![]() |
Tamer Ashraf |
Avrupa’daki eğitim sisteminden çalışma hayatına kadar farklı
mekanlarda yaşanan ayrımcılıklar, azınlıkların entegrasyonunu da
imkansızlaştırdı.
Oryantalizm literatürün en önemli ismi olan Edward Said’in
cevapları artık içinde bulunduğumuz çağı açıklamakta yetersiz kalıyor. Said,
Batının öncelikle Doğunun gizemini çözmeye çalışmakla başladığını, zamanla elde
edilen bilginin hegemonyaya dönüştüğünü iddia ediyordu. Hatta sosyal
darwinizmden öğrendiğimize göre, Batının hegemonyasının, üstünlük iddiasını
içeren etik bir temeli de vardı. İnsanlık tarihinde “aşağıda kalmış” milletlere
hükmetmek kadar doğal ne olabilirdi? Kendi toplumsallıkları içinde mesafeleri
ayarlayamamış “gayri medeni” toplumlara “medeniyet götürmek” Hristiyanî hayrın
gereğiydi. Geri kalmış toplumlar, kendilerine getirilenler karşısında
müteşekkir olmalıydı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan Pax-Americana,
Avrupa’yı sömürülen toplumlardan geçim derdiyle gelen göçmenlerle doldurdu.
Avrupa’nın sömürge devletlerindeki politik manevralarından etkilenen politik
sığınmacılar da zamanla bu kervana katıldılar. 21. yüzyılda kontrolünü yitiren
Avrupa, müdahalelerini artırınca göçmenlerin oranı da arttı. Göç artık sadece
ekonominin ve sosyolojinin konusu olmaktan çıkarak politikanın da konusu haline
geldi. Günümüzde özellikle Müslüman göçmenler artık güvenlik meselesi halinde
algılanıyor. Örneğin Almanya’da, “Müslüman meselesi”, sosyolojik entegrasyon
sorunu olarak görülmediğinden, entegrasyondan sorumlu bakanlıklara değil,
güvenlikten sorumlu bir bakanlık olarak iç işlerine havale edilir. Almanya
İslam Konferansı’nın yapısını Almanya'nın içişleri bakanlığı kurgulamıştır.
Benzer kurumlara, benzer biçimlerde Fransa ve İngiltere’de de rastlamak mümkün.
Avrupa’nın toplumsal dengesini sarsan göçler, Avrupa tininin
evrensellik iddiasını da sorgulamayı zorunlu kıldı. Avrupa değerler sisteminin
dünyaya medeniyet getireceğine dair inanç, gelen göçmenlerin modernleşmelerinin
metamorfoza uğraması nedeniyle şüpheyle karşılanmaya başladı. Zira “üstün
Avrupa tini”ne teslim olacağı zannedilen göçmenler, kendileri olarak kalmakta
direniyordu.
Aynanın diğer yüzünde ise Batının iddialarına karşı, Avrupa
dışı toplumlarda 19. ve 20. yüzyıllar boyunca birbirinden farklı tepkilerin
oluştuğunu görüyoruz. Sömürge ülkelerindeki tutumu “yaralı bilinçle” açıklamak
zor değil. Avrupa karşısında mücadeleden vazgeçenlerin içinde bulunduğu durumu
açıklayan “yaralı bilinç”, aynı zamanda kin dolu bir zihin halidir. Zira
kaybetmenin yasından beslenen yaralı bilinçler tam da yaslarını kimlikleri
haline getirmiştir. Bu yas kültürünün, Gandi’de olduğu gibi münzevi halleri
olduğu gibi, Humeyni’de olduğu gibi aktivist halleri de vardır. İkisi de
Avrupa’yla ortak bir dile sahip olmadıklarını, yaslarına dayanarak dile
getirmeye çalışmaktadır. Her iki kültürel havzanın da Avrupa ile ilişkilerinin
daha yakın gibi görünmesi, aslında yaralı bilinçlerin teslimiyet görüntüsünden
kaynaklanmaktadır. Fakat her ikisi de derinden yaralı oldukları için,
politikalarının içindeki kini bazen dışa vurmaktadır. Yaralı bilince sahip
kültürler içinde bu kadar şanslı olmayanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Onların
bir kısmı, Körfez ülkelerinde olduğu gibi, uzun yıllar boyunca otantikliklerini
korumada zenginliklerini kalkan yapmıştır. Diğer kısımları ise, Mısır’da olduğu
gibi, elitlerini yaralı bir bilinçle medenileştirmiş ama halka dokunmamıştır.
Bu nedenle ahali, otantizmini korumayı başarmıştır.
Avrupa ile uzun yıllardan beri mücadele içinde olan
Türklerde ise yaralı bilinç hali hakim olmamıştır. Avrupa karşısında kaybetmeye
başladığımızda, öncelikle sadece teknolojik anlamda kaybettiğimizi düşünmüştük.
“Tanzimat adamları” ve onların devamı olan “Cumhuriyetin kurucu nesli” kültürel
olarak da kaybettiğimizi kabullendi. Fakat her iki halde de Avrupa’ya karşı
“kinimiz” oluşmadı. Zira kini besleyen yas kültüründen daha ziyade, zaferleriyle
kendini kuran bir kültürel köke sahiptik. Belki biraz içi iyi doldurulmamış bir
özgüven sorunu taşısa da, “zafer kültürü” değişimlerini kiniyle
yoğurmamaktadır. Batıya rağmen Batıcılık ya da Kopenhang kriterlerini Ankara
kriteri haline getirip yola devam etme arzusu, zafer kültüründen
beslenmektedir. Bu nedenle herkesin, suskunluğu “politik akıl” olarak
kabullendiği dünyada, “dünya beşten büyüktür” çıkışını yapabiliyoruz. Bu tür
bilinç haline belki de “bilenmiş bilinç” demek gerekir. Yani Avrupa karşısında
kaybetmiş olmanın öfkesiyle -kiniyle değil- bilenmiş bilincimiz, teknolojik
üstünlüğe süngüleriyle karşılık verebilmektedir. Bu halimizle ortak olduğumuz,
Rus Kazaklarının ve Tokugawa Samuraylarının asabiyetidir. Avrupa açısından en
güvenilmez hal, bu tür zihin dünyasından çıkmaktadır. Avrupalı gibi görünür,
düşünür ve yaşar; ama ondan olamaz. Eğer coğrafya kader olmasaydı, muhtemelen
Germenlerin hali de bizden farklı olmayacaktı.
Avrupa kültürü karşısında oluşan diğer bir ruh hali de
“melez bilinç” olarak isimlendirilebilir. Özellikle, (din dahil olmak üzere)
kendi kültürel yapılarını, üst medeniyet olarak kabullendikleri Avrupa
karşısında değiştiren toplumlarda görülen bir bilinç hali olarak melez bilince,
az gelişmiş ülkelerin elitlerinde de rastlamak mümkün. Avrupa’nın liberal
değerler sisteminin kendi varoluşlarını da garanti ettiğini düşünen melez
bilinçler, farklı olanın haklarına saygı konusunda, başta İslamofobik eylemler
olmak üzere sınıfta kalan Avrupa karşısında hayal kırıklığı yaşamaktadır. Gerçekten
de Karl Popper’ın da açıkça ifade ettiği gibi, Avrupa’nın liberal değerleri
ancak kendileri için bir anlam ifade etmektedir. Evrensellik iddiasına
inanarak, Avrupa değerler sistemiyle Avrupa’yı yargılayanlara hizmet
etmeyecektir. Artık özgür ülkelerin totalitarizmle mücadelesi faşizmle ya da
sosyalizmle mücadele değil, İslam’la mücadele olarak anlaşılmaktadır. Kendi
değerler sistemini korumak için yeni haçlı seferlerinin ilan edilmesi boşuna
değildir.
İslam karşıtlığının ise iki farklı türünden bahsedilebilir:
İlki siyasi İslamofobi. Yani devletler kendi anayasal konseptlerine uymayan
İslami ilkeleri ya ona uydurmaya çalışmakta ya da toptan reddetmektedir. Melez
bilinçler açısından, bu tür siyasal talepler, Avrupa’da yaşamak isteyenler için
gayet doğaldır. Buradan baktığımızda bilenmiş bilinçlerimizin kolay kabul
edemeyeceği İslami ilkelerin seyreltilmiş halini orada yaşamanın bir gereği
olarak görenleri de anlamak gerekmektedir. Avrupa’ya karşı aşk ile nefreti bir
arada yaşayan yaralı bilinçlerin ise anlamlı tepkiler geliştirmesi daha da
zordur.
İslam karşıtlığının ikinci türü ise toplumsal İslamofobidir.
Toplumsal İslamofobinin kaynağı ise hiyerarşi isteğidir. Hakim millet-mahkum
millet kodu, yani topluluklar arasında bir astlık-üstlük ilişkisinin
kurulmasını şart koşan hiyerarşi talebi karşısında, melez bilinçler iddialarını
çoktan kaybetmiştir. “İslam ve…” diye başlayan ikilikleri aşma ve evrensele
ulaşma gayretleri, melez bilinçlerin en önemli hedefidir. “Ötekinin ötesi”
evrensel kardeşliğin ve dayanışmanın mekanıdır. Yeter ki bizlerin barbar değil,
medeni insanlar olduğumuzu bir kabul etsinler, gerisi kolaydır. Talep edilen
hiyerarşi karşısında, göz hizasında muhataplıktan bahseden bilenmiş bilinçler
ise hadsizlik örneği olarak görülmektedir.
Modern Avrupa rönesans, reform, hümanizm, rasyonalizm ve
aydınlanma üzerinden oluşan değerler sistemini evrensel olarak görüyordu. Bu
nedenle, Avrupa dışı kültürel havzaların asabiyetlerini korumasına anlam
veremiyor. Dahası, eşitlik talepleri kendi içindeki farklı toplumsallıklardan
geldiğinde hayretle karşılıyor. Yaşam biçimleri açısından kendisiyle
farklarının kalmadığını düşündüğü Avrupa gettolarındaki azınlıkların, öz
değerlerine sahip çıkması beklenen bir olgu değildi. Modernitenin doğal olarak
onları da değiştireceği düşünülüyordu. Gerçekten de bu değişim gözle görünür
nitelikteydi.
Fakat Avrupa’daki eğitim sisteminden çalışma hayatına kadar
farklı mekanlarda yaşanan ayrımcılıklar, azınlıkların entegrasyonunu da
imkansızlaştırdı. Azınlıklar entegre olamadıkça güvenlik sorunu olarak
tanımlanmaya başlandılar. Güvenlik sorunu olarak görülmek ise diasporaları
yaşadıkları toplumdan soğuttu ve kriminalizasyon daha da arttı. Bugün Avrupa’da
DEAŞ saldırılarına katılan faillerin ithal edilmedikleri, bizatihi Avrupa’da
doğup büyüdükleri artık bilinen bir olgu. Hatta yaşam biçimleri açısından, bu
kişilerin çoğunun Avrupalı gençlerin yaşam tarzlarından farklı olmadıkları bile
iddia edilebilir. Dahası, ayrımcılıkla yoğrulmuş kinleri derin olan gençleri,
Avrupa değerler sistemine sadık tutmak da çok mümkün görünmüyor.
Avrupa’nın aynasında biz ise kendi içlerindeki sorunlara
uzun elini sokmuş meraklı komşularız. Hatta onların içişleri ve güvenlik
sorunlarını aşmalarına değil, çeşitlenmesine sebep olmaktayız. Başta camiler ve
dernekler olmak üzere, devletin uzun elini, onların toplumsallıklarını tehdit
etmek için kullanmaktayız. Diasporadaki Türk azınlıkları kullanarak Avrupa
ülkelerine şantaj yapıyor oluşumuz da işin cabası.
Oysa asıl sorun, başta bizler olmak üzere, dünyanın Avrupa
değerler sisteminin evrenselliğine artık inanmaması. Bizleri dünyanın eşit
bireyleri yaptığına inanmadığımız bu değerler sisteminin yeniden güncellenmesi
gerekiyor. Her çağın yeniliği karşısında (dinlerini olmasa da) anlayışlarını
güncelleyen Müslümanlara karşı, Avrupa da kendi değerler sistemini gözden
geçirmelidir. Avrupa ise Avrupa-merkezci düşünceden vazgeçecek gibi değildir.
Dahası artık tek merkez de Avrupa’dır. Onun dışında bir hakikat yoktur. Olan
hakikatin de dışa açılabilir bir hali bulunmamaktadır. Avrupa artık kendi
kendine moderndir, hukuktur, kültürdür, kimliktir ve siyasettir. Bu kadar içe
kapanan Avrupa’yı bekleyen iki farklı kader var: Ya savunma hattını çok
gerilerde kurduğu için asabiyeti yüksek “gayri medeniler”/”kültürsüzler”
tarafından yıkılmaya razı olacak ya da kendi aydınlanmacı geleneği dahilinde
gerçek anlamla çok-kültürlü bir toplumsallığa “cesaret gösterecektir”.