![]() |
Tamer Ashraf |
"Yüzyılın Anlaşması" olarak adlandırılan barış planının ekonomik boyutu ABD'li yetkililerin en fazla açıklığa kavuşturduğu kısım. Ancak Arap ülkelerinin dikkat kesildiği siyasi boyut hala belirsiz.
Trump yönetiminin, İsrail-Filistin meselesinin çözümüne yönelik "Yüzyılın Anlaşması" olarak adlandırılan barış planının ekonomik boyutu ABD'li yetkililerin en fazla açıklığa kavuşturduğu kısım. Ancak Arap ülkelerinin dikkat kesildiği siyasi boyut hala müphemliğini koruyor.
ABD Başkanı Donald Trump'ın damadı ve kıdemli başdanışmanı Jared Kushner, şubat ayında gerçekleştirdiği bölge turunda ziyaret ettiği ülkelerin liderlerine (Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Bahreyn, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye) planın ekonomik boyutuyla ilgili bilgi vermiş, Kudüs'ün nihai statüsü, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulup kurulmayacağı gibi temel anlaşmazlık konularına ise hiç değinilmemişti.
Arap ülkeleri, Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz Al Suud'un 2002 yılında Beyrut zirvesinde gündeme getirdiği Arap Barış Planı'yla uyumlu şekilde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulması için çağrılar yapıyor.
Filistin topraklarında yatırımı teşvik etmek, daha fazla ekonomik yatırım için bölgesel ve uluslararası destek toplamak, çalıştayın hedefleri arasında. ABD, Filistinlilerin, kendilerini zor sosyal ve ekonomik şartlardan kurtaracak bu yatırım ve teşviklerden memnun olacağını düşünüyor. Washington yönetimi, bu yatırım ve teşviklerin ayrıca, Filistinlilerin İsraillilerle kalıcı barış müzakereleri için şart koştukları bağımsız devlete "sözde" alternatif olacağına inanıyor.
Planın açıklanan ekonomik boyutu, Filistinlilerin ekonomisini güçlendirmeyi ve onlara daha iyi bir gelecek temin etmeyi içeriyor. "Açıklanmayan" siyasi boyutunda ise ABD yönetimi, dönüş hakkı, yerleşim birimleri, Kudüs'ün nihai statüsü gibi önemli temel meselelerin karara bağlanmasını ya da halihazırda tartışılmasını ertelemeyi tercih ediyor.
Bahreyn, ABD ortaklığında çalıştaya ev sahipliği yaparak Filistin'in çıkarlarını koruma sorumluluğunu ifa ettiğini düşünüyor. Bahreyn, "Refah için Barış" adlı çalıştaya, Filistin halkının meşru taleplerini gerçekleştirmek için kaynaklarını güçlendirmesini ve kalkınmasını sağlamak adına sarf edilen çabalara destek kapsamında ev sahipliği yapıyor.
Bahreyn resmi ajansına göre, bu ekonomi çalıştayı, bölgede barışın tesis edilmesine olanak sağlamak için yatırımları ve girişimleri teşvik etmek amacıyla görüş alışverişi ve strateji belirlemede sivil toplum kuruluşları, iş dünyası ve hükümet liderlerinin toplanmasını sağlayan önemli bir fırsat teşkil ediyor.
Bahreyn, Dışişleri Bakanı Halid bin Ahmed'in 21 Mayıs'taki açıklamasına göre, Filistin halkının başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlet kurmak başta olmak üzere meşru haklarını geri almasına ve ekonomik durumuna destek olma konusundaki sabit tutumuna bağlı kalıyor.
İsrail medyası, İsrail Maliye Bakanı Moşe Kahlon'un da çalıştaya katılacağına dair haberler naklederken, birçok Arap ülkesi bu konudaki resmi tutumunu açıklamadı.
Suudi Arabistan, Bahreyn'de ABD ile iş birliği içinde düzenlenecek "Refah için Barış" çalıştayına katılacağını duyurdu. Suudi Arabistan resmi ajansı SPA'ya göre Suudi Arabistan, çalıştaya Ekonomi ve Planlama Bakanı Muhammed et-Tuveyciri'nin başkanlığındaki bir heyetle katılacak. Bakanın katılımının, Suudi Arabistan'ın Filistin halkına daimi destek tavrının bir devamı olduğu ifade edildi.
BAE de resmi olarak çalıştayın duyurulmasından memnuniyet duyduğunu ve bir heyetle toplantıya katılacağını açıkladı.
BAE Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, "BAE'nin bölgeyi kalkındırmayı ve ekonomik büyüme fırsatlarını artırmayı amaçlayan tüm uluslararası çabaların yanında" olduğu belirtilerek, başta Filistin halkı olmak üzere bölge halkının karşılaştığı zorlukların hafifletilmesi gerektiği aktarıldı. BAE, siyasi tutumunun, başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletinin kurulmasının net siyasi tutumu olduğunu vurguluyor.
Filistinliler, Suudi Arabistan tarafından 2002 yılında sunulan, 1967 sınırlarında, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulmasını öngören Arap Barış Girişimi'ni destekliyor. Girişim, dönüş hakkına ulaşmadan Arap ülkelerinin İsrail ile herhangi bir ilişki kurmaması, İsrail'in Golan tepelerinden çekilmesi gibi bazı şartları içeriyor.
Filistin yönetimi, kendisi adına herhangi bir tarafı müzakere etmeye zorlamadığını ancak bununla birlikte Filistin halkına hizmet etmek isteyenlerin, "Manama çalıştayı gibi reddedilen konularda" ortak tutuma saygı göstermesi gerektiğini vurguluyor. Öte yandan İsrail işgali sonlanmadan, uluslararası hukuka ve BM kararlarına bağlı kalınmadan Filistin'in ekonomik imkanlara sahip olamayacağını teyit ediyor.
ABD Başkanı Donald Trump'ın, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımasından bu yana Filistinliler, Washington yönetiminin, bağımsız Filistin devleti taleplerinin bir kenara bırakılmasına karşılık büyük yatırımlar teklif ettiği ve siyasi tutumları satın almaya çalıştığı konusunda uyarıda bulunuyor.
Manama çalıştayı, ABD barış planının ilk aşaması ise Filistin tarafından yönetim, siyasi ve ekonomi alanında herhangi bir katılımın olmaması bunun gibi bir organizasyonun, Filistin halkının bağımsız devletinin kurulması kapsamında meşru haklarını alamayacağı, adil barışın sağlanması yolunda bir adım olmadığını gösteriyor.
ABD Başkanı Donald Trump'ın damadı ve kıdemli başdanışmanı Jared Kushner, şubat ayında gerçekleştirdiği bölge turunda ziyaret ettiği ülkelerin liderlerine (Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Bahreyn, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye) planın ekonomik boyutuyla ilgili bilgi vermiş, Kudüs'ün nihai statüsü, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulup kurulmayacağı gibi temel anlaşmazlık konularına ise hiç değinilmemişti.
Arap ülkeleri, Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz Al Suud'un 2002 yılında Beyrut zirvesinde gündeme getirdiği Arap Barış Planı'yla uyumlu şekilde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulması için çağrılar yapıyor.
Bağımsız devlete sözde alternatif
"Yüzyılın Anlaşması" planının ilk uygulama adımı olarak Bahreyn'in başkenti Manama'da 25-26 Haziran'da "Refah için Barış" adlı bir ekonomi çalıştayı düzenlenmesi öngörülüyor. Söz konusu toplantıya uluslararası ve bölgesel iş çevrelerinden katılım gösterilmesi, Arap ülkelerinden iş adamı ve yatırımcılar ile bazı ülkelerin dışişleri ve ekonomi bakanlarının iştirak etmesi bekleniyor. Bölgedeki yatırım fırsatlarının ele alınacağı toplantıda potansiyel ekonomik büyüme, beşeri sermaye gelişimi, Filistin başta olmak üzere bölgede teşvik edici bir yatırım ortamı oluşturulması konuları değerlendirilecek.Filistin topraklarında yatırımı teşvik etmek, daha fazla ekonomik yatırım için bölgesel ve uluslararası destek toplamak, çalıştayın hedefleri arasında. ABD, Filistinlilerin, kendilerini zor sosyal ve ekonomik şartlardan kurtaracak bu yatırım ve teşviklerden memnun olacağını düşünüyor. Washington yönetimi, bu yatırım ve teşviklerin ayrıca, Filistinlilerin İsraillilerle kalıcı barış müzakereleri için şart koştukları bağımsız devlete "sözde" alternatif olacağına inanıyor.
Planın açıklanan ekonomik boyutu, Filistinlilerin ekonomisini güçlendirmeyi ve onlara daha iyi bir gelecek temin etmeyi içeriyor. "Açıklanmayan" siyasi boyutunda ise ABD yönetimi, dönüş hakkı, yerleşim birimleri, Kudüs'ün nihai statüsü gibi önemli temel meselelerin karara bağlanmasını ya da halihazırda tartışılmasını ertelemeyi tercih ediyor.
Bahreyn, ABD ortaklığında çalıştaya ev sahipliği yaparak Filistin'in çıkarlarını koruma sorumluluğunu ifa ettiğini düşünüyor. Bahreyn, "Refah için Barış" adlı çalıştaya, Filistin halkının meşru taleplerini gerçekleştirmek için kaynaklarını güçlendirmesini ve kalkınmasını sağlamak adına sarf edilen çabalara destek kapsamında ev sahipliği yapıyor.
Bahreyn resmi ajansına göre, bu ekonomi çalıştayı, bölgede barışın tesis edilmesine olanak sağlamak için yatırımları ve girişimleri teşvik etmek amacıyla görüş alışverişi ve strateji belirlemede sivil toplum kuruluşları, iş dünyası ve hükümet liderlerinin toplanmasını sağlayan önemli bir fırsat teşkil ediyor.
Bahreyn, Dışişleri Bakanı Halid bin Ahmed'in 21 Mayıs'taki açıklamasına göre, Filistin halkının başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlet kurmak başta olmak üzere meşru haklarını geri almasına ve ekonomik durumuna destek olma konusundaki sabit tutumuna bağlı kalıyor.
İsrail medyası, İsrail Maliye Bakanı Moşe Kahlon'un da çalıştaya katılacağına dair haberler naklederken, birçok Arap ülkesi bu konudaki resmi tutumunu açıklamadı.
Suudi Arabistan, Bahreyn'de ABD ile iş birliği içinde düzenlenecek "Refah için Barış" çalıştayına katılacağını duyurdu. Suudi Arabistan resmi ajansı SPA'ya göre Suudi Arabistan, çalıştaya Ekonomi ve Planlama Bakanı Muhammed et-Tuveyciri'nin başkanlığındaki bir heyetle katılacak. Bakanın katılımının, Suudi Arabistan'ın Filistin halkına daimi destek tavrının bir devamı olduğu ifade edildi.
BAE de resmi olarak çalıştayın duyurulmasından memnuniyet duyduğunu ve bir heyetle toplantıya katılacağını açıkladı.
BAE Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, "BAE'nin bölgeyi kalkındırmayı ve ekonomik büyüme fırsatlarını artırmayı amaçlayan tüm uluslararası çabaların yanında" olduğu belirtilerek, başta Filistin halkı olmak üzere bölge halkının karşılaştığı zorlukların hafifletilmesi gerektiği aktarıldı. BAE, siyasi tutumunun, başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletinin kurulmasının net siyasi tutumu olduğunu vurguluyor.
"Siyasi irade satın alınıyor" suçlaması
Buna mukabil ABD'nin "Yüzyılın Anlaşması" planı kapsamında ilk organizasyon niteliğindeki bu çalıştay, Filistin tarafında tepkilerle karşılandı. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nden (FKÖ) siyasi ve ulusal hareketler ile özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarına kadar tüm Filistinli taraflar, toplantıyı boykot edeceklerini açıkladı.Filistinliler, Suudi Arabistan tarafından 2002 yılında sunulan, 1967 sınırlarında, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devletinin kurulmasını öngören Arap Barış Girişimi'ni destekliyor. Girişim, dönüş hakkına ulaşmadan Arap ülkelerinin İsrail ile herhangi bir ilişki kurmaması, İsrail'in Golan tepelerinden çekilmesi gibi bazı şartları içeriyor.
Filistin yönetimi, kendisi adına herhangi bir tarafı müzakere etmeye zorlamadığını ancak bununla birlikte Filistin halkına hizmet etmek isteyenlerin, "Manama çalıştayı gibi reddedilen konularda" ortak tutuma saygı göstermesi gerektiğini vurguluyor. Öte yandan İsrail işgali sonlanmadan, uluslararası hukuka ve BM kararlarına bağlı kalınmadan Filistin'in ekonomik imkanlara sahip olamayacağını teyit ediyor.
ABD Başkanı Donald Trump'ın, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımasından bu yana Filistinliler, Washington yönetiminin, bağımsız Filistin devleti taleplerinin bir kenara bırakılmasına karşılık büyük yatırımlar teklif ettiği ve siyasi tutumları satın almaya çalıştığı konusunda uyarıda bulunuyor.
Manama çalıştayı, ABD barış planının ilk aşaması ise Filistin tarafından yönetim, siyasi ve ekonomi alanında herhangi bir katılımın olmaması bunun gibi bir organizasyonun, Filistin halkının bağımsız devletinin kurulması kapsamında meşru haklarını alamayacağı, adil barışın sağlanması yolunda bir adım olmadığını gösteriyor.
İsrail’de seçimlerin yenilenmesi neye işaret ediyor?
Geçen sene savunma bakanlığından istifa ederek erken seçimin yolunu açan Liberman, 9 Nisan sonrasında da koalisyon şartı olarak Netanyahu’nun önüne siyaseten kabul edemeyeceği maddeler koymuştu.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 9 Nisan’a giden süreçteki seçim kampanyasını neredeyse tamamen sol karşıtı bir söylem üzerine inşa etti. Her fırsatta kendi tabanına, sol gelirse İsrail’in ne hallere düşeceğini, İran’ın İsrail’in başına olmadık çoraplar öreceğini anlattı. Ülkesine sürekli olarak Hizbullah’la ve İran’la savaş olasılığını hatırlattı. Bu süreçte diğer sağ partiler Netanyahu için muhtemel koalisyon ortaklarından öteye geçemeyecek kadar küçüklerdi. Dolayısıyla bir kez sağ partiler Knesset’te çoğunluğu ele geçirirse Netanyahu İsrail’in doğal lideri olarak ortaya çıkacaktı. Ancak işler Netanyahu’nun beklediği gibi gitmedi. Zira her ne kadar 9 Nisan’da sağ partiler bir sandalye farkla Benny Gantz’ın başını çektiği Mavi-Beyaz ittifakına karşı siyasi bir zafer kazanmış olsalar da, bu defa sağdaki liderlerden biri (Netanyahu’nun eski savunma bakanı Avigdor Liberman) Netanyahu’nun çantasında keklik olmayı reddedecekti. Dahası Liberman bunun sinyallerini Kasım 2018’den beri veriyordu.
Kasım 2018’de kaleme alınan bir yazıda da geçtiği şekliyle, [1] İsrail’de kurulamayan koalisyon için Gazze Mayıs’ın başında ciddi bir bedel ödedi. Her ne kadar Netanyahu Gazze’ye saldırılar ve Gazze’den de İsrail’e atılan roketler üzerinden ciddi bir güvenlik atmosferi oluşturup koalisyon pazarlıkları sırasında sağ partiler üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak istese de bu pek işe yaramadı. Diğer yandan Amerika’nın İran’la savaşın eşiğine gelmesi bile bir şey değiştirmedi. Bu da aslında Netanyahu’nun sıcak çatışma üzerinden oluşturduğu olağanüstü halin seçmen üzerinde işe yararken muhtemel koalisyon ortağı siyasi elitler üzerinde pek bir etkisi olmadığının kanıtı. Diğer yandan Netanyahu’nun güvenlik kartının da sınırlarını gözler önüne seriyor.
Gelinen yer itibariyle İsrail sağının bölünmeleri her zamankinden daha derin ve önümüzdeki süreçte daha da derinleşecekmiş gibi bir izlenim veriyor. En başından, seçimin maliyeti ciddi bir tartışma konusuna dönüştü. İsrail Maliye Bakanlığı yeni seçimin maliyeti olan yaklaşık 500 milyon şekel için yaptığı açıklamada, bütçede böyle bir miktarın yer almadığını belirtti. Bu da sağdaki liderlerin hanesine düşülecek notlardan biri. Diğer yandan toplumda, sağdaki liderlerin tavizsiz tutumları fazla rahatlık olarak görülüyor. Dolayısıyla Mavi-Beyaz Bloku’nun ve sol partilerin bu seçimde bir sandalyelik farkı kapatma şansları daha yüksek olabilir. Bu da solun kendi tabanını mobilize edebilmesine bağlı. 9 Nisan’daki seçimlerde sandıklara gitmeyen Arap seçmeni oy kullanmaya ikna etmekle işe başlayabilirler. 1977 seçimlerinden bu yana İsrail solunun bu kadar avantajlı olduğu bir süreç belki de hiç olmamıştır. Bu başarısızlık sürecinden en büyük motivasyonu kazanacak diğer iki siyasetçi ise Aralık 2018’de bir araya gelip Yeni Sağ Partisi’ni kuran Naftali Bennett ve Ayelet Şaked. Her ikisi de sağda yer alıp barajı geçemeyen adaylar. Her ne kadar Şaked’in artık Yeni Sağ’da yer almayacağı açıklansa da İsrail’in sağ seçmeni bu iki siyasetçiyi destekleyebilir. Ancak bu iki figürden herhangi birinin yükselişi bile Netanyahu’yu geride bırakacak sağcı bir siyasetin kapısını aralar.
Şu an için ihtimalleri bir kenara bırakıp en gerçekçi görünen senaryoyu düşünecek olursak, Binyamin Netanyahu’nun çok bir şey kaybetmeyeceğini söyleyebiliriz. Her ne kadar şu anda sağcı siyasetçilerin ciddi bir kısmı Avigdor Liberman’ı katı tutumuyla koalisyonu engellemekle suçlasa da, seçmenlerinin pozisyonundan taviz vermediği için o da oy tabanını koruyacaktır. Diğer yandan dindar partilerin oy oranlarında da büyük bir değişim olmaması muhtemel. Eylül ayına kadarki süreçte, sağcı partilerin birbirlerini suçlayarak tabanlarını konsolide etmeye çalışmaları, seçim kampanyalarının temelini oluşturabilir. Netanyahu’nun Liberman’ı solcu olarak yaftalaması ve Ultra-Ortodoks isimlerin Netanyahu’yu sonucu bile bile Liberman’ın peşinden koşmakla suçlaması da bu durumun habercisi. Diğer yandan seküler milliyetçilerin Ultra-Ortodoksları kendi imtiyazlarının peşinden koşmakla itham etmesi de İsrail toplumunda dindar ve seküler kesimler arasındaki fay hattının derinleşeceğinin bir göstergesi. Kısa vadede Knesset içi dengelerde büyük değişiklikler göremesek de orta-uzun vadede İsrail sağındaki iç gerilim artacağa benziyor.
Peki, Knesset içi dağılım değişmezse ne olur? Bu durum Likud’un birkaç gün önce kendi içinde pragmatik bir yaklaşımla kabul ettiği, merkez sağdan bir partinin koalisyona dahil edilmesi senaryosunu akıllara getiriyor. Zira Netanyahu’nun partisi, İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in koalisyon kurma görevini Benny Gantz’a verme ihtimaline karşılık, merkezde yer alan bir partiyi koalisyona dahil ederek Avigdor Liberman’ı “bypass” etmeyi göze almıştı. Eğer ikinci seçimde de manzara çok değişmezse, Netanyahu sağ bir hükümet kurmak yerine, kendini başbakanlıkta tutacak bir koalisyon arayışına girebilir. Tabii eğer o güne kadar yargılanma sürecinde bir değişiklik olmazsa. Zira 9 Nisan sonrasındaki koalisyon görüşmelerinin sihirli kelimelerinden biri de dokunulmazlık yasasıydı. Fakat Netanyahu şu ana dek böyle bir yasa çıkarmak konusunda başarılı olamadı. Dolayısıyla bu sürecin Netanyahu’nun sonunu getirme ihtimali de var ve bu durum bütün manzarayı değiştirebilir. İsrailli yorumcular Netanyahu’nun halihazırda tüm politik kariyerinin en büyük yenilgisini aldığı yorumunu yapıyor.
Koalisyon kurulamamasının yol açtığı tek yenilgi Netanyahu’nun politik kariyerinde olmadı. ABD Başkanı Donald Trump’ın Ramazan’dan sonra açıklamaya hazırlandığı ve basına sızdırıldığı kadarıyla bir barış vizyonu içermeyen “yüzyılın anlaşması” açısından da durum pek iç açıcı değil. Zira bütün bir anlaşma Binyamin Netanyahu’nun başbakanlığı üzerine inşa edilmiş durumda. Anlaşmayla ilgili görüşmeler için bugün İsrail’e giden Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’in bir başbakan yerine koltuğu sallanan bir siyasetçiyle konuşacak olması, anlaşmanın belirsiz geleceğine dair çok şey söylüyor. Bu belirsizlik sadece ABD-İsrail eksenini etkilemekle kalmaz; ABD üzerinden İsrail’in ilişkilerini ilerlettiği Körfez ülkelerinin de kendi pozisyonlarını yeniden düşünmelerine neden olabilir.
Bunlardan en büyüğü Ultra-Ortodoks Yahudilerin askerlik yapma zorunluluğuna dair bir yasaydı. Devletin kurulduğu dönemden bu yana Ultra-Ortodoks Yahudilerin askerlik yapmaması ve kendilerine tanınan vergi muafiyetleri, İsrailli seküler kesimlerin gündeminde daha yoğun olarak yer almaya başladı.Netanyahu Paris’te Vladimir Putin’le zar zor ayarlayabildiği görüşmeyi yaparken Liberman Gazze’ye İsrailli bir tim göndererek üst düzey bir Hamas komutanına suikast düzenleyecek, operasyon sarpa saracak, İsrailli bir asker öldürülecek ve Liberman da operasyonun başarısızlığı üzerinden Netanyahu karşıtı bir propaganda körükleyecekti. Netanyahu olayın üzerinden uzun zaman geçmeden apar topar İsrail’e döndü ve vakit kaybetmeden Hamas’la ateşkesi sağladı. Her ne kadar Gazze saldırıları Netanyahu için işe yarayan bir araç olsa da, kendi çıkarmadığı bir savaşın Liberman tarafından götürülmek istendiği yer belliydi. Bazı analistler bu olayı Liberman’ın Netanyahu’ya bir darbesi olarak yorumladı. Nihayetinde Netanyahu’nun Hamas’la ateşkes kararı almasının ardından, Liberman kabinedeki savunma bakanlığı koltuğundan istifa ederek erken seçimin yolunu açmış oldu. Dolayısıyla mevcut durumu anlamak için Avigdor Liberman’ın Binyamin Netanyahu’yu uzunca bir süredir hedef aldığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. O günlerde erken seçimin yolunu açan Liberman, 9 Nisan sonrasında da koalisyon şartı olarak Netanyahu’nun önüne siyaseten kabul edemeyeceği bazı maddeler koydu. Bunlardan en büyüğü Ultra-Ortodoks Yahudilerin askerlik yapma zorunluluğuna dair bir yasaydı. Devletin kurulduğu dönemden bu yana Ultra-Ortodoks Yahudilerin askerlik yapmaması ve kendilerine tanınan vergi muafiyetleri, İsrailli seküler kesimlerin gündeminde daha yoğun olarak yer almaya başladı. Bunda, başlarda 400 civarında olan Haredi nüfusunun 2005’te 42 bine yaklaşmış olmasının da ciddi bir rolü vardı. Bu durum İsrail’deki milliyetçi-seküler çizgi için ciddi bir siyasi sermaye anlamına gelmekteydi.
Eğer ikinci seçimde de manzara çok değişmezse, Netanyahu sağ bir hükümet kurmak yerine, kendini başbakanlıkta tutacak bir koalisyon arayışına girebilir.2012’de bu durumu düzenleyen Tal yasasının İsrail Yüksek Mahkemesi tarafından iptal edilmesi ve Binyamin Netanyahu’nun da Ultra-Ortodoksları kendinden uzaklaştıracak bir yasayı çok da gündeme getirmemesi seküler İsrailliler için bir probleme dönüştü. Avigdor Liberman gibi seküler-milliyetçi Rus Yahudilerinin desteğiyle ayakta duran bir siyasetçi için bu mesele göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir siyasi sermayeye dönüşecekti. Bugün gelinen noktadan bakıldığında, Liberman’ın 9 Nisan seçimlerinden sonra bu meseleyi bir araç olarak kullanmak istediği oldukça açık. Bu mesele üzerinden Netanyahu’yla Ultra-Ortodoks partilerin arasını açarak hem dört dönemdir başbakanlık yapan Netanyahu’yu yalnızlaştıracak hem de kendi siyasi payını artıracak hamleler yapıyor. Liberman Netanyahu’nun kurduğu koalisyon sistemini sarsmaksızın Netanyahu’dan bir şey alamayacağının son derece farkında.
Kasım 2018’de kaleme alınan bir yazıda da geçtiği şekliyle, [1] İsrail’de kurulamayan koalisyon için Gazze Mayıs’ın başında ciddi bir bedel ödedi. Her ne kadar Netanyahu Gazze’ye saldırılar ve Gazze’den de İsrail’e atılan roketler üzerinden ciddi bir güvenlik atmosferi oluşturup koalisyon pazarlıkları sırasında sağ partiler üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak istese de bu pek işe yaramadı. Diğer yandan Amerika’nın İran’la savaşın eşiğine gelmesi bile bir şey değiştirmedi. Bu da aslında Netanyahu’nun sıcak çatışma üzerinden oluşturduğu olağanüstü halin seçmen üzerinde işe yararken muhtemel koalisyon ortağı siyasi elitler üzerinde pek bir etkisi olmadığının kanıtı. Diğer yandan Netanyahu’nun güvenlik kartının da sınırlarını gözler önüne seriyor.
Gelinen yer itibariyle İsrail sağının bölünmeleri her zamankinden daha derin ve önümüzdeki süreçte daha da derinleşecekmiş gibi bir izlenim veriyor. En başından, seçimin maliyeti ciddi bir tartışma konusuna dönüştü. İsrail Maliye Bakanlığı yeni seçimin maliyeti olan yaklaşık 500 milyon şekel için yaptığı açıklamada, bütçede böyle bir miktarın yer almadığını belirtti. Bu da sağdaki liderlerin hanesine düşülecek notlardan biri. Diğer yandan toplumda, sağdaki liderlerin tavizsiz tutumları fazla rahatlık olarak görülüyor. Dolayısıyla Mavi-Beyaz Bloku’nun ve sol partilerin bu seçimde bir sandalyelik farkı kapatma şansları daha yüksek olabilir. Bu da solun kendi tabanını mobilize edebilmesine bağlı. 9 Nisan’daki seçimlerde sandıklara gitmeyen Arap seçmeni oy kullanmaya ikna etmekle işe başlayabilirler. 1977 seçimlerinden bu yana İsrail solunun bu kadar avantajlı olduğu bir süreç belki de hiç olmamıştır. Bu başarısızlık sürecinden en büyük motivasyonu kazanacak diğer iki siyasetçi ise Aralık 2018’de bir araya gelip Yeni Sağ Partisi’ni kuran Naftali Bennett ve Ayelet Şaked. Her ikisi de sağda yer alıp barajı geçemeyen adaylar. Her ne kadar Şaked’in artık Yeni Sağ’da yer almayacağı açıklansa da İsrail’in sağ seçmeni bu iki siyasetçiyi destekleyebilir. Ancak bu iki figürden herhangi birinin yükselişi bile Netanyahu’yu geride bırakacak sağcı bir siyasetin kapısını aralar.
Şu an için ihtimalleri bir kenara bırakıp en gerçekçi görünen senaryoyu düşünecek olursak, Binyamin Netanyahu’nun çok bir şey kaybetmeyeceğini söyleyebiliriz. Her ne kadar şu anda sağcı siyasetçilerin ciddi bir kısmı Avigdor Liberman’ı katı tutumuyla koalisyonu engellemekle suçlasa da, seçmenlerinin pozisyonundan taviz vermediği için o da oy tabanını koruyacaktır. Diğer yandan dindar partilerin oy oranlarında da büyük bir değişim olmaması muhtemel. Eylül ayına kadarki süreçte, sağcı partilerin birbirlerini suçlayarak tabanlarını konsolide etmeye çalışmaları, seçim kampanyalarının temelini oluşturabilir. Netanyahu’nun Liberman’ı solcu olarak yaftalaması ve Ultra-Ortodoks isimlerin Netanyahu’yu sonucu bile bile Liberman’ın peşinden koşmakla suçlaması da bu durumun habercisi. Diğer yandan seküler milliyetçilerin Ultra-Ortodoksları kendi imtiyazlarının peşinden koşmakla itham etmesi de İsrail toplumunda dindar ve seküler kesimler arasındaki fay hattının derinleşeceğinin bir göstergesi. Kısa vadede Knesset içi dengelerde büyük değişiklikler göremesek de orta-uzun vadede İsrail sağındaki iç gerilim artacağa benziyor.
Peki, Knesset içi dağılım değişmezse ne olur? Bu durum Likud’un birkaç gün önce kendi içinde pragmatik bir yaklaşımla kabul ettiği, merkez sağdan bir partinin koalisyona dahil edilmesi senaryosunu akıllara getiriyor. Zira Netanyahu’nun partisi, İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in koalisyon kurma görevini Benny Gantz’a verme ihtimaline karşılık, merkezde yer alan bir partiyi koalisyona dahil ederek Avigdor Liberman’ı “bypass” etmeyi göze almıştı. Eğer ikinci seçimde de manzara çok değişmezse, Netanyahu sağ bir hükümet kurmak yerine, kendini başbakanlıkta tutacak bir koalisyon arayışına girebilir. Tabii eğer o güne kadar yargılanma sürecinde bir değişiklik olmazsa. Zira 9 Nisan sonrasındaki koalisyon görüşmelerinin sihirli kelimelerinden biri de dokunulmazlık yasasıydı. Fakat Netanyahu şu ana dek böyle bir yasa çıkarmak konusunda başarılı olamadı. Dolayısıyla bu sürecin Netanyahu’nun sonunu getirme ihtimali de var ve bu durum bütün manzarayı değiştirebilir. İsrailli yorumcular Netanyahu’nun halihazırda tüm politik kariyerinin en büyük yenilgisini aldığı yorumunu yapıyor.
Koalisyon kurulamamasının yol açtığı tek yenilgi Netanyahu’nun politik kariyerinde olmadı. ABD Başkanı Donald Trump’ın Ramazan’dan sonra açıklamaya hazırlandığı ve basına sızdırıldığı kadarıyla bir barış vizyonu içermeyen “yüzyılın anlaşması” açısından da durum pek iç açıcı değil. Zira bütün bir anlaşma Binyamin Netanyahu’nun başbakanlığı üzerine inşa edilmiş durumda. Anlaşmayla ilgili görüşmeler için bugün İsrail’e giden Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’in bir başbakan yerine koltuğu sallanan bir siyasetçiyle konuşacak olması, anlaşmanın belirsiz geleceğine dair çok şey söylüyor. Bu belirsizlik sadece ABD-İsrail eksenini etkilemekle kalmaz; ABD üzerinden İsrail’in ilişkilerini ilerlettiği Körfez ülkelerinin de kendi pozisyonlarını yeniden düşünmelerine neden olabilir.