunlardan biri şehrin doğusunu da içine alacak şekilde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak taraflarca tanınması. Bu zaten ABD’nin büyükelçilik hamlesiyle de facto olarak dayattığı bir durumdu. Aynı derecede kritik bir madde de Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleriyle alakalı. Yüzyılın Anlaşması’yla mevcut yerleşimlerin İsrail’in tam egemenlik alanına dahil edilmesi öngörülüyor. İsrail halihazırda yerleşimleri sadece yerleşimcilerin üzerine ev inşa edip kullandığı araziden ibaret görmeyip, güvenliklerini sağlamak bahanesiyle etraflarındaki arazileri de yerleşime dahil ediyor. Her ne kadar anlaşma, Batı Şeria’da “Filistin Devleti’nin egemenliğinde” olacak bir miktar toprak öngörse de bu önceki barış planlarında Batı Şeria’da gelecekteki bir Filistin devletine bırakılacak toprak miktarının yüzde sadece 11’ine tekabül ediyor. Diğer yandan Gazze’ye “özel bir statü verilerek” orada ayrı bir devletin kurulması ve güvenliğinin de Mısır’a devredilmesi öngörülüyor. Son olarak da İsrail’in kuruluşundan bugüne sürgün ettiği Filistinli mültecilerin geri dönüşüne dair umutlar da son buluyor. Trump’ın planına göre konunun gündeme gelmesi bile imkansız gibi.

Trump'ın planı İsrail'in tarihsel eğilimine uygun

Trump’ın planının İsrail’in kuruluşundaki vizyonla uyuşan bir yönü var. İsrail’in kurucuları, yani ilk Başbakan David Ben Gurion ve etrafındakiler İsrail’in bağımsızlığı ilan ederken aslında devletin konvansiyonel manada devlet özellikleri taşımadığının farkındaydı. Yeni devletin sınırları, nüfusun nitelikli bir çoğunluk oluşturmaması ve mevcut Yahudi toplumunun kolektif kimlikler bakımından görece homojen bir görünüm vermemesi gibi meseleler, Ben Gurion’un İsrail’i yerli yerinde bir devlet olarak görmesine imkan vermiyordu. Bu sorunların çözümlenerek, İsrail’in bütünleşmiş bir devlet olarak ortaya çıkışı zaman alacak bir meseleydi.
Diğer yandan David Ben Gurion, o dönemde sayıları 1000’i bulmayan ve Siyonizmi reddeden ultra-Ortodoks Yahudilere bazı imtiyazlar vermişti. Bu imtiyazların temelinde de ulusal bütünlüğü sağlama noktasında desteklerinin alınmasıydı. Ben Gurion zaman içerisinde ulusun gittikçe sekülerleşeceğini ve bütünleşeceğini düşünüyordu. Ne var ki süreç öyle gelişmedi ve günümüz İsrail’i, aşırı sağın gittikçe yükseldiği ve çeşitli Yahudi grupların bile birbirini dışladığı bir yapıya dönüştü. Ancak Ben Gurion’un bu bütünleşme beklentisinin sonuçlarından birisi de kuruluşun hemen sonrasında yapılacak bir anayasaya karşı çıkmasıydı. Böyle bir anayasa sınırları, vatandaş tanımını ve başka birçok unsuru sabitleyerek tamamlanma sürecinde İsrail devletinin esneklik göstermesini engelleyecekti. Sabit bir hukuki metnin varlığında, sınırlar bu metinle sabitlenmiş olacak ve Doğu Kudüs’ün ya da Batı Şeria’nın İsrail topraklarına katılması mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla bir anayasa devletin tamamlanmasının önündeki en büyük engeldi.
Gerek jeopolitik olarak İsrail’in güvenliği gerek de tarihsel miras Batı Şeria’nın ve Kudüs’ün tamamının İsrail egemenliğine girmesini gerektiriyordu. Bu noktadan bakıldığında İsrail’in attığı adımlar; 67 Savaşı, sonrasında Yahudi yerleşimlerinin genişlemesi, Doğu Kudüs’te İsrail egemenliğinin sağlanması ve bu çerçevede İsrail’in attığı uluslarası adımlar İsrail’in jeopolitik olarak sürekli tamamlanma arayışında olduğunu gösteriyor. Bu durum kolektif kimlikler için de geçerli. İsrail’deki güvenlik söylemiyle iç içe geçen kimlik politikaları 67 Savaşı’ndan bugüne Dindar-Siyonist Blok’un kontrolsüz yükselişini beraberinde getirdi ve toplumdaki temel siyasi blok sağın sağında konumlandı. Bu çerçevede Donald Trump’ın gerek Kudüs hamlesi gerekse “Yüzyılın Anlaşması” gibi bir planla gelmesi, İsrail’in bu tarihsel eğilimine ciddi bir katkı sağlıyor.
Ulus Devlet Yasası Trump’ın barış planına İsrail içinde hukuki bir zemin hazırlamak bağlamında incelenebilir. Ulus Devlet Yasası’yla vatandaşlık tanımının üstü örtük bir şekilde değiştirilerek “ülkenin kaderini belirleme hakkının Yahudilere münhasır” hale getirilmesi ve Arapça’nın devletin resmi dillerinden biri olmaktan çıkarılması, Arapların tehcirini kolaylaştırıp toplumun Yahudileştirilmesini ve böylelikle nitelikli Yahudi çoğunluğun sağlanmasını kolaylaştıracaktır. Diğer yandan yasada Yahudi yerleşimlerinin geliştirilip güçlendirilmesi milli bir değer olarak belirlenmektedir. Bu çerçevede yasa bir türlü açıklanamamış “Yüzyılın Anlaşması’na” İsrail iç hukukunda bir hazırlık olarak görülebilir. Nitekim mevcut yasa ilk defa 2011 yılında parlamentoya getirilmişti ve ancak Trump’ın ABD başkanı olduğu bir konjonktürde parlamentodan geçirilebilirdi.

ABD'nin İsrail'e desteği Ortadoğu barışını tehdit ediyor



ABD yönetimi, maddi ve askeri yardımlarının yanı sıra BM'de İsrail'in koruyucu kalkanı gibi davranarak Ortadoğu barışını sekteye uğratan en önemli konulardan Filistin meselesinin çözümüne engel oluyor.
Ortadoğu'nun "şımarık çocuğu" olarak tabir edilen ve Filistinlilerden gasbedilen topraklar üzerine kurulan İsrail'in en büyük destekçilerinin başında ABD geliyor.
Washington yönetimi, maddi ve askeri yardımlarının yanı sıra Birleşmiş Milletler'de (BM) İsrail'in koruyucu kalkanı gibi davranarak Ortadoğu barışını sekteye uğratan en önemli konulardan Filistin meselesinin çözümüne engel oluyor.
Beyaz Saray'daki başkanlar, yıllar içinde değişse de ülkedeki güçlü Yahudi lobisi sayesinde ABD'nin İsrail politikasında kayda değer bir değişiklik gözlenmiyor.
Başta İsrail'in yasa dışı Yahudi yerleşim birimleri politikası olmak üzere Filistinlilerin topraklarından sürülmesi ve her geçen gün İsrail işgalinin artması gibi konularda Washington yönetimi Tel Aviv'e bazen açıktan bazen de gizliden destek veriyor.
Uzmanlara göre, Beyaz Saray'ın İsrail'e verdiği bu destek, Filistin meselesinin gün geçtikçe daha da içinden çıkılmaz bir hâl almasına ve Ortadoğu, dolayısıyla da dünya barışının bir türlü sağlanamamasına neden oluyor.

İsrail'i tanıyan ilk ülke ABD oldu

İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un, 2 Kasım 1917'de siyonizmin ünlü hamisi Lord Rothchild'e gönderdiği ve "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen mektup, Yahudilerin Filistin toprakları üzerinde bir İsrail devleti kurma hayalini gerçekleştirmeleri için atılan en önemli adımlardan biri olarak gösteriliyor.
Balfour mektubunda, "Majestelerinin hükümeti, Yahudilere Filistin'de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Bu maksatla her ne gerekiyorsa yapılacaktır." cümleleriyle İsrail'in kurulmasına İngiltere'nin vereceği desteği açıkça ifade etti.
İngilizlerin desteği, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan ve Holokost olarak adlandırılan Yahudi soykırımı olayları, Filistin üzerinde bir İsrail devletinin kurulması sürecini hızlandırdı.
BM Genel Kurulu'nda 29 Kasım 1947'de Filistin topraklarının ikiye ayrılarak İsrail ve Filistin'in kurulması planı, dönemin ABD Başkanı Harry S. Truman'ın bizzat yürüttüğü lobi faaliyetleri sayesinde kabul edildi.
İngilizlerin Filistin'deki manda yönetimine son vermesiyle 14 Mayıs 1948'de İsrail'in ilk başbakanı David Ben Gurion, beraberindeki 25 kişiyle Tel Aviv Müzesi'nde İsrail'in Bağımsızlık Bildirgesi'ni dünya kamuoyuna ilan etti.
Bildirgenin yayımlanmasından saatler sonra Başkan Truman, gasbedilen Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail'i tanıdıklarını duyurdu. Böylece, İsrail'i tanıyan ilk ülke ABD oldu.
ABD'nin bu adımı, Ortadoğu'daki barış sürecini ateşe atan ve onlarca yıldır çözüme kavuşturulamayan Filistin meselesinin başlamasına neden oldu.
Bağımsızlık ilanından kısa süre sonra Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan, İsrail'e karşı savaş ilan etti.
Ancak savaş sonrası kazanan taraf İsrail, Filistin topraklarının bir kısmını işgal etti.
Bu savaşın ardından İsrail, 5 Haziran 1967'de de Mısır'a saldırdı. Daha sonra Suriye ve Ürdün'ün de katıldığı ve "Altı Gün Savaşı" olarak bilinen bu savaşa hazırlıksız yakalanan Arap ülkeleri hezimete uğradı.
Savaşı kazanan İsrail, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri'nin yanı sıra Doğu Kudüs ve Batı Şeria'yı işgal ederek Filistin topraklarında iki devletli çözüm olasılığının ortadan kalkmasına giden yolu başlatmış oldu.
Ayrıca Golan Tepeleri'nin işgal edilmesi, İsrail ile Suriye arasındaki düşmanlığı daha da pekiştirdi.
İsrail, işgal ettiği Mısır toprağı Sina Yarımadası'ndan 1979'da imzalanan Camp David Barış Antlaşması'yla çekildi.
ABD yardımları sayesinde İsrail, işgal politikalarını pekiştiriyor
Bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana ABD'nin İsrail'e yaptığı finansal ve askeri yardım tutarının 120 milyar dolardan fazla olduğu belirtiliyor.
Bu yardımlar sayesinde bugün İsrail ile Filistin arasındaki güç dengesi yok olmuş durumda. Bir tarafta ABD yardımlarıyla Ortadoğu'nun en güçlü ülkelerinden biri hâline gelen İsrail, diğer tarafta ise 6 milyona yakın insanı mülteci konumunda olan, işgal altındaki bir Filistin bulunuyor.
Bu orantısız güç dengesi ve ABD'nin desteği sebebiyle İsrail, Filistin meselesinin çözümü için olumlu adımlar atmak yerine her geçen gün işgal politikalarına bir yenisini ekliyor.

İsrail'in koruyucu kalkanı: "ABD vetoları"

Washington yönetimi, yaptığı finansal ve askeri yardımların yanı sıra BM'de elindeki veto kartını kullanarak İsrail'in Filistin'deki işgalini daha da pekiştiriyor ve her fırsatta Tel Aviv'in hamiliğini üstleniyor.
BM'de bugüne kadar veto kartına 80'den fazla başvuran Washington yönetiminin, bu vetoların yarısından çoğunu İsrail'i korumak için kullanması dikkati çekiyor.
ABD'nin bu tutumu, İsrail'in Filistin üzerindeki işgalinin güçlenmesine yol açtığı gibi Tel Aviv'in uluslararası baskı altına alınmasına da engel oluyor.

Trump yönetiminin İsrail'e açık desteği

ABD Başkanı Donald Trump'ın Beyaz Saray'daki koltuğuna oturduktan sonra Filistin meselesinde attığı adımlar, işgali devam ettirmesi konusunda İsrail'i daha da cesaretlendirdi.
Trump, ilk olarak Aralık 2017'de Kudüs'ü "İsrail'in başkenti" olarak tanıdıklarını açıklayarak, Tel Aviv'deki ABD büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınmasına onay verdi.
Bu karar, yeni ABD yönetiminin Filistin'de iki devletli çözüm yerine İsrail'in işgal politikalarına destek vereceğinin ilk sinyali oldu. Trump'ın bu adımı bölgede az da olsa devam eden barış umutlarını tamamen suya düşürdü.
Nitekim, 14 Mayıs 2018'de ABD'nin Kudüs'teki elçilik açılışı için Amerikalı ve İsrailli yetkililerin katılımıyla görkemli bir tören düzenlenirken, aynı esnada abluka altındaki Gazze Şeridi sınırında kararı protesto eden 60 Filistinli, İsrail askerleri tarafından şehit edildi.
ABD'nin, İsrail'in barışçıl göstericilere karşı kullandığı orantısız gücü eleştirmek yerine Hamas'ı suçlaması, Trump yönetiminin meselenin çözümünde ara bulucu özelliğini yitirdiğini ve açıkça taraf olduğunu ortaya koydu.
Filistin meselesinde tarafını belli eden Trump yönetimi, Gazze sınırında İsrail'in uyguladığı orantısız gücün önüne geçmek için 1 Haziran'da Filistin halkı için koruma talep eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tasarısını da veto etti.

"Yüzyılın Anlaşması" ya da "Yüzyılın Şamarı"

ABD yönetiminin, Filistin-İsrail sorununun çözümü için yeni bir plan hazırlığında olduğu biliniyor. Başkan Trump'ın "Yüzyılın Anlaşması" dediği plan henüz açıklanmasa da ayrıntıları basına sızmış durumda.
Basında yer alan iddialara göre, hazırlanmaya devam edilen "Yüzyılın Anlaşması" planı, Filistin tarafına getirdiği ağır şartlar nedeniyle meseleye çözüm olmaktan çok İsrail işgalini pekiştiriyor.
Söz konusu iddialara göre plan, "Kudüs'ün tamamının İsrail'in başkenti olması, Batı Şeria'daki yasa dışı Yahudi yerleşim birimlerinin büyük kısmının boşaltılmaması" gibi İsrail'in lehine maddeler içeriyor.
Planda ayrıca İsrail'in topraklarından çıkardığı 6 milyona yakın Filistinli mültecinin geri dönüş hakkına değinilmediği dile getiriliyor. Bu da Trump yönetiminin yurtlarından olan milyonlarca Filistinlinin topraklarına geri dönme hayalini görmezden geldiği şeklinde yorumlanıyor.
İsrail işgalini pekiştireceği dile getirilen planın, Filistin halkına bazı ekonomik yardımların dışında bir şey vadetmediği belirtiliyor.
Bu nedenle "Yüzyılın Anlaşması" Filistin meselesine çözümden çok sorunun daha da derinleşmesine ve bölgedeki gerginliğin giderek artmasına neden olacak gibi gözüküyor.
Plana karşı çıkan ve "Yüzyılın Anlaşması" planını "Yüzyılın Şamarı" olarak nitelendiren Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, planla ilgili ABD'li yetkililerle görüşmeye yanaşmıyor.

Trump'ın Filistin politikası Yahudilere emanet



ABD Başkanı Trump'ın Filistin politikasına yön veren kişilerin çoğunlukla Yahudi olması dikkati çekiyor. Bu kişilerin başında Trump'ın damadı Jared Kushner geliyor.
New York'un önde gelen Yahudi ailelerinden birine mensup Kushner, ABD yönetiminin İsrail-Filistin politikalarını belirlemede en etkili isimlerden biri olarak gösteriliyor.
ABD'nin Tel Aviv'deki büyükelçiliğinin 14 Mayıs'ta Kudüs'e taşınma törenine de katılan Kushner'in Trump'ın elçilik kararını almasında büyük etkisi olduğu belirtiliyor.
Daha önce hiçbir diplomatik tecrübesi olmayan 36 yaşındaki Yahudi damadı Kushner'i işaret eden Trump, "Jared (Kushner) çok iyi bir çocuktur. İsrail ile kimsenin yapamayacağı anlaşmayı yapacaktır. Pazarlık yeteneği ona doğuştan verilmiş. Ortadoğu'da barışı Kushner sağlayamazsa hiç kimse sağlayamaz." ifadelerini kullanmıştı.
Trump'ın Filistin politikasına yön veren bir diğer önemli isim ise ABD'nin İsrail Büyükelçisi David Friedman. ABD'de aşırı sağ kanada yakın duran ve yine Yahudi bir aileden gelen Friedman'ın da ABD'nin büyükelçiliğini Kudüs'e taşımasında etkili olan bir diğer isim olduğu dile getiriliyor.
Seçim kampanyası boyunca Trump'a İsrail konusunda danışmanlık yapan Friedman, yaptığı bir açıklamada, "İsrail hükümetinin işgal altındaki Filistin topraklarında yeni yerleşim birimleri inşa etmesinin barışın önünde engel olmadığını" savunmuştu.
ABD Başkanı'nın Filistin politikasına yön veren diğer bir isim ise Trump'ın Uluslararası Müzakereler Özel Temsilcisi Jason Greenblatt. New York'ta yıllarca Trump'ın avukatlığını yapan Greenblatt, Haredim Yahudisi bir aileden geliyor.
Washington yönetiminin İsrail ile gündelik iletişimini de organize eden isim olarak bilinen Greenblatt da Kushner gibi Filistin konusunda diplomatik bir tecrübeye sahip değil.

google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html