Amerika'nın dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan çatışmaları çözüme kavuşturan global rolü, Amerikan dış politikasındaki önemini tamamen yitirmiş, yerini bütünüyle farklı Amerikan politikalarına bırakmıştır.
![]() |
Tamer Ashraf |
ABD eski dışişleri bakanlarından, efsane isim Henry
Kissinger, 2003 yılında The New York Times’ta yer alan bir yazıda, ABD’nin
dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir soruna kendi çözümü varmış gibi
davrandığını ve özellikle Cumhuriyetçilerin dünyanın tüm hastalıklarına deva
olarak sadece Amerikan hegemonyasını gördüklerini ifade etmişti. Kissinger’a
göre ABD, hem güç dengesi arayışı içinde koalisyonlar oluşturmuş hem de değer
içeren hedefler peşinde koşmuştur. Bir başka deyişle ABD, dış politikasında
çıkarlarından ziyade dünyanın sorunlarına çözüm bulma sorumluluğuna vurgu
yapmıştır.
Bugün gelinen noktada ise Kissinger’ın bu görüşlerinin
geçerliliği konusunda önemli soru işaretleri oluşturan gelişmelere şahitlik
etmekteyiz. 20 Ocak 2017’de iktidara gelen Donald Trump, “America First/ Önce
Amerika” sloganıyla başlattığı yeni dönemde, ilk olarak "Amerikalı işçiler
açısından önemli olanı yaptıklarını” söyleyerek, Trans-Pasifik Ortaklığı'ndan
(TTP) çıkılmasını onaylayan karara imza atmıştır. Böylece, ABD ile birlikte
Avusturalya, Brunei, Şili, Japonya, Kanada, Malezya, Meksika, Yeni Zelanda,
Peru, Singapur ve Vietnam arasında Çin’e karşı oluşturulması öngörülen serbest
ticaret bölgesi sonlandırılmıştır. Devamında ise ABD ile AB arasında
imzalanması planlanan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı antlaşması,
Trump yönetimi tarafından rafa kaldırılmıştır.
ABD’nin Paris iklim anlaşmasından çıkması ve BirleşmişMilletler İnsan Hakları Komitesi’nden ayrılması, ABD’nin uluslararası arenada
saygınlığını önemli ölçüde yitirmesine neden olmakla kalmayıp, uluslararası
sistemde ortaya çıkan yeni bir çatışmayı da gözler önüne sermiştir. Söz konusu
çatışma ulusalcı ve muhafazakar liderler ile küreselciler arasındadır. Bu
durumu, Trump’ın eski baş stratejisti Steve Bannon, Paris iklim anlaşması
konusunda şu sözleriyle açıkça ortaya koymuştur: “Paris İklim Anlaşması
'globalizmin' bir ürünüdür ve Başkan Trump’ın ulusalcı ve muhafazakar tabanında
bir karşılığı yoktur.”
Sözün kısası, uzun yıllardır üniversitelerde öğrencilerimize
okuttuğumuz Amerikan istisnacılığı (exceptionalism) ve Amerika’nın dünyanın herhangi
bir yerinde ortaya çıkan çatışmaları çözüme kavuşturan global rolü, Amerikan
dış politikasındaki önemini tamamen yitirmiş, yerini bütünüyle farklı Amerikan
politikalarına bırakmıştır. Obama ile yavaş yavaş başlayan ve Trump dönemiyle
zirveye ulaşan bir yeni yönelim ise ABD’nin dünyanın jandarması olma rolünü
bırakmasıdır. Bu yönelim ile birlikte Amerika, Trump’ın, müttefikleriyle
arasında başlattığı “ticaret savaşlarıyla” döneme damgasını vurmuş, AB
ülkelerinin İran ile yapılmış olan nükleer anlaşmanın korunması ısrarlarına
kulaklarını tıkayarak bu anlaşmayı da iptal etmiştir.
Batılı müttefikler arasında güven bunalımı
Burada üzerinde durulacak konu G7 örneğidir. Zira G7 zirvesi
ile Avrupa ülkeleri ve ABD arasındaki ayrışma ilk defa bu kadar açık ve net bir
şekilde gözler önüne serilmiştir. ABD’nin müttefikleri olarak nitelendirilen bu
ülkelere karşı alüminyumda yüzde 10, çelikte yüzde 25 vergi uygulanması kararı
karşısında, AB Ticaret Komiseri Cecilia Malmström isyan etmiş ve "Amerika
çok tehlikeli bir oyun oynamakta" demiştir. Merkel ise Trump’ın, bir taraf
kaybederken kendi tarafının kazanmasını tercih ettiğini, kendilerinin ise
“kazan kazan”dan yana olduklarını kaydetmiş, ancak G7 zirvesinde liderler,
Trump’ı yeni gümrük vergilerini uygulamaması için hiçbir şekilde ikna
edememişlerdir.
G7 Zirvesinden sonra Trump, yayınlamış olduğu ulusal
güvenlik belgesinde, Amerika’nın iki düşmanından biri olarak andığı Kuzey
Kore’nin lideri Kim Jong ile Singapur’da el sıkışmış ve dünyayı bir kez daha
şaşırtmıştır. Bu zirvenin sonunda Kuzey Kore’ye yaptırımların devam edeceğini
ilan etmiş olsa da Güney Kore ile askeri tatbikatları durduracağını açıklaması
hem Japonya’ya hem de Güney Kore’ye soğuk duş etkisi yapmıştır. Askeri
tatbikatları maliyetli bulan Trump, Japonya ile askeri tatbikatları devam
ettireceği teminatını Japon Başbakanı Shinzō Abe’ye vermişse de görünen o ki ne
Japonya ne Güney Kore ve ne de Batılı müttefiklerinin ABD’ye eskiden olduğu
gibi güveni kalmamıştır.
ABD’nin dış politikasındaki bu dramatik değişimler
silsilesini aşağıda değinilen gelişmelerden bağımsız okumamız imkansızdır.
Birincisi, ABD’li analistlerin 2008 finansal krizinden beri
sözünü ettikleri dünyanın jandarması rolünü oynamak uğruna ABD’nin şimdiye
kadar izlemiş olduğu aşırı emperyalist yayılma (imperial overstrech)
politikasının ABD’nin ekonomisini olumsuz etkilemesidir. Forbes dergisinin
yayınlamış olduğu 29 Şubat 2016 tarihli raporda, son 40 yılda Amerikan iktisadi
hegemonyasının düşüşe geçtiği ve dünya ekonomisine hükmetme özelliğini yavaş yavaş
yitirdiği vurgulanmıştır.
İkincisi, Trump dönemi politikalarının aslında önceki Obamadöneminde izlenen politikaların daha da hız kazanmış hali olduğunu söylemek
yanlış bir tespit olmaz. Diğer bir deyişle, Trump’ın herkesin gözüne sokarak
izlediği iktisadi ve güvenlik politikaları çok da yeni değildir. Obama,
sözgelimi, Suriye iç savaşında ve Libya ayaklanmasında arkadan liderlik etme
(leading from behind) politikası izleyerek maliyetli savaşlardan tıpkı Trump
gibi kaçınmak istemiştir. Hatırlanacağı gibi Trump, maliyetli olduğu
gerekçesiyle ABD’nin Suriye’den çıkacağını açıklamış, bölgede kalmasını isteyen
Suudi Kralı'ndan ise Suriye’de kalması karşılığında 4 milyar dolar istemiştir.
Obama döneminde ABD, Ortadoğu’da Rusya ile işbirliği yaparak, Arap baharı
sürecinde savaşın maliyetini tek başına üstlenmek yerine Rusya’nın Suriye’deki
askeri varlığına göz yummuş ve böylece tek başına global bir güç olarak
Ortadoğu’ya kendi hegemonyası altında yeni bir düzen getirmek yerine bölgede
var olmanın maliyetini Rusya ile birlikte paylaşmak (burden sharing)
istemiştir. Suriye’de Rusya’nın askeri varlığına Trump yönetimi de itiraz
etmemiştir.
Aleni İsrail yanlısı politikalar
Üçüncü önemli bir nokta ise ABD’nin İsrail politikaları ile
ilgilidir. Trump'ın “Önce Amerika” yerine neredeyse “Önce İsrail” diye
tanımlayabileceğimiz politikalar izlemesi de ABD’nin özellikle AB ülkeleriyle
ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Bu paralelde, İsrail’in istediği yönde, İran
ile uzlaşma politikasını bir yana bırakarak, nükleer antlaşmayı rafa kaldırmış,
AB ülkelerinin iştahını kabartan İran pazarını, AB üyesi ülkelerin ellerinden
almıştır. Belki de en önemlisi İran’ın yalnızlaştırılmasının, bölgede zaten var
olan istikrarsızlığı daha da artıracak olmasıdır. ABD’nin İsrail’deki
büyükelçiliğini anlı şanlı törenle Kudüs’e taşıması da Trump dönemi ABD’nin
tarihte görülmedik bir şekilde sansürsüz ve aleni bir şekilde, Arap dünyasına
hatta İslam dünyasına karşı İsrail’in yanında yer almış olmasına yol açmıştır.
Bu da geçmişte, ABD’nin İsrail-Filistin çatışmasında izlemiş olduğu
arabuluculuk rolünü eskisi gibi önemsemediğini, diğer bir deyişle, değerler vb
peşinde koşmayı bıraktığını bize göstermektedir.
Dördüncü olarak üzerinde durulması gereken bir nokta da
ABD’nin her şeye rağmen uluslararası platformda bir hegemon güç olması ve bunu
da sahip olduğu askeri teknolojik üstünlüğüne borçlu olmasıdır. Ancak bilinen
bir gerçek daha var ki bu da askeri teknolojik üstünlüğünü her an Çin’e
kaptırabilecek pozisyonu. Bundan dolayı, ABD Hazine Bakanlığı, en az yüzde 25
hissesi Çinli yatırımcılara sahip olan şirketlerin ABD'de "endüstriyel
açıdan önemli teknoloji" içeren şirketleri almalarını sınırlayacak
kurallar hazırlamakta. Wall Street Journal’ın haberine göre ABD, özellikle
Çin'in "Made in China 2025" sanayi planı kapsamında geliştirmeye
çalıştığı birçok kilit sektörü (havacılık, deniz mühendisliği, ilaç, gelişmiş
enerji araçları, robot) hedef alıyor.
ABD siyasetinde Evanjelik faktörü
Son olarak beyaz Evanjeliklerin güçlü bir şekilde
desteklediği Trump’ın döneminde, ABD’nin giderek 1823 Monroe Doktrini’ni
hatırlatacak şekilde yalnızcılık politikasına yöneleceği, ticarette daha
korumacı siyasete ağırlık vereceği son gelişmelerden anlaşılmaktadır. Belki de
en önemlisi yeni dönemde, ABD’nin izlemekte olduğu göçmen politikalarının, hem
kendi iç kamuoyunda liberal kesimden hem de uluslararası siyaset çevrelerinden
oldukça tepki toplamasıdır. Bunun en son örneği Anayasa Mahkemesi’nin Başkan
Donald Trump’ın nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu 5 ülkeyle Kuzey
Kore ve Venezuela'ya getirdiği seyahat yasağını onamasıdır. Söz konusu mahkeme,
yasağın ayırımcılık oluşturacağı ya da başkanın yetkisini aşacağı yönündeki
iddiaları reddetmiş, 4’e karşı 5 oyla kabul edilen karar, Trump yönetiminin
politikalarına ilişkin olarak verilen ilk önemli karar niteliğinde olmuştur.
Bütün bu gelişmeleri alt alta sıraladığımız zaman
uluslararası sistemin baş döndürücü bir hızla sürekli dönüşüme uğradığını
görmekteyiz. 2000’lerin başında ABD’nin tek süper güç olarak tanımlandığı tek
kutuplu sistemden artık bahsetmemiz imkansızdır. Sistem elbette çok kutupludur
ve askeri teknolojik üstünlüğü elinde bulunduran ABD’nin halihazırda süper güç
olduğundan ne kadar bahsetsek de Çin, her alanda ama özellikle savunma ve
askeri alanlarda atmakta olduğu dev adımlardan dolayı yakın bir gelecekte,
ABD’nin söz konusu üstünlüğünü devralacak gibi görünmektedir. Şimdilik Çin,
ABD’yi siyaseten karşısına almadan yatıştırma politikaları izleyerek zaman
kazanmaya çalışmaktadır.