İsrail’in ırkçı Ulus Devlet Yasası Trump’ın barış planına hazırlık mı?
ABD’deki Evanjelistler ve İsrail,’deki Yahudilerin bir kısmı için Trump asla sıradan bir ABD başkanı değil. İsrail’deki Tapınak Enstitüsü Keyhüsrev ve Trump’ı yan yana gösteren bir hatıra parası bile bastırdı.
Pers Kralı Keyhüsrev’le ABD Başkanı Donald Trump’ın nasıl
bir alakası olabilir ki? İlk duyulduğunda kulağa alakasız gelse de ABD’deki
Evanjelik Hıristiyanlar ve İsrail’deki Dindar-Siyonist Yahudiler için
kesinlikle öyle değil. Özellikle ABD’deki Evanjelik güruhtan bazıları Trump’ın
başkanlığına Tevrat’tan deliller getiriyor ve dahası pek çok “Televanjelist”
vaize göre Donald Trump, moden çağın Keyhüsrevi.
Tevrat’a göre Keyhüsrev, Kudüs’teki tapınakları yıkılan ve
vadedilen topraklardan Babil’e sürülen Yahudileri, Babil’i ele geçirerek
kurtarmıştı. Dahası o dönem, kendisinin yakınında olan Yahudi peygamberi
Ezra’ya ciddi imkanlar verip Kudüs’teki tapınağın yeniden inşasını sağlayarak
sürgüne giden Yahudilerin yeniden kendilerine vaadedilen topraklara geri
dönmelerine yardım etti. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan ve yakın bir
zamanda İsrail’in Batı Şeria’daki işgalini uluslararası düzlemde legalize
edecek bir planla gelmeye hazırlanan Trump, neden modern çağın Keyhüsrevi
olmasın ki? Tapınak hayalleri kuran Dindar-Siyonist kamp için dahası da var.
Onlara göre Kubbetu's Sahra’nın yerinde yükselecek Yahudi tapınağı da Trump’ın
başkanlığı sırasında inşa edilecek. Tapınakçı Yahudiler için Trump’ın Kudüs’ü
başkent olarak tanıması yeterli bir 'mucize'. Bunun anısına İsrail’deki Tapınak
Enstitüsü Keyhüsrev ve Trump’ı yan yana gösteren bir hatıra parası bile
bastırdı. Yani ABD’deki Evanjelistler ve İsrail’deki Yahudilerin bir kısmı için
Trump asla sıradan bir ABD başkanı değil.
İsrail merkeze alınarak bakıldığında 21. yüzyılın -şimdilik-
ilk çeyreğine İsrail’in altın dönemi demek hiç de yanlış olmaz. İkinci Irak
savaşından bu yana hemen hemen bütün bölgesel değişimler, İsrail’in güvenliğine
doğrudan katkıda bulundu. Saddam rejiminin Amerikan işgaliyle son bulmasından
İran’a uygulanan yaptırımlara, Mısır’daki darbeden Suriye’deki kaosa kadar
birçok gelişme İsrail’i tehdit eden unsurları saf dışı bıraktı. İsrail’in bu
mevcut konumunu komplo teorilerine başvurmak yerine İsrail’in Batılı ülkelerle
kurduğu ittifaklar ve ABD’nin verdiği koşulsuz destek bağlamında düşünmek
gerekiyor. Barack Obama’nın başkanlığının son döneminde İsrail’e sağlanan mali
ve askeri destek, ABD-İsrail ilişkilerinin tarihindeki en yüksek miktara
ulaşırken, Donald Trump’ın ABD başkanı olmasıyla, İsrail’e verilen politik ve
finansal destek yeni zirveleri gördü. Bugün İsrail’in gerek dış politika
söylemi gerekse içeride yaptığı çeşitli düzenlemelerin hiçbiri ABD desteğinden
bağımsız olarak anlaşılamaz. Birkaç gün önce İsrail Parlamentosu'nda oylanan
Ulus Devlet Yasası da buna dahil. Yasanın hem içeriği hem de zamanlaması
ABD’nin Kudüs hamlesi ve ardından gelecek olan “Yüzyılın Anlaşması” için bir
hazırlık olarak görülebilir.
Yüzyılın Anlaşması'nın ayrıntıları
Her ne kadar detayları kamuoyuyla paylaşılmamış olsa da
Yüzyılın Anlaşması’na dair pek çok kanaldan çeşitli yorumlar geliyor. Bu da
aslında detayların yavaş yavaş siyasetçilerle paylaşılarak suyun ısıtıldığının
bir göstergesi. Bir yandan İsrail’in yanında duran Suudi Arabistan, Filistin
meselesinde barışı savunur bir söylem benimserken, diğer yandan Filistinli
yetkililer Trump’ın önerisinin kabul edilemeyeceğini söylüyor. İsrailli
yorumculara göre İsrail’in işleri yolunda. Yüzyılın Anlaşması kabul görecek bir
öneri olmasa bile ABD’nin İsrail’e Batı Şeria’nın İsrail egemenliğine girmesi
ve Kudüs’ün hızla Yahudileştirmesi konusunda engel olmayacağı yorumları
yapılıyor. Trump’ın Ortadoğu diplomasisi açısından bu kötü ihtimal. İyi ihtimalse
Yüzyılın Anlaşması’nın çeşitli baskılarla masada tutularak uluslararası topluma
yegâne meşru çözüm şeklinde sunulması. Halihazırda şimdiden anlaşma merkezli
bir koalisyon oluşmuş gibi bir görüntü mevcut. İsrail, Suudi Arabistan,
Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’ün Amerika’nın liderliğinde bir araya
geldiği henüz adı konmamış koalisyona, Trump’ın planını Müslümanlara empoze edecek
ittifak gözüyle bakılıyor
Geçtiğimiz aylarda Ramazan’dan sonra açıklanacağı söylenen
ama açıklanmayan planın içeriği çokça tartışılırken, kimi yorumcular da ABD’nin
detayları kontrollü olarak çeşitli politik çevrelerde sızdırıp içeriği gelen
tepkilere göre belirlediğini söylüyor. Şimdiye dek farklı çevrelerde konuşulan
ve birbirini doğrulayan ayrıntılar da mevcut. Bunlardan biri şehrin doğusunu da
içine alacak şekilde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak taraflarca tanınması.
Bu zaten ABD’nin büyükelçilik hamlesiyle de facto olarak dayattığı bir durumdu.
Aynı derecede kritik bir madde de Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleriyle alakalı.
Yüzyılın Anlaşması’yla mevcut yerleşimlerin İsrail’in tam egemenlik alanına
dahil edilmesi öngörülüyor. İsrail halihazırda yerleşimleri sadece
yerleşimcilerin üzerine ev inşa edip kullandığı araziden ibaret görmeyip,
güvenliklerini sağlamak bahanesiyle etraflarındaki arazileri de yerleşime dahil
ediyor. Her ne kadar anlaşma, Batı Şeria’da “Filistin Devleti’nin
egemenliğinde” olacak bir miktar toprak öngörse de bu önceki barış planlarında
Batı Şeria’da gelecekteki bir Filistin devletine bırakılacak toprak miktarının
yüzde sadece 11’ine tekabül ediyor. Diğer yandan Gazze’ye “özel bir statü
verilerek” orada ayrı bir devletin kurulması ve güvenliğinin de Mısır’a
devredilmesi öngörülüyor. Son olarak da İsrail’in kuruluşundan bugüne sürgün
ettiği Filistinli mültecilerin geri dönüşüne dair umutlar da son buluyor.
Trump’ın planına göre konunun gündeme gelmesi bile imkansız gibi.
Trump'ın planı İsrail'in tarihsel eğilimine uygun
Trump’ın planının İsrail’in kuruluşundaki vizyonla uyuşan
bir yönü var. İsrail’in kurucuları, yani ilk Başbakan David Ben Gurion ve
etrafındakiler İsrail’in bağımsızlığı ilan ederken aslında devletin
konvansiyonel manada devlet özellikleri taşımadığının farkındaydı. Yeni
devletin sınırları, nüfusun nitelikli bir çoğunluk oluşturmaması ve mevcut
Yahudi toplumunun kolektif kimlikler bakımından görece homojen bir görünüm
vermemesi gibi meseleler, Ben Gurion’un İsrail’i yerli yerinde bir devlet
olarak görmesine imkan vermiyordu. Bu sorunların çözümlenerek, İsrail’in
bütünleşmiş bir devlet olarak ortaya çıkışı zaman alacak bir meseleydi.
Diğer yandan David Ben Gurion, o dönemde sayıları 1000’i
bulmayan ve Siyonizmi reddeden ultra-Ortodoks Yahudilere bazı imtiyazlar
vermişti. Bu imtiyazların temelinde de ulusal bütünlüğü sağlama noktasında
desteklerinin alınmasıydı. Ben Gurion zaman içerisinde ulusun gittikçe
sekülerleşeceğini ve bütünleşeceğini düşünüyordu. Ne var ki süreç öyle
gelişmedi ve günümüz İsrail’i, aşırı sağın gittikçe yükseldiği ve çeşitli
Yahudi grupların bile birbirini dışladığı bir yapıya dönüştü. Ancak Ben
Gurion’un bu bütünleşme beklentisinin sonuçlarından birisi de kuruluşun hemen
sonrasında yapılacak bir anayasaya karşı çıkmasıydı. Böyle bir anayasa
sınırları, vatandaş tanımını ve başka birçok unsuru sabitleyerek tamamlanma
sürecinde İsrail devletinin esneklik göstermesini engelleyecekti. Sabit bir
hukuki metnin varlığında, sınırlar bu metinle sabitlenmiş olacak ve Doğu
Kudüs’ün ya da Batı Şeria’nın İsrail topraklarına katılması mümkün olmayacaktı.
Dolayısıyla bir anayasa devletin tamamlanmasının önündeki en büyük engeldi.
Gerek jeopolitik olarak İsrail’in güvenliği gerek de
tarihsel miras Batı Şeria’nın ve Kudüs’ün tamamının İsrail egemenliğine girmesini
gerektiriyordu. Bu noktadan bakıldığında İsrail’in attığı adımlar; 67 Savaşı,
sonrasında Yahudi yerleşimlerinin genişlemesi, Doğu Kudüs’te İsrail
egemenliğinin sağlanması ve bu çerçevede İsrail’in attığı uluslarası adımlar
İsrail’in jeopolitik olarak sürekli tamamlanma arayışında olduğunu gösteriyor.
Bu durum kolektif kimlikler için de geçerli. İsrail’deki güvenlik söylemiyle iç
içe geçen kimlik politikaları 67 Savaşı’ndan bugüne Dindar-Siyonist Blok’un
kontrolsüz yükselişini beraberinde getirdi ve toplumdaki temel siyasi blok
sağın sağında konumlandı. Bu çerçevede Donald Trump’ın gerek Kudüs hamlesi
gerekse “Yüzyılın Anlaşması” gibi bir planla gelmesi, İsrail’in bu tarihsel
eğilimine ciddi bir katkı sağlıyor.
Ulus Devlet Yasası Trump’ın barış planına İsrail içinde
hukuki bir zemin hazırlamak bağlamında incelenebilir. Ulus Devlet Yasası’yla
vatandaşlık tanımının üstü örtük bir şekilde değiştirilerek “ülkenin kaderini
belirleme hakkının Yahudilere münhasır” hale getirilmesi ve Arapça’nın devletin
resmi dillerinden biri olmaktan çıkarılması, Arapların tehcirini kolaylaştırıp
toplumun Yahudileştirilmesini ve böylelikle nitelikli Yahudi çoğunluğun
sağlanmasını kolaylaştıracaktır. Diğer yandan yasada Yahudi yerleşimlerinin
geliştirilip güçlendirilmesi milli bir değer olarak belirlenmektedir. Bu
çerçevede yasa bir türlü açıklanamamış “Yüzyılın Anlaşması’na” İsrail iç
hukukunda bir hazırlık olarak görülebilir. Nitekim mevcut yasa ilk defa 2011
yılında parlamentoya getirilmişti ve ancak Trump’ın ABD başkanı olduğu bir
konjonktürde parlamentodan geçirilebilirdi.
ABD'nin İsrail'e desteği Ortadoğu barışını tehdit ediyor
ABD yönetimi, maddi ve askeri yardımlarının yanı sıra BM'de
İsrail'in koruyucu kalkanı gibi davranarak Ortadoğu barışını sekteye uğratan en
önemli konulardan Filistin meselesinin çözümüne engel oluyor.
Ortadoğu'nun "şımarık çocuğu" olarak tabir edilen
ve Filistinlilerden gasbedilen topraklar üzerine kurulan İsrail'in en büyük
destekçilerinin başında ABD geliyor.
Washington yönetimi, maddi ve askeri yardımlarının yanı sıra
Birleşmiş Milletler'de (BM) İsrail'in koruyucu kalkanı gibi davranarak Ortadoğu
barışını sekteye uğratan en önemli konulardan Filistin meselesinin çözümüne
engel oluyor.
Beyaz Saray'daki başkanlar, yıllar içinde değişse de
ülkedeki güçlü Yahudi lobisi sayesinde ABD'nin İsrail politikasında kayda değer
bir değişiklik gözlenmiyor.
Başta İsrail'in yasa dışı Yahudi yerleşim birimleri
politikası olmak üzere Filistinlilerin topraklarından sürülmesi ve her geçen
gün İsrail işgalinin artması gibi konularda Washington yönetimi Tel Aviv'e
bazen açıktan bazen de gizliden destek veriyor.
Uzmanlara göre, Beyaz Saray'ın İsrail'e verdiği bu destek,
Filistin meselesinin gün geçtikçe daha da içinden çıkılmaz bir hâl almasına ve
Ortadoğu, dolayısıyla da dünya barışının bir türlü sağlanamamasına neden
oluyor.
İsrail'i tanıyan ilk ülke ABD oldu
İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un, 2 Kasım
1917'de siyonizmin ünlü hamisi Lord Rothchild'e gönderdiği ve "Balfour
Deklarasyonu" olarak bilinen mektup, Yahudilerin Filistin toprakları
üzerinde bir İsrail devleti kurma hayalini gerçekleştirmeleri için atılan en
önemli adımlardan biri olarak gösteriliyor.
Balfour mektubunda, "Majestelerinin hükümeti,
Yahudilere Filistin'de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Bu
maksatla her ne gerekiyorsa yapılacaktır." cümleleriyle İsrail'in
kurulmasına İngiltere'nin vereceği desteği açıkça ifade etti.
İngilizlerin desteği, 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan ve
Holokost olarak adlandırılan Yahudi soykırımı olayları, Filistin üzerinde bir
İsrail devletinin kurulması sürecini hızlandırdı.
BM Genel Kurulu'nda 29 Kasım 1947'de Filistin topraklarının
ikiye ayrılarak İsrail ve Filistin'in kurulması planı, dönemin ABD Başkanı
Harry S. Truman'ın bizzat yürüttüğü lobi faaliyetleri sayesinde kabul edildi.
İngilizlerin Filistin'deki manda yönetimine son vermesiyle
14 Mayıs 1948'de İsrail'in ilk başbakanı David Ben Gurion, beraberindeki 25
kişiyle Tel Aviv Müzesi'nde İsrail'in Bağımsızlık Bildirgesi'ni dünya kamuoyuna
ilan etti.
Bildirgenin yayımlanmasından saatler sonra Başkan Truman,
gasbedilen Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail'i tanıdıklarını duyurdu.
Böylece, İsrail'i tanıyan ilk ülke ABD oldu.
ABD'nin bu adımı, Ortadoğu'daki barış sürecini ateşe atan ve
onlarca yıldır çözüme kavuşturulamayan Filistin meselesinin başlamasına neden
oldu.
Bağımsızlık ilanından kısa süre sonra Mısır, Suriye, Ürdün
ve Lübnan, İsrail'e karşı savaş ilan etti.
Ancak savaş sonrası kazanan taraf İsrail, Filistin topraklarının
bir kısmını işgal etti.
Bu savaşın ardından İsrail, 5 Haziran 1967'de de Mısır'a
saldırdı. Daha sonra Suriye ve Ürdün'ün de katıldığı ve "Altı Gün
Savaşı" olarak bilinen bu savaşa hazırlıksız yakalanan Arap ülkeleri
hezimete uğradı.
Savaşı kazanan İsrail, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri'nin
yanı sıra Doğu Kudüs ve Batı Şeria'yı işgal ederek Filistin topraklarında iki
devletli çözüm olasılığının ortadan kalkmasına giden yolu başlatmış oldu.
Ayrıca Golan Tepeleri'nin işgal edilmesi, İsrail ile Suriye
arasındaki düşmanlığı daha da pekiştirdi.
İsrail, işgal ettiği Mısır toprağı Sina Yarımadası'ndan
1979'da imzalanan Camp David Barış Antlaşması'yla çekildi.
ABD yardımları sayesinde İsrail, işgal politikalarını
pekiştiriyor
Bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana ABD'nin İsrail'e
yaptığı finansal ve askeri yardım tutarının 120 milyar dolardan fazla olduğu
belirtiliyor.
Bu yardımlar sayesinde bugün İsrail ile Filistin arasındaki
güç dengesi yok olmuş durumda. Bir tarafta ABD yardımlarıyla Ortadoğu'nun en
güçlü ülkelerinden biri hâline gelen İsrail, diğer tarafta ise 6 milyona yakın
insanı mülteci konumunda olan, işgal altındaki bir Filistin bulunuyor.
Bu orantısız güç dengesi ve ABD'nin desteği sebebiyle
İsrail, Filistin meselesinin çözümü için olumlu adımlar atmak yerine her geçen
gün işgal politikalarına bir yenisini ekliyor.
İsrail'in koruyucu kalkanı: "ABD vetoları"
Washington yönetimi, yaptığı finansal ve askeri yardımların
yanı sıra BM'de elindeki veto kartını kullanarak İsrail'in Filistin'deki
işgalini daha da pekiştiriyor ve her fırsatta Tel Aviv'in hamiliğini
üstleniyor.
BM'de bugüne kadar veto kartına 80'den fazla başvuran
Washington yönetiminin, bu vetoların yarısından çoğunu İsrail'i korumak için
kullanması dikkati çekiyor.
ABD'nin bu tutumu, İsrail'in Filistin üzerindeki işgalinin
güçlenmesine yol açtığı gibi Tel Aviv'in uluslararası baskı altına alınmasına da
engel oluyor.
Trump yönetiminin İsrail'e açık desteği
ABD Başkanı Donald Trump'ın Beyaz Saray'daki koltuğuna
oturduktan sonra Filistin meselesinde attığı adımlar, işgali devam ettirmesi
konusunda İsrail'i daha da cesaretlendirdi.
Trump, ilk olarak Aralık 2017'de Kudüs'ü "İsrail'in
başkenti" olarak tanıdıklarını açıklayarak, Tel Aviv'deki ABD
büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınmasına onay verdi.
Bu karar, yeni ABD yönetiminin Filistin'de iki devletli
çözüm yerine İsrail'in işgal politikalarına destek vereceğinin ilk sinyali
oldu. Trump'ın bu adımı bölgede az da olsa devam eden barış umutlarını tamamen
suya düşürdü.
Nitekim, 14 Mayıs 2018'de ABD'nin Kudüs'teki elçilik açılışı
için Amerikalı ve İsrailli yetkililerin katılımıyla görkemli bir tören
düzenlenirken, aynı esnada abluka altındaki Gazze Şeridi sınırında kararı
protesto eden 60 Filistinli, İsrail askerleri tarafından şehit edildi.
ABD'nin, İsrail'in barışçıl göstericilere karşı kullandığı
orantısız gücü eleştirmek yerine Hamas'ı suçlaması, Trump yönetiminin meselenin
çözümünde ara bulucu özelliğini yitirdiğini ve açıkça taraf olduğunu ortaya
koydu.
Filistin meselesinde tarafını belli eden Trump yönetimi,
Gazze sınırında İsrail'in uyguladığı orantısız gücün önüne geçmek için 1
Haziran'da Filistin halkı için koruma talep eden Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi (BMGK) tasarısını da veto etti.
"Yüzyılın Anlaşması" ya da "Yüzyılın Şamarı"
ABD yönetiminin, Filistin-İsrail sorununun çözümü için yeni
bir plan hazırlığında olduğu biliniyor. Başkan Trump'ın "Yüzyılın
Anlaşması" dediği plan henüz açıklanmasa da ayrıntıları basına sızmış
durumda.
Basında yer alan iddialara göre, hazırlanmaya devam edilen
"Yüzyılın Anlaşması" planı, Filistin tarafına getirdiği ağır şartlar
nedeniyle meseleye çözüm olmaktan çok İsrail işgalini pekiştiriyor.
Söz konusu iddialara göre plan, "Kudüs'ün tamamının
İsrail'in başkenti olması, Batı Şeria'daki yasa dışı Yahudi yerleşim
birimlerinin büyük kısmının boşaltılmaması" gibi İsrail'in lehine maddeler
içeriyor.
Planda ayrıca İsrail'in topraklarından çıkardığı 6 milyona
yakın Filistinli mültecinin geri dönüş hakkına değinilmediği dile getiriliyor.
Bu da Trump yönetiminin yurtlarından olan milyonlarca Filistinlinin
topraklarına geri dönme hayalini görmezden geldiği şeklinde yorumlanıyor.
İsrail işgalini pekiştireceği dile getirilen planın,
Filistin halkına bazı ekonomik yardımların dışında bir şey vadetmediği
belirtiliyor.
Bu nedenle "Yüzyılın Anlaşması" Filistin
meselesine çözümden çok sorunun daha da derinleşmesine ve bölgedeki gerginliğin
giderek artmasına neden olacak gibi gözüküyor.
Plana karşı çıkan ve "Yüzyılın Anlaşması" planını
"Yüzyılın Şamarı" olarak nitelendiren Filistin Devlet Başkanı Mahmud
Abbas, planla ilgili ABD'li yetkililerle görüşmeye yanaşmıyor.
Trump'ın Filistin politikası Yahudilere emanet
ABD Başkanı Trump'ın Filistin politikasına yön veren
kişilerin çoğunlukla Yahudi olması dikkati çekiyor. Bu kişilerin başında
Trump'ın damadı Jared Kushner geliyor.
New York'un önde gelen Yahudi ailelerinden birine mensup
Kushner, ABD yönetiminin İsrail-Filistin politikalarını belirlemede en etkili
isimlerden biri olarak gösteriliyor.
ABD'nin Tel Aviv'deki büyükelçiliğinin 14 Mayıs'ta Kudüs'e
taşınma törenine de katılan Kushner'in Trump'ın elçilik kararını almasında büyük
etkisi olduğu belirtiliyor.
Daha önce hiçbir diplomatik tecrübesi olmayan 36 yaşındaki
Yahudi damadı Kushner'i işaret eden Trump, "Jared (Kushner) çok iyi bir
çocuktur. İsrail ile kimsenin yapamayacağı anlaşmayı yapacaktır. Pazarlık yeteneği
ona doğuştan verilmiş. Ortadoğu'da barışı Kushner sağlayamazsa hiç kimse sağlayamaz."
ifadelerini kullanmıştı.
Trump'ın Filistin politikasına yön veren bir diğer önemli
isim ise ABD'nin İsrail Büyükelçisi David Friedman. ABD'de aşırı sağ kanada
yakın duran ve yine Yahudi bir aileden gelen Friedman'ın da ABD'nin
büyükelçiliğini Kudüs'e taşımasında etkili olan bir diğer isim olduğu dile
getiriliyor.
Seçim kampanyası boyunca Trump'a İsrail konusunda
danışmanlık yapan Friedman, yaptığı bir açıklamada, "İsrail hükümetinin
işgal altındaki Filistin topraklarında yeni yerleşim birimleri inşa etmesinin
barışın önünde engel olmadığını" savunmuştu.
ABD Başkanı'nın Filistin politikasına yön veren diğer bir
isim ise Trump'ın Uluslararası Müzakereler Özel Temsilcisi Jason Greenblatt.
New York'ta yıllarca Trump'ın avukatlığını yapan Greenblatt, Haredim Yahudisi
bir aileden geliyor.
Washington yönetiminin İsrail ile gündelik iletişimini de
organize eden isim olarak bilinen Greenblatt da Kushner gibi Filistin konusunda
diplomatik bir tecrübeye sahip değil.