BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

2 Temmuz 2018 Pazartesi

AVRUPA'DA AŞIRI SAĞ VE İSLAMOFOBİ

SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ & UNUTMAYIN TEK GELİR KAYNAĞIMIZ REKLAMLAR & SİTEMİZİ GEZERKEN REKLAMLARA TIKLAYINIZ

Özellikle Avrupa'nın bu konudaki tutumunun incelendiği Muhafazakar Düşünce dergisinde, çeşitli uzmanlar tarafından yazılan analizler ile konu aydınlatılmaya çalışıldı.

Giderek artan ve olumsuz etkileri her geçen gün biraz daha hissedilen güncel bir soruna parmak basmayı hedefliyoruz. Avrupa’da son dönemde aşırı sağ siyasal partilerin güçlenmesini, aynı kapsamda çalışmalar yürüten birtakım oluşumların hem daha görünür hem daha etkili hâle gelmesini, yalnızca bu ülkelerin iç sorunu olmak görmek mümkün değil. Zira başta Müslümanlar olmak üzere, azınlıkta bulunan etnik ve dinî grupların her biri bu gelişmelerden olumsuz şekilde etkileniyor. “İslamofobi” çerçevesinde ortaya çıkan yaklaşımlar ise Müslümanların adeta bir tehdit altına girmesine neden oluyor.
İslamofobik eğilimler, Müslümanların sistem dışı bırakılması ve ötekileştirilmesi yaklaşımlarını içeriyor. Dergimizin basıma gireceği günlerde, aralarında Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de bulunduğu üç yüz “aydın”ın Kuran-ı Kerim’den bazı ayetlerin çıkarılmasına yönelik talepleri bu bakış açısının en belirgin örneklerinden birini teşkil ediyor. Bu dilin hoşgörü, barış ve birlikte yaşama kültürü gibi kavramların oldukça uzağında kaldığı çok açık. Yaşanan bu son gelişme bile bu sorunun kapsamlı bir şekilde tartışılmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi. Dolayısıyla bu sayımızı, söz konusu soruna ayırmayı tarihsel ve toplumsal bir sorumluluk olarak da gördük. Karşılaşılan sorunu hem doğru şekilde tahlil etmek hem de doğru cevapları üretebilmek için dergimizin bu sayısının mütevazı bir katkı olmasını ümit ediyoruz.
Bu sayımızı yayıma hazırlarken hepimizi üzen bir vefat haberi aldık. Yayın Kurulu üyemiz Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ı kaybettik. Hüsamettin Hoca, yalnızca bir akademisyen değildi. Aynı zamanda Türkiye’de eleştirel bir sosyoloji geleneğinin oluşmasında ciddi katkısı olan bir fikir emekçisiydi. Hocamızı rahmet ve saygıyla anıyor; ruhunun şad, mekanının cennet olmasını temenni ediyoruz.

AVRUPA’DA “AŞIRI SAĞ”IN DİNÎ-İDEOLOJİK VE TARİHÎ TEMELLERİ-KÖKENLERİ

Genelde Batı’da özelde ise Avrupa’da son yıllarda yükseliş trendinde olup neredeyse “Avrupa-Batı’nın yeni normali” haline gelen ve “aşırı (extrem) sağ”, “radikal sağ”, “popülist sağ” veya “yeni sağ” gibi nitelemelerle anılan “aşırı sağ”ın dinî-ideolojik ve tarihî temelleri-kökenlerini bilmek, günümüz aşırı sağcı söylem-eylem ve politikaları anlamada son derece önemlidir. Aşırı sağın popülist, göçmenfobik-islamofobik-İslâm karşıtı ve ırkçı bir yöne evirildiği özellikle 11 Eylül hadisesi sonrasında bu temelleri analiz etmek çok daha önem kazanmıştır. Bu çalışmamızda biz, öncelikle aşırı sağın temel karakteristiklerini, gelişim seyrini, özellikle Avrupa ülkelerindeki başlıca aşırı sağ grup-partileri ele alacağız. Daha sonra ise aşırı sağın dinî-tarihî-ideolojik kökenlerini “fobiler (zenofobi, göçmenfobi, İslamofobi-Türkofobi)”, “nasyonal sosyalizm (Nazizm)-ırkçılık” ve Kitâb-ı Mukaddes’in radikal yorumların aşırı sağcı Yahudi-Hıristiyan-protestan-evanjelik gruplarca kullanımı başlıkları altında ele aldık.

AŞIRI SAĞIN YÜKSELİŞİ: RESME KÜRESEL PERSPEKTİFTEN BAKMAK

Son çeyrek asır içinde yapılan seçimlerde aşırı sağ partiler sistematik ve istikrarlı bir biçimde yükseliş eğilimindedir. Öte yandan aşırı sağ partiler bazı ülkelerde yükselirken diğer bazılarında farklı bir seyir izlemektedir: ya hiç prim yapmamakta veya önce yükselip sonra iniş eğilimine girmekte ya da dalgalı bir patika izlemektedir. Bu noktadan hareketle, çalışmanın ana argümanı; aşırı sağ partilerin güç kazanmasını açıklayan en önemli parametrenin, küresel ekonomik sistemdeki değişim ve dönüşümlerle beraber küreselleşmenin toplumsal dokularda ve kültürel alanda yarattığı tahribat ile ilgili olduğu şeklindedir. Aşırı sağı besleyen başlıca olay ve olgular son on yılda gözlemlenen ekonomik durgunluk ve genç işsizliği, artan şiddet ve terör olayları, göçmen dalgasının dünyayı sarmasıyla tetiklenen milliyetçilik ve popülizm gibi faktörlerdir. Bu makalede, Peter Gourevitch tarafından uluslararası ilişkiler disiplinine kazandırılan “ikinci düzeye tersten bakış” metaforundan yararlanılmaktadır. Bu teorik modelin desteği ile aşırı sağ partilerin yükselişinin küresel dinamiklerle başarılı bir şekilde ilişkilendirilebileceği tezi savunulmaktadır. Gourevitch’e göre, merkezi bir devletin var olmadığı küresel sistemde oluşan dev dalgaların devletlere ve toplumlara doğru nüfuz etmesi kaçınılmazdır. Böylelikle aşırı sağ siyasi oluşumların gelişim ve kurumsallaşmasının anlaşılması kolaylaşacaktır. Ayrıca, aşırı sağın yükselişindeki temel sebep-sonuç ilişkisinin doğru biçimde ortaya konulması ile daha sağlıklı siyasi sistemlerin hem devletler bazında hem de küresel yönetişimde tesis edilebilmesi kolaylaşacaktır.


AVRUPA’DA ŞİDDETE VARAN RADİKALLEŞME VE SAĞ AŞIRICILIK

Son yıllarda gerçekleşen bir dizi terör saldırısı, aşırı sağın şiddete varan radikalleşmesinin son derece yıkıcı potansiyelini ortaya koyduğu için bu olgunun dinamikleri ve oluşturduğu tehditler üzerine yeni bir ilgi ve tartışma dalgası başladı. Savunmasız gruplara (Müslümanlar, Romanlar, göçmenler ve mülteciler vs.) yönelik saldırılar ve nefret söylemi vakalarındaki artışla birlikte düşünüldüğünde daha tahammülsüz, dışlayıcı ve şiddete varan aşırıcılığı normalleştiren geniş ve köklü bir temayülün Avrupa ülkelerinde ortaya çıktığına dair endişeler var. Ayrıca, Avrupa siyasi bağlamında yerlici milliyetçiliğin yükselişi ve göçmenlere karşı düşmanca kamusal söylemlerin gelişmesi gibi ortaya çıkan temayüller, geleneksel olarak aşırı sağa atfedilen fikirleri ana akım tartışmaya taşıdı. Şiddet içermeyen radikal sağ siyasetin yükselişinin yanı sıra, gerek örgütlü hareketler gerekse de gayrı resmi sosyal ağlar veya bireyler eliyle gerçekleşmesi muhtemel aşırı sağ şiddetine dair kaygılar giderek artıyor. Bu arka plana rağmen şiddete varan aşırıcılık ve radikalleşme gibi olguların Avrupa’da hala büyük oranda din temelli oluşumlar kapsamında ele alındığı, aşırı sağın ise yeteri kadar bu çerçevede dikkate alınmadığı gözlenmektedir.

EGEMENLİĞİN MANTIĞI, FAŞİZM VE ŞİDDET

Her siyasal ilişki bir egemenlik ilişkisidir ve bu nedenle de şiddet içerir. Siyasi rejimlerin içermiş olduğu şiddet ideolojiler yoluyla meşrulaştırılır. Liberalizm negatif özgürlük, hukuk devleti, sınırlı iktidar, serbest piyasa gibi kavramlar yoluyla egemeni gizleyerek şiddeti adeta görünmez kılar. Sosyalizm açık şiddeti komünist topluma gitmenin bir aracı olarak görür. Bu yazının konusunu oluşturan faşizm ise şiddetin siyasetin doğasından kaynaklanan bir gereklilik olduğunu kabul eder. Şiddeti bir gereklilik olarak görmesi ve hatta yüceltmesi nedeniyle egemenliğin mantığının en açık şekilde faşizmde tezahür ettiğini söylemek mümkündür. Kuvvet politikası, eşitsizliğin olumlanması, toplumu ve zamanı kontrol etme arzusu, irrasyonel ve immoral politik eylem anlayışı faşizmi karakterize eden bazı özelliklerdir. Bu özelliklerin her birinde egemenliğin mantığının izini sürmek mümkündür.

İSLAM HUKUKU AÇISINDAN MÜSLÜMANLAR VE MÜSLÜMAN OLMAYANLAR ARASINDAKİ İLİŞKİNİN DAYANDIĞI ESASLAR IŞIĞINDA SAVAŞ-BARIŞ KAVRAMLARI

İslam dini, mensuplarının aynı dünyayı paylaştıkları gayrimüslimlerle münasebetleri hususunda bazı esaslar belirlemiş ve düzenlemelere gitmiştir. Bu prensipler etrafında Hz. Peygamber (SAV)’in ve ilk Müslümanların yaşadıkları tecrübeler sonraki asırlar ve nesiller için örnek teşkil etmektedir. İslam’ın inanç ve hukuk sistemindeki genel yaklaşım ve buna dair Hz. Peygamber (SAV)’in uygulamaları doğru tespit edilmeden Müslümanların diğer inançlara mensup kişi ve toplumlarla ilişkilerine dair isabetli değerlendirmelerde bulunulması mümkün değildir. Bu meyanda barış, savaş ve buna bağlı olarak şiddet kavramlarının bahsi geçen resimde yanlış noktalara yerleştirilmemesi, hem Müslümanların kendi ideal pozisyonlarını belirlemeleri, hem de gayrimüslimlerin İslamiyet ve Müslümanları tanırken/tanımlarken hakkaniyetten ayrılmamaları için büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinin dayandığı esaslara dair yapılan değerlendirmelerde ön plana çıkarılan ayet ve hadisler ele alınmakta ve İslam hukukunun bakış açısını tespit edebilmek amacıyla bir perspektif geliştirilmeye gayret gösterilmektedir.

İSLAMOFOBİ VE ANTİ-SEMİTİZM KARŞILAŞTIRMALARINI ANLAMLANDIRMAK: KAPSAMLI BİR LİTERATÜR DEĞERLENDİRMESİ

Anti-Semitizm ile İslamofobi arasındaki benzerliklere yönelik sürdürülen tartışmalar son zamanlarda oldukça artmıştır. Bu kapsamda akademide ve kamuoyunda “İslamofobi yeni anti-Semitizm mi?” sorusu çok fazla sorulmaya başlanmış ve iki olgu arasındaki benzerlik ve farklılıkların tartışıldığı çok sayıda çalışmanın yer aldığı zengin bir literatür ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan elinizdeki makale konuyla ilgili ortaya konan çalışmalar ve yürütülen tartışmaları sınıflandırarak bu konuya dair genel bir çerçeve çizmek ve ortaya çıkan zengin literatürü değerlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Bu çerçevede İslamofobi ve anti-Semitizm karşılaştırmasına yönelik ortaya konmuş olan çalışmalar ve sürdürülen tartışmalar çeşitli konu başlıkları altında tasnife tabi tutularak okuyucuya kapsamlı ve bütünlüklü bir çerçeve sunulmaktadır.

YİRMİ BİRİNCİ YÜZYIL AVRUPA’SININ DEMOKRATİK DEĞERLERLE SINAVI

Yirminci yüzyıl Avrupa devletlerinin, yaklaşık on dördüncü yüzyıl Rönesans ve Reform hareketlerinden itibaren gerçekleşen Coğrafi Keşifler, askeri, bilimsel ve sanayi devrimleri vasıtasıyla, Aydınlanma Çağı olarak nitelendirilen on sekizinci yüzyıla değin sürekli ilerlemeci bir çizgide gelişme gösterdikleri genel kabul görmektedir. On sekizinci yüzyıl aydınlanma bilincinin “Aydınlanma Nedir?” sorusuyla sorgulanmaya ve şekillenmeye başladığı dönem olarak da adlandırılabilir. Avrupa devletlerinin belki hemen her biri kendisini böyle bir Avrupa medeniyetinin mirasçısı saymaktaydı. Fakat yirminci yüzyıl, Avrupa devletlerinin asırlardır biriktirdikleri maddi ve manevi değerleri birbirleriyle ve dünyanın diğer ülkeleriyle paylaştıkları bir çağ olarak anılmayacaktı. Yirminci yüzyılın ilk yarısı daha çok Avrupa’nın dünya sermayesini ele geçirmeye çalışan Avrupa medeniyeti mirasçılarının ‘taht kavgası’na şahit olurken, “en güçlünün hakimiyeti”ne dayalı evrimci bir düşünce, farklılıkları kendi içerisinde barındırmayı başarabilmiş her türlü düşünce ve sistemin ötesine geçerek, Avrupa’da faşist rejimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştı.

ROMA CİVİTAS’INDAN MODERN BATI SİVİLİZASYONUNA UZANAN TARİHSEL ÜÇLEME

Modern Batı medeniyetinin temel kodları içerisinde antik Roma’nın şehir ve şehirli anlayışı önemli bir yer tutmaktadır. Grek polisi ve Roma civitas’ında ortaya çıkan vatandaşlığa dayalı şehir devletlerin konumları zamanla kendine özgü bir ruh ve anlayışa sahip olmuştur. Bu ruh müstakil bir teoloji ve politik anlayışla sivil tarafı teşkil ederek, ruhban ve yönetim sınıflarından ayrı bir konumu her zaman muhafaza etmiştir. Bu şehirli ruh mitoloji ile toplum yaşantısını bir araya getiren tiyatro ve opera toplanmaları aracılığı ile kendisini tezahür ettirmiş ve yönetim erkinden daha fazla pay isteyerek parlamento kurumsallığına ulaşmıştır. Roma’nın mirasını Katolik Hıristiyanlık ve aristokrasiler uzun yüzyıllar paylaşmış olsalar da sivil teoloji ve politik İngiliz Püriten iç savaşından sonra kendi özgün doğasını Protestan ve gnostik hareketlerle tüm Avrupa’da göstermiştir. Hobbes Roma sonrası Avrupa’da yaşanan değişimleri Roma Civitas’ı, şehir devleti, Commonwealth, Leviathan kavramları çerçevesinde tarihsel bir perspektifle ele almıştır. Sivil politiğin doğası iki yönlüdür. Bir yönü ile o bir Leviathan iken öte yüzü ile de civilization’dur.


TARİHSEL ARKA PLANIYLA TÜRKİYE’DE İSLAMOFOBİ

İslamofobi, en basit tabiriyle İslam’dan ve Müslümanlardan duyulan korkudur. Bu korku tıpkı diğerleri gibi şiddetle iç içedir. Salman Rüşdî’nin kitabına gösterilen tepkilerle gündeme gelen bu kavram, Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde Müslümanlara yönelik şiddet olaylarıyla anılır hale gelmiştir. Ancak Türkiye gibi halkın büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkelerde de İslamofobi’den söz etmek mümkündür. Türkiye’de İslamofobi, genellikle İslami kavramların suni tartışmalarla gündeme gelerek dinin itibarsızlaştırılması, Müslümanların mizah yoluyla alay konusu edilmesi, sosyal medya başta olmak üzere çeşitli mecralarda Müslümanların Peygamberine hakaret edilmesi ya da en hafifinden İslam’a ve Müslümanlara ait birçok olgunun olumsuz temsillerle sunularak toplumsal ayrışmaya neden olacak önyargıların güçlendirilmesi şeklinde tezahür etmektedir.
Çalışmada mizah dergileri ve twitterdaki örneklerden hareketle Batı’daki İslamofobi kavramının beslendiği düşünce biçiminin tarihsel arka plan ile Türk medyasındaki İslamofobik benzerlikler karşılaştırılmakta, yapılan kamuoyu araştırmalarının ışığında toplumsal ayrışmaya yol açabilecek riskler hakkında önerilerde bulunularak konunun önemine dikkat çekilmektedir.

KOŞULLU KONUKSEVERLİKTEN HOŞNUTSUZLUĞA: ALMANYA’DA YÜKSELEN YABANCI DÜŞMANLIĞINI TÜRK GÖÇMENLER ÜZERİNDEN OKUMAK

II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yaşadığı yıkımın etkileri toplumsal, siyasal, ekonomik vb. farklı alanlarda uzun yıllar hissedilmiştir. Avrupa savaşta kaybedilen insan kaynağını yoğunlukla 1950’lerin ortasından 1970’li yılların ikinci yarısına kadar işgücü açısından zengin olan ülkelerden sağlamıştır. Başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkeleri Mağrip ülkeleri, Yugoslavya, Türkiye vb. ülkelerle yaptıkları ikili anlaşmalar sonucunda ihtiyaç duydukları alanlarda göçmen emeğini  yoğun şekilde kullanmıştır. Bu çalışmada yabancının sosyolojik anlamıyla birlikte koşullu konukseverlik düşüncesi ile ilişkisi, Almanya’nın göçmen işgücünü kendi ülkesine çekebilmek için Türkiye ile 1961 yılında imzaladığı İşgücü Alım Antlaşması’ndan, işgücü alımının Almanya tarafından durdurulduğu 1973 yılına kadar koşullu bir konukseverlik politikası izlediği,  1980’lerden itibaren Avrupa’da yükselen aşırı sağ  ile birlikte Türk göçmenlere karşı zenofobik söylem ve eylemlerin artması tartışılmıştır.

BATI’NIN MÜSLÜMAN “ÖTEKİLERİ”NİN HİKÂYESİ

Batı ve İslam toplumları arasında ötekileştirme üzerinden kurulan ilişki çok eski zamanlara dayanmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde değişim gösteren bu ilişki günümüzde Batılı toplumların İslam toplumlarını hem dışlama hem de dönüştürme çabalarına sahne olmaktadır. Yapılan Batılı müdahalelerin çoğu için sözde meşruiyet Batı’nın yeni diniymişçesine sahip çıktığı “demokrasi” ile sağlanmaktadır. İmparatorlukların sona ermesi ve ulus devletlerin kurulmasıyla beraber birlik bilincini tam olarak tesis edememiş olan Müslüman toplulukların çoğu ise Batılı müdahaleye açık bir toplumsal ve siyasal yapı ile kendi topraklarında yaşam haklarını büyük ölçüde yitirmektedirler. Bu kimselerin diğer kısmı ise göç etmek zorunda kaldıkları Batı’da ikincil insan statüsünde yaşamaya maruz kalmaktadırlar. Bu durum, Müslüman toplulukları Batı’ya karşı topyekûn bir tavır alışa iterken, bir kısmının da radikalleşmesine ve küresel terör örgütlerinin eline düşmesine sebep olmaktadır. Batı, radikalleşmesine sebep olduğu bu gruplar üzerinden bir yandan uluslararası operasyonlarını kendince meşru bir zeminde yürütürken, bir taraftan da Müslüman toplumları ötekileştirmeye ve yeniden ötekileştirmeye devam etmektedir.

EKO-MUHAFAZAKÂRLIĞIN DOĞASI

Ekoloji ve muhafazakârlığın melez bir bileşimi olarak eko-muhafazakârlık ekoloji düşüncesinin temel bazı varsayımları ile bir siyasalideoloji olarak muhafazakârlığın bünyesinde barındırdığı bazı temel siyasal temalara ve unsurlara dayanmaktadır. Bu bakımdan, eko-muhafazakârlık hem toplumsal bir hareket olarak ekolojinin teorik zenginliğini ifade eden ve bu zenginliğe işaret eden hem de muhafazakârlığın eklemleme potansiyeline temas eden kavramsal bir aracı olarak okunabilir. Bu doğrultuda söz konusu çalışma -temel kabullerine ve ilkelerine atıfta bulunarak- eko-muhafazakârlığın doğasını analiz etmeye çalışacaktır. Çalışma iki ana kısımdan meydana gelmektedir. Çalışmanın ilk kısmı basitçe eko-muhafazakârlığın nasıl tarif ve tasvir edilebileceğini ele alacak, ikinci kısım ise eko-muhafazakâr perspektifteki temel bazı imkânları ve sınırlılıkları mercek altına alacaktır. Çalışmanın ana argümanı, eko-muhafazakârlığın hem muhafazakârlığın hem de ekoloji düşüncesinin teorik ve siyasal potansiyelini anlamak ve açıklamak açısından sunduğu fırsat temelinde üzerinde düşünmeye değer bir görünüm arz ettiğidir.

TEOLOJİK VE SİYASİ BİR MEYDAN OKUMA OLARAK İSLAM VE YORUMU

Batılı düşünürlerin İslam ve Hz. Muhammed yorumlamaları, batının İslam algısını oluşturacak ve evrensellik iddiasında bulunduğu için Hıristiyanlık tarafından tehlike olarak kabul edilecek İslam dininin, öteki olarak tanımlanması, yorumlanması ve konumlandırılmasına sebep olacaktır.İslam’ın “öteki” olarak yorumlanması batının kendisini “ben” olarak tanımlamasını sağlayacak ve böylece Thomas Aquinas, Pascal, R. Bacon ve Descartes gibi düşünürler ile birlikte İslam, ötekinin sahip olabileceği bir hayat felsefesi olarak kötülenecektir. İşte bu çalışmada, batının İslam ile girdiği ilk tanışma biçimiyle birlikte ortaya çıkan olgusal problemlerin yeniden tartışılması gerektiğini; batının ben idraki karşısında ontolojik olarak İslam’ın mücadelesinin nasıl olacağı; İslam’ın batı karşısında yeniden yorumlanmasının hangi anlama geldiği; mekanikleşen bir Avrupa karşısında medeniyet inşa etmede İslam’ın öncü rolünün ne olacağı ve sekülerleştirilerek güçlendirilen Hıristiyanlık karşısında sekülerleştirilmeyerek ontolojik varlığını koruyan ve daha güçlü olarak devam ettirebilen İslam’ın “ben idrakini” yeniden üretme çabasının nasıl bir yöntemle olabileceği tartışılacak ve yorumlanacaktır.


SURİYELİ MÜLTECİ ÇOCUKLARIN ÇİZGİ FİLM ARACILIĞIYLA TEMSİLİ: UNİCEF VİDEOLARI ÜZERİNE BİR MİKRO ÇALIŞMA

Bu çalışma, Amerika kaynaklı bir sivil toplum kuruluşu olan, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu veya kısaca UNICEF olarak bilinen kurumun, video paylaşım platformu olan YouTube üzerinden dünya ile paylaştığı çizgi filmlerde mülteci çocukların temsilini incelemektedir. Çalışmada sözü edilen çizgi filmlerde, dünya çapında bir problem olan mülteciliğin, Suriyeli mülteci çocuklar özelinde temsil biçimlerinin göstergebilimsel açıdan analizine odaklanılmaktadır.
Bu bağlamda, kullanılan tema, içerik ve söylemlerin benzerliğinden yola çıkılarak, UNICEF’in YouTube üzerinden paylaşmış olduğu, “Malak ve Tekne”, “Mustafa’nın Yolu” ve “Ivine ve Yastığın Maceraları” isimli videolar analiz edilmek üzere seçilmiştir. Araştırma yöntemi olarak “Göstergebilim” kullanılacak olup, Stuart Hall’un “Kültürel Temsiller ve Anlamlandırma Uygulamalarından” da yararlanılacaktır. Genel olarak bu üç kısa çizgi filme bakıldığında, mülteci çocukların temsilleri yalnızca “mağdur çocuklar”, “arkadaşı olmayan yalnız çocuklar”, “ülkelerinden kaçan çocuklar” şeklinde ortaya çıktığı görülmektedir. Öte yandan bu içeriklerde, çocukların sorunlarının nasıl çözüleceğine dair farkındalık kazandırmaya yönelik bir mesaj bulunmamakta; yalnızca UNICEF’e bağış yapılması talep edilmektedir.

DEVLET SİVİL TOPLUM İLİŞKİSİNİN YENİ FORMU VE REFAH DEVLETİ

Merkezileşme yerine daha dar bir faaliyet alanında işlev yürüten yerel yönetimler, bu alanlarda yaşayan bireylerin tercihlerini yansıtmak açısından daha kolay ve daha az maliyetli hizmetler sunmaktadır. Toplum ve yönetim arasındaki mesafe daha kısa olduğundan, yerel hükümet siyasi ve idari seviyede demokratik etkinlik açısından daha etkili sonuçlar üretmektedir. “Yerel yönetişim” olarak da ifade edilebilen bu yeni idari formda yerel yönetim anlayışı, merkezi yönetimle, özel sektörle ve diğer aktörlerle (kalkınma ajansları, STK’lar vb.)  işbirliği yapmak suretiyle, özerklik ve verimlilik açısından daha fazla sorumluluk alan bir formda ifade bulmaktadır. Bu noktada insan ihtiyaç ve dezavantajlarına yönelirken, STK’ların yerel yönetimlerle işbirliği içerisinde, yerel eğitim, sosyal hizmet, sosyal dayanışmanın güçlendirilmesi ve insan haklarının korunması gibi temel işlevlere sahip olduğunu belirtmek gerekir. Refah politikasının çöküşünden sonra, hükümet ve sivil toplum arasındaki işbirliğinin önemi gittikçe artmaktadır. Bu bakımdan, hantallık, verimsizlik ve bürokratizm gibi merkezi hükümetlerin dezavantajlı koşullarına maruz kalmadan hizmet sunma temeline sahip olma anlamında, sivil toplumun önemi gittikçe artmaktadır. Bu bağlamda Sultanbeyli sınırları dâhilinde mülteciler için oluşturulmuş ve Sultanbeyli Belediyesi, Sultanbeyli Kaymakamlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve bazı önemli STK’ları proje ortakları olarak bir araya getiren önemli bir işbirliği mekanizması, buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.

İSLÂMİYET VE ASRÎLİK

İşlerimizi asra göre uydurmak fikri bizde, oldukca kadîm bir tarih-i tevellüde mâlikdir. İslâmiyet bize, dâimâ asrîlik fikrini ilhâm eden bir menbâ-ı feyyaz, bize dâimâ teceddüd yollarını gösteren bir mürşid-i kâmil iken, biz ona karşı çoktan beri gözlerimizi kapamış, kulaklarımızı tıkamış bulunuyor idik. “Mum kendi dibine ışık vermez.” ve “Ol mahiler ki derya içreler deryayı bilmezler.” darb-ı meselleri icâbınca dâimâ gözümüzün önünde müncelî bulunan İslâmiyet bizi tenvîr edemiyordu. İçinde bulunduğumuz o deryayı hikmetin ne olduğunu anlayamıyor idik. Avrupa ile temâsımız bize bir yenilik ve asrîlik ruhu nefh etti.

google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html