![]() |
Tamer Ashraf |
Avrupa, Hristiyanların ve Yahudilerin olduğu kadar
Müslümanların da kıtasıdır ve eğer Avrupa kendi topraklarında ve dünyada huzur
istiyorsa, kendini yeni bir tarihi çerçeve içinde düşünmelidir.
Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 100. yıldönümü
vesilesiyle, kimisi teşhis dahi edilememiş on milyonlarca insanın öldürüldüğü
iki küresel felaketin başlayıp bittiği coğrafyayla ilgili eleştirel bir bakış
sunmakta fayda var. Zira Avrupa kendini hâlâ yeni felaketler ve eski-yeni ilkel
ideolojilere karşı duyduğu korkuda arıyor. Fakat, insanlığa karşı en büyük
cürümleri işlemiş suçluları doğuran Avrupa, aynı zamanda dünyanın bütün
vatandaşlarının nasıl barış içinde bir arada yaşayabileceğine dair insanca
fikirler sunmaya da devam ediyor.
Bu geniş ve hayati derecede önemli konunun tartışılması
için, Avrupa’nın geçmişine dair yeni bir eleştirel gözlem içeren olağandışı
provokatif iki kitap sunuyorum: Sefarad kökenli Fransız filozof Edgar Morin’in
kaleme aldığı 'Penser l’Europe' (Avrupa’yı düşünmek) ve Üsküplü Boşnak filozof,
şair ve kültürolog Prof. Ferid Muhiç’in Boşnakça kaleme aldığı 'Islamski
identitet Evrope' (Avrupa’nın İslami kimliği). Bu kitaplarda yapılan
gözlemlerden, kendi insani mirası vasıtasıyla, dünya barışı ve refahının
temellerini oluşturabilecek kapasitede, yeni ve daha sakin bir Avrupa’nın
işaretlerini alıyoruz.
Morin, kitapta kullandığı merkezi kavram olan ‘girdaplı
diyalog felsefesi’ ile, modern dönem Avrupasının kaderini belirleyen karmaşık
entiteleri ve birbirine karşıt ve aynı zamanda birbiriyle ilişkili süreçleri
ihata etmeye çalışıyor. Morin’e göre bu kavram çok sayıda siyasi, sosyal, dini,
din-karşıtı ve kültürel tarihin “eş zamanlı olarak hem birer çatışma hem de
mütekabiliyet imkânı olarak” birbirini oluşturduğu ve birbirine karıştığı
Avrupa’nın gordion düğümünü temsil ediyor (bu düğümde özgürlük ve kölelik,
demokrasi ve tiranlık, maddecilik ve ruhçuluk, gettoculuk ve çok-taraflılık, ve
yerelcilik ve federallik gibi kavramlar yan yana geliyor).
Bahsettiğimiz diyalog felsefesi, Aydınlanma dönemi ile
birlikte ortaya çıkıyor. Avrupa, kendini entegre edeceği temel düsturu
kaybediyor: Asla kendine ait bir dine sahip olamadığı için, birbirine karşıt ve
tamamlayıcı kimliklere sahip olduğu için, Asya ile sınırları olmayan coğrafi
bir kavram ve değişken sınırları olan tarihsel bir kavram olduğu için ve dünya
iki güç arasında bölünmüş olduğu halde, Avrupa (biri Rusya ve diğeri kendi
meydana getirdiği ‘Batının Batısı’ Amerika) bizzat kendi yıkım güçleri ile
entegrasyon güçleri arasında bölünmüş durumda olduğu için bu düsturları
kaybediyor. Avrupa’nın ilk devletleri; Almanlaşan, Slavlaşan ve Latinleşen
farklı milletlerden oluşacak ve ilk kez ortaya çıkan kavram –Ulus tohumu- daha
sonra bölünmeler ve savaşlar vasıtasıyla modern Avrupa’yı oluşturacaktır.
Ortaçağ ve modern zamanlar arasındaki dönemde, bütün bitişi, kırılışı ve kendi
çöküşünden güç alan bir Avrupa yükseliyor ve yeniden doğuyor: 5. yy.da
Roma-Bizans İmparatorluğunun ikiye bölünmesi; 8. yy.da Müslümanların Akdeniz’i
ele geçirmesi; aynı yüzyılda Katoliklerle Bizansların bölünmesi, daha sonra
Almanlar ile Slavlar arasında bölünmeye yol açacaktır (Almanların çoğu Katolik
olmayı seçmiştir, yeni bir bölünmeden sonra bir kısmı daha sonra Protestanlığı
seçecektir; Slavların ise çoğunluğu Ortodoks olmuştur); 11-13. yy.da Papalıkla
imparatorluk arasında yaşanan ayrılık, Kilise ile seküler devlet otoritesinin
birbirinden ayrılmasıyla neticeleniyor. Fakat, özünde dini bölünmeler, devlet
ile Kilise arasındaki çatışmalar ve etnik milliyetçilik var olduğu için Avrupa,
11. yy.dan itibaren jeo-tarihsel bir matris oluşturmaktadır ve bu matristeki
girdaptan modern Avrupa doğacaktır.
Avrupa kendi kimliğini yeniden düşünmeli
Modern Avrupa bugünlerde bir ‘fikir çarşısı’ ve insanlığın
ortak kaderini ve amaçlarını ön planda tutan yeni bir ‘küresel bilinç
fidanlığına’ dönmüş durumda. Morin, “Modern Avrupa, harici bir düşmana karşı
değil, kendi kendine savaşırken gerçek manada oluşuyor,” diyor kitabında (11
Kasım’da, Birinci Dünya Savaşı'nın sona erişinin 100'üncü yıldönümü dolayısıyla
Fransa’nın başkenti Paris’te düzenlenen anma etkinliğine katılan dünya
liderlerine, Cumhurbaşkanı Macron “kardeşler olarak birleşme ve dünya barışına
hizmet etme” çağrısında bulundu; Aynı gün Avrupa’nın diğer başkentlerinde,
binlerce etnik milliyetçi Avrupa’nın entegre olma hayalini yıkmaya devam
ediyordu).
Siyasi alana gelecek olursak, Papalığın asırlarca süren
tahakkümüne karşın, ilk tamamlanmış model ülkenin devrimci Fransa olduğu modern
Avrupa’da ulus devletler oluşmaya başladı. Artık ulus devlet kavramı, kendi
tarihinin egemen öznesi olarak, modern Avrupa’nın yeni -ve tam anlamıyla
modern- dininin temeli, kaynağı ve merkezi olmaya başlamıştı; sonra da bu ‘din’
bütün dünyaya yayıldı. Avrupa, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve bir dizi
sömürge savaşı ve yerel çatışmalarla birlikte kaçınılmaz bir çöküşe düşmeden
önce, tam da bu modern ‘din’ sayesinde kendi gücünün zirvesine ulaşmıştı. Bu
güç sayesinde, Avrupalılara, diğer medeniyetlere karşı bir üstünlük sendromu
(kompleksi) bulaştı ve Avrupalı olmayan bütün ırkların tabii olarak aşağı ve
geri olduğunu düşünmeye başladılar. Dayanışmanın her şeklini tahrip eden Avrupa
ırkçılığı, koloniler fethetme, doğal kaynaklar çalan ve “yaşam alanını”
genişletme mücadelesine başlayan en azgın tür etnik milliyetçilikleri ortaya
çıkardı. Avrupa’da birbiri ardınca fikirler doğuyor ve kıta, dünyayı
sömürgeleştiriyordu. Morin, Armando Petitjean’dan şöyle alıntılıyor: “Dünya
çığırından çıkmış Avrupalı fikirlerle dopdolu bir hale gelmiş durumda.”
Bugünlerde post-milliyetçilik çağında yaşamakta olan Avrupa, bir taraftan, 19.
yy.da Victor Hugo’nun tahmin ettiği gibi, ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ni
oluşturmaya ve insanlık barışını tesise yönelik çalışma eğilimine sahipken,
diğer taraftan da etnik milliyetçiliğin en eski ve ilkel türlerini, şovenizmi
ve yabancı düşmanlığını yaşatmaya çalışıyor. Soğuk Savaş bittikten sonra ve
Faşizm ile etnik milliyetçiliğin askeri alandaki mağlubiyetinin akabinde oluşan
kaos ortamında, Avrupa yeni bir, bir numaralı düşman icat etti: İslam.
Morin'in bir ‘Yahudi-Hıristiyan-Yunan-Roma sentezi’ olarak
gördüğü Avrupa'nın bu ‘üretken kaosuyla’ ilgili olarak bu düşünür, Hugo
profilindeki entelektüellere, Avrupalı ‘Hamlet'in’ yaşadığı bu büyük
kararsızlığın üstesinden gelmek için daha kararlı olmaları çağrısında
bulunarak, onları, Avrupa’nın yaşadığı ‘kırılganlık’ psikolojisini terk ederek
Avrupa’nın kendine, ama aynı zamanda da komşu ve dünya kültürlerine açılmaktan
gelen asli gücüne dair olan farkındalığı pekiştirmeye davet ediyor. Bu
farkındalık, insan ırkının kaderinin ortaklığına dair olan farkındalığı, bu
ortak kaderin, tam da Avrupa'nın bizzat kendi topraklarında ekilen o dejenere
ve geri fikirler yüzünden maruz kaldığı tehlikelere dair olan farkındalığı bir
araya getirebilecektir. Dünyanın küçük bir parçasına yayılan (ve dünyadaki
karaların toplam yüzde 7’sine dahi tekabül etmeyen) Avrupa, kendi gücü ve
istekleriyle dünyanın en etkili merkez üssü kıtası olarak dünyanın kaderini
belirliyor. Ayrıca şimdiki haliyle, modern dünyanın geri kalanına bağımlı
olmasından kaynaklanan kendi “kırılganlığının” üstesinden gelmenin bir yolunu
bulmak zorunda; Avrupa’nın diğer bir dünyaya açılma ihtiyacı var.
Avrupa'nın ikinci Rönesansı
Morin de, diğer Avrupalı düşünürler gibi, Avrupalı olmayan
ilk kültür olarak İslam'ı görüyor. İslam’ın Avrupa kıtasındaki varlığına
ayırdığı (“İslamiyetin Avrupalılaşması” başlıklı) bölümde Morin, İslam'ın
Avrupa topraklarına gelişiyle, Yunan bilimsel ve felsefi mirasının
kurtarıldığını ve o mirasın Avrupa topraklarına taşınmasıyla, Rönesans akımının
ortaya çıktığı gerçeklerini ortaya koyarak, Akdeniz bölgesine yayılan İslam'ın
Avrupa'yı izole ederek onun içine kapanmasına sebep olduğu kanaatinde. Morin'e
göre, tüm kapıları hem kendi içine hem de Avrupalı olmayan dış dünyaya açacak
olan Avrupa'nın ikinci ‘Rönesansının’, öncelikle “uzun zamandır Avrupa ile alay
eden” ve aynı zamanda onun doğuşundan gelen karanlığı aydınlatan İslam ile diyalog
kurmasıyla mümkün olacağı yönünde.
Ferid Muhiç'in de araştırmaları dâhilinde ortaya koyduğu
kendi fikirleri ve vizyonları, dolaylı olarak, Morin'in Avrupa'nın ikinci
‘Rönesansı’ ve ortak kader bilinci hakkındaki düşüncelerine dayanıyor. Fakat,
İslam'ın Avrupa topraklarındaki varlığına, tarih ve kültürüne çok fazla önem
vermeyen Morin'in tam aksine Muhiç, araştırmalarının odak noktasına İslam’ı
koyuyor. Kitabının ilk kısmını modern Avrupa'nın İslamofobik yazarlarına ve
Avrupa'nın en büyük tehdidinin ve bütün sorunlarının, yenilgi ve
başarısızlıklarının sebebinin İslam olduğu fikrini irdelemeye ayırmış. Dahası,
İslam'a karşı mantıksız bir kin besleyen Avrupa'nın karanlık tarafı, kendi
sosyal ve siyasi hayatından, tarihinden ve vizyonlarından İslam'ı ve onun
milletlerini, medeniyetini ve kültürünü aforoz etti. Halbuki Avrupa,
Hristiyanların ve Yahudilerin olduğu kadar Müslümanların da kıtasıdır ve eğer
Avrupa kendi topraklarında ve dünyada huzur istiyorsa, kendini yeni bir tarihi
çerçeve içinde düşünmelidir.
Muhiç'e göre İslam'ın Avrupa kıtasına gelişi, söylendiğinden
çok daha erken gerçekleşmiştir. Bu topraklardaki ilk Müslüman emirliği 668
yılında Kafkas bölgesinde kurulmuştur. 8.yy. ortalarında, yani İber
yarımadasına gelişinden 20-30 sene sonra İslam, Balkanlara da yayıldı.
Çoğunlukla Kuzey ve Orta Avrupa bölgelerinde, özellikle Ukrayna, Rusya ve
İskandinavya'da Hristiyanlık 11. yy.ın başlarında daha yeni yeni kabul edilmeye
başlandı; bu demek oluyor ki İslam Avrupa'nın bazı bölgelerine Hristiyanlıktan
en az iki asır önce gelmiştir. Muhiç şöyle yazıyor: “Bu topraklarda, İslam'ın
Avrupa'ya yakınlaşması tehlikesi hissediliyor. Avrupa İslamofobilerinin modern
temsilcileri, İslam'ı Avrupa'dan kökünden sökerek atmaya çalışıyor. Aynı
sebeplerden dolayı, İspanya'nın Ortaçağ dönemindeki dini fanatikleri bu
topraklardan bütün Yahudileri, Müslümanları ve o topraklarda 117 sene daha
yaşayan Müslümanların torunlarını sürdüler, çünkü İslam’ın, insanları kendine
çeken derin bir cazibesi olduğunu çok iyi biliyorlardı. Evet, İslam onlar için
gerçekten bir nevi tehlikedir. Fakat bu ‘tehlike’ somut anlamda, İslam'ın
manevi ve sosyal gerçeğinden değil, İslam'ın onlara hissettirdiği bastırılmış
bir cazibe duygusundan kaynaklanıyor. Ve o hissi diğerlerinden sakladıkları kadar
kendilerinden de saklamaya çalışıyorlar.”
Bu bağlamda Muhiç, yazmaya devam ettiği makalelerinde,
İslam’ın 711-1492 yılları arasında İber yarımadasındaki varlığından söz
ederken, diğer Hristiyan devletlerin aksine, Cujus regio ejus religio - İktidar
kimin elindeyse, onun dini geçerlidir kalıbına uymayan, farklı medeniyet,
kültür, millet ve dinlerin bir arada yaşadığı eşsiz bir örnek olarak Osmanlı
Devlet’ini de ele alıyor. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü betimleyen Avrupa ve
özellikle Balkan tarihi kitaplarının çoğu istikrarlı bir tez üzerine kurulu
olduğu için, Muhiç onlara şiddetle karşı çıkıyor. İslam’ın bu “Hristiyan”
topraklarındaki bütün izlerini yok etmek için, Ortaçağdakiler olduğu gibi
modern İslamofobikler de “ateş ve kılıcı” esas kendi projelerinde kullanmış
olmalarına rağmen “İslam ateş ve kılıç ile yayıldı” iddialarını sürdürüyorlar.
Kasten çarpıtılmış bu tarz yorumlar ve bilimsel tarafsızlığa saldırılar en çok
Morin'in rönesansının ilk pencerelerini teşkil edebilecek tarih ve topluma
sahip, Avrupa'nın son kalan iki bağımsız (Arnavutlar çoğunlukla, Boşnakların
tamamı) Müslüman halkı etkiliyor çünkü bu iki millet Hristiyan Avrupa ve Avrupa
karşıtı İslam mitlerinin en büyük kurbanlarıdır. Bir yandan Hristiyan, Müslüman
ve Yahudilerin yüzyıllardır iyi geçinmeleri, bütün Avrupa'nın, Bosna gibi
kaçırılmaması gereken bir fırsatla bir arada yaşanılan ve tek tanrılı bu üç
dinin kültürleri ve medeniyetlerinin uyum içinde var olabilecekleri bir yer
olduğuna açıkça işaret etmektedir.