![]() |
Tamer Ashraf |
Her ne kadar son günlerde bölgesel gelişmelerin ani
değişiklikler gösteren yoğun ve yüklü gündemi gözlemcilerin dikkatini
çoğunlukla Suriye eksenli çatışma ihtimallerine çekmişse de komşu İran’ın iç
politikasında da gözden kaçırılmaması gereken oldukça önemli tartışmalar
yaşanıyor.
Öncelikle ekonomik gelişmelerden başlanacak olursa ekonomik
ve siyasal gündemin adeta donduğu Nevruz tatilleri dönüşü insanların döviz
bürolarına akın etmesi ülkede döviz fiyatlarının kontrolden çıkmasına neden
oldu ve hükümet sabit döviz kuruna geçtiğini açıklayarak belirlediği kur
dışında döviz alım satımının yasaklandığını duyurdu. Buna göre serbest piyasada
60 bin riyali geçen doların fiyatı 42 bin riyalde sabitlendi ve hükümet yurt
dışına çıkacak olan kimselere gidecekleri ülkeye göre yılda bir kereye mahsus
olmak üzere 500 ya da 1000 avro miktarındaki dövizin bu kurdan satılacağını
açıkladı. Döviz bürolarının faaliyetleri de geçici olarak yasaklandı ve tüm
döviz işlemlerinin bankalar üzerinden gerçekleştirilmesine karar verildi.
Aslında sabit kur sistemi, İran’da yeni bir sistem değil;
özellikle seksenli ve doksanlı yıllarda uygulanan bu politikalar sabit resmi
kur ile serbest piyasa kuru arasındaki uçurumdan dolayı suiistimale açık olduğu
ve haksız kazançlara yol açtığı gerekçesiyle kaldırılmıştı. Dolayısıyla başta
ekonomi olmak üzere birçok alanda reform sözü veren Hasan Ruhani hükümetinin bu
tür denenmiş ve sonuç alınmamış yöntemlere başvurmak zorunda kalması, sonuçları
iyi düşünülmüş bir tedbirden çok, kısa vadeli ve kamuoyundaki paniğe varan
endişeleri gidermek üzere alınmış bir karara benziyor.
Hükümet döviz harcamalarını kısıtlamak amacıyla başka bir
adım daha attı ve yurt dışı çıkış harçlarını yaklaşık beş kat artırarak 2.2
milyon riyale çıkarma kararı aldı. Bununla birlikte bu tür palyatif tedbirlerin
ne kadar işe yarayacağı hususunda soru işaretleri bulunuyor. Özellikle sosyal
medyada Trump’ın, 12 Mayıs’ta Nükleer Anlaşmadan çekilmesi halinde doların 100
bin riyale kadar çıkabileceği iddiaları seslendiriliyor. Ahmedinejad’ın ikinci
döneminin ortalarında ve nükleer yaptırımların hemen öncesinde bir doların
sadece 10 bin riyal civarında olduğu hatırlanacak olursa, sert ekonomik
yaptırımların ülke milli para birimine olan etkisi daha iyi anlaşılacaktır.
Duruma müdahil olan Ayetullah Mekarim Şirazi’nin önerisi ise kimi ulemanın
ekonomiye bakışını özetler nitelikteydi: Önde gelen döviz bürosu sahiplerinin
yargılanmaları ve idam edilmeleri...
Döviz kurlarındaki şiddetli artış ile ilgili diğer bir
açıklama da Meclis Ekonomi Komisyonu Başkanı Muhammed Rıza Puribrahimi’den
geldi. Milletvekiline göre son birkaç ay içinde ülkeden 30 milyar doların
çıkarılması ve 20 milyar dolar kadar bir meblağın da bankacılık sistemi dışında
tutulması gibi yanlış mali politikalar, insanların dövize hücum etmesine neden
olmuş durumda.
Askerlerin artan ağırlığı ve darbe tartışmaları
Yaşanan son devalüasyon, ülkede zaten sıcak olan iç politik
tartışmaları daha da alevlendirdi. Muhafazakârlar, ülkenin içinde bulunduğu iç
ve dış siyasi tıkanıklıktaki paylarını inkâr ederek, kötü ekonomik gidişattan
Ruhani hükümetini sorumlu tutmaya çalışıyor. Bu kesime yakın basın organlarında
manşetleri süsleyen döviz rekorlarının altında daima, söz konusu durumun
Nükleer Anlaşmanın ‘hediyelerinden’ birisi olduğu ileri sürülüyor. Bazı gruplar
daha da ileri giderek hükümetin istifa etmesi gerektiğini savunuyorlar. Örneğin
Ensar-ı Hizbullah teşkilatı lideri Hüseyin Allahkerem gibi muhafazakâr
figürler, sivil ya da din adamı politikacıların ülke sorunlarına çare
bulamadığını, dolayısıyla askerlerin bu işi üstlenmesi gerektiğini söylemekten
çekinmiyorlar. Muhafazakâr siyasetin karizmatik liderlik boşluğunu Kasım
Süleymani gibi son dönemde parlatılmaya çalışan generallerin doldurmaya
çalışması, 90'lı yıllarda şekillenmeye başlayan asker-ulema ittifakının
gittikçe askerlerin lehine bozulması olarak değerlendirilebilir. Askerin
siyasette artan ağırlığıyla eş zamanlı olarak, son zamanda darbe
tartışmalarının da ülke basınında arttığı görülüyor.
Aslında iç politikanın en tartışmalı gündemini yakın zamana
kadar Ahmedinejad ve ekibinin başına gelen hadiseler oluşturuyordu. Ancak Hicri
Şemsi 1397 yılına girilirken sürekli olarak Laricani kardeşler üzerinden
yargıyı ve meclisi İngiltere casusluğu ile suçlayacak kadar ileri giden ve olan
bitene sesini çıkarmadığı için Devrim Lideri Hameney'e açık mektuplar kaleme
alan, kendisine yönelik suçlamalar ile ilgili Kasım Süleymani’yi açıklama
yapmaya davet eden ve arada bir kutsal türbelerde oturma eylemi başlattığı
haberleri gelen Ahmedinejad vakasına farklı gündemler eklendi. Yoğunlaşan
ekonomik ve iç politik tartışmalar nedeniyle, Ahmedinejad’a yakınlığıyla
bilinen 300 akademisyen ve aktivistin Hameney'e hitaben kaleme aldıkları,
ülkenin gidişatından memnun olmadıklarını belirten ve mevcut durumun
savunulamayacağını ileri süren mektup, çok fazla ses getirmedi.
Ahmedinejad’ın çıkışlarını gölgede bırakan önemli
gelişmelerden birisi Tahran Belediye Başkanlığı üzerinde yaşanan tartışmalardı.
Önde gelen reformcu isimlerden Belediye Başkanı Muhammed Ali Necefi’nin
istifası çoktandır gündemdeydi. Ancak Belediye Meclisi’nin, Necefi’nin ilk
istifasını kabul etmemesi üzerine Ülke Başsavcısı Muhammed Cafer Muntazeri’nin
sert açıklamasından sonra Necefi’nin sağlık sorunlarını gerekçe göstererek
tekrar istifa etmesi ve bu istifanın kabul edilmesi, meselenin şahsi bir
karardan çok etkin güç merkezlerinin baskısıyla ilgili olduğu izlenimini
güçlendirdi. Aslında belediye seçimlerinde reformcuların büyük bir başarı
kazanması muhafazakâr grupların tepkisini çekmiş ve Ruhani sonrası benzer
başarının cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yaşanması ihtimali, bu kesimleri
endişeye sevk etmiş durumda. Zaten ılımlı tavırlarıyla bilinen Tahran
Milletvekili Ali Mutahhari’nin, Necefi’nin gece evinde uyurken ve saygısız bir
şekilde gözaltına alındığını açıklaması da istifa meselesinin karşıt kamplar
arasındaki güç mücadelesinin yansıması olduğunu gösteriyor.
Farklı kesimler reform talebinde birleşiyor
İç politika tartışmalarına bir katkı da reformcu kanaat
önderlerinden Mustafa Taczade’den geldi. Reformcular arasında düşünsel
etkinliğiyle bilinen eski İçişleri Bakanı Yardımcısı Taczade, “resmi ya da
derin devletten biri sahneden çıkmak zorunda” diyerek İran’daki iki başlı
yönetim düzeninin sürdürülemeyeceği mesajı verdi. Benzer diğer bir uyarı ise
Nobel Ödüllü İnsan Hakları Savunucusu Şirin İbadi tarafından dillendirildi.
Uzun süredir Batı’da yaşayan İbadi verdiği bir röportajda, “artık İran’ın
reforme edilebileceğine inanmıyorum” diyerek siyasal sistemde çok temel
değişiklikler yapılması ve öncelikle de anayasadaki velayet-i fakih ilkesinin
kaldırılması önerisinde bulundu.
Son dönemde İran’ın içinde bulunduğu durumun vahametiyle
ilgili benzer uyarılar geliyor. Bu açıklamaların bir diğeri de İran modern
tarihinin en köklü siyasi hareketlerinden birisi olmakla birlikte, devrimden
sonraki birkaç yılda Humeyni liderliğindeki devrimcilerle bozuştukları için
siyasi faaliyetleri yasaklanan Özgürlük Hareketi’nden geldi. Hareket
yayınladığı bildiriyle, son yaşanan gelişmelerin yalnızca rejimin bekasını
değil İran’ın birlik ve bütünlüğünü tehdit eder hale geldiğini ileri sürdü ve
diğer birçok grup gibi Anayasa Konseyi’nin müdahalesi olmaksızın özgür bir
referandum ve seçim düzenlenmesini istedi. Burada ilginç olan nokta
Ahmedinejad, Şirin İbadi, Hüseyin Museviyan ya da Özgürlük Hareketi gibi farklı
siyasi gelenekten gelen kişi ve kurumların benzer talepleri dile getirmeleri ve
çok köklü reformların gerçekleştirilmemesi durumunda ülkenin yeni şiddet içeren
gösterilere sahne olabileceği yönündeki uyarılarda bulunmasıdır.
Sonuç olarak Trump yönetiminin İran’a karşı tavrını yavaş
ama istikrarlı bir şekilde sertleştirdiği göz önüne alındığında ülkeye
uygulanan yaptırımların, 12 Mayıs’tan sonra yeni bir aşamaya geçecek olması ve
Rusya ile bozuşan Avrupa ülkelerinin İran’a ambargolar konusundaki
isteksizliklerini terk etmeleri, öte yandan İran karşıtı sert tutumlarıyla
bilinen Mike Pompeo ve John Bolton gibi şahin isimlerin, Beyza Saray’da önemli
pozisyonlara getirilmeleri, İran’ın yakın gelecekte hem ekonomi hem de dış
politika alanında zorlu bir döneme girebileceğini gösteriyor.