İran ve İsrail’in Suriye’de bir çatışmaya sürüklenmesi için iki kritik eşik vardı ve halihazırda bu iki eşik de fazlasıyla aşıldı.
Bu yazıya konu olan açık-kaynaklı istihbarat analizi ve
stratejik tahmin, iddialı bir araştırma sorusuna dayanıyor: İran ve İsrail’in
Suriye’de bir çatışmaya sürüklenmesi mümkün mü?
Açıkçası, bundan birkaç yıl önce bahse konu olasılık üzerine
bir profesyonel bir çalışma hazırlasaydık, bu senaryo için geçilmesi gereken en
önemli eşik olarak, İsrail’in Suriye’de İran’ın müttefiklerini değil, doğrudan
Devrim Muhafızları personelini hedef almasını ifade edebilirdik. Muhtemelen
ikinci ciddi eşik de Tahran’ın Baas rejimini ve Suriye Arap Silahlı
Kuvvetleri’nin muharip kapasitesini desteklemenin ötesine geçerek, LübnanHizbullahı’na açılan kapısını İsrail’e karşı kalıcı ve agresif bir hibrit harp
tahkimatı haline getirmeye başlaması olacaktı. Halihazırda bu iki eşik de
fazlasıyla aşıldı. Dolayısıyla, gelinen merhalede daha detaylı bir
değerlendirme yapmak gerekiyor. Fakat baştan söylemeliyiz ki Suriye’de
İsrail-İran çatışması artık çok güçlü bir olasılık ve Suriye’de etkin tüm
aktörler, hesaplarını bu ihtimalin üzerinde durarak yapmalı.
Neden şimdi?
Zamanlamayla başlayalım: İsrail Suriye’deki İran ve Lübnan
Hizbullahı varlığına yönelik kapsamlı bir harekatı neden şimdi –ya da yakın
gelecekte– başlatsın? Çünkü söz konusu harekatı ertelediği her gün, durum
kendisi açısından biraz daha riskli hale geliyor.
İsrail Hava Kuvvetleri Suriye’de halihazırda bir F-16
kaybetti. Üstelik, tıpkı Şayrat taarruzundan sonra gerçekleşen Pantsir S-1
kısa-orta menzilli gelişmiş hava savunma sistemleri transferi –ve muhtemelen,
Sovyet döneminden kalan uzun menzilli S-200 sistemlerinin modernizasyonu– gibi,
bu kez de ABD, Fransa ve Birleşik Krallık tarafından icra edilen son askeri
müdahaleden sonra, Rusya Federasyonu Suriye Arap Hava Savunma Kuvvetleri’ne
S-300 transferini gündeme getirdi. Ayrıca birçok gelişmiş elektronik harp
sistemi de bölgede konuşlu vaziyette. Özetle, Suriye hava sahası İsrail Hava
Kuvvetleri açısından giderek daha riskli bir profil sergiliyor.
Elbette İsrail için Suriye’de en büyük değişimi beraberinde
getiren gelişme, Rusya Federasyonu’nun savaşın gidişatına müdahil olması, daha
da önemlisi, Tartus ve Hmeymim üslerine dayanarak Suriye’de caydırıcı bir A2/AD
(anti-access/area denial) sahası oluşturması.
Moskova ile kurulan kırmızı hat şimdiye dek işledi ve İsrail
ile Rusya’yı bir çatışmadan uzak tuttu. Bu çok önemliydi; zira İsrail’in
vurduğu bazı Suriye ve İran hedefleri, bölgedeki Rus birliklerine gerçekten
yakındı. Ancak elbette Netanyahu yönetiminin Rusya ile diplomatik çabalara
sonsuza kadar güvenebileceğine işaret eden herhangi bir garanti yok. Ayrıca
İran ile nükleer antlaşmadan çekilen ve Tahran’a karşı sert bir tutum takınan
Trump yönetimi de önemli bir cesaretlendirici faktör. Dolayısıyla Suriye hava
sahasına ilişkin parametreler daha fazla karmaşık hale gelmeden ve Beyaz
Saray’daki mevcut duruştan da yararlanarak, İsrail’in İran’ı ve Lübnan
Hizbullahı başta olmak üzere müttefiklerini Suriye’den çıkarmak hedefiyle
önleyici bir müdahalede bulunması, artık ciddiye alınması gereken bir olasılık.
Risk ve tehdit analizi
Şimdi ikinci kritik soruya geçelim: Peki, İsrail açısından
Suriye’de İran ve Lübnan Hizbullahı, varlığı gerçekten bir askeri harekat
riskini alabilecek kadar önemli bir tehdit düzeyinde mi? İsrail strateji çevrelerinin
bu soruya yanıtı “evet”.
Suriye’nin ve daha da önemlisi İran’ın Suriye’yi kalıcı bir
hibrit harp tahkimatı haline getirmesinin, İsrail savunma elitleri açısından
gerçekten ne anlama geldiğini görebilmek için sırasıyla 1973, 2006, 2007
yıllarına gitmemiz gerekiyor.
1973 yılı Arap-İsrail Savaşı sırasında, güney cephesi olan
Sina’da, İsrail Savunma Kuvvetleri karşılarında, gelişmiş hava savunma
sistemlerinin harp sahasına getirdiği yenilikleri çok iyi kavramış, ayrıca
personel tarafından kullanılan tanksavar füzelerinin piyadeye zırhlı birlikler
karşısında önemli avantaj sağladığını bilen, 1967’nin hatalarını tekrarlamayan
Mısır Silahlı Kuvvetleri’ni buldu. Ortadoğu için kullanılan tabirle “füzelerin
Kalaşnikof’u” haline gelen Scud füzeleri de gerçek harp koşullarında ilk defa
1973’te Mısır tarafından kullanıldı. Üstelik Sovyetler tarafından Kahire’ye
yapılan sevkiyatın konvansiyonel harp başlıklarından farklı seçenekler içerip
içermediği de bilinmemekteydi. Son olarak, bahse konu askeri gücün ardında,
Enver Sedat gibi, savaşın siyasetin farklı araçlarla icra edilen bir uzantısı
olduğunu iyi bilen bir stratejik akıl vardı.
İşte tüm bu koşullar altında, iki cepheli bir savaşa
sürüklenen İsrail’in yapması gereken şey, kuzeyde Hafız Esed’in ordularına
karşı direnmekti. Aksi durum, İsrail için yaşamsal bir tehdidi beraberinde
getirebilir ya da stratejik silah sistemlerine başvurulmasını zaruri
kılabilirdi. İkinci olasılık gerçekleşseydi, Sovyetlerin vereceği tepki yıkıcı
olacaktı. İsrail Savunma Kuvvetleri kuzey cephesine ilk başta büyük bir güç
ayıramadı. Küçük bir zırhlı birlik, müdafaa hattını 1967’den itibaren fiili
olarak kontrol edilen Golan tepelerinde kurmuştu ve Suriye Arap Silahlı
Kuvvetleri taarruzunu durdurmayı başardı. Harp tarihi açısından bir ders
niteliğinde olan 1973 Harbi, Sina’da başlayarak gelişmiş, ancak savaşın
kaderini Golan tepeleri belirlemişti. Harp tarihine kalanlar açısından savaşın
iki kazananı vardı: İlki Süveyş’in doğusuna geçişi başarıyla planlayan Mısır
komuta kademesi, diğeri ise güney cephesinde yaşadığı krizi kuzey cephesinde
çözen İsrail kriz yönetimiydi. Nitekim her iki durum da özü itibariyle, askeri
zekanın coğrafyaya ilişkin analitik yaklaşımına dayanmaktaydı.
Askeri-jeostratejik önemi bir kez daha anlaşılan Golan
tepeleri, halen sözü edilen referanslarla, İsrail strateji çevreleri için,
ifade ettiği önemi koruyor. Bölgedeki en hakim arazi olan bahse konu yükselti,
İsrail için herhangi bir barış anlaşmasından daha kritik. Zira askeri coğrafya
bağlamında bir alternatifi yok ve İsrail’in jeopolitik derinliği de yeterli
değil. Dolayısıyla, Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri’nin ve Lübnan
Hizbullahı’nın söz konusu alanda etkinliğini arttırması –hatta insansız hava
aracı uçuracak düzeye gelmeleri– İsrail’in İran’a yönelik daha ciddi bir askeri
reaksiyonuna neden olabilir.
İkinci olarak, olası bir çatışmanın köklerini 2006 yılında
aramamız gerekiyor. Hatırlanacağı üzere, İran’ın roket ve balistik füze
alanındaki deneyimlerinden de yararlanan Lübnan Hizbullahı, 34 gün boyunca
kesintisiz biçimde İsrail’i baskı altında tutmuş, Hava Kuvvetleri kökenli
General Dan Halutz’un Genelkurmay Başkanlığı’ndaki İsrail Savunma Kuvvetleri ve
Ehud Olmert hükümeti, söz konusu tehdidi, kalıcı olarak bertaraf edememişti.
Aradan 12 yıl geçti ve bugün Lübnan Hizbullahı’ndan kaynaklanan füze ve roket
tehdidi hem niteliksel hem de niceliksel olarak çok daha kritik bir düzeye
erişti. İsrail, Iron Dome (Demir Kubbe) ve David’s Sling gibi sistemlerle
roketlere ve taktik balistik füzelere yönelik ciddi kabiliyetler geliştirmiş
olsa da, füze ve roket savunmasına ilişkin birkaç teknik detayı anımsatmakta
yarar var. İlki, roket ve füze operasyonlarının “taarruz-dominant” karakterine
sahip olduğu gerçeği. Daha açık ifade etmek gerekirse, roket ve füzelere karşı
savunma yapan taraf, tehdit arz ettiği hesaplanan unsurlar karşısında, söz
gelimi, yüzde 70 oranında havada imha performansına ulaşsa dahi –ki bu üst
düzey bir orandır– popülasyon merkezlerine ve kritik milli altyapıya düşecek
geriye kalan yüzde 30’luk paketin sonuçları hem psikolojik hem de kinetik
olarak yıkıcı olabilir. Taarruz-dominant karakteristiğin bir diğer etkisi de,
gelen roket ve füze tehdidinin tamamen havada imha edildiği hayali bir durumda
dahi, taarruz altındaki ülkede sosyal ve ekonomik yaşamın durmasıdır.
Dolayısıyla, taarruz eden taraf taarruzun şiddetini koruyabildiği sürece, büyük
olasılıkla kazançlı olacaktır. Son olarak, savunma ekonomisi açısından
roketlere ve taktik balistik füzelere yapılan yatırımın, roket ve füze
savunması için birkaç kat daha fazla yatırımla karşılanması gerektiğinin de altını
çizelim.
2006 senesini hatırlamak, bugün Suriye’de İran-İsrail
çatışmasını anlamak açısından üç nedenle önem taşıyor. Öncelikle, açık-kaynaklı
istihbarat verileri, Tahran’ın balistik füze üretim kapasitesinin bir bölümünü
Suriye’ye taşıma gayreti içinde olduğunu gösteriyor. Özellikle Banyas
yakınlarında hızla inşa edilen tesise ilişkin uydu verileri, bu hususta oldukça
düşündürücü. Tahran doğrudan Suriye topraklarında füze ve roket üretim
kapasitesine erişirse, vekaleten harp yetenekleri açısından çok büyük avantaj
sahibi olacaktır. İkincisi, İran’ın geçtiğimiz yıl Deyr ez-Zor’a yönelik kendi
topraklarından düzenlediği füze taarruzu, Batılı strateji çevreleri Şahab ve
Sejil gibi daha uzun menzilli balistik füze ailelerine odaklanmışken, İran’ın
güdümlü roketler ve taktik balistik füzeler alanında (özellikle quasi-ballistic
uçuş yolu olan sistemlere ilişkin) gerçek bir atılım yaptığını ortaya koydu. Bu
tip sistemler, harp sahasında kullanılabilen taktik nitelikleri ve hassas isabetleri
ile dikkat çekiyor. İran’ın Fatih-110, Fatih-330 ve Zülfikar merhaleleriyle
gelişen güdümlü roket/taktik balistik füze ailesi, Suriye’de üretilir ve Lübnan
Hizbullahı’na transfer edilirse, İsrail 2006 yılından çok daha zor bir tabloyla
karşı karşıya kalacaktır. Bu nedenle İsrail, işler bu düzeye gelmeden
müdahaleyi seçebilir.
Son olarak 2007 yılına giderek, İsrail Hava Kuvvetleri’nin
Suriye’nin el Kibar nükleer tesisini vurduğu hava saldırısını anımsamak
gerekiyor. Meir Dagan liderliğindeki İsrail istihbaratının, Kuzey Kore ile
Suriye Baas rejimi arasındaki kritik işbirliğini çözmesiyle ortaya çıkarılan bu
gizli tesis, 2007 yılında vurulmuştu. Söz konusu nokta harekatı, İsrail
makamlarınca resmi olarak ancak kısa bir süre önce sahiplenildi. Stratejik
olarak 2007 müdahalesi, İsrail’in Begin Doktrini’ne dayanmakta idi. Eski
Başbakan Menahem Begin’in adıyla anılan doktrin, İsrail’in çevresinde ofansif
stratejik silah sistemleri üretimine, özellikle de nükleer silahlara yönelik
önleyici müdahaleyi öngörüyor. 1981 yılında Irak’ın Osirak nükleer tesisine
yönelik taarruz ve geçtiğimiz yıllarda İran’ın nükleer programında çalışan
kilit personele yönelik faaliyetler Begin Doktrini çerçevesinde
gerçekleştirildi,
Halihazırda Suriye Baas rejiminin kimyasal silahsızlanma
rejimine muhalefet ettiği kesinleşti. Ayrıca ABD liderliğindeki Suriye’yi hedef
alan son harekata ilişkin yapılan açıklamalarda, biyolojik silahlardan açıkça
söz edilmesi de anlamlı. Dahası, Suriye’de silahsızlanma rejimi çok dar bir
çerçevede uygulandığı için, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri balistik füze
yeteneklerini korudu, hatta önemli bir muharip tecrübe de edindi. Dolayısıyla
Kuzey Kore ile yakın ilişkilerini sürdüren, kimyasal harp faaliyetlerine ara
vermeyen Suriye’de, nükleer antlaşmayla kontrol edilemediği düşünülen İran’ın
varlığı, İsrail açısından stratejik silah sistemleri segmentinde de kritik bir
konu.
Felakete doğru adım adım
Lübnan Hizbullah’ına yönelik kritik silah sevkiyatlarına,
Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin kimyasal harp kapasitesinin bazı eşikleri
aşmasına ve Golan tepelerindeki fiili duruma yönelik herhangi bir tasarrufa
karşı askeri müdahalede bulunacağını ilan eden İsrail’in, son beş yılda 120
kadar hava ve füze taarruzu gerçekleştirdiği biliniyor.
Konunun önemli veçhelerini analiz edebilmek için, bu
müdahaleler sonucunda İsrail Savunma Kuvvetleri’nin neleri başardığına değil,
nelere engel olamadığına bakalım. Öncelikle açık-kaynaklı istihbarat
verileriyle teyit edebildiğimiz üzere, İsrail İran’ın Banyas yakınlarında gelişmiş
bir füze üretim tesisi inşa etmesine engel olamadı. T-4 (Tiyas) üssünde
İranlıların insansız hava araçları üretmesini ve Suriye’de kullanmasını akamete
uğratamadı. Devrim Muhafızları’nın dünyanın dört bir yanından Şii milisleri
sistematik biçimde Suriye’ye yönlendirmesinin, Lübnan Hizbullahı’nın ülkede en
ciddi askeri belirleyenlerden biri olmasının ve Başkent Şam’ın önemli
noktalarına kalıcı görünen biçimde yerleşmesinin, Kudüs Güçleri’nin –fiili
olarak– Golan tepelerine çok yakın askeri üsler kurmasının da önüne geçemedi.
Açıkçası Suriye’de savaşın ilk yıllarında, İsrail strateji
çevrelerinde ve siyasa yapıcılarında gözlemlenen eğilim, oyun-değiştirici bir
müdahaleden kaçınmak, Golan tepelerine komşu alanlarda krizleri engellemek ve
en nihayetinde, Saddam Hüseyin’in savaş makinesinden sonra bir başka Baas Arap
ordusunun, hatta İsrail’i dengelemeye yönelik gerçek bir stratejik silah
sistemleri programı olan son Arap silahlı kuvvetlerinin, tedrici olarak yok
oluşunu seyretmek idi. Gerçekten de 2011-2012 yılları anımsandığında rejimin,
elindeki mezhep esasına göre kurgulanmış birkaç birlikle hareket etmeye
çalıştığı, askeri istihbarat başkanı, savunma bakanı gibi üst düzey figürlerin
başkent Şam’da suikasta uğradığı, neredeyse her gün Suriye Arap Silahlı
Kuvvetleri’nin bir generalinin muhalefet saflarına geçtiğini belirten videolar
yayımladığı bir dönem akla geliyor.
Öte yandan, 2013-2015 yılları arasında yaşanan gelişmeler,
İsrail açısından farklı anlamlar taşıyor. İran Suriye’ye tüm gücüyle yerleşti
ve kolay sökülebilecek gibi de durmuyor. Benzer şekilde, Lübnan Hizbullahı da
yeteneklerini ve Suriye’deki yerini konsolide ediyor.
İran ve İsrail arasında Suriye’de yaşanan gerilimlerin daha
da tehlikeli bir hal alması, hatta Orta Doğu’da bölgesel bir savaşı
tetikleyecek mahiyete ulaşması mümkün. Bu hususta önümüzde iki önemli eğilim
bulunuyor. Bunlardan ilki, İsrail’in Suriye’de nokta taarruzları bırakıp İran
ve Lübnan Hizbullahı’nı hedef alan geniş çaplı bir harekata girişmesi. İkincisi
de İran topraklarını doğrudan, mahdut hedefli bir taarruzla vurması. Her iki
durumda da olayların kontrolden çıkması kaçınılmaz.
Peki, İsrail böyle bir harekatı başarabilir mi? Bu sorunun
yanıtı ayrı bir değerlendirmeyle bulunabilir. Ancak, konuyla profesyonel
seviyede ilgilenenler için birkaç ipucu verelim. Öncelikle, İsrail strateji
çevrelerinin, Tahran’ın nükleer programını akamete uğratmak için
gerçekleştirilen Stuxnet siber saldırısının askeri-teknik hedefinde İran
bulunsa da, siyasi hedefinde İsrail olduğuna ilişkin değerlendirmelerinin
üzerinde durmak gerekiyor. Bu yaklaşım çerçevesinde, İsrail’in o dönemde
önleyici bir taarruza karar verdiği, böyle riskli bir girişimin önüne geçmek
için de ABD’nin kinetik etkileri olan siber seçeneğe yöneldiği belirtiliyor.
İkinci olarak da böyle bir müdahale için sadece İsrail Hava
Kuvvetleri’ne bakmamak gerekiyor. Taktik balistik füzeler, denizaltı
platformlarından ateşlenen akıllı mühimmat yetenekleri ve elektronik harp
kabiliyetleri, dikkatle izlenmesi gereken diğer unsurlar.
Suriye'de İsrail'in istedikleri oluyor
ABD'li kurt politikacı Henry Kissinger'in "Her şey yolunda giderse, yakında Ortadoğu'nun yarısı İsrail'in olacaktır" sözü Suriye bağlamında gerçekleşmek üzere.
Demokrasi getirmek bahanesiyle 6 yıldır taşeron teröristler
aracılığıyla yakılıp yıkılan Suriye, adım adım Yahudilerin Arzı Mevud hedefine
hazırlanıyor. Bu hedefe ulaşmak için öncelikle Suriye'nin kuzeyinde bir
federasyon ilan edilmesi planlanıyor. Reuters’a açıklamalarda bulunan
Suriye'nin kuzeyindeki Kobani kentinin dış ilişkiler yetkilisi İdris Nassan,
Suriye’de Kürtlerin kontrolündeki bölgelerde yakın bir zamanda federal sistem
ilan edilmesini beklediğini söyledi. Federasyon ilanının özyönetim çerçevesinin
genişletilmesi anlamına geldiğini ifade eden Nassan, bölgenin adının ‘Kuzey
Suriye Federasyonu’ olacağını ve burada yaşayan tüm etnik grupların temsil
edileceğini duyurdu. Suriye'nin kuzeyinde, Türkiye sınırı boyunca yer alan
Cezire, Kobani ve Afrin olarak adlandırılan üç bölge PYD unsurlarının
kontrolünde bulunuyor.