Gelinen aşamada İkinci Dünya Savaşı ve müteakiben Soğuk Savaş sonrası sistemin doğal ömrünü tamamladığı ve dünyanın yeni bir siyasi-askeri dengeyi kurana kadar kaotik bir süreçten geçeceği anlaşılıyor.
Tarihin en önemli dönemeçlerinde, siyasi-askeri düzenler harp yoluyla ya da harbin dolaylı etkileri ile kurulur ve yıkılırlar. Üstelik, bu önermeyi test etmek de oldukça kolaydır. Örneğin, bu makalenin aslını ya da çevirisini okuyan her entelektüel, kendi devletinin ve devletinin tarihteki öncüllerinin nasıl kurulup yıkıldığını kısaca gözden geçirdiğinde, birçok durumda bir ya da bir dizi savaş ile karşılaşacaktır. Esasen, ilk bakışta iddialı gibi görünse de, savaş, sosyolojik temelleri kadar, biyolojik kökleri de olan bir olgu. Zira, kaynaklar üzerinde kontrol sağlamak için bir hiyerarşi içinde, sistematik şiddet uygulama eylemi sadece insanda değil, çeşitli karınca ve arı türleri başta olmak üzere doğada koloni halinde yaşayan birçok canlıda gözlemlenebilir. Elbette, insan topluluklarının kurdukları karmaşık siyasal yapılar, bu yapıların kendi içlerinde ve birbirleriyle etkileşimleri, insanın teknoloji üretme ve kullanma becerisi, onu bildiğimiz diğer canlı türlerinden ayırıyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası sistem
de -Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısından Kuzey Atlantik İttifakı
Örgütü’ne (NATO) kadar- çok geniş coğrafyalarda vuku bulan bir savaşlar ve
çatışmalar sürecin ürünü olmuştur. Gelinen aşamada İkinci Dünya Savaşı ve
müteakiben Soğuk Savaş sonrası sistemin doğal ömrünü tamamladığı ve dünyanın
yeni bir siyasi-askeri dengeyi kurana kadar kaotik bir süreçten geçeceği
anlaşılıyor.
Yeni küresel savaş dinamikleri
İçinde bulunduğumuz yüzyılda yeni bir savaşın olup
olmayacağı konusundaki tartışmaları pesimist -ya da gerçekçi- bir yaklaşımla
değerlendiren uzmanlar, siyasal tarih boyunca hemen her yüzyılda büyük çaplı
bir harp yaşandığını vurguluyor, 21. yüzyılda böyle bir olayın tekrar
etmeyeceğini ileri sürmenin, bizatihi bu yüzyılda bir istisna yaşanacağını
söylemek anlamına geleceğini, böyle bir iddianın ise izaha muhtaç olduğunu belirtiyorlar.
Zira, siyasi tarihte geriye dönüp bakıldığında, sistemin büyük güçleri arasında
kanlı savaşlar yaşanan dönemlere birçok örnek verilebilirken, tümüyle bir barış
yüzyılı bulmak gerçekten zor ve istisnai. Ayrıca, dünyanın halihazırda bir
‘barış’ dönemi geçirdiğini öne sürmek de kolay değil.
Ukrayna’dan Suriye’ye kadar geniş bir hat üzerinde
çatışmalar devam etmekte, Suriye Baas rejimi örneğinde görüldüğü üzere, kitle
imha silahlarının kullanılmamasına ilişkin yaklaşık bir yüzyıl önce ulaşılan uluslararası
normlar hiçe sayılabilmekte. Dahası, devlet dışı silahlı gruplar, insansız hava
araçları, gelişmiş el yapımı patlayıcılar, personel tarafından kullanılan hava
savunma sistemleri (MANPADS), güdümlü anti-tank füzeleri (ATGM) gibi taktik
oyun-değiştiricilere rahatlıkla ulaşabiliyor. Bu durum, 20. yüzyılın düşük
yoğunluklu çatışmalarının yerini, 21. yüzyılın hibrit harplerinin almasına
neden oldu. İçinde bulunduğumuz dönem, ilan edilmeyen ve jeopolitik etkileri
tahmin edilemeyen savaşların yükselişine tanıklık ediyor.
Küresel rekabet yeniden şekilleniyor
Dünyadaki tehlikeli gidişatın durdurulması da bir o kadar
zor. Silahsızlanma ve silahların kontrolü rejimleri belirtilen duruma
açıklayıcı bir örnek teşkil ediyor. Söz gelimi, nükleer silahsızlanmaya ilişkin
düzenlemelerde stratejik harp başlıklarını ve bu silahların atış vasıtalarını
net biçimde tanımlamak, tanımlarla ilgili denetim mekanizmalarını işletmek
mümkün. Ancak, 20. yüzyılın silahsızlanma ve silahların kontrolü paradigmasını
21. yüzyıla, söz gelimi siber harbe teşmil etmek ne kadar gerçekçi? Siber harp
ajanlarını, tıpkı top bataryalarını ya da ana muharebe tanklarını ‘sayar‘ gibi
‘saymak‘, bir ülkenin taarruzi siber harp yeteneklerinin envanterini çıkarmak
pratikte neredeyse imkansız…
İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası statükonun önce
bir çatışma sonra da yeniden denge ile yeni bir boyut kazanacağı hipotezini,
muhtemel aktörlerin durumları ve kapasiteleri ile de desteklememiz gerekiyor.
ABD ve NATO’nun Avrupalı üyeleri, özellikle Irak ve
Afganistan deneyimlerinin ardından, stratejik düzeyde kuvvet kullanarak
müdahalede bulunmaktan çekinir durumdalar. Suriye’de, Baas rejiminin kimyasal
silah kullanımına karşı Başkan Obama dönemindeki -anlamsız- çekingen tutum ve
Başkan Trump döneminde sembolik düzeyde kalan askeri müdahaleler bu analizi
doğrular nitelikte. Dahası, DEAŞ terörüne karşı sınırlarının ötesinde birkaç
tugay büyüklüğünde konvansiyonel kuvvet konuşlandırabilen tek NATO üyesi
ülkenin Türkiye olması da dikkat çekici. Öte yandan, 2018 ABD Milli Savunma
Strateji Belgesi’nde belirtildiği üzere, Washington’un küresel liderliğine
meydan okuyan Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu, askeri kapasiteleri
-henüz- ABD’nin altında olsa da, cüretkar hamleler ile çok kutuplu dünya düzenini
tahkim etmeyi sürdürüyorlar. Ayrıca, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna
müdahalesinde ve Suriye’deki askeri faaliyetlerinde gözlemlendiği üzere, bu
önemli aktör, savaş ile barış dönemi arasında gri bir alanda kalan yeni
müdahale konseptleri geliştirmeyi başarmış görünüyor. Kimi zaman Rus
Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov’un adıyla da anılan söz konusu doktrinin
özellikle NATO ve ittifakın doğu kanadı açısından kritik bir de niteliği var.
Teknik olarak açık bir savaş durumu söz konusu olmadığı için, NATO kurucu
antlaşmasının 5. Maddesi ile tanımlanan casus foederis de şok edici bir sürpriz
faktörüyle etkisizleştirilebilir. Tüm bunlar olurken belki de en ilginç
gelişme, Washington’dan ABD dış politikasına ilişkin kafa karıştırıcı emareler
gelmesi. Açıkçası, Trump yönetiminin içe kapanık bir tavırdan mı daha sert
uluslararası rekabetten mi yana olduğunu anlamak kolay değil. Bu kafa
karışıklığı, özellikle Baltık ülkeleri gibi NATO’nun göreli daha zayıf
devletlerinde endişelere yol açıyor.
Öncekilere benzemeyen bir savaş
Bir gerçeğin altını çizmemiz gerekiyor, yeni bir uluslarası
sistem inşasına yol açması muhtemel küresel çatışma, Birinci Dünya Savaşı ya da
İkinci Dünya Savaşı örneklerinden çok farklı tezahür edecektir. Çünkü, 21.
yüzyılda güç parametrelerinde önemli değişimler yaşandığı gibi, uluslararası
mücadelenin zemin ve nitelikleri de ciddi biçimde değişiyor. Uzay ve
siber-uzaydaki mücadele giderek artarken, teknolojik rekabet insansız sistemler
ve otonomi etrafında oluşuyor.
Önümüzdeki on yıllarda, teknolojik gelişmelerin askeri,
ekonomik, sosyal ve dolayısıyla siyasal boyutlarda köklü değişimlere neden
olması kaçınılmaz. En önemlisi de, bilgisayar trendlerinde ve dijital alanda
yaşanan ilerlemelerin, yapay zeka atılımı ile çok farklı bir boyut kazanıyor
olması. Yapay zeka devriminin doğal askeri sonuçlarından en seçilebilir olanı,
robotik harbin yükselişi. Öte yandan küresel olarak yapay zeka uygulamalarının
yaygınlaşmasına ilişkin sosyo-ekonomik projeksiyon çalışmaları, bir diğer
sonucun da makinelerin insana dayalı işgücünün yerini almasıyla kitlesel
düzeyde artan işsizlik dalgası olacağını belirtiyor. Güvenlik bilimlerinin,
neredeyse fen bilimlerini andırır şekilde, doğrusal denklem ile ifade
edilebilen kuralını anımsamakta yarar var; işsizlik, özellikle de genç
işsizliği, radikal ideolojiler ile birleşince ortaya çıkan sonuç terörizm
oluyor. Burada radikal ideolojilerin yayılmasında gelişen enformasyon
teknolojilerinin ne denli önemli olduğunu, terör örgütlerinin internet üzerinden
yaptığı propogandanın etkilerini de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu
nedenle, 2020’ler ve 2030’larda DEAŞ benzeri terör örgütlerinin insan kaynağı
bulmada zorlanmayacaklarını da söyleyebiliriz.
Bir diğer konu da, bilgisayar ve enformasyon teknolojilerine
bağlı olarak verilerin ve dijitalize sistemlerin korunmasına ilişkin
zorlukların giderek daha ciddi bir boyut kazanacak olması. Sadece son yıllarda
Batı dünyasındaki demokratik süreçlere olan siber ve enformasyon müdahaleleri
iddialarına, sosyal medyanın manipülatif amaçlarla kullanımına ya da bilgi
güvenliğinin içinde bulunduğu riskli duruma bir göz atmak dahi mevcut durumu
özetliyor. Somut olarak ortaya koymak gerekirse, 2020’lerde ve 2030’larda
yaşanacak savaşların hem çok ileri seviyede açık kaynaklı istihbarat
faaliyetini hem de milyonları yanıltabilecek biçimde enformasyon harekatlarını
yoğun biçimde beraberinde getirmesi kaçınılmaz. Bu nedenle, çağın gereklerini
anlayamayan aktörler için, bir zamanlar “harp meydanında kazanıp, diplomasi masalarında
kaybetmek” formülasyonunu, “harp meydanında kazanıp, küresel iletişim
zeminlerinde kaybetmek” şeklinde yenilemek gerekecek.
Tekno-bilimsel paradigma kayması ve Türkiye
Yukarıda tartışılan hususlardan sonra sıra Türkiye’ye
geldiğinde kendimize iki basit ancak kritik soru sormamız gerekiyor. Birincisi,
dünyada belirtilen değişimler yaşanırken Türkiye nerede duruyor, ikincisi ve
daha önemlisi, 21. yüzyıl bir önceki yüzyılın küllerini üzerinden atarken
Türkiye’nin milli stratejisinin ne olması gerekiyor?
Bu sorulara tek bir yazıda yeterince yanıt vermek zor.
Bununla birlikte, dışarıdan bakılınca görülen manzarayı özetlemeye çalışalım.
Birincisi, Türk savunma sanayiinin ve Türkiye’nin askeri-endüstriyel
kompleksinin yakaladığı ivme, ilk bakışta tahmin edilenden çok daha önemli
sonuçlar doğuruyor. Ankara, Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı gibi harekatları
yürütürken, 1990’ların sınır ötesi harekatlarından farklı olarak ciddi ölçüde
kendi ürettiği silah sistemlerine ve milli envanterine dayandı. Bu nedenle, yine
1990’lı yıllardan farklı şekilde, diplomatik bir ‘sopa‘ olarak kullanılan adı
konulmamış silah ambargolarına karşı bağışıklığını ciddi biçimde tahkim etmiş
oldu. Elbette, bu başarılı resmin tamamlanması için Altay ana muharebe tankının
envantere girmesi, Akıncı gibi daha stratejik İHA sistemlerinin kullanılmaya
başlanması, milli çok katmanlı hava savunma mimarisinin inşa edilmesi, temel
güç projeksiyonu unsuru olacak çok maksatlı amfibi hücum gemisi projelerinin
hayata geçirilmesi ve diğer birçok ciddi eşiklerin daha aşılması gerekiyor.
Ancak, milli askeri kapasite inşasına ilişkin gelişmelerin oldukça başarılı
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İkinci olarak, Türk savunma duruşu, artık, Somali’den
Katar’a kadar geniş bir eksende bölgesel bir stratejiye dayanıyor. Bu strateji
sadece sert güç unsurlarından da oluşmuyor. Yumuşak güç unsurlarını da
kapsayacak şekilde, Ankara, Türkiye’yi çevreleyen coğrafyada bir akıllı güç
potansiyeli oluşturmayı hedefliyor.
21. yüzyılın belirginleşen rekabet ortamında Türkiye’yi yeni
oluşacak statükonun kazananlarından yapmanın en önemli şartı ise, dünyada baş
döndürücü hızla süren tekno-bilimsel dönüşümü takip edecek ve hatta belirli
segmentlerde yönetecek beyin gücünün, hem üst düzey eleştirel düşünce kültürü
hem de milli güvenlik hassasiyetlerini taşıyacak şekilde yetiştirilmesi…
Burada, altını önemle çizmemiz gereken husus şu: Tarıma dayalı üretim
sisteminde ekilebilir arazi ve tarım ekonomisinde üretici olabilecek, yani
bahse konu araziyi işleyebilecek nüfusun sayısı bir devletin güç kapasitesi
üzerinde doğrudan belirleyici iken, sanayi devrimi toplumunda benzer bir
denklem askeri gücü destekleyecek fabrikalara ve bu fabrikalarda çalışan
işgücüne dayanmakta idi. Konuyla ilgili birçok çalışma, sanayi devrimi sonrası
toplumlarda eğitim sisteminin dahi barış zamanında fabrikada disiplin içinde
verimlilikle çalışacak işçiler, savaş zamanında da aynı disiplinle birliğinde
faaliyet gösterecek askerler yetiştirmek üzere kurgulandığını analiz ediyor.
Günümüz enformasyon toplumlarında ise ülkenin milli güç kapasitesini
destekleyecek vatandaş profili, sanayi devrimi toplumlarından farklı olarak,
girişimci, bilgiye erişimi ve kullanmayı iyi bilen, teknoloji üretimine
inovatif katkıda bulunmaya uygun bir eğitim almış bireylerden oluşuyor.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası
oluşacak yeni uluslararası denklemde belirleyici olması için, savunma sanayii
alanındaki başarılı atılımının bir benzerini, insansız sistemlerdeki teknoloji
üretimine ilişkin ivmeden de yararlanarak, gerekli beyin gücünü oluşturacak
şekilde tekrarlaması zaruri. Üstelik, dünyadaki tekno-bilimsel trendlerin
geldiği nokta, stratejik farkındalığı yüksek devletlere, sanayi devrimi sonrası
eksikliklerini yeni paradigmadan yararlanarak telafi etmek gibi büyük bir şans
tanıyor. Yani, henüz ana muharbe tankı üretmemiş bir devlet, insansız hava
aracı ve akıllı mühimmat üretir, hatta ihraç eder duruma gelebiliyor. Bu
nedenle, önümüzdeki on yıllar için iki somut hedef koyulmasında fayda var: Türk
savunma sanayiinin dünyada robotik harp trendlerini sürüklemesi ve genç Türk
girişimcilerin teknoloji start-up’larında, özellikle yapay zeka alanında, ciddi
başarılar yakalaması… Bu iki hedefin gerçekleştirilebilmesi halinde, Türk milli
güç kapasitesinin jeopolitik etkilerinin çok geniş bir coğrafyada hissedilmesi
kaçınılmaz olacaktır.