Özellikle Avrupa'nın bu konudaki tutumunun incelendiği Muhafazakar Düşünce dergisinde, çeşitli uzmanlar tarafından yazılan analizler ile konu aydınlatılmaya çalışıldı.
Giderek artan ve olumsuz etkileri her geçen gün biraz daha
hissedilen güncel bir soruna parmak basmayı hedefliyoruz. Avrupa’da son dönemde
aşırı sağ siyasal partilerin güçlenmesini, aynı kapsamda çalışmalar yürüten
birtakım oluşumların hem daha görünür hem daha etkili hâle gelmesini, yalnızca
bu ülkelerin iç sorunu olmak görmek mümkün değil. Zira başta Müslümanlar olmak
üzere, azınlıkta bulunan etnik ve dinî grupların her biri bu gelişmelerden
olumsuz şekilde etkileniyor. “İslamofobi” çerçevesinde ortaya çıkan yaklaşımlar
ise Müslümanların adeta bir tehdit altına girmesine neden oluyor.
İslamofobik eğilimler, Müslümanların sistem dışı bırakılması
ve ötekileştirilmesi yaklaşımlarını içeriyor. Dergimizin basıma gireceği
günlerde, aralarında Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de bulunduğu
üç yüz “aydın”ın Kuran-ı Kerim’den bazı ayetlerin çıkarılmasına yönelik
talepleri bu bakış açısının en belirgin örneklerinden birini teşkil ediyor. Bu
dilin hoşgörü, barış ve birlikte yaşama kültürü gibi kavramların oldukça
uzağında kaldığı çok açık. Yaşanan bu son gelişme bile bu sorunun kapsamlı bir
şekilde tartışılmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.
Dolayısıyla bu sayımızı, söz konusu soruna ayırmayı tarihsel ve toplumsal bir
sorumluluk olarak da gördük. Karşılaşılan sorunu hem doğru şekilde tahlil etmek
hem de doğru cevapları üretebilmek için dergimizin bu sayısının mütevazı bir
katkı olmasını ümit ediyoruz.
Bu sayımızı yayıma hazırlarken hepimizi üzen bir vefat
haberi aldık. Yayın Kurulu üyemiz Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ı kaybettik.
Hüsamettin Hoca, yalnızca bir akademisyen değildi. Aynı zamanda Türkiye’de
eleştirel bir sosyoloji geleneğinin oluşmasında ciddi katkısı olan bir fikir
emekçisiydi. Hocamızı rahmet ve saygıyla anıyor; ruhunun şad, mekanının cennet
olmasını temenni ediyoruz.
AVRUPA’DA “AŞIRI SAĞ”IN DİNÎ-İDEOLOJİK VE TARİHÎ TEMELLERİ-KÖKENLERİ
Genelde Batı’da özelde ise Avrupa’da son yıllarda yükseliş
trendinde olup neredeyse “Avrupa-Batı’nın yeni normali” haline gelen ve “aşırı
(extrem) sağ”, “radikal sağ”, “popülist sağ” veya “yeni sağ” gibi nitelemelerle
anılan “aşırı sağ”ın dinî-ideolojik ve tarihî temelleri-kökenlerini bilmek,
günümüz aşırı sağcı söylem-eylem ve politikaları anlamada son derece önemlidir.
Aşırı sağın popülist, göçmenfobik-islamofobik-İslâm karşıtı ve ırkçı bir yöne
evirildiği özellikle 11 Eylül hadisesi sonrasında bu temelleri analiz etmek çok
daha önem kazanmıştır. Bu çalışmamızda biz, öncelikle aşırı sağın temel
karakteristiklerini, gelişim seyrini, özellikle Avrupa ülkelerindeki başlıca
aşırı sağ grup-partileri ele alacağız. Daha sonra ise aşırı sağın
dinî-tarihî-ideolojik kökenlerini “fobiler (zenofobi, göçmenfobi,
İslamofobi-Türkofobi)”, “nasyonal sosyalizm (Nazizm)-ırkçılık” ve Kitâb-ı
Mukaddes’in radikal yorumların aşırı sağcı Yahudi-Hıristiyan-protestan-evanjelik
gruplarca kullanımı başlıkları altında ele aldık.
AŞIRI SAĞIN YÜKSELİŞİ: RESME KÜRESEL PERSPEKTİFTEN BAKMAK
Son çeyrek asır içinde yapılan seçimlerde aşırı sağ partiler
sistematik ve istikrarlı bir biçimde yükseliş eğilimindedir. Öte yandan aşırı
sağ partiler bazı ülkelerde yükselirken diğer bazılarında farklı bir seyir
izlemektedir: ya hiç prim yapmamakta veya önce yükselip sonra iniş eğilimine
girmekte ya da dalgalı bir patika izlemektedir. Bu noktadan hareketle,
çalışmanın ana argümanı; aşırı sağ partilerin güç kazanmasını açıklayan en
önemli parametrenin, küresel ekonomik sistemdeki değişim ve dönüşümlerle
beraber küreselleşmenin toplumsal dokularda ve kültürel alanda yarattığı
tahribat ile ilgili olduğu şeklindedir. Aşırı sağı besleyen başlıca olay ve
olgular son on yılda gözlemlenen ekonomik durgunluk ve genç işsizliği, artan
şiddet ve terör olayları, göçmen dalgasının dünyayı sarmasıyla tetiklenen
milliyetçilik ve popülizm gibi faktörlerdir. Bu makalede, Peter Gourevitch tarafından
uluslararası ilişkiler disiplinine kazandırılan “ikinci düzeye tersten bakış”
metaforundan yararlanılmaktadır. Bu teorik modelin desteği ile aşırı sağ
partilerin yükselişinin küresel dinamiklerle başarılı bir şekilde
ilişkilendirilebileceği tezi savunulmaktadır. Gourevitch’e göre, merkezi bir
devletin var olmadığı küresel sistemde oluşan dev dalgaların devletlere ve
toplumlara doğru nüfuz etmesi kaçınılmazdır. Böylelikle aşırı sağ siyasi
oluşumların gelişim ve kurumsallaşmasının anlaşılması kolaylaşacaktır. Ayrıca,
aşırı sağın yükselişindeki temel sebep-sonuç ilişkisinin doğru biçimde ortaya
konulması ile daha sağlıklı siyasi sistemlerin hem devletler bazında hem de
küresel yönetişimde tesis edilebilmesi kolaylaşacaktır.
AVRUPA’DA ŞİDDETE VARAN RADİKALLEŞME VE SAĞ AŞIRICILIK
Son yıllarda gerçekleşen bir dizi terör saldırısı, aşırı
sağın şiddete varan radikalleşmesinin son derece yıkıcı potansiyelini ortaya
koyduğu için bu olgunun dinamikleri ve oluşturduğu tehditler üzerine yeni bir
ilgi ve tartışma dalgası başladı. Savunmasız gruplara (Müslümanlar, Romanlar,
göçmenler ve mülteciler vs.) yönelik saldırılar ve nefret söylemi vakalarındaki
artışla birlikte düşünüldüğünde daha tahammülsüz, dışlayıcı ve şiddete varan
aşırıcılığı normalleştiren geniş ve köklü bir temayülün Avrupa ülkelerinde
ortaya çıktığına dair endişeler var. Ayrıca, Avrupa siyasi bağlamında yerlici
milliyetçiliğin yükselişi ve göçmenlere karşı düşmanca kamusal söylemlerin
gelişmesi gibi ortaya çıkan temayüller, geleneksel olarak aşırı sağa atfedilen
fikirleri ana akım tartışmaya taşıdı. Şiddet içermeyen radikal sağ siyasetin
yükselişinin yanı sıra, gerek örgütlü hareketler gerekse de gayrı resmi sosyal
ağlar veya bireyler eliyle gerçekleşmesi muhtemel aşırı sağ şiddetine dair
kaygılar giderek artıyor. Bu arka plana rağmen şiddete varan aşırıcılık ve
radikalleşme gibi olguların Avrupa’da hala büyük oranda din temelli oluşumlar
kapsamında ele alındığı, aşırı sağın ise yeteri kadar bu çerçevede dikkate
alınmadığı gözlenmektedir.
EGEMENLİĞİN MANTIĞI, FAŞİZM VE ŞİDDET
Her siyasal ilişki bir egemenlik ilişkisidir ve bu nedenle
de şiddet içerir. Siyasi rejimlerin içermiş olduğu şiddet ideolojiler yoluyla
meşrulaştırılır. Liberalizm negatif özgürlük, hukuk devleti, sınırlı iktidar,
serbest piyasa gibi kavramlar yoluyla egemeni gizleyerek şiddeti adeta görünmez
kılar. Sosyalizm açık şiddeti komünist topluma gitmenin bir aracı olarak görür.
Bu yazının konusunu oluşturan faşizm ise şiddetin siyasetin doğasından
kaynaklanan bir gereklilik olduğunu kabul eder. Şiddeti bir gereklilik olarak
görmesi ve hatta yüceltmesi nedeniyle egemenliğin mantığının en açık şekilde
faşizmde tezahür ettiğini söylemek mümkündür. Kuvvet politikası, eşitsizliğin
olumlanması, toplumu ve zamanı kontrol etme arzusu, irrasyonel ve immoral
politik eylem anlayışı faşizmi karakterize eden bazı özelliklerdir. Bu
özelliklerin her birinde egemenliğin mantığının izini sürmek mümkündür.
İSLAM HUKUKU AÇISINDAN MÜSLÜMANLAR VE MÜSLÜMAN OLMAYANLAR ARASINDAKİ İLİŞKİNİN DAYANDIĞI ESASLAR IŞIĞINDA SAVAŞ-BARIŞ KAVRAMLARI
İslam dini, mensuplarının aynı dünyayı paylaştıkları
gayrimüslimlerle münasebetleri hususunda bazı esaslar belirlemiş ve
düzenlemelere gitmiştir. Bu prensipler etrafında Hz. Peygamber (SAV)’in ve ilk
Müslümanların yaşadıkları tecrübeler sonraki asırlar ve nesiller için örnek
teşkil etmektedir. İslam’ın inanç ve hukuk sistemindeki genel yaklaşım ve buna
dair Hz. Peygamber (SAV)’in uygulamaları doğru tespit edilmeden Müslümanların
diğer inançlara mensup kişi ve toplumlarla ilişkilerine dair isabetli
değerlendirmelerde bulunulması mümkün değildir. Bu meyanda barış, savaş ve buna
bağlı olarak şiddet kavramlarının bahsi geçen resimde yanlış noktalara
yerleştirilmemesi, hem Müslümanların kendi ideal pozisyonlarını belirlemeleri,
hem de gayrimüslimlerin İslamiyet ve Müslümanları tanırken/tanımlarken
hakkaniyetten ayrılmamaları için büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada
Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinin dayandığı esaslara dair yapılan değerlendirmelerde
ön plana çıkarılan ayet ve hadisler ele alınmakta ve İslam hukukunun bakış
açısını tespit edebilmek amacıyla bir perspektif geliştirilmeye gayret
gösterilmektedir.
İSLAMOFOBİ VE ANTİ-SEMİTİZM KARŞILAŞTIRMALARINI ANLAMLANDIRMAK: KAPSAMLI BİR LİTERATÜR DEĞERLENDİRMESİ
Anti-Semitizm ile İslamofobi arasındaki benzerliklere
yönelik sürdürülen tartışmalar son zamanlarda oldukça artmıştır. Bu kapsamda
akademide ve kamuoyunda “İslamofobi yeni anti-Semitizm mi?” sorusu çok fazla
sorulmaya başlanmış ve iki olgu arasındaki benzerlik ve farklılıkların
tartışıldığı çok sayıda çalışmanın yer aldığı zengin bir literatür ortaya
çıkmıştır. Bu bakımdan elinizdeki makale konuyla ilgili ortaya konan çalışmalar
ve yürütülen tartışmaları sınıflandırarak bu konuya dair genel bir çerçeve çizmek
ve ortaya çıkan zengin literatürü değerlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Bu
çerçevede İslamofobi ve anti-Semitizm karşılaştırmasına yönelik ortaya konmuş
olan çalışmalar ve sürdürülen tartışmalar çeşitli konu başlıkları altında
tasnife tabi tutularak okuyucuya kapsamlı ve bütünlüklü bir çerçeve
sunulmaktadır.
YİRMİ BİRİNCİ YÜZYIL AVRUPA’SININ DEMOKRATİK DEĞERLERLE SINAVI
Yirminci yüzyıl Avrupa devletlerinin, yaklaşık on dördüncü
yüzyıl Rönesans ve Reform hareketlerinden itibaren gerçekleşen Coğrafi
Keşifler, askeri, bilimsel ve sanayi devrimleri vasıtasıyla, Aydınlanma Çağı
olarak nitelendirilen on sekizinci yüzyıla değin sürekli ilerlemeci bir çizgide
gelişme gösterdikleri genel kabul görmektedir. On sekizinci yüzyıl aydınlanma
bilincinin “Aydınlanma Nedir?” sorusuyla sorgulanmaya ve şekillenmeye başladığı
dönem olarak da adlandırılabilir. Avrupa devletlerinin belki hemen her biri
kendisini böyle bir Avrupa medeniyetinin mirasçısı saymaktaydı. Fakat yirminci
yüzyıl, Avrupa devletlerinin asırlardır biriktirdikleri maddi ve manevi
değerleri birbirleriyle ve dünyanın diğer ülkeleriyle paylaştıkları bir çağ
olarak anılmayacaktı. Yirminci yüzyılın ilk yarısı daha çok Avrupa’nın dünya
sermayesini ele geçirmeye çalışan Avrupa medeniyeti mirasçılarının ‘taht
kavgası’na şahit olurken, “en güçlünün hakimiyeti”ne dayalı evrimci bir
düşünce, farklılıkları kendi içerisinde barındırmayı başarabilmiş her türlü
düşünce ve sistemin ötesine geçerek, Avrupa’da faşist rejimlerin ortaya
çıkmasına yol açmıştı.
ROMA CİVİTAS’INDAN MODERN BATI SİVİLİZASYONUNA UZANAN TARİHSEL ÜÇLEME
Modern Batı medeniyetinin temel kodları içerisinde antik
Roma’nın şehir ve şehirli anlayışı önemli bir yer tutmaktadır. Grek polisi ve
Roma civitas’ında ortaya çıkan vatandaşlığa dayalı şehir devletlerin konumları
zamanla kendine özgü bir ruh ve anlayışa sahip olmuştur. Bu ruh müstakil bir
teoloji ve politik anlayışla sivil tarafı teşkil ederek, ruhban ve yönetim
sınıflarından ayrı bir konumu her zaman muhafaza etmiştir. Bu şehirli ruh
mitoloji ile toplum yaşantısını bir araya getiren tiyatro ve opera toplanmaları
aracılığı ile kendisini tezahür ettirmiş ve yönetim erkinden daha fazla pay
isteyerek parlamento kurumsallığına ulaşmıştır. Roma’nın mirasını Katolik Hıristiyanlık
ve aristokrasiler uzun yüzyıllar paylaşmış olsalar da sivil teoloji ve politik
İngiliz Püriten iç savaşından sonra kendi özgün doğasını Protestan ve gnostik
hareketlerle tüm Avrupa’da göstermiştir. Hobbes Roma sonrası Avrupa’da yaşanan
değişimleri Roma Civitas’ı, şehir devleti, Commonwealth, Leviathan kavramları
çerçevesinde tarihsel bir perspektifle ele almıştır. Sivil politiğin doğası iki
yönlüdür. Bir yönü ile o bir Leviathan iken öte yüzü ile de civilization’dur.
TARİHSEL ARKA PLANIYLA TÜRKİYE’DE İSLAMOFOBİ
İslamofobi, en basit tabiriyle İslam’dan ve Müslümanlardan
duyulan korkudur. Bu korku tıpkı diğerleri gibi şiddetle iç içedir. Salman
Rüşdî’nin kitabına gösterilen tepkilerle gündeme gelen bu kavram, Müslümanların
azınlıkta olduğu ülkelerde Müslümanlara yönelik şiddet olaylarıyla anılır hale
gelmiştir. Ancak Türkiye gibi halkın büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu
ülkelerde de İslamofobi’den söz etmek mümkündür. Türkiye’de İslamofobi,
genellikle İslami kavramların suni tartışmalarla gündeme gelerek dinin
itibarsızlaştırılması, Müslümanların mizah yoluyla alay konusu edilmesi, sosyal
medya başta olmak üzere çeşitli mecralarda Müslümanların Peygamberine hakaret
edilmesi ya da en hafifinden İslam’a ve Müslümanlara ait birçok olgunun olumsuz
temsillerle sunularak toplumsal ayrışmaya neden olacak önyargıların
güçlendirilmesi şeklinde tezahür etmektedir.
Çalışmada mizah dergileri ve twitterdaki örneklerden
hareketle Batı’daki İslamofobi kavramının beslendiği düşünce biçiminin tarihsel
arka plan ile Türk medyasındaki İslamofobik benzerlikler karşılaştırılmakta,
yapılan kamuoyu araştırmalarının ışığında toplumsal ayrışmaya yol açabilecek
riskler hakkında önerilerde bulunularak konunun önemine dikkat çekilmektedir.
KOŞULLU KONUKSEVERLİKTEN HOŞNUTSUZLUĞA: ALMANYA’DA YÜKSELEN YABANCI DÜŞMANLIĞINI TÜRK GÖÇMENLER ÜZERİNDEN OKUMAK
II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yaşadığı yıkımın
etkileri toplumsal, siyasal, ekonomik vb. farklı alanlarda uzun yıllar
hissedilmiştir. Avrupa savaşta kaybedilen insan kaynağını yoğunlukla 1950’lerin
ortasından 1970’li yılların ikinci yarısına kadar işgücü açısından zengin olan
ülkelerden sağlamıştır. Başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkeleri Mağrip
ülkeleri, Yugoslavya, Türkiye vb. ülkelerle yaptıkları ikili anlaşmalar
sonucunda ihtiyaç duydukları alanlarda göçmen emeğini yoğun şekilde kullanmıştır. Bu çalışmada
yabancının sosyolojik anlamıyla birlikte koşullu konukseverlik düşüncesi ile
ilişkisi, Almanya’nın göçmen işgücünü kendi ülkesine çekebilmek için Türkiye
ile 1961 yılında imzaladığı İşgücü Alım Antlaşması’ndan, işgücü alımının
Almanya tarafından durdurulduğu 1973 yılına kadar koşullu bir konukseverlik
politikası izlediği, 1980’lerden itibaren
Avrupa’da yükselen aşırı sağ ile birlikte
Türk göçmenlere karşı zenofobik söylem ve eylemlerin artması tartışılmıştır.
BATI’NIN MÜSLÜMAN “ÖTEKİLERİ”NİN HİKÂYESİ
Batı ve İslam toplumları arasında ötekileştirme üzerinden
kurulan ilişki çok eski zamanlara dayanmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde
değişim gösteren bu ilişki günümüzde Batılı toplumların İslam toplumlarını hem
dışlama hem de dönüştürme çabalarına sahne olmaktadır. Yapılan Batılı
müdahalelerin çoğu için sözde meşruiyet Batı’nın yeni diniymişçesine sahip
çıktığı “demokrasi” ile sağlanmaktadır. İmparatorlukların sona ermesi ve ulus
devletlerin kurulmasıyla beraber birlik bilincini tam olarak tesis edememiş
olan Müslüman toplulukların çoğu ise Batılı müdahaleye açık bir toplumsal ve
siyasal yapı ile kendi topraklarında yaşam haklarını büyük ölçüde
yitirmektedirler. Bu kimselerin diğer kısmı ise göç etmek zorunda kaldıkları
Batı’da ikincil insan statüsünde yaşamaya maruz kalmaktadırlar. Bu durum,
Müslüman toplulukları Batı’ya karşı topyekûn bir tavır alışa iterken, bir kısmının
da radikalleşmesine ve küresel terör örgütlerinin eline düşmesine sebep
olmaktadır. Batı, radikalleşmesine sebep olduğu bu gruplar üzerinden bir yandan
uluslararası operasyonlarını kendince meşru bir zeminde yürütürken, bir
taraftan da Müslüman toplumları ötekileştirmeye ve yeniden ötekileştirmeye
devam etmektedir.
EKO-MUHAFAZAKÂRLIĞIN DOĞASI
Ekoloji ve muhafazakârlığın melez bir bileşimi olarak
eko-muhafazakârlık ekoloji düşüncesinin temel bazı varsayımları ile bir siyasalideoloji olarak muhafazakârlığın bünyesinde barındırdığı bazı temel siyasal
temalara ve unsurlara dayanmaktadır. Bu bakımdan, eko-muhafazakârlık hem
toplumsal bir hareket olarak ekolojinin teorik zenginliğini ifade eden ve bu
zenginliğe işaret eden hem de muhafazakârlığın eklemleme potansiyeline temas
eden kavramsal bir aracı olarak okunabilir. Bu doğrultuda söz konusu çalışma
-temel kabullerine ve ilkelerine atıfta bulunarak- eko-muhafazakârlığın
doğasını analiz etmeye çalışacaktır. Çalışma iki ana kısımdan meydana
gelmektedir. Çalışmanın ilk kısmı basitçe eko-muhafazakârlığın nasıl tarif ve
tasvir edilebileceğini ele alacak, ikinci kısım ise eko-muhafazakâr
perspektifteki temel bazı imkânları ve sınırlılıkları mercek altına alacaktır.
Çalışmanın ana argümanı, eko-muhafazakârlığın hem muhafazakârlığın hem de
ekoloji düşüncesinin teorik ve siyasal potansiyelini anlamak ve açıklamak
açısından sunduğu fırsat temelinde üzerinde düşünmeye değer bir görünüm arz
ettiğidir.
TEOLOJİK VE SİYASİ BİR MEYDAN OKUMA OLARAK İSLAM VE YORUMU
Batılı düşünürlerin İslam ve Hz. Muhammed yorumlamaları,
batının İslam algısını oluşturacak ve evrensellik iddiasında bulunduğu için
Hıristiyanlık tarafından tehlike olarak kabul edilecek İslam dininin, öteki
olarak tanımlanması, yorumlanması ve konumlandırılmasına sebep olacaktır.İslam’ın “öteki” olarak yorumlanması batının kendisini “ben” olarak
tanımlamasını sağlayacak ve böylece Thomas Aquinas, Pascal, R. Bacon ve
Descartes gibi düşünürler ile birlikte İslam, ötekinin sahip olabileceği bir
hayat felsefesi olarak kötülenecektir. İşte bu çalışmada, batının İslam ile
girdiği ilk tanışma biçimiyle birlikte ortaya çıkan olgusal problemlerin
yeniden tartışılması gerektiğini; batının ben idraki karşısında ontolojik
olarak İslam’ın mücadelesinin nasıl olacağı; İslam’ın batı karşısında yeniden
yorumlanmasının hangi anlama geldiği; mekanikleşen bir Avrupa karşısında
medeniyet inşa etmede İslam’ın öncü rolünün ne olacağı ve sekülerleştirilerek
güçlendirilen Hıristiyanlık karşısında sekülerleştirilmeyerek ontolojik
varlığını koruyan ve daha güçlü olarak devam ettirebilen İslam’ın “ben
idrakini” yeniden üretme çabasının nasıl bir yöntemle olabileceği tartışılacak
ve yorumlanacaktır.
SURİYELİ MÜLTECİ ÇOCUKLARIN ÇİZGİ FİLM ARACILIĞIYLA TEMSİLİ: UNİCEF VİDEOLARI ÜZERİNE BİR MİKRO ÇALIŞMA
Bu çalışma, Amerika kaynaklı bir sivil toplum kuruluşu olan,
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu veya kısaca UNICEF olarak bilinen
kurumun, video paylaşım platformu olan YouTube üzerinden dünya ile paylaştığı
çizgi filmlerde mülteci çocukların temsilini incelemektedir. Çalışmada sözü
edilen çizgi filmlerde, dünya çapında bir problem olan mülteciliğin, Suriyeli
mülteci çocuklar özelinde temsil biçimlerinin göstergebilimsel açıdan analizine
odaklanılmaktadır.
Bu bağlamda, kullanılan tema, içerik ve söylemlerin
benzerliğinden yola çıkılarak, UNICEF’in YouTube üzerinden paylaşmış olduğu,
“Malak ve Tekne”, “Mustafa’nın Yolu” ve “Ivine ve Yastığın Maceraları” isimli
videolar analiz edilmek üzere seçilmiştir. Araştırma yöntemi olarak
“Göstergebilim” kullanılacak olup, Stuart Hall’un “Kültürel Temsiller ve
Anlamlandırma Uygulamalarından” da yararlanılacaktır. Genel olarak bu üç kısa
çizgi filme bakıldığında, mülteci çocukların temsilleri yalnızca “mağdur
çocuklar”, “arkadaşı olmayan yalnız çocuklar”, “ülkelerinden kaçan çocuklar”
şeklinde ortaya çıktığı görülmektedir. Öte yandan bu içeriklerde, çocukların
sorunlarının nasıl çözüleceğine dair farkındalık kazandırmaya yönelik bir mesaj
bulunmamakta; yalnızca UNICEF’e bağış yapılması talep edilmektedir.
DEVLET SİVİL TOPLUM İLİŞKİSİNİN YENİ FORMU VE REFAH DEVLETİ
Merkezileşme yerine daha dar bir faaliyet alanında işlev
yürüten yerel yönetimler, bu alanlarda yaşayan bireylerin tercihlerini
yansıtmak açısından daha kolay ve daha az maliyetli hizmetler sunmaktadır.
Toplum ve yönetim arasındaki mesafe daha kısa olduğundan, yerel hükümet siyasi
ve idari seviyede demokratik etkinlik açısından daha etkili sonuçlar
üretmektedir. “Yerel yönetişim” olarak da ifade edilebilen bu yeni idari formda
yerel yönetim anlayışı, merkezi yönetimle, özel sektörle ve diğer aktörlerle (kalkınma
ajansları, STK’lar vb.) işbirliği yapmak
suretiyle, özerklik ve verimlilik açısından daha fazla sorumluluk alan bir
formda ifade bulmaktadır. Bu noktada insan ihtiyaç ve dezavantajlarına
yönelirken, STK’ların yerel yönetimlerle işbirliği içerisinde, yerel eğitim,
sosyal hizmet, sosyal dayanışmanın güçlendirilmesi ve insan haklarının
korunması gibi temel işlevlere sahip olduğunu belirtmek gerekir. Refah
politikasının çöküşünden sonra, hükümet ve sivil toplum arasındaki işbirliğinin
önemi gittikçe artmaktadır. Bu bakımdan, hantallık, verimsizlik ve bürokratizm
gibi merkezi hükümetlerin dezavantajlı koşullarına maruz kalmadan hizmet sunma
temeline sahip olma anlamında, sivil toplumun önemi gittikçe artmaktadır. Bu
bağlamda Sultanbeyli sınırları dâhilinde mülteciler için oluşturulmuş ve
Sultanbeyli Belediyesi, Sultanbeyli Kaymakamlığı, Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı ve bazı önemli STK’ları proje ortakları olarak bir araya getiren
önemli bir işbirliği mekanizması, buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.
İSLÂMİYET VE ASRÎLİK
İşlerimizi asra göre uydurmak fikri bizde, oldukca kadîm bir
tarih-i tevellüde mâlikdir. İslâmiyet bize, dâimâ asrîlik fikrini ilhâm eden
bir menbâ-ı feyyaz, bize dâimâ teceddüd yollarını gösteren bir mürşid-i kâmil
iken, biz ona karşı çoktan beri gözlerimizi kapamış, kulaklarımızı tıkamış
bulunuyor idik. “Mum kendi dibine ışık vermez.” ve “Ol mahiler ki derya içreler
deryayı bilmezler.” darb-ı meselleri icâbınca dâimâ gözümüzün önünde müncelî bulunan
İslâmiyet bizi tenvîr edemiyordu. İçinde bulunduğumuz o deryayı hikmetin ne
olduğunu anlayamıyor idik. Avrupa ile temâsımız bize bir yenilik ve asrîlik
ruhu nefh etti.