Uluslararası sistemdeki pozisyon değişimlerini ABD, Avrupa ve Avrasya’daki gelişmeler bağlamında ele almak mümkün. Bu çerçevede ABD, uluslararası sistemde yaşanan dönüşümün hakim aktörü olarak göze çarpıyor.
Uluslararası sistemde yaşanan dönüşüm bölge ve ülke bazlı stratejilerin yeniden gözden geçirilmesine neden oldu. Bu bağlamda, batıdan doğuya kadar birçok güç merkezi, siyasi pozisyonlarını gözden geçirerek yeni politikalar geliştirmeye başladı. Tüm bu değişim ve dönüşüm sürecinde Türkiye’nin konumu ve 24 Haziran seçimlerinin ardından çizeceği rotanın iyi analiz edilmesi gerekiyor.
Nitekim, uluslararası sistemdeki pozisyon değişimlerini ABD,
Avrupa ve Avrasya’daki gelişmeler bağlamında ele almak mümkün. Bu çerçevede
ABD, uluslararası sistemde yaşanan dönüşümün hakim aktörü olarak göze çarpıyor.
Bu durumun temelinde, Trump’ın “Atlantik düzeni”ni değiştirmeye çalışması
bulunuyor. Ayrıca Asya’da yaşadığı gerilimler, her ne kadar Kuzey Kore’de
atılan adımlarla giderilmeye çalışılsa da hâlâ sürüyor. Neticede Washington
giderek yalnızlaşıyor ve agresifleşiyor. Bu süreçte yaşananlara baktığımızda
ciddi bir kırılmanın yaşandığı açık şekilde ortaya çıkıyor. Öyle ki Trump
bugüne kadar Paris İklim Anlaşması, Trans-Pasifik Örgütü, UNESCO, BM İnsan
Hakları Konseyi gibi birçok çok taraflı uluslararası anlaşmadan çekildi.
Trump bu anlaşmaların yanı sıra, uluslararası sistemdeki
farklı bazı anlaşmalardan ve NATO gibi ittifaklardan da ayrılabileceğinin
sinyalini verdi. Peki, ABD neden içine kapanıyor? Bu sorunun cevabı açık: Trump
ABD’nin restorasyonundan yana. Daha farklı bir ifadeyle, Obama döneminden beri
devam eden yeniden mevzilenme stratejisi Trump döneminde de sürüyor. Bu
anlamda, ABD’nin “imparatorluk” iddiasının çürüdüğü görülüyor. ABD iç
sorunlarını çözerek ekonomisini koruyamadığı takdirde, küresel gücünü
kaybetmekle karşı karşıya kalabilir. Bu nedenle, giderek içine kapanan bir
çerçevede hareket ediyor ve düşüşünü durdurmaya çalışıyor.
ABD içine kapanırken dünya siyaseti de pozisyon almak
zorunda kaldı. Tüm aktörler harekete geçti ve önemli güç merkezleri yeniden
konumlandı. Türkiye bu güç merkezlerinin başında geliyor. Türkiye’nin
Ortadoğu’daki en önemli bölgesel güç olması, küresel siyasetteki rolünü olumlu
şekilde etkiliyor. Bu durum ABD-Türkiye ilişkilerinde yaşanan açmazları da derinlemesine
etkiliyor. Zira Türkiye ABD ile masada ve sahada çözüm geliştirebilecek
kapasitede bir ülke olarak uluslararası sistemde yer alıyor.
Fakat Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddi sorun alanlarının
olduğu da dikkat çekiyor. Bu sorun alanlarının en başında terörle mücadele
geliyor. ABD Türkiye’nin mücadelede olduğu FETÖ ve PKK/PYD militanlarına
verdiği destekle, müttefikinin beklentilerini uzun bir süredir göz ardı ediyor.
Ankara’nın ulusal güvenliğini tehdit eden bu sorun, Türkiye ile ABD arasında
bir uzlaşı olmaması durumda, küresel sistemde yaşanan pozisyon değişiminde
önemli bir parametre haline gelebilir. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye terörle
mücadelesinde ABD’den destek görmemeye devam ederse farklı aktörlerle birlikte
hareket ederek yeni bir kader tayin edebilir. Bu çerçevede, ABD’nin neden
olduğu uluslararası sistemdeki değişim, Ankara ile Washington arasındaki
ilişkilerde önemli yer tutuyor. Ayrıca 24 Haziran seçimleriyle siyasi olarak
güçlü bir gelecek inşa eden Türkiye, artık birçok alanda ABD’ye karşı
politikalar ortaya koyabilecek konumda. Bu yönüyle 24 Haziran seçimleri,
Türkiye’nin müreffeh geleceğine doğru atılacak adımlar için önemli bir dönüm
noktası oldu. Trump ise Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ortak bir çizgide buluşmak
zorunda. Aksi halde, Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan gerilim kopma noktasına
ulaşabilir.
ABD’nin uluslararası sistemdeki pozisyonu bu şekilde
belirirken, bir diğer önemli aktörün Avrupa ülkeleri olduğu görülüyor. Keza
Transatlantik’te yaşanan gerilim de hesaba katılırsa, yeni dünya sistemi için
Avrupa’nın pozisyonu ve Türkiye’nin yeri önemli bir kilometre taşı olarak
dikkat çekiyor.
Avrupa merkez siyasetinin iflası
Avrupa’daki siyasi atmosferin giderek radikal sağa
yönelmesi, bölgedeki merkez siyasetin büyük ölçüde iflas ettiği anlamına
geliyor. Öyle ki yakın geçmişten günümüze kadar Sarkozy, Wilders, Le Pen ve
Merkel’e kadar birçok lider “ötekileştirici” söylemler üzerinden popülist bir
çizgiye yerleşti. Bu durumun yansıması olarak, Avrupa’da giderek artan bir
kutuplaşma meydana geldi. Nitekim günümüzde yaşanan siyasi gelişmeler, II.
Dünya Savaşı öncesinde yaşanan radikal sağ temelli söylemleri anımsatıyor.
Dolayısıyla Avrupa, giderek temellerinde bulunan ayrıştırıcı anlayışına geri
dönüyor.
Avrupa siyasetinin uzun bir tarih boyunca ötekileştirici bir
çerçeveye sahip olduğunu iddia etmek mümkün. Ortaçağda yaşananlar, sanayi
devriminden sonra meydana gelen hadiseler ve iki dünya savaşı boyunca
benimsenen ayrıştırıcı vurguyla artan milliyetçi öğeler, günümüzde yaşanan
radikal sağa kayışta ciddi bir etkiye sahip. Keza İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra ABD’nin liberal araçlarla Avrupa’da nüfuzunu artırmaya çalışırken
kullandığı Doğu karşıtı söylemler, bugün Avrupa ülkeleri tarafından siyasi
çıkarlar için kullanılıyor. Tüm bu tablonun temel nedeni, Avrupa merkez
siyasetinin kapsayıcı vurgularının “politik pragma” açısından değerini
yitirmesi. Daha açık bir ifadeyle, Avrupa’da “öteki” söylemi, liderlerin siyasi
çıkarları için bir araç haline getirildi. Bu nedenle Avrupa’daki ülkeler bölgenin
çıkarlarını korudukları iddialarıyla yabancı düşmanlığına, nefret söylemlerine,
öfkeli ve sert politikalara doğru kaydılar.
Avrupa’nın sert söylemlere doğru kayması birdenbire olmadı.
Özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, bugün Avrupa’nın içinde bulunduğu
siyasi söylemin temel etkeni. Zira Suriye’de yaşanan iç savaş ve peşi sıra
meydana gelen mülteci dalgası, Avrupa’da büyük bir yankı uyandırdı. Ayrıca
Avrupa’nın, Ortadoğu’daki adımlarıyla ciddi bir güç merkezi haline gelen
Türkiye’ye karşı politikalar geliştirdiği de göze çarpıyor. Bu gösterge
üzerinden meydana gelen gelişmeler, Avrupa’nın kökenlerine geri dönmesi ve
liderlerinin bu süreçten yarar elde etmesi anlamına geldi. Kısacası Avrupa,
Suriye iç savaşında meydana gelen insani kriz, mülteci akını ve Türkiye’nin
artan gücünün etkisiyle, kültürel kodlarında bulunan ötekileştiriciliğe geri
döndü.
Avrupa’daki liderler, Türkiye karşıtı tutumlarıyla çok yönlü
çıkar elde etme peşindeler. Bu liderlerin özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı
hedef almaları ve artan öfke söylemleri, 24 Haziran seçimlerinde de devam etti.
Öyle ki Avrupalı liderler, Türkiye’deki muhalefete destek verdi ve popülist
tutumlarını benimsetti. Peki, 24 Haziran seçimleri Avrupa açısından ne anlam
ifade ediyor? Bu sorunun cevabı esasen Avrupa’nın tavrını da en iyi şekilde
ortaya koyuyor. Nitekim Türkiye 2002’den beri Cumhurbaşkanı Erdoğan
liderliğinde ciddi bir yükseliş içinde. Öyle ki artık Türkiye’nin içinde
olmadığı herhangi bir bölgesel denklem kurmak zor. Ayrıca Türkiye’nin yükselen
ekonomisi, savunma sanayisinde yaptığı hamleler, nitelikli ve genç nüfusu gibi
birçok özelliği, Ankara’nın önemli bir güç olarak öne çıkmasına neden oluyor.
Avrupa Türkiye’nin bu yükselişini durdurmak ve ötekileştirici politikalarını
meşrulaştırmak istiyor. Bugün gördüğümüz Avrupa’nın Türkiye aleyhtarı
politikalarında, mülteci karşıtlığında ve daha birçok alanda bu durum açıkça
görülüyor.
Avrupa popülizmiyle rotasını belirlerken, eskimeyen düşmanı
Rusya ise uluslararası sistemde yeniden konumlanıyor.
Avrasya’da yükselen güçler
Uluslararası sistemde yaşanan gelişmelerle birlikte, Rusya
ve Çin’in aldığı pozisyonlar “Doğu’nun yükselişi” olarak değerlendiriliyor.
Nitekim Rusya’nın Ortadoğu’da Suriye üzerinden gösterdiği varlık ve Çin’in
Transpasifik’teki gücü bu durumu gözler önüne seriyor. ABD’ye karşı bu
aktörlerin yükselişi ise Avrasya’da yeni dengeler meydana getiriyor. Özellikle
Çin’in rolü bu dengelerin merkezini teşkil ediyor.
Rusya Asya’daki etkisini giderek artırıyor. Öyle ki
Moskova’nın Soğuk Savaş’tan beri bölgedeki gücünü bu ölçüde artırmadığı göze
çarpıyor. Rusya’nın artan gücü bölgedeki dengeleri de ciddi şekilde etkiliyor;
Afganistan’dan Pakistan’a kadar, bölgede ABD’nin yerine geçebilecek yeni
diplomatik ilişkilerden bahsediliyor. Üstelik Rusya eski Sovyet coğrafyasında
etkisini artırırken bunu sert güç kullanmadan yapıyor. Bu durumun nedeni ise
ABD’nin bölgede oluşturduğu boşluk. ABD’nin yokluğundan dolayı hem Rusya hem de
bölgesel aktörler yeni projeksiyonlar çizebiliyor.
Avrasya’da Rusya ve Çin dışında birçok başka aktörün de
pozisyon değiştirdiğini iddia etmek mümkün. Ancak küresel sistemin tayini
konusunda, Çin’in etkisine yakından bakmak gerekiyor. Zira Çin, ekonomisi ve
sert gücüyle ABD’nin yerini alabilecek bir aktör haline geldi. Çin’in Rusya ile
kurduğu ilişki ise bu konumunu güçlendiriyor. Trump’ın ekonomi üzerinden Çin’e
karşı açtığı savaş, işte tam da bu nedenle meydana geldi. ABD başkanı Çin’i
frenlemek için ekonomi silahını kullanmaya çalışıyor; sonuçları ise liberal
düzenin yıkılacağını gösteriyor. Ancak Washington’un tüm çabalarına rağmen
Çin’in yükselişi devam ediyor.
Avrasya’da Rusya ve Çin’in yükselişi, 24 Haziran seçimlerisonrasında Türkiye’nin dış politikası açısından da kritik bir anlam arz ediyor.
Nitekim Türkiye’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde ortaya koyduğu çok
yönlü ve hareket kabiliyeti yüksek dış politika anlayışı, Avrasya’daki
dengeleri de yakından ilgilendiriyor. Ankara’nın bir süredir Rusya ile yakın
bir işbirliği tesis etmesi bunun en iyi göstergesi. Ayrıca Türkiye ile Çin
arasında yaşanan ekonomik gelişmeler de bu durumu teyit ediyor. Tüm bu tabloda
Avrasya’nın uluslararası sistemdeki pozisyonu değişirken, bu bölgedeki en
önemli güçler olan Rusya ve Çin, Türkiye ile hareket edeceklerinin sinyalini
veriyor. Bu anlamda, Türkiye’nin artan gücü Avrasya ülkelerinin geleceğini
belirlemede de önemli bir yer tutuyor.
Neticede, uluslararası sistemdeki aktörler pozisyonlarını
değiştirirken ve yeni bir dünya düzeni meydana gelirken Türkiye vazgeçilmez bir
konuma geliyor. Ankara istikrarlı demokrasisi, artan gücü gibi etkenlerle
bölgesel güç konumunu koruyor ve küresel siyasetteki ağırlığını artırıyor. Bu
durum, 24 Haziran seçimleriyle bir kez daha önündeki sis bulutunu dağıtarak
sağlam adımlarla yola çıkan Türkiye’nin, uluslararası sistemdeki en önemli
aktörlerden biri haline geleceğini gösteriyor.