![]() |
Tamer ASHRAF |
İsrail son dönemde ikili ilişkilerdeki bozulmayla birlikte
Türkiye’nin güvenlik alanındaki geleneksel desteğini büyük ölçüde yitirmiştir. Bu yeni duruma karşı İsrail’in
geliştirdiği politikaların anlaşılmasında bu ülkenin güvenlik zihniyetinin tarihi, toplumsal, dini ve politik
yönlerden analizi faydalı bir arka plan sunacaktır.
İsrail’in pragmatik ve lider merkezli güvenlik geleneğinin
mevcut güvenlik politikası Türkiye’yi dışlayarak ciddi verimlilik ve sürdürülebilirlik riskleri almaktadır.
Bu itibarla çalışma, İsrail’in Türkiye’yi göz ardı eden yeni güvenlik yaklaşımını irdelemektedir.
Tarih boyunca Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi büyük
dinler için kutsal anlamlar taşıyan bir coğrafyada kurulmuş olması, kuşkusuz, İsrail devletinin güvenlik kaygılarının ve
politik hassasiyetinin temelini oluşturmaktadır. Bugün İsrail pek çok açıdan bir çeşitliliğin resmi görünümündedir. Kayıtlara
(CIA, 2013) göre İsrail’in 7,6 milyonluk nüfusunun yaklaşık %76’sını Yahudiler, % 17’sini Müslüman Araplar, % 2’sini
Dürzîler, geriye kalan kısmını ise Çerkez, Ermeni ve diğer topluluklar oluşturur. Bu nüfusun 320 bin kişilik bölümü
Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Golan Tepelerindeki Yahudi yerleşim bölgelerinde yaşamaktadır. Yahudilerin hâkim unsur olduğu bu
toplumsal yapıdaki çeşitlilik Yahudi kimliğinin kendi içinde de bariz şekilde görülmektedir. İsrailli Yahudilerin
yaklaşık % 50’si kendini seküler olarak tanımlarken, % 30’u geleneksel, geriye kalan % 20’lik nüfus ise dindardır
(Halperin-Kaddari ve Yadgar, 2010:11).
İsrail’in kolektif kimliği din, milliyetçilik ve Holokost
olmak üzere üç temel unsur (Barnett, 1996:345) üzerine kuruludur. Kurucu ideoloji olan Siyonizm’in temel vurguları
“İbranice’nin ihyası, Filistin’i Yahudiler için tek vatan seçeneği olarak kabul etme, bu toprak parçası ile başka ülkelerin Yahudi
yurttaşları arasında kurumsal bağlar oluşturma ve modern milliyetçilik ile tarihi – dini olan arasında köklü bağlar
kurmak için belli kavram ve sembollerin kullanılması” (Goldberg,
2003:12) olarak özetlenebilir. Siyonizm Yahudilerin Batı
toplumu içinde güvende olmadıkları ön kabulüne dayanmasıyla (Barnett, 1996:346) güvenlik kavramının son derece merkezi
olduğu bir akımdır. Konu İsrail olduğunda güvenlik; asker, polis ve istihbarat ilintili kurumların görev alanı veya
hükümetlerin bunları en doğru biçimde yönetme sorumluluğunun ötesinde bir anlam ifade eder. Güvenlik İsrail’in idealleri
ve kurumları ile kendini ifade eden bir kolektif şuurdur ve bu
yönüyle savunmanın dışında dış politika, ekonomi ve sosyal
politikaların yapım sürecinde de en belirleyici faktör olmuştur.Bu yüzden güvenliğin kendi içinde alabildiğine çeşitli olan
İsrail Yahudiliğini günümüze dek bir arada tutan önemli bir ortak payda olduğu (Boardman, 2007:1) şeklinde yorumlar
yapılmaktadır.Kültür ve kurumsal yapıların ülkelerin güvenlik çıkarlarının
tanımlanmasında veya doğrudan güvenlik politikalarının
belirlenmesinde etkili olduğu (Jepperson vd., 1996:11)
savunulmaktadır. Kimi sosyal inşa kuramcılarına (Baylis, 2008:80)
göre sosyal yapıların eylemler üzerindeki etkisi, dönüşümü
imkânsızlaştıracak derecede bağlayıcıdır. İsrail bu tezin son derece ikna edici olduğu bir örnektir. İsrail toplumu ve
karar alıcıları için siyasi kültürün temel referansı devletin Yahudi
kimliğidir. Bu kimlik ve onun iç dinamikleri ülkenin siyasi
evrenindeki tüm duygu, düşünce inanç ve davranışı biçimlendirir. Bu etkiyi bazı örneklerle somutlaştırmakta
fayda vardır.
İsrail, din – devlet ilişkilerinin sancılı olduğu bir
ülkedir. Toplumun dine ve onun rolüne bakışındaki çeşitliliğin farkında olan Siyonist kurucular İsrail’i seküler veya dini olarak
tanımlamaktan kaçındıklarından ülkenin yazılı bir anayasası yoktur
(Goldberg, 2003:4). “Statüko” olarak bilinen ve dini
liderlerle seküler liderler arasında 1947 yılında varılan bir mutabakata (Halperin-Kaddari ve Yadgar, 2010:14) dayanan bu denge
politikası ile dindarlar Şabat tatili, evlilik hukuku, koşer kuralları gibi konularla ilgili düzenlemelere etki etme gücüne sahip
olmuştur (Goldberg, 2003:19). Yahudi devletinin varlık ve bekasını esas alan bu karşılıklı taviz politikası ile
temelde seküler bir ideoloji olan Siyonizm’e mesafeli duran dindar Yahudilerin İsrail’in kurulmasına doğrudan muhalefet
etmeleri önlenmiştir.Dini etki yukarıda belirtilen düzenlemelerle sınırlı olmayıp
güvenlik politikalarına da uzanır. Öyle ki, bir ferdin sadece din öğrenmekle meşgul olması anlamına gelen “Torato Omanuto”
düzenlemesi ile güvenliğin en öncelikli konu olduğu İsrail gibi bir ülkede dindarlar askerlikten muaf tutulmuştur. 2007
yılı verilerine göre askerlikten muafiyetten yararlananların sayısı elli bin civarındadır ve bu sayı askerliğe elverişli
nüfusun % 11’ini teşkil etmektedir. Dindar kesimdeki yüksek nüfus artış oranından ötürü, uygulama devam ettiği sürece bu
yüzdenin büyümesi beklenmektedir (Greenberg, 2012). İsrail’in
kurulduğu 1948 yılında sadece 400 kişinin yararlandığı uygulama
ilk dönemlerde kabul edilebilir bir durum olarak görülmüştür. Gelinen noktada ise hiçbir yasal zemini olmayan
ve tamamen bir teamülden ibaret olan “Torato Omanuto”da
değişikliğe gidilmesi tartışılmaktadır. Askerlik muafiyetine
dair herhangi bir değişiklik vergi muafiyeti konusunda da emsal teşkil edebileceğinden, içinde bulunulan süreç dindar
kesimin hayatını derinden etkileme potansiyeline sahiptir. Seküler
kesimin “Torato Omanuto”da değişim talebine karşın dindarlar
için böylesi bir durum ülkeyi bir arada tutan “Statüko”nun feshi (Balcı, 2012) anlamına gelebilecektir. Bir diğer
ifadeyle İsrail, kurulabilmek için başlattığı bir uygulamayı var
olabilmek için durdurmak gibi paradoksal bir durum ile karşı
karşıyadır. Zira kıt insan kaynakları ile kendisine hiç de dostane bakılmayan bir coğrafyada var olmaya çalışan
İsrail’in bu denli yüksek oranda askerliğe elverişli nüfustan
vazgeçme lüksü yoktur.Ülkenin Yahudi nüfusunun iç çeşitliliği ile güvenlik
politikalarının kesiştiği tek alan din – devlet ilişkileri değildir. İsrail Yahudiliği içindeki kültürel – etnik farklılıkların da başta
savunma ve dış politika gibi temel politikalara etkisi söz konusudur. Bilindiği gibi İsrail bir göçmenler ülkesidir.
Yahudiler 19. yy. sonlarından başlayarak dünyanın birçok ülkesinden Filistin’e göç etmişler ve gelirken asırlardır
yaşadıkları eski ülkelerinin kültürlerini de beraberlerinde
getirmişlerdir. Avrupa kökenli Aşkenaziler, İspanya –
Portekiz kökenli ve çoğunlukla Osmanlı tebaası olan Seferadlar,Arap ülkeleri ve İran’dan gelen Mizrahiler bu grupların
başlıcalarıdır (Özmen, 2006:38). Bu çerçevede Aşkenaziler kuruluşundan bu yana İsrail’de en etkili topluluk olmuştur.
İsrail’in politik, askeri, ekonomik ve kültürel eliti genellikle
Aşkenazi olmuştur (Halperin-Kaddari ve Yadgar, 2010:13).
Örneğin İsrail cumhurbaşkanları ve başbakanlarının tamamına yakını Aşkenazi kökenlidir. Benzer şekilde savunma bakanları
ve genelkurmay başkanları da genel olarak Aşkenazi isimler arasından çıkmıştır. Geldikleri coğrafya itibariyle Aşkenazi
toplumunun Müslümanlarla birlikte yaşama tecrübesi yoktur.
Bir diğer ifadeyle, İsrail’in temel politikalarını
belirleyen kadrolar ülkenin içinde bulunduğu Müslüman / Arap coğrafyaya son derece yabancı bir kültürden gelmişlerdir. Kültürel
yabancılığa “öteki” ile ilgili travmatik toplumsal hafızayı da eklemek gerekir çünkü Aşkenazi Yahudiler eski vatanları olan
Avrupa’da asırlar boyunca önceleri Hıristiyanlık daha sonraları ise milliyetçilik kaynaklı antisemitizme maruz
kalmışlardır. İsrail toplumsal yapısı ile ilgili bu durumun güvenlik
politikalarına ne derece etki ettiği önemli bir araştırma
konusudur ve bazı ipuçlarından söz etmek mümkündür. Örneğin İsrail’in tüm büyük savaşları ve genişlemeleri ağırlıklı
olarak Aşkenazi tabandan oy alan İşçi Partisi’nin hükümet olduğu dönemlerde gerçekleşmiştir (Arı, 2008: 322).
2. İSRAİL GÜVENLİK GELENEĞİ
2.1. GELENEKSEL GÜVENLİK AKTÖRÜ: ORDU
Resmi adıyla İsrail Savunma Kuvvetleri olarak bilinen İsrail
ordusu, şüphesiz, İsrail güvenlik zihniyetini biçimlendiren en etkili aktördür. Güvenlik konusunun İsrail toplumu ve
devleti için ifade ettiği geniş anlamla orantılı olarak, ordunun merkezi rolü hayatın pek çok alanında kendini hissettirir.
Bu etki savunma harcamalarının GSMH’ya oranı, askerlik hizmetine dair kanunlar, asker başına düşen harcama gibi
nicel kıstaslar esas alındığında net olarak görüleceği gibi,
savunma bakanının dünyanın pek çok ülkesindeki mevkidaşları
ile kıyaslandığında sahip olduğu ayrıcalıklı konum gibi nitel değerlendirmelere bakılarak da ölçülebilir (Boardman,
2007:1).
Bonn International Center for Conversion tarafından
yayımlanan indekse (BICC, 2012) göre İsrail dünyanın en militarize ülkesi durumundadır. İsrail – Arap savaşlarının kronolojsine
bakıldığında her jenerasyonun önemli ölçüde bilfiil savaşa katıldığı ve bunun bir sonucu olarak ordu – toplum iç
içeriğinin taze kaldığı görülür. GSMH’nın % 7,3’ünü savunma harcamalarına ayıran İsrail bu oran ile dünyada altıncı
sıradadır (CIA, 2013). Askeri teknolojilerde bağımsızlık politikasını hassasiyetle uygulayan İsrail kişi başına düşen Ar-Ge
yatırımında dünya üçüncüsüdür (CBU, 2011:23). Mecburi askerlik süresi erkekler için 36, bayanlar için ise 21 aydır.
Yedeklik yükümlülüğünün ciddi olarak uygulandığı ülkede askerlik neredeyse bir ömür boyu bireyin hayatının bir parçasıdır.
İsrail askeri elitinin tavsiyeleri karar alıcılar için her
zaman en öncelikli veri olagelmiştir. Ulusal istihbarat değerlendirmelerinde bir teamül olarak ordunun görüşü öne
çıkar. İsrail’de emekli ordu mensuplarının devlete ait şirketlerde ve siyasette önemli konumlara gelmelerindeki
kolaylık dikkat çekicidir. Kuruluşundan bu yana başta Araplarla ilişkiler olmak üzere ülkenin temel politikalarını
belirleyen siyasi elit çoğunlukla asker kökenlidir.
İsrail Savunma Kuvvetleri ülkeye yeni göç eden Yahudilerin
İbranice öğrenmesinde önemli bir rol üstlenmektedir. Ayrıca bu insanların İsrail’in toplum yapısına problemsiz uyum sağlayabilmesi
için yoğun seminer programları ve geziler düzenleyerek göçmenlikten yurttaşlığa geçişin sadece kâğıt
üzerinde kalmaması yönünde çaba göstermektedir. Tüm bunlara ek olarak, ülkedeki Yahudi toplumunun çok farklı
kesimlerinden insanların uzun süre aynı çatı altında bulunduğu
ordu bir savunma aktörü olmanın yanı sıra konstrüktivist
yaklaşım itibarıyla da bir ulus inşacısı olduğunu söylemek mümkündür.
Özelde İsrail Savunma Kuvvetleri’nin, genelde İsrail’in
güvenlik zihniyetinin oluşumunda ve seyrinde hem tarihi hem de
dini etkiler söz konusudur. Tarihi referanslardan en
önemlisi Masada direnişidir. Yahudi tarihçi Yosef Flavius’un
kayıtlarına göre, M.S. 66-73 tarihleri arasında Romalılara
karşı gerçekleşen ayaklanma başarısız olur ve Mabet’in yıkılması
ile sonuçlanır. Buna rağmen aralarında kadın ve çocukların
da olduğu yaklaşık bin kişilik bir Yahudi topluluğu Masada
kalesine sığınır ve burada üç yıl boyunca Roma ordusuna
direnir. Nihayet kalenin düşeceği anlaşıldığında direnişçiler önce
kadın ve çocukları öldürür ardından da intihar ederler.
Takip eden asırlar boyunca Yahudilerin kolektif hafızasından
neredeyse silinen bu olay Siyonizm’le birlikte geçen
yüzyılda akademik ilgi konusu olmuştur. Romalılara karşı verilen bu
kahramanca mücadele “Yeni Yahudi” kimliğini çerçevelemeye
çalışan Siyonizm’in sembol anlatıları arasına girmiştir.
Masada anlatısında ortaya konan kuşatılmışlık - kahramanlık
söylemi İsrail kolektif kimliğinin ve onun en temel
unsurlarından biri olan güvenlik politikalarının
dokunmasında önemli bir enstrümandır. Örneğin ordunun liseli gençlerle
ilgilenen Gadna adlı gençlik taburları birimi, Masada’nın
öğrencilere anlatılması için özel çaba göstermiştir. Okullarla
işbirliği içinde sürdürülen bu çalışmada amaç gençleri İsrail
ordusunun genel psikolojik iklimine hazırlamak olmuştur
(Ben-Ari ve Lomsky-Feder, 1999:12). Görüldüğü üzere
İsrail’in kuşatılmışlık psikolojisi 1948’de başlayan bir mesele
olmayıp iki bin yıllık bir tarihsel derinliğe sahiptir.
“Masada bir daha asla düşmeyecek!” (Zerubavel, 1994:80) ulusal bir
slogandır. Bu arka plan tahlil edilmeden İsrail toplum,
devlet ve ordusunun doğru olarak anlaşılması son derece güç
olacaktır.
Din de benzer şekilde hem bir toplumsal meşruiyet kaynağı
hem de güvenlik konseptinin önemli bir dayanak noktası
olagelmiştir. İsrail ordusu geliştirdiği pek çok silah ve
operasyon adlandırmalarında dini sembollerden istifade etmektedir.
“Tanrının arabası” Merkeva tankı, “Küçük Davut” Davidka
havan topu, Gabriel füzesi, Jericho, Uzi tabancaları ve
Savunma Sütunu gibi isimlendirmeler bu ilişkiyi açıkça
örneklemektedir. Böylece güvenlik algısı dini sembollerle
beslenmekte ve bir motivasyon unsuruna dönüşebilmektedir.
Din ve güvenliğin kesiştiği alan sadece sembollerle sınırlı
değildir. Savunma politikaları İsrail’deki din – devlet ilişkilerinin
karmaşık doğasından payına düşen gerilimi almıştır. Askeri
etik ve savaş hukuku konusunda Yahudi inancının ne derece
etkili olması ve nasıl anlaşılması gerektiğine dair yoğun
bir tartışma (Balcı, 2007) söz konusudur. Eski Ahit’in savaş
emirleri son derece şiddetlidir
1. Savaşa dair ayetlerin nasıl yorumlanması gerektiğine dair
tartışmalarda tüm Yahudileri
temsil eden ortak bir görüş yoktur. Bir grup söz konusu
ayetlerin tarihsel bağlamı içinde düşünülmesi gerektiğini ve
günümüz şartlarına uygulanmasının doğru olmayacağını
savunmaktadır. Metinselci bakış açısına sahip olan bir kesime göre
ise bu emirler her zaman ve zeminde geçerlidir. Tartışmanın
diğer bir boyutu da söz konusu ayetlerde adı geçen düşman
kavimler hakkındadır. Tarihselcilere göre bu kavim isimleri
(Amelik, Hitit, Amor , Kenan , Periz, Hiv, Yevus) sadece o
adla var olan topluluklar hakkındadır ve bunlar tarih
sahnesinden çekilmiştir. Dolayısıyla hükümlerin günümüzde karşılığı
yoktur. Karşıt görüş ise bu kavimlerin spesifik birer
topluluk olmadan öte birer prototip olduğunu ve her çağda temsilcileri
olabileceğini (Naziler, Araplar) iddia eder (Balcı, 2007).
Son olarak, savaşın kırmızı çizgileri ile ilgili yukarıda
özetlenen jus in bello tartışmalarının yanı sıra nefsi müdafaa ve
savaşa girmenin meşru dayanaklarının ne olduğuna dair ayrı
bir jus ad bellum tartışması konusudur. Sözlü Tevrat olarak
bilinen öğretilerin yazılı hale getirilmesinden oluşan
Talmud’da geçen “eğer biri seni öldürmeye geliyorsa, daha erken
davranıp sen onu öldür” prensibi (Balcı, 2007) vardır. Bu
prensibin sadece İsrail politika yapıcılarını değil, Yahudi –
Hıristiyan değerleri esas alan bir Amerikan elitini de
derinden etkilediği bilinmektedir. Bu tartışmalarda hangi görüşün öne
çıktığı İsrail savunma politikalarına doğrudan yansımaları
olacağından, son derece önemlidir.
2.2. ULUSAL GÜVENLİK DOKTRİNSİZLİĞİ
Kurulduğu günden bu yana güvenliğine yönelik ciddi
tehditlerle karşı karşıya bulunan İsrail’in tarihi boyunca herhangi bir
ulusal güvenlik belgesinin olmadığı (IDC Herzliya, 2010:i)
belirtilmektedir. Bu yaklaşıma göre ilk bakışta İsrail’in içinde
bulunduğu kırılgan güvenlik iklimi ile çelişkili gibi
görünen bu durum, aslında bizzat söz konusu iklimin bir sonucudur.
İsrail’in kurucusu ve ilk Başbakanı Ben-Gurion’dan bu yana,
güvenliğin İsrail için hayatiyeti gerekçesiyle; karar alma
1 Bir kente
saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser,
kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin
için angaryasına çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış
önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatın. Tanrınız
RAB kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün
erkekleri kılıçtan geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her
şeyi
yağmalayabilirsiniz. Tanrınız RAB`bin size verdiği düşman
malını kullanabilirsiniz. (Tesniye 20:10-14). Diğer bazı savaş ayetleri için
bkz. Tesniye 20:10 – 14, Tesniye 20:17 – 19, Yeremya
51:20-23.
süreçlerinde analiz, değerlendirme ve planlamadan sorumlu
olacak kurumsal yapılar yerine ülkenin güvenliğinden sorumlu
sayılı isimlerden oluşan üst kadroların sonuç odaklı,
pragmatik tercihleri etkili olmuştur. Yine konunun hayatiyetinden
ötürü ortalama seçmen bu statükoyu sorgulamamayı tercih
etmiştir. Ne var ki bu duruma itirazlar da yok değildir.
Çağımızda düşmanın topyekûn imhası söz konusu değildir.
Günümüzde savaş başlı başına bir amaç olmayıp, kalıcı
anlaşma yoluyla politik kazanımlar elde etme kabiliyetini
geliştirmek için başvurulabilecek bir araçtır. Bu açıdan
bakıldığında İsrail’in diplomatik kazanımlara çeviremediği
bir askeri üstünlüğün ülkeye ne derece faydalı olduğu ve bunu
gidermenin yolları tartışılmaktadır (IDC Herzliya, 2010:4).
Bu görüşü savunanlara göre askeri ve diplomatik sonuçlar
arasındaki makasın en bariz örneklerinden biri 2006’da
İsrailli askerlerin kaçırılmasıyla başlayan İsrail – Hizbullah
Savaşı’dır. İsrail hükümeti tarafından savaşı soruşturmakla
görevlendirilen Winograd Komisyonu “siyasi ve askeri
kademelerde vahim stratejik planlama ve stratejik düşünce
hataları ve koordinasyon eksikliği” (IDC Herzliya, 2010:6)
bulgularına dayanarak İsrail’in güncellenmiş bir güvenlik
stratejisi olmayışını eleştirmiştir. Komisyona göre Hizbullah’ın
asker kaçırma eylemine hızlı ve yerinde karşılık
verilemeyişinin nedeni, İsrail’in kapsamlı bir güvenlik stratejisinin
olmayışıdır. Strateji yokluğunda Hizbullah’ın eylemine sert
bir karşılık verilmiş ve karar alma sürecinde karşılıklı güç
dengesi, Lübnan sınırına yakın bölgelerde yaşayan halkın
hazırlıksızlığı gibi veriler dikkate alınmamıştır (Winograd
Komisyonu, 2007:7). Daha önce benzer bir durum Arap-İsrail
(Yom Kipur) Savaşı’nda yaşanmıştır. Dönemin İsrail
liderleri Arapların konvansiyonel savaşta galip
gelemeyeceklerini kabul ettikleri şeklinde genel bir algı ile Mısır’ın savaş
öncesindeki askeri hazırlıklarını ciddiye almamışlardır.
Savaştan sonra kurulan Agranat Komisyonu bu durumun nedeni
olarak gördüğü İsrail karar alma süreçlerinin kişilere bağlı
doğasının değişmesi gerektiğini (IDC Herzliya, 2010:i)
savunmuştur. Sonuçları dikkate alındığında 2009 yılındaki
Gazze bombardımanının da benzer bir durum olduğu
düşünülebilir. Yukarıdaki tablo esas alındığında İsrail
güvenlik zihniyetinin bir kişisellik – kurumsallık gerilimi yaşadığı
görülmektedir. Kişisel yapılarda belli bir kişi veya grubun
içinde bulundukları çevreyi şekillendirme kabiliyetleri söz
konusu iken kurumsal yaklaşımda aktöre tanınan hareket alanı
veri olarak alınır ve o alan içinde çözüm üretmesi beklenir.
Güçlü bir kurumsal yapı birey veya grubun karar almadaki
serbestliğini azaltacaktır (IDC Herzliya, 2010:i). Buna karşın
beşeri algı seçiciliği veya önyargılardan kaynaklanan
hatalarda da azalma görülecektir.
Bir başka açıdan, doktrinsizliğin de duruma özel bir doktrin
olabilme ihtimalini dikkate almakta fayda vardır. İsrail’in
nükleer silahlarla ilgili tutumu bu olasılığı destekler
niteliktedir. Başbakan Ben Gurion’dan bu yana nükleer kapasite ve
hedefler konusunda “kasıtlı belirsizlik” politikası
güdülmekte, bir nükleer silahın varlığı teyit edilmediği gibi ret de
edilmemektedir (Cochran, 1996:321). Büyük resme bakıldığında,
İsrail güvenlik elitinin öngörülebilir bir aktör olmamayı
stratejik bir değer kabul ederek hem konvansiyonel hem de
nükleer sahayı kapsayan geniş bir belirsizlik politikasını
benimsediklerini ve koruduklarını düşünmek de mümkündür.
Böylece bilinmenin muhatap algılarda oluşturacağı netlik
yerine, belirsizliğin bu algılarda meydana getireceği
tedirginlik tercih sebebi olabilmektedir.
İsrail’in her ne kadar açıklanmış bir güvenlik konsepti
olmasa da geçmiş uygulamalara bakıldığında iki önemli ilkenin ön
plana çıktığı görülmektedir. Bunlardan ilki caydırıcılık
faktörüne ilişkindir. İsrail Savunma Kuvvetleri; stratejik olarak
savunmaya, taktik ve operasyonel olarak ise saldırıya
programlı bir yapıdadır. Caydırıcılık; donanım itibariyle yerli ve
üstün eğitim, teknoloji ve istihbarat kapasitesine,
psikolojik olarak da İsrail’in mevcut “yenilmezlik” imajına (Boardman,
2007:2) dayanır. Belirsizlik politikası ile ortaya çıkan
öngörülememe halinin de caydırıcılığın önemli bir psikolojik bileşeni
olması söz konusudur. Tüm bu unsurların meydana getirdiği
caydırıcılığın temel savı (Boardman, 2007:2) şu şekilde
özetlenebilir: a) İsrail’in kendi barış koşullarını
dayatmasını mümkün kılacak derecede kapsamlı bir askeri galibiyet elde
etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla savaşı başlatan taraf
olması izah edilemez. b) İsrail’in düşmanları savaşı başlatma
kararı alabilirler ama seyrini ve sonucunu belirleyemezler.
Savaşın kendilerine maliyeti tüm potansiyel kazanımların
toplamından fazla olacaktır.
İkinci olarak seçeneksizlik ilkesi dikkat çekmektedir.
Seçeneksizliğin temel savları ve bu savlara bazı itirazlar (IDC
Herzliya, 2010:8) şunladır: a) Mevcut durum kalıcı bir barış
olmayıp İsrail’in askeri üstünlüğünün düşmanlarına dayatmış
olduğu bir “savaşın yokluğu” halidir. Dolayısıyla sürekli ve
yüksek derecede askeri teyakkuz durumu kaçınılmazdır. b)
İsrail sürekli olarak kendisini yok etmek isteyen
düşmanlarla çevrili olarak yaşamaya devam edecektir (Bu argüman Mısır
ve Ürdün ile yapılan barış anlaşmalarını izah
edememektedir). c) İsrail’in savunması başka bir devlet veya güce emanet
edilemez (Kökleri ikinci bir Holokost endişesine dayanan bu
varsayımın ABD’nin İsrail’in güvenliğinde oynadığı rolle
çeliştiğini düşünenler vardır). d) Çatışma, coğrafi
derinlikten yoksun bir ülke olan İsrail’in toprakları dışında tutulmalı,
topyekûn savaş veya düşük yoğunluklu iç savaşa izin
verilmemelidir (Ne var ki 2006 Lübnan ve 2008 Gazze savaşları İsrail
topraklarını hedef alan roket saldırıları ile doğrudan
hissedilmiştir).
Anılan savlar dikkate alındığında İsrail’in sürekli bir
gerilim sürecini yönetmek durumunda olduğu, diğer bir ifade ile
olağanüstü hal durumunun İsrail güvenlik algısında ön kabule
dönüştüğü görülmektedir. Bu doğrultuda İsrail, bulunduğu
coğrafyadaki yalnızlığını pragmatist
dostluklara/münasebetlere yönlendirmek durumundadır. Kurulduğu yıldan itibaren
İsrail’in bu arayışında en dikkat çeken ülkelerden biri ise
Türkiye olmuştur.
3. İSRAİL GÜVENLİK POLİTİKASI BAĞLAMINDA TÜRKİYE
3.1. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
Soğuk Savaş dönemi İsrail-Türkiye ilişkileri üç temel
faktörün belirleyici olduğu bir denge üzerine kurulmuştur. Bu
faktörler; Türkiye’nin bir Batı müttefiki olması, laik bir
ülke olması ve Müslüman bir ülke olması şeklinde özetlenebilir
(Bacık, 2010:7). Kuşkusuz, bu faktörlerin Türkiye’yi İsrail
nezdinde farklı bir perspektife yerleştirdiği görülmektedir.
Öncelikle Türkiye, 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan
uluslararası düzende tercihini Batı’dan yana kullanmıştır. Sovyetler
Birliği’nin 1940’lardan itibaren başta Boğazlar olmak üzere
Türk topraklarında hak iddia etmesi karşısında kendini
güvence altına almak isteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle
bir tercihte bulunması şaşırtıcı değildir. Türkiye’nin ABD ile
kurduğu yakın ilişkiler ve NATO üyeliğinin bir gereği olarak
diğer Müslüman ülkelerden farklı bir İsrail politikası olmuş,
Batı’nın İsrail’le ilgili genel çizgisinden ayrılması mümkün
olmamıştır (Bacık, 2010:7). Kaldı ki Türkiye’nin İsrail’i
tanıyan ilk ülkelerden olduğu (TC Dışişleri Bakanlığı, 2013)
bilinmektedir.
Öte yandan, Türkiye’de laiklik, sadece ülke içindeki din –
devlet ilişkilerini düzenleyen anayasal bir ilke olmakla
kalmamış, aynı zamanda ülkenin dış politikasında da belirleyici
rol oynamıştır. Nitekim, dönemin başbakanı Süleyman
Demirel’in İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) 1969’daki ilk
toplantısına katılma arzusunun Türk Silahlı Kuvvetleri ve
Cumhurbaşkanı’nın laiklik ilkesi gereği karşı çıkması
üzerine gerçekleşemediği (Bacık, 2010:7) belirtilmektedir. Bu
bağlamda laiklik, Türkiye – İsrail ilişkilerinin de önemli
bir parametresi olmuştur. Bu yaklaşıma göre (Bacık, 2010:7)
Kemalist elit iç politikada İslamcı unsurları dengelemek,
dış politikada ise Araplarla arasındaki ideolojik mesafeyi
belirginleştirmek amacıyla İsrail’le yakın olmayı tercih
etmiştir.
Yine, Türkiye’nin büyük çoğunluğu Müslüman bir ülke olması,
konu İsrail olduğunda ülkenin dış politika karar alıcılarının
her zaman dikkate aldığı bir veri olmuştur. Bir diğer
ifadeyle Müslümanlık faktörü Türkiye’nin İsrail politikalarının
belirlenmesinde önceki iki faktörü dengelemiştir (Bacık,
2010:7). Örneğin Kudüs’ün 1967’de İsrail tarafından işgalinin
ardından Kubbetü’s Sahra’ya İsrail bayrağı çekilmesine
Türkiye sert tepki göstermiş ve nihayetinde bayrak indirilmiştir.
Benzer şekilde Kudüs’ün 1980‘de İsrail tarafından “ebedi
başkent” ilan edilmesi üzerine diplomatik ilişkiler maslahatgüzar
seviyesine indirilmiş (T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2013) ve bu
durum Filistinlilerle barış görüşmelerinin başladığı 90’lı yıllara
kadar sürmüştür.
Özetle, Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi İsrail politikası bu
üç faktörün oluşturduğu bir denge üzerinden yürütülmüştür.
İkili ilişkilerin inişli çıkışlı seyrine rağmen bu üç
faktörün belirleyiciliği değişmemiştir. İlişkiler bir bütün olarak dikkate
alındığında, anılan faktörlerin resmin bütününü
şekillendirdiğini söylemek mümkündür. İlişkilerin ABD-Sovyet rekabetinin
gölgesinde yürütüldüğü ve her iki ülke için ikinci planda
kaldığı bu dönemde 1958 tarihli istihbarat paylaşımına dair gizli
anlaşma dışında kayda değer bir stratejik adım atılmadığı
(Erkmen, 2011:83) öne sürülmektedir. İsrail’in Arap dünyasının
etrafında yer alan Türkiye, İran, Etyopya gibi ülkelerle
ikili ittifaklar kurma şeklindeki “çevreleme stratejisi”nin bir adımı
olan bu anlaşma, dönemin başbakanları David Ben-Gurion ve
Adnan Menderes arasında imzalanmıştır. Anlaşmaya göre
(WINEP, 2006) her iki ülke kamuoyunu etkilemeye yönelik
ortak halkla ilişkiler çalışmaları yapılacak, karşılıklı istihbarat
paylaşımı sağlanacak ve askeri kapasiteler karşılıklı olarak
desteklenecektir.
3.2. 90’LI YILLAR
90’lı yıllar Türkiye’nin İsrail politikalarını belirleyen
geleneksel dengenin terk edildiği bir dönem olmuştur. Özellikle
1995’te kurulan Refah – Yol hükümeti ile birlikte laiklik
tartışmaları etrafında yükselen siyasi gerilim Türkiye’nin dış
politikasına da yansımıştır. Askeri – bürokratik elit ve
seçilmişler arasındaki anlaşmazlıklar sonucu Batıcılık belli ölçüde ve
Müslümanlık referansı büyük ölçüde etkinliğini yitirmiştir.
Bu dönemde laiklik Türkiye’nin İsrail politikasında tek
belirleyici haline gelmiştir. Uluslararası ilişkilerin temel
kabulleri dikkate alındığında bu durumun izahı güçtür. Örneğin
(Bacık, 2010:8) realist yaklaşıma göre ülkelerin rejimleri
ne olursa olsun dış politikada rasyonel davranış esas olmalıdır ve
devletlerarası ilişkilerde ideolojik yaklaşımlardan
kaçınılmalıdır. Türkiye’nin 90’lardaki İsrail politikasının önemli iç ve dış
yansımaları olmuştur. Bir örnek vermek gerekirse (Taygar ve
Yağcı, 1997) El – Aksa Camii’nin fanatik bir Hıristiyan
tarafından kundaklanması üzerine gerçekleşen ilk İKÖ
toplantısına laiklik gerekçesiyle katılamayan Demirel, bu kez
1997’de Cumhurbaşkanı sıfatıyla katıldığı İKÖ zirvesinde
İsrail’le yakın ilişkilerinden ötürü Türkiye’ye yöneltilen sert
eleştirilere muhatap olmuş ve zirve bitmeden Türkiye’ye geri
dönmek zorunda kalmıştır.
Söz konusu dönemdeki İsrail-Türkiye yakınlaşmasının tamamen
ideolojik olduğunu iddia etmek güçtür. İdeolojik tercihin
ötesinde, son derece statik ve öngörülebilir bir
uluslararası iklim olan Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla her iki ülkenin
bölgedeki yalnızlık ve çevrelenmişlik algısının altını
çizmek gerekir (Oğuzlu, 2009:16). Elbette salt psikolojik gerekçeler
de yakınlaşmayı tek başına açıklayamaz. Dönemin şartları
dikkate alındığında işbirliği için bir dizi anlaşılır ve somut
gerekçenin varlığı göze çarpmaktadır. Örneğin (Erkmen,
2011:89) 1990’lardaki terörle mücadele faaliyetlerinde yaşandığı
öne sürülen insan hakları ihlalleri nedeniyle ABD ve AB
Türkiye’ye yönelik silah satışlarına ciddi kısıtlamalar
getirmişlerdir. Buna karşın, Türkiye’nin dostluğu sayesinde
bölgedeki meşruiyetini artırmak isteyen İsrail’in askeri
donanım ve teknoloji sağlamayı kabul etmesi iki ülkenin
yakınlaşmasında önemli bir etken olduğu belirtilmektedir. Ayrıca
bu dönemde Türkiye’nin Suriye ve Yunanistan ile
ilişkilerinin gergin olduğu ve her iki ülkenin PKK’ya önemli destekler
sunduğu hatırlandığında İsrail ile işbirliği geliştirmenin
Türkiye açısından konjonktürel bir önemi de söz konusudur. Son
bir değerlendirmeye (Bacık, 2010:11) göre de ABD
Kongresi’nde her yıl gündeme gelen Ermeni soykırımı tasarısına
Türkiye’nin kendi sınırlı lobi gücü ile karşı koyamaması,
Washington’daki İsrail lobisine ve dolayısıyla İsrail’e ciddi bir
yakınlığı gerekli kılmıştır.
Öte yandan İsrail-Türkiye yakınlaşmasını mümkün kılan önemli
bir faktör de İsrail ve Filistin arasında 1993’te başlayan
Oslo barış sürecinin bölgede oluşturduğu iyimser havadır. Bu
sayede Türkiye için hem Arap ülkeleri ve İsrail’le aynı anda
temas kurmak nispeten daha kolay hale gelmiştir (Oğuzlu,
2009:15). Bir diğeri ise her iki ülkenin Ortadoğu’da statükoyu
korumak istemelerine karşın Orta Asya’ya revizyonist bir
bakış açısıyla yaklaşmalarıdır. Somutlaştırmak gerekirse,
Türkiye; Hatay, Kıbrıs ve Irak’ın toprak bütünlüğü gibi
konularda mevcudun muhafazasını öncelerken İsrail de Golan,
Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs konularına aynı şekilde
yaklaşmaktaydı. Soğuk Savaş’ın ardından baştan şekillenmekte
olan Orta Asya ise güvenlik ve enerji açısından taşıdığı
önemden dolayı her iki ülkenin de söz sahibi olmak istediği ve bu
yönde güç birliğine gittiği bir coğrafya olmuştur (Erkmen,
2011:87). Son olarak, bu dönemdeki ikili işbirliğinin arka
planında Clinton yönetiminin Ortadoğu’da barışın sağlanması
için İsrail’e kayıtsız şartsız destek vermekten kaçınmasını
aramak gerekir. Silah kısıtlamaları ile Türkiye’yi İsrail’e
iten ABD’nin, İsrail’i de bir derece yalnız bırakmak suretiyle
Türkiye’ye yönelttiği (Oğuzlu, 2009:7)
değerlendirilmektedir.
3.3. 2000’Lİ YILLAR
2000’li yıllara gelindiğinde ise Türkiye’nin iç ve dış
politika dinamiklerinde ciddi bir dönüşüm göze çarpmaktadır. 1999
yılından başlayarak AB adaylık sürecinin gereği olarak
yapılan birtakım düzenlemeler askeri- bürokratik elitin gücüne belli
ölçüde sınırlamalar getirmiştir. Bu çerçevede ilerleyen
süreçte, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve Milli İstihabarat Teşkilatı
(MİT) gibi dış politika yapım sürecini doğrudan etkileyen
kurumların sivilleşmesi sağlanmıştır. Bürokrasinin çekildiği alanı
seçilmişler doldurmaya başlamış, bu sivilleşme ve
şeffaflaşma sonucu dış politika kararları ortalama seçmenin etki alanına
girmiştir. Sivillerin dış politika kararlarına etkisi
temsili mekanizmalarla sınırlı kalmayıp; medya, araştırma merkezleri,
üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu
geniş bir yelpaze üzerinden karar alıcılara ulaşabilir hale gelmiştir.
Bu kapsamda karar ve uygulama sürecine eklemlenen yeni
girdiler Türkiye’nin genelde dış politikasında, özelde de
Ortadoğu ve İsrail’e bakışında ciddi değişiklikler meydana
getirmiştir.
Türkiye bu yıllarda 2000’e kadar sabit veri olarak kabul
ettiği Ortadoğu’yu değişken bir veri olarak görmeye başlamıştır.
Türkiye’nin hedefindeki değişim; ideoloji, mezhep ve ulus
aidiyetleri eksenlerinde düşman kamplara bölünmüş bir
Ortadoğu’dan ziyade ekonomi ve kültürel işbirliğinin esas
olacağı bütünleşmiş bir Ortadoğu (Laçiner, 2011:56) olarak
tanımlanmıştır. Bu dönemdeki gelişmeleri daha somut olarak
özetlemek gerekirse; Yunanistan’la “komşuluk” öne
çıkarılmaya çalışılmış, Adana mutabakatı sonrası Suriye ile
yumuşayan ilişkiler ilerletilmiş, Irak’taki tüm aktörlerle temasa
geçilmiş, İran’la enerji ve güvenlik konularında işbirliğine
gidilmiştir. Tüm bu gelişmeler sonucu Türkiye, Ortadoğu söz
konusu olduğunda giderek daha az “İsrail gibi düşünür” hale
gelmiştir. Bu zihniyet farklılaşması pratiğe de yansımış, İkinci
İntifada’dan başlayarak Lübnan, Gazze, Davos ve son olarak
Mavi Marmara krizleri ile ilişkiler çıkmaza girmiştir.
1950’lerde Ben Gurion tarafından savunulan çevreleme
stratejisi (Lindenstrauss ve Guzansky, 2012), birinci planda Arap
olmayan devletler (Türkiye, İran, Etiyopya) ve ikinci planda
ise yine Arap olmayan azınlıklarla (Sudanlı Hıristiyanlar,
Iraklı Kürtler, Lübnanlı Marunîler, Suriyeli Dürzîler)
oluşturulacak gizli, düşük resmiyete dayalı, ikili ittifaklar yoluyla
Arapları çevreleme düşüncesine dayanmaktaydı. Bu strateji
anti-Sovyet kazanımlar ifade ettiği için İsrail’in ABD
tarafından yoğun olarak desteklenmesini sağlamış ve belli
bir dönem başarıyla uygulanmıştır. İran devrimi ve Etyopya’nın
yaşadığı istikrarsızlıklar sonucu çevrelemenin iki önemli
sacayağı olumsuz etkilenmiş, geriye Türkiye kalmıştır. İsrail
benzer şekilde Hindistan ile Pakistan’ı, Orta Asya ile
İran’ı, Sahra Altı Afrika ile Arap Afrika’yı dengelemeye çalışmıştır.
İsrail-Türkiye ilişkilerinin sorunlu bir seyir izlemeye
başladığı 2002 yılından itibaren İsrail’in Türkiye’nin komşuları ile
kurduğu ilişkiler yeni bir çevreleme hamlesi görüntüsü
vermektedir. Bir dönem çevreleme stratejisinde İsrail’in ortağı olan
Türkiye yeni versiyonda ise çevrelenen aktör konumundadır.
Soğuk Savaş dönemindeki yarı gizli uygulamaya karşın
stratejinin güncel versiyonu yüksek seviyede ziyaretler,
anlaşmalar ve BM gibi çok taraflı zeminlerde işbirliği gibi çok
daha görünür araçlarla uygulanmaktadır. Sözgelimi Yunanistan
ve Romanya ile askeri ilişkiler 2010 yılından bu yana ciddi
ilerleme kaydetmiştir (Enginsoy, 2010). Yine geçtiğimiz yıl
Kıbrıs Rum Kesimi ile enerji anlaşması imzalanmıştır.
Azerbaycan’la savunma anlaşması imzalanmış ve vize muafiyeti
sağlanmıştır. İsrail üniversitelerinde Ermeni soykırımı
iddialarına dair çalışmalar öne çıkmaktadır ve konu 2008’den
bu yana Knesset’in gündemine gelmektedir. Tüm bu temaslar
sayesinde coğrafi derinlikten mahrum olan İsrail’in kara,
hava ve deniz sınırları içinde icrası mümkün olmayan askeri
eğitimler değişik ülkelerde gerçekleştirilmekte, bölgenin nabzı
tutulmakta ve İsrail’in uluslararası prestiji takviye edilerek
Türkiye’ye dolaylı baskı uygulanması (Lindenstrauss ve
Guzansky, 2012) hedeflenmektedir. Ne var ki ABD dış politika
önceliğinin Ortadoğu’dan Pasifik’e yönelmiş olması (Akgün,
2009:72) İsrail açısından görece bir yalnızlaşma anlamına
gelmesi itibarıyla mevcut politikanın başarıya ulaşma
ihtimalini azaltabilecek bir etkidir. Öte yandan Türkiye ile ilişkilerin
düzeltilmemesi durumunda İsrail’in ulusal güvenlik
stratejisinin neredeyse baştan tasarlanması gerekeceği (Bacık, 2012:3)
de savunulmaktadır.
4. SONUÇ
İki ülke arasındaki bu gerilimin bölgedeki tüm ulusların
yararı gözetilerek giderilebilmesi için doğru tahlil edilmesi
gerekmektedir. Gerçekten de İsrail ve Türkiye arasındaki
sorunları sadece kimlik ve ideoloji üzerinde izah etmek
indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. İki ülke ilişkilerinde
zaman zaman iniş ve çıkışlar yaşanmıştır. Ancak son dönemde,
eğilimi ne olursa olsun, Türkiye’de hiçbir hükümetin
toplumun Ortadoğu ile ilgili hassasiyetlerine kayıtsız kalamayacağı
bir siyasi iklim oluşmuştur. Bu konuda Türkiye’deki partiler
arasında ancak bir üslup farkı söz konusu olacaktır.
İsrail karar alıcılarının, 2000 sonrası gelişmeleri
incelerken gözden kaçırmaması gereken bir diğer nokta ise psikolojik
faktördür. Türkiye Cumhuriyeti, 80 yıl sonra kapısını
çaldığı Ortadoğu’da yüksek bir imparatorluk kredisi ve ciddi
ümitlerle karşılanmıştır. Bu tablo karşısında İsrail’in daha
“feda edilebilir” görülmeye başlandığı ve bunun gelinen
durumda etkili olduğu düşünülebilir. Bu paralelde hatırdan
çıkarılmaması gereken bir diğer nokta da İsrail ile yaşanan
krizin Türkiye’nin “herkesle konuşabilen ülke” rolünü belli
ölçüde örselemiş olmasıdır. Türkiye’nin söz konusu rolü inşa
etmesi ve sürdürmesi son derece zahmetli olmuştur. Gelinen
nokta itibariyle öngörülebilir bir gelecekte Türkiye’nin yerini
alabilecek bir aktörün yokluğu, sadece ikili ilişkiler için
değil bütün Ortadoğu’nun güvenliği açısından belirsiz bir süreci
ifade etmektedir.
Güvenlik yaklaşımı itibarıyla İsrail’in tarihi, dini,
toplumsal ve siyasi dinamiklerinin, olayların hızla güvenlikleştirilmesi
eğilimi sergileyen bir yapı oluşturdukları görülmektedir.
Güvenliğin hayatiyetinden kaynaklanan bu eğilim, pragmatik bir
karar alma mekanizması ile tatmin edilmekte, etkinliğin öne
çıktığı bu yapıda verimlilik sorgulanmamaktadır. Türkiye ile
ilişkilerin kopuşuna karşı takınılan tutum bunun bariz bir
örneğidir. İkili ilişkilerin tamir edilemediği bu vetirede İsrail
tarafından alternatif olarak ortaya konan strateji,
Türkiye’nin kaybının daha küçük aktörlerden oluşan bir çevre halkasıyla
giderilmesi yönündedir. Bu aktörlere dikkatle bakıldığında
ise halkanın kırılganlığı göze çarpmaktadır. Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi, Yunanistan ve Romanya’nın içinde bulunduğu Avrupa
Birliği, ekonomik ve siyasi zorluklar içindedir.
Ermenistan Türkiye tarafından sınırının kapatılmasından bu
yana ciddi ekonomik çöküntü yaşamaktadır. Topraklarının
beşte biri Ermenistan işgali altında olan Azerbaycan’ın ise
Türkiye’ye rağmen böyle bir halkada yer almaya ne denli
gönüllü olacağı tartışmalıdır. İkili ilişkilerin büyük
coğrafi bağlamı olan bölgedeki değişimler de Türkiyesiz güvenliği
tartışmalı kılmaktadır. İvme ve istikameti ne olursa olsun
yeni Arap elitlerin İsrail politikalarını veri olarak almaları güçtür.
Mısır’ın son İsrail operasyonlarına gösterdiği tepki bu yeni
eğilimin ikna edici bir örneğidir. Küresel bağlamda ise
ABD’nin Pasifik yöneliminin Türkiye’yi İsrail için tahmin
edilenden daha da önemli kıldığı düşünülebilir.
Son tahlilde, Türkiyesiz bir İsrail güvenlik konsepti inşa
edilebilse bile ciddi bir sürdürülebilirlik riski ile karşı karşıya
kalınması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye, ikili ilişkilerin
gerilimli sürecinde ortaya koyduğu duruş ile İsrail’i bir tercih
yapmak durumunda bırakmıştır. Anca geleneksel güvenlik
yaklaşımı ile bu süreci yönetmekte zorlanan İsrail’in
sergileyeceği tutum, Ortadoğu’da yeniden şekillenen
ilişkiler dikkate alındığında, pragmatist ya da sıfır toplamlı
yaklaşımlardan ziyade tüm tarafların kazanmasına imkan
verebilecek bir esnekliğe doğru evrilmek durumundadır. Bölgenin
iki önemli aktörü olan İsrail ve Türkiye’nin birbirine karşı
konumlanmaları, Ortadoğu’daki yeni güç dengesinin
belirleyicisi olacaktır.