Seçim gecesi, hayal kırıklığına uğrayan toplum kesimlerinin, en azından bir kısmının, beklentilerinin sosyal medya vasıtasıyla nasıl köpürtüldüğüne ve bunun nelere yol açabileceğine tanıklık ettik.
24 Haziran seçimlerine, ülkemizde yaşanan hadiselere, her
zaman olduğu gibi, sosyolojik bilimsel gerçekler yerine, Cemil Meriç’in
tabiriyle “idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri” olan ideolojik yaklaşımlarla
ya da hüsnükuruntu kabilinden temenni dolu değerlendirmelerle bakarak, çıtayı
bilim-dışı yöntemlerle, irrasyonel bir biçimde çok yükseğe koymanın ne tür bir
patolojiye, travmaya ya da “şizofreni”ye yol açtığını görmek için, sadece seçim
gecesi sosyal medya hesaplarında söylenenlere bakmak yeterli.
Seçim sonuçlarının yayımlanmasının hemen ardından bazı
çevrelerin en yüksek ikinci oyu alan cumhurbaşkanı adayının kaçırıldığı, bir TV
kanalı çalışanlarının alıkonulduğu türünden halüsinasyonlarının, sukutuhayale
uğrayan toplum kesimlerinin, en azından bir kısmının, beklentilerinin sosyal
medya vasıtasıyla nasıl köpürtüldüğüne ve bunun nelere yol açabileceğine
tanıklık ettik. Aslında pek çok insanının (çıtayı çok yukarıya koymaktan
mütevellit) yıkılan büyük hayalleri neticesinde bu tür sansasyonel
asparagaslara inanmaya ne kadar teşne olduğunu gördük. Açıkça söylemek
gerekirse, bu durum pek de normal değil. Üstelik gerçek-üstü/ötesi bir cünuna
dönüşen sosyal medya haberlerine inanan binlerce kişi arasında, sosyal medyayı
ve teknolojiyi ustalıkla kullanan eğitimli gençlerin çoğunlukta olması, durumu
daha da vahim hâle getiriyor: Dijital çağın gelişinden evvel, ideolojisi
okuduğu gazeteden menkul gençlerle, gazetelerine tutkuyla bağlanan orta
yaşlıların okudukları gazetede yazılan her şeye kati bir imanla inanmaları
gibi. Ya da mahalle kahvesinde fısıltı gazetesinin yaygınlaştırdığı ve vahim
toplumsal sonuçları olan şayialar gibi. Sanki 21. yüzyılda değişen tek şey,
bunların yerini teknolojik araçlar ve sosyal medyanın alması.
Bu tarihimizde çok sık rastlanan bir durum. Sadece bir örnek
vermek gerekirse, Emeviler ve Abbasiler tarafından sürekli mağlup edilen
heterodoks çevrelerde, içselleştirilen çaresizlikten kaynaklanan bir tutumla,
kendilerini kurtaracak “gaip bir imam” ya da Mehdi beklentisi ortaya çıkmıştı.
Tıpkı İrlandalı meşhur yazar Samuel Becket’in “Godot’yu Beklerken” oyununda
olduğu gibi, baştan beri gelmesi mümkün olmayan bir umuda bağlanmanın
anlamsızlığı aşikar. Tabii burada gelecek olan “gaip imam”, “müceddid” veya
Godot’dan ziyade, kurtarılma umudu ve beklentisi daha önemli. Hatta varoluşsal
bir hâle gelmiş gibi duruyor. Sürekli yenilmişlik duygusuyla, bundan neşet eden
travma ve onun neticesi olan matem ve umutsuzluk, bu zümrelerin kendilerinin
sorunlarla başa çıkamayacaklarını düşünmelerine ve dolayısıyla gerçeküstü beklentilere
girmelerine yol açıyor.
Bu durumun ironik olan kısmı, “dogma” adını verdikleri
inançlara uzak duran ve toplumsal inançlarda yaşayan pek çok sosyolojik olguyu
“hurafe” olarak gören, mucize gibi olağanüstü hadiselere burun kıvıran
kesimlerin, siyaset söz konusu olduğunda, reel-politik ve sosyolojiye göre
vukûu ve hüdûsu mümkün olmayan, “siyasi mucizelere” inanmaya ne kadar yatkın
olduğunu göstermesi. Aslında bu tür kesimlerin, hayırlı bir nasibi çıksın,
çocuğu olsun, iş bulsun veya imtihanda başarılı olsun diye türbelere çaput
bağlayanlardan çok da farklı olmadığı anlaşılıyor. Bu manada verebileceğimiz en
iyi örneklerden biri, Ardahan’da yılın belirli bir döneminde tesadüfi bir
tabiat olayı olarak ortaya çıkan, cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün
siluetine benzeyen bir gölgeye gösterilen tazimdir. Buna benzer bir örnek de
Ortodoks Rumlar tarafından aziz olarak kabul edilen Aya Yorgi adına Büyükada’da
inşa edilmiş kilisede her yıl binlerce Müslümanın da (özellikle 23 Nisan’da)
üniversite sınavını kazanmak gibi dileklerde bulunmak için izdihama yol
açmalarıdır. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Piyasa faizinin yüzde
onlarda seyrettiği bir ortamda, bir yıl içinde yüzde yüz getirisi olduğu iddia
edilen sahte banka türü üçkâğıtçılara toplumumuzun her kesiminden insanın para
yatırdığını unutmayalım. Bir bakıma, seçimde Türkiye’nin toplumsal yapısına,
yani sosyolojisine aykırı mucizevi başarılar bekleyenlerin, bu sahte/sanal
bankaya para yatıran ve daha sonra böyle bir getirinin gerçek ve mümkün
olmadığını öğrenince sukutuhayale uğrayanlardan çok da farklı olmadığını söyleyebiliriz.
Medyanın bir kesiminde Sayın Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki
seçim kutlamalarına katılan bir çocuğun yaralanması üzerine (çok tabii ve
insani olarak) konuşmasını iptal etmesine getirilen absürt/akıl ötesi
yorumlarla, sosyal medyada diğer cumhurbaşkanı adayının aynı gece (çok tabii ve
insani olarak) yapmadığı basın toplantısının, kaçırıldığı ve rehin alındığı
şeklindeki ipe sapa gelmez komplo teorileriyle yorumlanması arasında çok fark
yok.
Seçimler bilimsel manada hiçbir sürpriz içermiyor ve tam da
Türkiye sosyolojisine uygun olarak sonuçlandı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
muhafazakâr ve milliyetçi partiler yüzde 60’ın üzerinde, milletvekilliği
seçimlerinde ise yüzde 65 civarında oy aldılar. Türkiye’de yüzde 60-65
muhafazakar-milliyetçi, azami yüzde 30 civarı sol-ulusalcı ve yüzde 7-10
arasında etnik-milliyetçi sosyolojik bir taban bulunduğu gibi herkesin malumu
olan bir gerçek göz önüne alındığında, bunda şaşılacak bir şey yok. Hem de
Cumhurbaşkanlığı sistemindeki yüzde 50 artı bir oy alma zorunluluğu tam da ve
sadece bu bilimsel gerçekliğe, yani Türkiye sosyolojisine ve bilime göre
hareket edenlerin iktidar olabileceğini apaçık göstermekteyken.
Yazıyı her zaman olduğu gibi bir son sözle bitirelim;
1990’larda meşhur bir reklamdan alıntıyla: “Yok aslında birbirimizden farkımız
ama biz Osmanlı Bankasıyız”.