![]() |
Tamer ASHARF |
Terörizm, “basit bir eylem kapsamında değerlendirilebilecek
sıradan bir şiddet eyleminden çok ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel pek çok
ayrı nedenle tekil ya da bileşik temelde beslenen ve yarı askeri anlamda
karşılığı bulunan son derece gelişkin ve karmaşık bir olaydır.” Bu karmaşıklık
dikkate alınarak dünya huzurunu sağlamayı amaçlayan BM, şu beş kıstası terörle
mücadelenin ana hatları olarak kabul etmiş ve mücadelenin başarıyla sonuçlanması
için şart görmüştür:
Örgütün militan kazanmasının önüne geçilmeli,
Teröristlerin silah, mühimmat elde etmeleri engellenmeli,
Terör örgütlerine dış güçlerin (diğer devletlerin) sağladığı
destek kesilmeli,
Devletin mücadeledeki ve halka sunduğu yeterlilikler
arttırılmalı,
Ülke içerisinde insan hakları ihlallerinin önüne
geçilmelidir.
PKK gibi derin ve büyük bağlantıları olan bir terör
örgütünün tasfiye edilmesi, küçük ama önemli, üzerinde ayrıntılı düşünülmüş
adımların atılmasıyla gerçekleşebilir. Ancak sorun çözmekten çok İngiliz
hükümetinin zamanında yapmış olduğu gibi bastırmak ve ertelemek yolu seçilirse,
örgütün büyüyerek şiddetini arttırabileceği ve ülke istikrarını tehdit
edebilecek konuma gelebileceği de iddia edilmektedir. Türkiye’deki PKK
terörizmi ile ilgili sorunda stratejinin belirlenebilmesi için öncelikle
sorunun teşhisi doğru bir şekilde yapılmalıdır. Daha sonra ise ülke
içerisindeki sosyal ve kültürel yönden eksikliklerin teröristlerin eylemlerini
meşrulaştırmalarında en iyi malzeme olması nedeniyle toplum yapısı, eğitim,
dil, ekonomik ve sosyal refah dahilinde sorunların çözümlenmesi gerekmektedir.
Ancak sosyal ve kültürel sorunların çözülmesi terör sorunun ortadan kalkması
için yeterli olmayacağı görüşü doğrultusunda, örgütü silahlı eylem boyutundan siyaset
arenasına çekebilmek, örgüte sağlanan siyasi ve ekonomik desteğin önüne
geçebilmek, kitlelere ulaşma ve etkilemede en hızlı ve etkili yol olan kitle
iletişim araçlarına yönelik tavır gibi hukuki ve güvenlik önlemlerinin de
alınması şarttır . Bu bölümde mevzubahis olunan önlemler incelenmiştir.
Türkiye ‘ de ” Kürt Sorunu ” İle PKK Terör Örgütü ‘ nün
Birbirine Karıştırılması
Bir ülkede ortaya çıkan terör faaliyetlerinin sona
erdirilebilmesi için öncelikle bu olaylara zemin hazırlayan altyapı doğrultusunda
soruna bir isim konulmalıdır. İsim konulmadan yürütülen bir faaliyet ancak
cereyan etmekte olan olayların bir süreliğine durmasına ve sorunun altında
yatan asıl meselenin çözülmemesi nedeniyle, daha sonra tekrar ortaya çıkmasına
neden olur. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sorun, bir “Terör Sorunu” mu, ya da bir
“Kürt Sorunu” mu, veya “Doğu Sorunu” mudur? Öncelikle bu sorunun cevap bulması
ve tek bir kavramın kullanılıp, karmaşıklığa neden olması engellenmelidir.
Soruna ‘Kürt Sorunu’ adını koyabilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan
Kürtlerin, Birinci Bölüm’de bahsedilen mesleki, sivil, aleni, yerel yerleşim ve
sosyal ayrımcılıklarından en az birine maruz kalmaları gerekmektedir. Ancak,
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 10’uncu maddede, herkesin dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşitliği vurgulanmış ve ayrımcılık kesin bir
şekilde reddedilmiştir. Anayasamıza göre, her Türk vatandaşı eşit haklara
sahiptir ve devletin her makamında görev alabilirler. Yapılan araştırmalar,
1923 yılından bu yana Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ne giren
milletvekillerinden en az %25’inin Kürt kökenli olduğu tahmin edilmektedir .
Sırf etnik kökeninden dolayı Kürtlerin ayrımcılığa uğramadıklarının bir diğer
kanıtı ise, doğu bölgelerinde köylerini boşaltıp ülkenin batısına göç eden
Kürtlerin gerek iş alanında, gerekse eğitim, yerleşim alanında ayırımcılığa
tabi tutulmamaları ve dışlanmamış olmalarıdır. Bu dışlanmışlığa örnek olmak
üzere etnik sorunun yaşandığı Yugoslavya ele alınabilir. Yugoslavya dağılırken
her etnik grup kendi etnik kökenlilerin yanına kaçarken, PKK terör örgütü
nedenli Güneydoğu Bölgesi’nden ayrılmak zorunda kalanlar Irak’a değil, Anadolu’nun
batısına göç etmişlerdir.
PKK terör örgütünün ortaya çıkışında, ülkenin doğu
bölgesinin yarı-feodal yapısı nedenli geri kalmışlığın istismar edilmesi etkili
olmuştur. Türkiye’nin, Anadolu’da üniter bir devlet ve tek millet olarak
yaşamasını; politik, ekonomik ve askeri açıdan önemli bir güç olması
ihtimalinden rahatsız olan kimi dış güçler, terörü Türkiye’yi
istikrarsızlaştırma politikası olarak kullanmış olduğu birçok kez dile
getirilmiştir. Türkiye’nin bölgesinde bölgesel bir güç haline gelmesinin
engellenmesi için başına terör belası sarıldığı iddiasıyla, şöyle bir
değerlendirme yapılmaktadır:
“Türkiye, coğrafi konumu dikkate
alındığında, Ortadoğu, Basra Körfezi, Doğu Akdeniz ve Kafkasya’yı kontrol eder.
Bu bölgelerin, dünyanın enerji yönünden en zengin bölgeleri olduğu
bilinmektedir. Anadolu yarımadasının zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarına
sahip olması, Türkiye’nin jeopolitik olarak, güçlü bir devlet olduğuna işaret
etmektedir. Anadolu yarımadası üzerinde, ulusal birlik ve beraberliği konusunda
zaafiyet yaşamayan bir devletin, önce bölgesel, sonra uluslararası bir güç
olması ise kaçınılmazdır.” Türkiye’nin bu güce erişmesine engel olmak için
ülkenin doğusundaki yapı ve o bölgelerde yaşanan sorunlar “Kürt Sorunu” varmış
gibi propaganda yapılmaktadır. Ancak, mevzubahis edilen sorunları sadece Kürt
kökenli vatandaşlar değil, aynı zamanda Türk, Arap, Zaza kökenliler de
yaşamaktadır. Tüm bu anlatılanlar ışığında sorunun, “Kürt Sorunu” değil, “Doğu
Sorunu” ya da Türkiye’nin sosyolojik bir sorunu olduğunu söylemenin daha doğru
bir tespit olduğu düşünülmektedir. Doğu Sorunu, PKK silahlı örgütüne yönelik
güvenlik güçlerinin sürdürdüğü silahlı mücadele devam ederken, bir yandan da
sosyal ve kültürel alanda reformlar yapılarak -uluslararası işbirliği
içerisinde, ancak sorunun bir iç sorun olduğunun kavranılıp dış güçlerin
müdahalesine engel olunarak- çözülmelidir.
Sosyal Ve Kültürel Önlemler

Toplum Yapısı
Ülkenin doğu bölgesinde dil, din, soy, kültür yönünden
farklı gruplar yaşamaktadır. Ancak bölgenin etnik yapısı üzerine pek fazla
ciddi araştırma yapılmamıştır. Yapılan bir araştırma ise Türkiye’nin
güneydoğusundaki yedi büyük ilde yaşayan 8.556 kişiye 2005 yılında uygulanan
anket sonucunda %43’ü etnik kökenini Kırmanç olarak bildirirken, %22’si Zaza,
%21’i Türk, %7’si Arap, %6’sı diğer olarak belirtmiştir; %1’i ise cevap
vermemeyi tercih etmiştir. Bu iki araştırma dikkate alındığında bölge halkının
etnik yapısı üzerine kesin yargılarda bulunmanın neredeyse imkansız olduğu
ortaya çıkmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde sosyal bir
teşkilatlanma olan aşiret yapısı ile karşılaşmaktayız. Aşiret, dil ve kültür
yönünden büyük bir türdeşlik gösteren, kan bağları ile birbirlerine bağlı,
hayvancılık yaparak yaşayan, göçebe, yarı-göçebe ya da yerleşik insan
topluluklarıdır . Milliyetleşme sürecini büyük ölçüde etkileyen husus aşiret
gelenekselliğinin kurumsallaşmasıdır. Bu aşiret yapısı kan bağı, güçlü
dayanışma duygusuyla kişileri birbirine kenetler ve bu kenetlenmenin PKK terör
örgütünün ortaya çıkışında ve gelişmesinde de etkin rol oynadığı söylenmektedir.
Çünkü aşiret yapısında aşiret liderine kesin bir bağlılık ve aşirete mensup
kişilerin kollanması mevcuttur. Bir aşirete mensup kişinin büyük kente gelip
yerleşmesi dahi aşiretten kopmasını sağlayamamaktadır. Bağlılığı sağlayabilmek
amacıyla aşiret tarafından kentlerdeki gençlerin korunmaları, eğitilmeleri
sağlanmakta, onlara burs verilmektedir. Bu şekilde millet-altı denilebilecek
aşiretler, Türk toplumunun ulus-devlet olma süreci doğrultusunda kültürel
bütünleşmeyi engellemektedir. O halde aşiret yapısının zamanla yok edilip
millet olma şuuru kişilere bir şekilde aşılanmalıdır. Aşiret düzeninin tasfiye
edilebilmesi için ise toprak reformunun yapılma mecburiyeti bulunmaktadır.
Eğitim
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün PKK terör örgüt suçlularının
dosyaları üzerinde yaptığı araştırmaya göre suçlular arasında yüksekokul
mezunlarının oranı %11, lise mezunu %16, ortaokul %13, ilkokul %39, okuryazar
%12, ve cahil %9’dur. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ulaştığı oranlar bağlamında
her ne kadar ilkokul mezunlarının terör örgütüne katılma oranı yüksek ise de,
yüksekokul mezunları da önemsenmeyecek oranda değildir. Bu durum terör örgütüne
katılma nedeninin eğitimsizlik olduğu kadar eğitim sistemindeki eksikliklerden
de kaynaklandığını akla getirmektedir .
Türkiye Cumhuriyeti, 35 yıldır terör örgütleri ile sürekli uğraşmak
zorunda kaldığı iddiasıyla, jeopolitik konumu itibariyle yeni terör
örgütlerinin Anadolu coğrafyası üzerinde ortaya çıkmasının bundan sonra da
muhtemel olacağı ileri sürülmektedir. Bu durum ise kişinin eğitim sürecinin çok
başlarında milli eğitim politikası doğrultusunda, terör örgütlerinin amacı ve
örgütlenme biçimleri yönünde bilinçlendirilmeleri için, okul ders müfredatına
terör dersinin dahil edilmesini mecbur bırakmaktadır. Bölgedeki bir saha
araştırması sırasında öğretmenlere “görev yaptıkları köyün hangi aşirete mensup
olduğu” sorusu sorulduğunda, öğretmenlerin soruya cevap verememeleri, bölgeye
ne kadar ilgisiz oldukları gerçeğini ortaya koymuştur .
Bir eğitimcinin öncelikle bulunduğu bölge hakkında kültürel
ve toplumsal gerçekleri öğrenmesi ilk ve önemli koşullardandır. Aksi halde
görevinde pek başarılı olması beklenemez. Bu bağlamda öğretmen adaylarının,
eğitim fakültelerinde sosyoloji, özellikle aşiret sosyolojisi, antropoloji gibi
dallarda eğitim almaları, terörle mücadelede bilinçli eğitimciler olarak
yetişmeleri için bir mecburiyettir. PKK terör örgütünün, özellikle örgütlenmesi
için, dinamik gençlerin toplu bir şekilde bulunduğu yatılı okulları hedef
seçtiği ve okullardaki denetimlerin yetersizliğinden dolayı, kimi örgüt yanlısı
eğitimcilerin de bu örgütlenme içerisinde yer aldığı birçok kez ortaya
çıkarılmıştır. Bu durum ülke geleceği için büyük tehlike arz etmektedir. Titiz
çalışmalar doğrultusunda örgüt yanlısı olan eğitimciler derhal tespit edilip
görevlerinden uzaklaştırılmalıdırlar. Onların yerine terörle mücadeleyi bir
vatan borcu olarak kabul eden ve gerekli mücadele eğitimi almış öğretmenlerin
bölge okullarına atanması ile birlikte gençlere gelecek umudu verilmesi
gerekmektedir. Gençlerin kendilerine güven duymaları sağlanıp, toplumda gerekli
unsurlar oldukları hissi verildiği takdirde PKK terör örgütünün örgütlenmesi
çok daha dar bir zemine hapsedilmiş olacaktır.
ABD ve Sovyet Birliği, ülkelerinde yaşanan ayrılıkçı
sorunların çözümünde bölge üniversiteleri ile yoğun işbirliği yapmışlardır.
Üniversiteler, sahip oldukları araştırma merkezleri ile dünyanın birçok
bölgesinde yerleşkelerinin bulunduğu bölgelerin meselelerinin çözümüne katkı
sağlamaktadırlar. Türkiye’de de bölge üniversiteleri, bulundukları bölgelerde
yöre halkını yönlendirme görevini üstlendikleri gibi, çözüm önerileri ile karar
vericilere destek olmalıdırlar. Doğu Anadolu Bölgesinde böyle bir görevi Atatürk
Üniversitesi üstlenmiş ve bölge karakterine uygun bir şekilde toprak kullanımı
ile hayvancılık üzerine çalışmalar yapıp uygulanmasını teşvik etmiştir.
Bölgelerin sosyal meseleleri, coğrafi yapısı, tarihi geçmişi gibi konuları
ciddi bir şekilde incelemiştir. Halk ile bütünleşmeyi başarabilmiş
üniversitelerin bulunduğu bölgeler, kısmen hiçbir şekilde üniversitelerin
sorunlarına çözüm üretemediğinden şikayetçi olan Güneydoğu Anadolu Bölgesine
oranla daha refah içerisinde yaşamaktadır. Üniversitelerde açılan bölüm ve
anabilim dalları, bölge ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmelidir . Türkiye’de
terör uzmanlarının yetişebileceği terör enstitüleri kurulmalıdır ve mücadelede
bu uzmanlardan da yararlanılmalıdır. Çünkü, terörle mücadele dikkatli ve doğru
adımların atılması gereken önemdedir; hata kabul edilemez, küçük bir hata
mücadeleyi başlangıç noktasına geri götürebilir. Terör uzmanlarının yanı sıra,
Türkiye Cumhuriyeti’nde birçok etnik grubu bünyesinde barındırması nedeniyle
etnik sosyoloji üzerine çalışmalar yapan metodik araştırma yapma yeteneğine
sahip sosyal bilimcilerine ihtiyaç duyulmaktadır. Üniversiteler bünyesinde
yürütülecek olan etnik sosyoloji üzerine çalışmalar devlet tarafından
desteklenmeli ve araştırma sonuçları dikkate alınmalıdır.
Dil Meselesi
Dil, insanların birbirleri ile anlaşmasını sağlayan,
milletin en önemli dayanak unsurlarından birisidir. Ortak dil ile kişiler
duygularını paylaşabildikleri için birbirlerine yakınlık duyarlar. O halde,
ülkede ortak bir dil yaratılamadığı takdirde, ülkeyi oluşturan milletin
bölünmesi kaçınılmaz olacaktır. Ancak, AB 2003 yılı Katılım Ortaklığı
Belgesi’nin öncelikler bölümünde ülke içerisindeki, kökenlerine bakılmaksızın,
tüm vatandaşların haklarının teminat altına alınması şart gösterilmiştir.
Teminat altına alınması gereken haklardan biri de azınlık dilleridir. Bu
doğrultuda devletler, ülke bütünlüklerine zarar vermeyecek şekilde kimi
tavizler vermek zorunda kalır, ancak bu tavizler verilirken dikkatli adımlar
atılması gerekmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin doğu – güneydoğusundaki
bölgelerde tek bir dilin hakim olmadığı görülmektedir. Bu bölgelerde yaygın
Türkçe yanında Kırmança, Zazaca, Arapça, Süryanice, Keldanice, Ermenice ve
Yezidice gibi diller de konuşulmaktadır. Hangi dilin ne yoğunlukta konuşulduğu ancak
evde konuşulan dilin tespiti ile ortaya çıkabilir. Bu doğrultuda 2009 yılında
2401 kişi ile yapılan bir ankete göre, ankete katılanların %55,7’si evde ailesi
ile birlikte Türkçe, %49’u Kırmança, %5,8’i Zazaca ve %5,2’si Arapça
konuşmaktadır. Bu oranlara göre ‘Kürtçe’*, AB Katılım Ortaklığı Belgesi
doğrultusunda teminat altına alınması gereken bir dildir. Londra, Berlin ve
Paris’teki hukuk bürolarına Türkiye’den yapılan mülteci başvurularında, “Neden
ülkenizi terk ettiniz?” sorusuna verilen cevaplar hemen hemen aynı olup, “ana
dillerini konuşamama”yı temel sebep olarak göstermektedirler. Bu durum
Türkiye’de dil meselesini gündeme taşımıştır. Türkiye’de ‘Kırmança’ kullanımına
yönelik yasak 1983 yılında getirilmiş olup, bu yasak ancak Şubat 1991’de kaldırılmıştır.
Bu dönem zarfında ise, Kırmança PKK’nın önemli bir propaganda aracı olmuş ve
yasağın kalkmış olmasına rağmen tartışmalar güncelliğini korumuştur.
Kürtçe
Kişi anadilini geliştirmek ve öğrenmek istiyorsa, bunun için
açılmış kurslara gitmelidir. Bu noktada Kırmança eğitim gündeme gelmektedir. Bu
bağlamda ortaya atılan planlara göre;
Kırmança dersi olmalı;
Kırmança, seçmeli ders olmalı;
Kırmançanın eğitim dili olması önerileri dikkat çekmektedir.
Sırasıyla incelendiğinde birincisini savunan kişilerin,
ülkede Kırmançanın de resmi dil yapılarak, iki resmi dilin olmasını
isteyenlerin olduğunu söyleyebiliriz. Kırmançanın ders olarak okutulması
temelinde, Türkiye Cumhuriyeti’nde herkesin bu dersi alması ve Kırmançayı
öğrenmesi amaçlanmaktadır. İkincisinin ise, Türkiye’de bir Kürt gerçeğinin
farkına varan ve onların ana dillerini öğrenme ve geliştirme haklarının
ellerinden alınmamasının bir gereklilik olduğunu düşünenlerin savunduğu
söylenebilir. Çünkü seçmeli ders olduğu takdirde, Kırmança dersi, herkesin
alması zorunlu olmayan, sadece dileyenlere sunulan bir ders statüsünde
olacaktır. Üçüncü öneri ise, oldukça tehlikeli olan, sadece Kırmançaya
odaklanan ve ülkenin doğusu ile batısının anlaşma aracı olan ortak dilin yok
edilmesine neden olacak bir öneridir. Bu son öneri Türkçenin o bölgelerde
etkinliğinin azalmasına ve zamanla kullanılmamasına yol açacaktır, bu durum
ise, federalleşmeye, bölünmeye giden yolda hız verici bir etken olarak
düşünülmektedir. Türkiye, AB üyeliği konusunda ısrarcılığını sürdürecekse en
kısa zamanda, hiç değilse Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde Kırmançayı
seçmeli ders olarak eğitim-öğretim müfredatına koymalı ve tehlikeli sonuçlar
doğurabilecek diğer alternatiflerin önünü kapamalıdır. Kürt vatandaşlara
dillerini kullanma ve öğrenme hakkı verilirken, entegrasyonun sağlanmasında
sorun yaşanmasının önüne geçebilmek için İngiltere’nin Galler Bölgesi’nde de
olduğu gibi tek bir ortak dilin kullanımı ve öğretilmesi titizlikle
sürdürülmelidir. Aksi halde entegrasyon sorununun yaşanması yeni bir sorunun
doğmasına neden olacaktır. Bu konuda, toplam 14243 anket formunun doldurulduğu
bir çalışmada, Demokratik Toplum Partisi (DTP)’nin çok fazla oy aldığı Doğu ve
Güneydoğu il ve ilçelerinde ankete katılanların %58.9’u Kırmançanın eğitim dili
olmasını isterken, DTP’nin nispeten daha az oy aldığı Doğu ve Güneydoğu il ve
ilçelerinde bu oran %16’ya düşmüştür. Batı illerinde ise %10.6’lık bir oran
Kırmançanın eğitim dili olmasını istemektedir. Bu oranlardan anlaşılan ise,
DTP’nin yoğun bir şekilde desteklendiği il ve ilçelerde dahi halkın neredeyse
yarısının Türkçeyi bir kenara atıp, ülke bütünleşmesinden uzaklaşmak
istemediğidir.
Kırmançanın anlaşma için yeteri kadar zengin bir dil
olmadığı ya da kullanılmadığı için kısır kaldığı bir kaynakta şu şekilde ifade
edilmektedir :
“1971’de sıkıyönetim tutukevinde
eğer iki Kürt, Türkçe biliyorlarsa her türlü konuşmalarını Türkçe
sürdürüyorlardı. Bunlar aslında Kürtçe de biliyorlardı, fakat konuşmalarını
Kürtçe sürdürmelerinin gereği üzerinde hiç durmuyorlardı . Neden Kürtçe
konuşmadıkları sorulduğunda ‘alışkanlık, Kürtçeyle her düşüncemizi ifade
edemiyoruz’, vs diyorlardı …. bazen de ‘Türk arkadaşlara ayıp olmasın, onlar Kürtçe
bilmiyorlar’ deniyordu.”
Bu ifadeler dikkate alındığında Kırmança üzerinde çalışılıp
geliştirilmesine izin verilmediği için, bu dilin düşünceleri ifade etmede
yetersiz kaldığı sonucu çıkabilir. Oysa Kırmança okullarda seçmeli ders olarak
müfredata konulsa, Kürt kökenli vatandaşlar hem dillerini geliştirme fırsatı
yakalamış olacaklar*, hem de bu dilin PKK propaganda malzemesi olmasının önüne
geçilebilecektir. Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardır ki, Kırmançanın bir
dil değil de Farisi dil etkisinde kalmış, büyük oranda Türkçe sözcüklerden
oluşmuş bir lehçe olduğunun kimi araştırmalar sonucu ortaya konulmuş olmasıdır.
Bir başka kaynakta ise, bu sonucu birçok yerli ve yabancı araştırmanın da
desteklediği yönünde bir görüş bildirilmektedir. Bu araştırmalara göre Kürtçe
(Kırmança) bir dil değil lehçedir ve her bir farklı bölgede birbirinden tamamen
farklılaşmaktadır. Öyle ki, iki komşu köyde konuşulan dil dahi birbiri
tarafından anlaşılamamaktadır . Ancak 20. yy.’da Kürtçe diye bir dilin
oluşturulma çalışmaları başlatılmıştır. Bu bağlamda ilk alfabe denemesi Arapça
üzerinde yapıldıktan sonra 1922 yılında Ermenice kullanılarak hazırlanmış ve
son olarak 1927 yılında ise Sovyet Kürt tarzı alfabe Latin harfleriyle
hazırlanmıştır. Sonuç itibariyle, bir yandan bilim adamları tarafından
Kırmançanın tamamen farklı bir dil mi yoksa bir lehçe mi olduğu tartışmaları ve
çalışmaları devam ederken, diğer yandan siyasi otoritelerin, ülke içerisindeki
çatışmaların dil ile ilgili ayağına demokratik yollarla çözüm üretmesi
gerekmektedir.
Ekonomik ve Sosyal Refahın Sağlanması
Gelişmekte olan ülkelerde kabul edilmesi gereken bir gerçek,
ülke içerisindeki bölgeler arasındaki ekonomik eşitsizliklerin var olduğudur .
Daha 2001’e kadar Türkiye’nin en gelişmiş bölgesi Marmara ile en geri kalmış
bölgesi Güneydoğu Anadolu arasında GSMH oranında 8 kata yakın bir fark vardır.
Güneydoğu Anadolu bölgesinde iki bin kişiye bir doktor, yirmi bin kişiye bir
diş doktoru ve altı bin kişiye bir eczane düştüğü düşünüldüğünde, milli
gelirden bu bölgenin almış olduğu payın daha da azaldığı ve böylelikle yaşam
koşullarının elverişsiz hale geldiği ileri sürülmektedir. Bölgedeki ekonomik
güçlükler, gençlerin kendilerini terör örgütünün ağının içine düşürülmesine
sebebiyet vermiştir. Bu sonuca terör örgütü mensuplarının mahkemelerde
verdikleri beyanatlardan ulaşılmaktadır. Yaşadıkları bölgenin ekonomik yetersizlikleri
PKK terör örgütü için propaganda malzemesine dönüştürülmüştür. PKK terör örgütü
lideri Abdullah Öcalan da, gençlerin bu yetersizlikler dolayısıyla yaşadığı
huzursuzluktan faydalanma telkinini sürekli dile getirmiş, gençlik bunalımı
örgüt için önemli bir eleman kazanma yöntemi olmuştur .Bölge gençlerinin terör
örgütlerine neden katıldıklarına ilişkin bir araştırmanın sonuçlarına göre,
ankete katılan kişilerin %31,6’sı bölgedeki terör nedeni olarak, işsizliği öne
sürmüştür. Ayrımcılık ise %19,7 oranıyla ikinci sıradadır. Bölgede yaşayan
kişiler olarak daha yakından gözlemleme imkanı bulan %12 si ise terör nedenini
yabancı güçlere bağlamışlardır. Ekonomik sorunların PKK’ya katılımı
arttırdığını ispat eden bu oranlar, bölgede acilen bir ekonomik kalkınma projesinin
hayata geçirilmesi gerekliliğini göstermektedir. Terör örgütü yaklaşık 25
yıldır faaliyetlerini sürdürmesine rağmen, bölgede ekonomik kalkınmanın
sağlanabilmesi için ciddi bir adım atılmamıştır. Bölgelerarası kalkınma
stratejisinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gereken önem verilmemiştir. Ancak bölgesel eşitsizliğin, sorunla iç içe
yaşayan yetkililerce tasarlanmış bölgesel politikalarla en az düzeye
düşürülebileceği konunun uzmanları tarafından dile getirilmektedir.
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) bölgesinde 1992 yılında kişi
başına düşen milli gelir 8.087.000 lira iken, Türkiye genelinde 19.848.000’dir.
OECD’nin 1985 rakamlarına göre Diyarbakır bölgesi gelirin en düşük olduğu ildir.
İşsizlik oranını düşürerek kişi başına düşen gelirin arttırılmasının gerektiği
anlaşılabilmektedir. Ancak, bölgede terör faaliyetlerinin olması nedeniyle özel
sektör, bu bölgeye yatırım yapmakta isteksiz davranmaktadır. Eğer devlet özel
sektörü bölgeye getiremiyorsa, Anayasa’nın Birinci Kısmı 2. maddenin* de
belirttiği gibi sosyal devlet olma özelliği ile bölgeye devlet, yatırımını
getirmek yükümlülüğündedir. Bölgede devlet destekli üretim haneleri kurularak
halk tüketici olmaktan ziyade, hem üretici olma hazzını yaşayacak hem de
düzenli, iyi bir gelire sahip olacaktır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni ekonomik
yönden kalkındıracak olan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi), 1990 yılında
başlatılmıştır. Bu proje tamamlandığında Türkiye, 1.82 milyon hektarlık tarım
alanının sulanmasını sağlayacak ve yılda 27 milyar kilovat-saatlik elektrik
enerjisi üretimini mümkün kılacak olan, toplam su potansiyelinin %28’ini
kontrol altına almış olacaktır. Bu proje ayrıca, kentsel ve kırsal altyapı,
ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, turizm gibi bir bölgenin kalkınması için
gerekli tüm sektörleri içine alan geniş çaplı sosyo-ekonomik gelişmeyi
hedefleyen bir nitelik taşımaktadır. Ancak, tarımsal üretimi arttırarak tarıma
dayalı sanayiyi geliştirmeyi ve bölge halkına ekonomiyi canlandırıp yeni
istihdam alanı açmayı hedefleyen proje, 16 yıllık bir sürede tamamlanması
öngörülmesine rağmen, 2010 yılı itibariyle %50’ye yakın bir bölümü
tamamlanabilmiştir. Dolayısıyla anket sonuçlarına göre, devletin ülkenin doğu –
güneydoğu bölgelerinde yaşayan halkın beklentilerini karşılamadığı
anlaşılmaktadır. Bu bölgelerin halkı, diğer bölgelere göre düşük gelir düzeyine
sahip olmasına rağmen, hem çok eşliliklere, hem de ebeveynlerin
sorumluluklarını üstlenemeyeceği kadar çok sayıda çocuk sahibi olmalarına
rastlanmaktadır. Bu durum zaten az olan gelirin daha fazla kişi arasında
paylaşılmasına ve ekonomik refahın daha da düşmesine neden olmaktadır. İşsizlik
ve temel ihtiyaçların karşılanamayışı, gençlerin, kendilerini bir tür eziklik
duygusu hissetmesine neden olmakta ve bu his PKK terör örgütünün eleman
kazanmada kaybedemeyeceği bir fırsat olmaktadır. Bölgede uzun vadede etkisi
görünebilecek bir nüfus planlaması projesinin hayata geçirilmesi ihtiyaçtır.
Türkiye’nin doğu – güneydoğu bölgelerinde hayvancılığın çok
daha bilinçli bir şekilde yürütülebilmesi için modern teknik ve bakım
yöntemlerinin kullanılmasının teşvik edilmesi ekonomik refahın sağlanmasına
katkıda bulunacaktır. Bu katkı, özellikle bölge üniversitelerinin araştırmaları
ve halk ile bütünleşmesi sonucu olabilir. Üniversitelerin ekonomik refaha
katkısı sadece hayvancılık yönünde değil, yer altı ve yerüstü zenginliklerin
kullanılmasına yönelik projeler üretmesi ile de olmalıdır. Kişilerin, üretici
konumuna ulaştıktan sonra kazandıkları parayı harcama zevkine varmaları
sağlanmalıdır. Bu zevke varabilmeleri için modern tüketim kültürünün bölge
imkanına sunulması gerekmektedir. Modern alışveriş merkezleri kurulmalı;
tiyatrolar, sinema salonları sağlanmalı; ancak hayatın, her açıdan ülkenin batısındaki
ile eş zamanlı olması sağlanmalıdır. Bu sayede bölgenin kültürel yaşamı canlı
kılınacak ve örgüte katılım sayısı zamanla azalacaktır. Bu noktada, Abraham
Maslow’un kişileri davranışta bulunmaya iten ve ‘İhtiyaçlar
Hiyerarşisi’ adı verilen beş basamaklı sınıflandırmaya yer vermekte yarar
vardır. Bu beş basamaktan ilki fizyolojik ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlar listesi,
temiz hava, yiyecek-içecek, barınma, cinsellik, sıcaklık gibi, organizma olarak
varlığımızı devam ettirebilmek için ihtiyacımız olan temel unsurlardan
oluşmaktadır. Bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra ikinci basamakta birey,
güvenlik ihtiyacı duymayı ister. Çünkü birinci basamakta sahip olduklarının
elinden alınmasını istemez, sahip olunanların, gerek güvenlik birimleri gerek
hukuk tarafından korunması gerekmektedir. Üçüncü basamakta ise bir gruba ait
olma ihtiyacı duyulmaktadır. Dördüncü basamakta kişi, saygınlık kazanma arayışı
içine girer; bir önceki basamaklarda öngörülen ihtiyaçları sağladıktan sonra
başarılı olmayı ve bu başarısından dolayı saygınlık sahibi olmayı arzular. Son
basamak da ise kişi artık kendini tanımakta ve her şeyin en iyisini başarmak
için uğraş göstermektedir. İhtiyaçlar Hiyerarşisi bağlamında fizyolojik
ihtiyaçlarını giderememiş bir kişi diğer ihtiyaçlara yönelemez. Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde birçok kişi hem işsizlik hem de ailelerin çok
çocuklu olması nedeniyle bu ilk basamaktaki ihtiyaçlarını giderememektedir. Bu
ihtiyaçların giderilememesi PKK terör örgütünün eleman kazanma propagandası
olarak kullanılmaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalar, özellikle kadın
teröristlerin, acımasız bir baba ve zayıf karakterli bir anne ile mutsuz bir
yaşam sürenlerden oluştuğunu doğrulamaktadır. Daha ilk basamak ihtiyaçlarını
dahi karşılayamamış olan bu kişiler, güçsüz anneleri gibi olmayı
istemediklerinde bunu bilen terör örgütlerinin ağına düşmektedirler.
İlk basamağı karşılayıp ikinci basamak ihtiyaçlarını
gidermek isteyen kişiler ise sahip oldukları ailelerini, işlerini koruma altına
almak isterler. PKK, bu basamakta olanları ise kendilerine destek vermeyenlerin
elinden maddi varlıklarını ve canlarını alarak engellemeye çalışmakta ve bir
üst basamağa geçmelerini istememektedir. Üçüncü basamağa geçmeyi başaranlar ise
bir gruba ait olma çabası içine düşeceklerdir. Bu aşamada, ait olacakları
alternatif bir grup bulamazlar ise PKK terör örgütüne katılmaları kaçınılmaz
olacaktır. Dolayısıyla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde sivil toplum
örgütleri, devlet ile işbirliği içerisinde sosyal yaşamı kuvvetlendirmek adına,
yöre halkına hitap eden sosyal kulüplerin inşasına ön ayak olmalıdırlar. Çünkü
bir sonraki basamak, “saygınlık görme” amaçlı olup, hedef ön plana çıkmaya
çalışmaktır. Eğer sosyal içerikli birliktelikler oluşturulmazsa kişi kendini,
terör örgütü içerisinde saygınlık arayan bir duruma sokmaktadır. Kimi terörist
gruplarına katılanlar, özsaygıları bir şekilde zarar görmüş ve bir gruba ait
olma ile onaylanma arayışı içerisinde olanlardan oluşmaktadır. Eğer devlet ya
da sosyal yapı, kişiyi kendini gerçekleştirme evresine kadar koruyabilmiş ve
yol gösterebilmiş ise, PKK’nın bundan böyle o kişiyi kazanma şansı yok
denilecek kadar azdır. Çünkü kişi kendisini gerçekleştirmiş , tanımıştır .
Kendini tanımayı becerebilen bir kimseyi ise kandırmak oldukça güçtür. Ancak,
‘Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ ışığında, kendini tanıma evresine ulaşmak terör
örgütüne katılmamak için yeterli değildir; çünkü son seviye sonrasında kişi,
başka bir ihtiyaç güdememekte veya bunalıma girip intihara kadar kendini
sürükleyebilmekte, ya da bir görev yüklenip onu gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Bu görev, terör örgütünden önce örgüte katılmayı engelleyebilecek özneler
tarafından verilmelidir. Bu şekilde PKK terör örgütünün beyin olarak
kullanılabilecek kişileri ele geçirmesinin önüne geçilebilir .
Ortak Değerler
bediuzzaman-said-nursi-mehdi
Türkiye’de herhangi bir sosyal ayrımcılık yaşanmamakta ve
Türk-Kürt evliliğine sıkça rastlanmaktadır. Hem bu evlilikler hem de aynı
coğrafyanın paylaşılıyor olması gelenek, göreneklerde benzerliklerin oluşmasına
neden olmuştur. Örneğin Türklerin yoğun olarak yaşadığı birçok ev ve işyerinin
duvarlarında Kürt bilginlerinin, dini önderlerinin resimlerine rastlanmaktadır;
kız kaçırma, kız tarafı, erkek tarafı ayrışması Kürt kültürü unsurları olarak
bilinmesine rağmen, aynı zamanda Türk kültürü unsurları içerisinde de
mevcuttur. Hatta Anadolu Türklerinin Orta Asya Türklerinden daha çok
Güneydoğu’lu Kürtlere benzediği, aynı şekilde Güneydoğu’lu Kürtlerin de,
Irak’taki Kürtlerden çok Anadolu Türkleriyle kaynaşmış ve onlara benzediği
ileri sürülebilmektedir.
PKK’lı ayrılıkçılar “Türk-Kürt ayrıdır” felsefesini
gütmektedirler. Oysa araştırmalar, kimi aşiretlerin Kırmança konuşmasına
rağmen, kültür değerleri, inanç ve töreleriyle Türklerle benzerlik göstermekte
olduğunu ortaya koymaktadır. Türklerin kendilerine özgü gelenekleri olduğu
gibi, Kürtlerin de farklı geleneklerinin olduğu bazı bilim adamları tarafından
görmezden gelinmiştir. Bu sebeple bazı uzmanlar her şeyin benzer olduğunu dile
getirip, farklılıkların reddedilmesinin, Kürtlere asimilasyon politikasını
hatırlattığını ve onların bu değerlerini koruma mücadelesine girmelerine neden
olduğunu ileri sürmektedirler. Ancak, ayrılıkçıların bazı unutulmaya yüz tutmuş
Türk geleneklerini sahiplenmeye çalışmaları ve bu gelenekleri Kürt kültürüne
özgü gibi göstermeye çalışmaları dikkat çekmektedir. Örneğin, kışların oldukça
sert geçtiği bölgelerde yaşamış olan Türkler, tarih boyunca baharın gelişini
görkemli bir şekilde kutlamışlardır. Baharın gelişinin kutlandığı Nevruz geleneksel
bir Türk bayramı olup, tüm Türk ülkelerinde kutlanmakta ve günümüzde nevruz,
mevris, novruz, nooruz, navrız, mart dokuzu, sultan nevruz, nevruz sultani,
seyil eğlenceleri, Ergenekon bayramı, noyruz gibi isimleriyle de anılmaktadır.
Türk Cumhuriyetlerinde mili bayram olarak kutlanan Nevruz, sadece Kürtlere ait
bir kültür unsuru olmayıp, bu kültürün unsuru gibi gösterilmeye çalışılan Türk
milli değerlerinden sadece bir tanesi olduğu söylenmektedir. Ayrılıkçı
PKK’lıların farklılık propagandasının önüne geçebilmek için televizyon
programlarının, tiyatroların, bilimsel çalışmaların ortak değerleri ortaya
çıkaracak ve geliştirtecek düzeyde olması ve kimi farklılıkların da devlet
tarafından bu çalışmalar aracılığıyla dile getirilmesi yararlı olabilir.