![]() |
Tamer ASHRAF |
Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, 1982 Anayasası genişçe yer verdiği sosyal devlet ilkesi bakımından bir hayli tedirgin” bir bakış açısını yansıtmaktadır. “Sosyal adalet” ve “insan onuru ile bağdaşır yaşam biçimi” gibi kavramlardan olabildiğince kaçınmak, sosyal devletin “dinamik” öğelerini temsil eden sendikal haklar konusunda da kısıtlayıcı bir yaklaşımı benimsemek, sosyal ve ekonomik hakların sayımında “cömert” davranırken, bunların hukuki etkisini azaltmaya gayret göstermek bu tedirginliğin ipuçlarını veriyor.
Sosyal devlet, toplumdaki eşitsizlikleri olabildiğince gidererek, vatandaşlarına insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlamayı amaçlayan devlet olarak tanımlanabilir. Bu ise ancak, devletin ekonomik ve toplumsal alanda etkili olması ile gerçekleştirilebilecektir. Şu halde sosyal devlet düzeni, 19. yüzyıl liberal devlet anlayışının bir sonucu olan bekçi devlet anlayışından bir farklılaşmayı temsil etmektedir. Liberal felsefenin, devletin görevlerini ülkeyi dışarıya karşı savunma ve içerde düzeni sağlamadan ibaret gören anlayışı; devletin ekonomik ve toplumsal yaşama müdahalesini “serbest piyasa”ya aykırı ve dolayısıyla zararlı görmekteydi.
Günümüzde liberal anlayış, modern devletin, geçmişte devlet-dışı olan alanlarda da planlayıcı, yönlendirici ve hizmet verici işlevler edinmesine, bu durumun bireyin devlete bağımlılığının artması sonucunu vereceği, bunun da kişi özgüllüğünü tehlikeye düşüreceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bu nedenle liberal yaklaşım, “sosyal devlet” ile “hukuk devleti “yasalar önünde eşitlik” ilkesi arasında bir karşıtlık varsayımına ulaşıyor. Devletin aşırı “güçlenmesi” eleştirildiği zaman da karşı çıkılan şey, devletin sosyal amaçlı ödevler üstlenmesi oluyor. Türkiye gibi ülkelerde ise “güçlü devlet” talebi sosyoekonomik görevler üstlenerek “genişlemiş” bir devlet değil, kişiler üzerinde “dilediğince” tasarrufta bulunabilen bir devlet anlayışının yansıması olmaktadır. Bu anlayışta çatışan değerler de “hukuk devleti” ile “sosyal devlet” değil, “devlet otoritesi” ile “hukuk devleti insan hakları” olmaktadır.
Ne var ki, devletin müdahalesi dışında kendi kurallarına göre işleyen serbest piyasa ekonomisinin ağır toplumsal sorunlara yol açtığı da görülmekteydi. Bu sorunların yol açtığı çatışmalar ve gelir paylaşımındaki büyük eşitsizliğin yükünü çeken toplumsal sınıfların mücadeleleri sonucu, sosyal devlet anlayışı gelişmektedir.
Sosyal devletin “bir gözlemi, bir değer yargısı, bir amacı ve bir eylemi olduğunu görüyoruz. Gözlem, eşitsizliklerin bulunmasıdır. Değer yargısı, bu adil olmayan eşitsizliklerin kişilerin kendilerinden kaynaklanmadığıdır. Amaç, bu eşitsizlikleri mümkün olduğu ölçüde azaltmaktır. Eylem, kamu gücünün müdahalesidir” (Luchaire, 1982:313).
Sosyal devletin toplumdaki eşitsizlikleri yumuşatarak vatandaşların refahını sağlamaya yönelen bir devlet olması, onun amacının mutlak ekonomik eşitlik sağlamaya yönelik olduğu anlamına gelmemektedir. Sosyal devletin eşitlik anlayışı, kişilerin içinde doğduğu sosyo-ekonomik farklılıklardan kaynaklanan eşitsizliğin fırsat eşitliği ile dengelenmesi, bireylerin maddi ve manevi varlıklarını geliştirmek için hiç değilse asgari ön koşullara sahip olmalarının sağlanmasıdır.
Bu nedenle sosyal devletin, özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi ilkelerine dayanan klasik liberal devletin ana kurumları korunarak yenilenmesi biçiminde tanımlanması da mümkündür.
Öte yandan belirtmek gerekir ki, sosyal devlet anlayışı, günümüzde gelişmiş ülkelerde hemen tüm siyasal akımlarca kabul edilen bir ilke haline gelmiştir. Bu ülkelerde sosyal devlet anlayışı açısından görüş ayrılıkları, sosyal devlet politikalarının kapsamı ile sınırlı hale gelmiştir. Gelişmekte olan ülkelerde ise konu farklı bir anlam kazanmaktadır. Ulusal gelirini büyük ölçüde artırmış ülkelerde sosyal devlet, daha çok varolan zenginliğin daha hakça bir dağılımını gerçekleştirme sorunu olarak ortaya çıkıyor.
Oysa gelişmekte olan ülkelerde henüz rahatça paylaşılacak bir ulusal gelir düzeyine ulaşılmış değildir. Bu tür ülkelerde sosyal devlet ilkesinin gerçekleştirilmesi, yalnız sosyal adalet ve sosyal güvenlik önlemleriyle değil… paylaşılan ulusal gelirden herkese yeterli bir payın düşebilmesi için, mutlaka, bireyleri ezmeden ulusal sermaye birikimini sağlayan ve hızlı kalkınmaya önem veren ekonomik politikalarla mümkün olabilir (Soysal, 1993:149).
Bu nedenle, gelişmekte olan ülkelerde planlama kavramı özel bir önem kazanıyor. Devletin toplumsal ve ekonomik yaşama hızlı kalkınma ve sosyal amaçlarla müdahalesinin tutarlı bir biçimde gerçekleştirilebilmesi için, toplumun ekonomik kaynaklarından akılcı bir biçimde yararlanılması gerekecektir. Bunu sağlayabilecek en iyi araç ise, planlamadır.
1961 Anayasası gibi, 1982 Anayasası’nın da, bir hayli arka plana atılmış olsa bile, 166. maddesinde planlamayı devlete görev olarak yüklemesi, işte bu nedenle açıklanabilir.
Sosyal Devlet ve Sosyal Adalet
Sosyal devlet kavramı ile yakından ilgili bir kavram da sosyal adalettir. Dahası, genel olarak kabul edilen tanıma göre sosyal devlet, sosyal adalet ilkesine dayanan devlet demektir. Anayasa Mahkememizin de belirttiği gibi sosyal devlet güçsüzleri, güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal adaleti ve böylece toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir.“Sosyal devlet sisteminde insanlar arasında yalnızca yasa önünde eşitlik değil, fakat şans ve olanak eşitliği getirilmek, kişi, içinde bulunduğu sosyal-ekonomik ortamın, kötü şansının etkisinden kurtarılmak istenmektedir. Amaç insanlar arasında şans ve olanak eşitliği sağlamak, yasa önünde eşitliği daha etkili kılmaktır. Bunun için sosyal devlet sisteminde iktidar, güçsüzlükleri, kötü şanslıları koruyucu tedbirlerle sosyal ve ekonomik nedenlerin yarattığı eşitsizlikleri azaltmaya, zenginliklerin daha adil dağıtımını, sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışır* (Göze, 1976:126-127).
Sosyal Devlet ve Demokrasi
Sosyal devletin amaçlarını gerçekleştirebilmesi, yani toplumsal dengesizliklerin yumuşatılması, ulusal gelirin hakça sayılabilecek bir biçimde dağılımının sağlanması ve güçsüz toplum kesimlerinin ezilmesinin önlenmesi gibi hedefler, bu amaçları destekleyecek güçlerin siyasal yaşamda etkin olmasını gerektirir. Yoksa sosyal devlet, istediği ölçüde lütuf dağıtan bir sadakat devleti olur. Devletin sosyal devlet olması, güçsüzlerin güçlerini devlet yapısında hissettirecek kurumların ve yolların varolmasına bağlıdır (Soysal, 1993:151).Bu nedenle sosyal devlet, demokratik bir siyasal yapının varlığıyla yakından ilgilidir. Ancak geniş kitlelere siyasal süreçlere katılma olanağı sağlayan bir yapı, eşitsizlikleri gidermeye yönelik bir sosyal devletin güvencesi olabilir. Bu ise, yalnızca siyasal mekanizmaların varlığı ile sağlanmış sayılmaz. Çalışma yaşamına ilişkin hak ve özgürlüklerin de buna olanak verecek biçimde düzenlenmesi gerekir. Bu nedenle sendika, toplu sözleşme ve grev hakları sosyal devletle olduğu kadar, demokratik devlet ilkesiyle de ilgili sayılırlar.