Külliye’de tarihi an... Sessiz devrimler kurumlaştı
24 Haziran seçimlerinde Türkiye toplumu tercihini kuyumcu
titizliğiyle yaparak siyasete çok anlamlı mesajlar verdi. CumhurbaşkanıErdoğan'ı ilk turda seçerek yürütmede istikrar, Meclis'te ise hiçbir partiyi
güçlü kılmayarak "denetim görevi" için partilerin
"işbirliği" yapmasını istedi.
Siyaset mühendisleri istese bile böyle anlamlı bir sonuç
ortaya koyamazdı. Millet görevini yaptı, şimdi sıra siyasilerin bunu nasıl
hayata geçireceğinde... Meclis'te milletvekilleri yemininden sonra
Cumhurbaşkanı Erdoğan da yemin ederek göreve başladı.
Talihsiz tren kazası nedeniyle biraz hüzünlü de olsa
Meclis'teki o tarihi anda heyecan doruktaydı. Ama ne yazık ki, Meclis'te
yaşanan o tarihi anı, CHP ve HDP siyaseten anlamsız oturma eylemleriyle
gölgelerken, halkın onlara verdiği mesajı da anlamadıklarını gösterdi.
Oysa halk seçim sonuçlarıyla partilere "uzlaşın"
mesajı vermişti. Aslında bu, sistemi kurgulayanların da öngörüsüydü. O öngörüde
şöyle deniyordu: "Halkın farklı tercihte bulunmasının siyasete yüklediği
görevleri anlamak gerekir. Eğer halk farklı mecralardan hükümeti ve meclisi
oluşturuyorsa, bu farklı mecraları dengeleyerek bir anlamda makul bir işbirliği
üzerinden ve birbirini gözeterek iş yapılmasını istediği sonucuna ulaşmak
gerekir."
Ama ne mümkün, CHP ve HDP'nin başını çektiği muhalefet, bir
yandan kutuplaşmadan şikâyet edip, "uzlaşma ve işbirliği"nin önemine
değiniyor, öte yandan ise ucuz bir gerekçeyle Meclis'teki havayı geriyordu. Bu
muhalefet etmek değildi.
Türkiye, böyle bir muhalefeti hak etmiyor. Seçim gecesini
bile yönetemeyen, kayıplara karışan muhalefet aktörleri halkın tepki
göstermesini bile anlamış değil. Hiçbiri seçim sonucundan ders çıkarmadıkları
gibi değişmiyorlar da...
Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu'nun şu sözü bir kez daha
doğrulanıyor: "Sizin değişimi savunmanız yetmez, muhatabınızın da değişime
hazır olması gerekiyor." Ne yazık ki CHP ve HDP bir kez daha
değişmeyeceğini gösterdi.
Onlara destek veren "çamur medyası" da farklı
değil. Daha ilk günden Meclis'in işlevsizleştiğinden, reform yapılmayacağından
söz ediyor ve yayıyordu. Adeta her yazar kendi beklentisini gerçekmiş gibi
sunuyordu. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan her konuşmasında ısrarla "reform ve
değişim" diyordu:
"Biz Türkiye'yi 16 yıldır kesintisiz reformlarla
yönettik. Reformları devam ettirmek zorundayız. Bir tarafı zihniyeti
değiştirmekse, diğer tarafı da anayasadan yasalara kadar mevzuatı
düzenlemektir."
Türkiye halkı bunu bildiği için de her seçimde değişime
destek verdi. Bu gerçeği dün bir kez daha Meclis'ten sonraki ikinci durağımız
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde de gördük. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Külliye'de
dünyanın 50'yi aşkın ülkesinden gelen devlet başkanlarını, siyasi aktörleri ve
Türkiye'nin dört bir yanından gelen konukları ağırladı. Sonra da herkesin
heyecanla beklediği o an geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, yardımcılarını ve
bakanlardanoluşan "teknik hükümet" üyelerini açıkladı.
O an isimler okundukça hem alkış kopuyor hem de
"Aaa..." sesleri yükseliyordu. Sürpriz de vardı beklenen de. Liyakat
ve ehliyet eksenli yeni bir sentezdi. Liste tamamlandığında Türkiye'nin yeni
yolculuğu da başlıyordu.
Yeni sistemin ilk hükümet üyelerini kutluyor, başarılar
diliyorum.
Yeni bir devrin başlangıcı
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün Meclis'te yemini ile yeni bir
devir başladı. Külliye'de görkemli törenle de yeni başlangıç taçlandırıldı. Bir
numaralı cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yeni yönetim sisteminin çatısı oluşturuldu.
Böylece, 9 Temmuz 2018 günü büyük bir değişimin vakti olarak
siyasi tarihimizin sayfalarına işlendi.
Cumhuriyet döneminin tarihi yazılırken "kritik
dönemeçleri" adlandırmada farklılıklar görürüz. Kimi araştırmacılar 1961
ve 1982 anayasaları dönemini 2. ve 3. Cumhuriyet olarak adlandırmayı tercih
ederler.
AK Parti'nin on altı yıllık iktidarının ülkemizi dönüştürme
anlamında müstesna bir yere sahip olduğu da aşikâr. Bu dönemin laikçi Kemalist
düzende ciddi bir dönüşüm yarattığı konusunda geniş bir uzlaşma bulunuyor.
Ancak yine de cumhurbaşkanlığı sistemine geçişe kadar yapılan değişimin
dirençleri kırma ve hazırlık mahiyetinde olduğu söylenebilir.
Yeni sisteme geçişle birlikte üçüncü bir devreye ayak
bastığımızı düşünenlerdenim. İlki 1923, Cumhuriyet'in kuruluşuydu.
İkincisi 1950 Demokratik hayata geçişti. Üçüncüsü de
kuşkusuz 2018, cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş oldu. Bundan sonra
üniversitelerimizde Türk siyasi hayatını anlatan hocalarımızın bu üç ana
dönemleme üzerinden gitmesini uygun bulurum.
Yeni sistemin kurucu cumhurbaşkanı 9 Temmuz günü yemin eden
Erdoğan oldu.
Sistem değişimi Erdoğan'ın içte ve dışta verdiği siyasi
mücadele ile mümkün olduğu gibi, yeni sistemin kurumsallaşması da Erdoğan'ın
karizmatik liderliği ile sağlanıyor.
Yeni sistem, seçilen her cumhurbaşkanının kendi modelini
getirmesine müsait ise de teamül oluşturan bir başlangıcı yine Erdoğan yaptı.
Bu başlangıç ile Erdoğan aynı anda iki fırsatı değerlendirebilir.
Hem eski parlamenter sistemin sorunlarını aşan bir hükümet
sistemini kurumsallaştırır.
Böylece, yetki çekişmesini ortadan kaldıran ve bürokratik
vesayete son veren verimli bir yönetim modelini hayata geçirir. Hem de AK
Parti'nin on altı yıllık iktidarının getirdiği yüklerden kurtaracak bir
yenilenme sağlayabilir.
Revizyona açık yeni modelle stratejik planlama ve
koordinasyona ağırlık verilir.
Aktif, etkin ve risk alan üst düzey yönetim anlayışı
yerleştirilir. Yapı kadar yönetim zihniyetinin de dönüşmesi gündeme alınır.
Ne de olsa yeni sistem politika oluşturmada aktörlerin
rekabetine de alan açtığından statik, hantal ve vesayetçi bürokrasiyi
performans ve liyakat temelinde dönüştürebilir.
Yeni sistemin köklü dönüşümlere yol açması zaruridir.
Hedef, Erdoğan'ın 24 Haziran seçim manifesto ve
beyannamesinde vaat ettiği "daha fazlarefah, daha fazla demokrasi ve
özgürlük" olduğuna göre toplumun her kesimine ulaşan bir seferberliğe
ihtiyaç var.
Terörle mücadele aksatılmadan yeni devrin geleceğe dair
umutları yeşertmesi asıldır.
Yapılması gerekenlerin başında mikro alanlara eğilme
zorunluluğu bulunuyor. Ekonomide yapısal dönüşüm, kültür, eğitim,
yükseköğretim, tarım, gıda ve hayvancılık alanları politikaların yeniden ele
alınması gereken alanlar.
Yine yereli güçlendirmek AK Parti'nin öncelikleri arasında
olmalı. Türkiye bugünlere gelmek için son beş yılda çok bedel ödedi.
Ülkemizi tekrar türbülansa sokmamak için geleceğimizi
kapsamlı politikalarla kurma zamanı.
Bu kutlu başlangıç milletimize hayırlı olsun.
Kâbus bitti
Durumdan hoşnut olmayan CHP’liler ve Fetullahçı liberaller,
hükümet modeli değişikliğini “cumhuriyetin tasfiyesi” olarak değerlendiriyor,
daha ılımanları “ikinci cumhuriyet” yakıştırmasında bulunuyor ama değişen
sadece “model”dir.
Bir diğer ifadeyle, darbe üreten ve vesayet odaklarının
işini kolaylaştıran “sistem” ortadan kalkmıştır.
Kâbus bitmiştir.
Bundan sonra “konvansiyonlar”ın ve bürokrasinin değil,
milletin değdiği olacaktır.
İlle numaralandırmak ve isim vermek gerekecekse (bence
gerekmez), “dördüncü cumhuriyet” diyebiliriz.
Birinci cumhuriyet, 1946’da, “çok partili parlamenter
sistem”in ilanıyla birlikte ortadan kalkmıştır.
Menderesdönemi cumhuriyetin ikinci evresidir ve Türkiye’nin
çehresini değiştirmiştir. En yüksek “kalkınma” bu dönemde sağlanmıştır.
Süreç, 1960 darbesiyle noktalandı. Menderes “endüstriyel
kalkınma” dediği ve Sovyetler Birliği’yle (enerji ve demir çelik alanında)
kredi anlaşmaları imzaladığı için, ABD destekli bir darbeyle gönderildi. Bir
anlamda, “Madem bir NATO ülkesisin, bizim çizdiğimiz sınırlar içinde hareket
etmelisin, bir tarım ülkesi olarak kalmalısın”denilmiş oldu.
Menderes’i alaşağı edip darağacına yollayanlar, getirdikleri
modele “ikinci cumhuriyet”adını verdiler... (Darbe destekçisi gazetelerin
tümünde “ikinci cumhuriyet” ifadesi yer alıyordu...) Oysa “üçüncüsünü” idrak
ediyorduk.
Daha doğrusu, 61 anayasasıyla birlikte “üçüncü cumhuriyet”
kuruldu.
Evet, görece “demokratik” bir anayasa yapıldı, kuvvetler
ayrılığı ilkesi tahkim edildi, işçiye “sendikal örgütlenme” hakkı getirildi,
bireysel özgürlükler tanındı ama bunlar sadece “görüntü”den ibaretti.
Süreç içinde, kuvvetler ayrılığı ilkesi “kuvvetler
hiyerarşisi”ne dönüştü ve hiyerarşinin en tepesine “yargı” yerleştirildi.
Sendikal örgütlenme hakkı ve bireysel haklar yargının inhisar alanına girdi,
icra heyetinin üzerinde birtakım “konvansiyonlar” oluşturuldu ve hükümetlerin
icra yetkisi konvansiyonların iznine tabi kılındı. Bir anlamda, vesayet
“kurumsallaştı” ve “millet iradesi”nin önünde görünür görünmez barikatlar
kuruldu. (Bir “Senato” uygulaması vardı mesela. “Paralel parlamento” işlevi
görüyordu... Görevi, birinci parlamentonun yaptıklarını yıkmaktı.)
Üçüncü cumhuriyetle birlikte, ayrıca, darbe üreten sistem,
anayasal güvenceye kavuşturuldu... (Bkz. Kenan Evren’in yaptığı anayasa...)
İkinci cumhuriyetin “yıktıklarını” tahkim etme hedefiyle
gelen üçüncü cumhuriyet, darbenin kurumsallaştığı ve sistematik hale geldiği
bir “kâbus dönemi”dir. Bu dönemde dört konvansiyonel darbe, bir postmodern
darbe, yürürlük imkânı bulamamış onlarca darbe girişimi ve sayısız muhtıra
yaşadık...
İlaveten iç savaş, binlerce yargısız infaz, gözaltında
kayıplar, düşünce yasağı, inanç yasağı, dil yasağı, açlık, işsizlik, enflasyon,
ağır seyreden ekonomik kriz, büyük devalüasyonlar, kısa ömürlü hükümetler ve
“vesayet altında” tutulan bir parlamento.
Bazılarının gönlü hoş olacaksa tekrarlayalım:
Dün itibariyle kurulan (ille bir isim vermemiz gerekecekse)
dördüncü cumhuriyettir.
Dolayısıyla yenisiyle birlikte üçüncü cumhuriyet, yani darbe
üreten sistem sona ermiş, halkın iktidarına imkân tanıyan yepyeni dönem
başlamıştır. Ve “68 yıllık kâbus” sona ermiştir.
Milletimizin gözü aydın!
Hayırlı olsun
Dünden itibaren Türkiye’de “Başkanlık Sistemi” başlamış
bulunuyor.
Recep Tayyip Erdoğan da “Cumhuriyetin 1. Başkanı’dır.”
Gerçi MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin isteği üzerine
“Cumhur-başkanlığı Sistemi” gibi bir ifade kullanılmıştı.
Ama...
Gerçek bunun “Başkanlık Sistemi” olduğuydu.
Kamu hukuku literatüründe -zaten- “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”
diye bir tanım ve uygulama yok.
Bununla beraber, “Yeni sistem Türkiye’ye özgü olacak”
denilerek inşa edildiği için literatüre girebilirdi.
Gene de -teoride- tartışılacaktı.
Sonuç...
Noktayı gene yeni sistemin “telif sahibi” koydu.
Meclis kürsüsüne eski sistemin Cumhurbaşkanı, yeni sistemin
seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak gelip ant içtikten sonra “ismi koydu.”
Gazetecilerin “Size nasıl hitap etmeliyiz? Cumhurbaşkanı mı,
Başkan mı?” sorusuna “Başkan diyebilirsiniz” cevabını verdi.
Evet.
“Başkanlık sisteminin 1. Başkanı Recep Tayyip Erdoğan.”
95 yıl sonra artık Türkiye “Başkanlık Sistemi”ne geçiyor.
Siyaset tarihimizde yeni bir cildin ilk sayfasıdır.
Türkiye için hayırlı olmasını diliyorum.
Sistemin teorik irdelemeleri ve uygulamada görülecek
analizler sonra...
Dünden gözlemler...
Saat 16.00 sıralarında TBMM’nin -geçici- Başkanı Durmuş
Yılmaz milletvekillerine ve balkonlardaki konuklara anons yaptı:
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın salona girmek üzere
olduğunu, kendisinin ayakta karşılanması, ant içme süresince de ayakta kalınması
gerektiğini” söyledi.
Ancak...
CHP ve HDP ne ayakta karşıladı ne de ant içme sürecinde
ayakta oldu.
Koltuklarında oturarak izlediler.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu salonda yoktu.
İYİ Partililer ise karşılama dakikalarında ayaktaydılar.
Ancak yemin süresince oturdular. Üç parti milletvekilleri de alkışlamadılar.
AK Parti ve MHP ise hem karşılama hem de ant içme süresince
ayaktaydılar ve uzun süre alkış tuttular.
“Gelenekler” devletlerin ve demokrasilerin manevi
değerleridir.
DNA hafızalarıdır.
“Cumhurbaşkanları, sancak ve cenaze geçerken” oturulmaz.
HDP başkan vekili Ayhan Bilgen bu konuda gerekçelerini şöyle
açıkladı:
“1- İç tüzükte ayağa kalkmak diye bir hüküm yok. MHP’li
Başkan Durmuş Yılmaz sanki böyle bir hüküm varmış gibi emrivaki yaptı ve
kamuoyunu yanılttı.
2- Beştepe’deki davete Meclis’teki diğer partili
milletvekilleri davet edildiği halde, HDP dışlandı. Bize doğrudan doğruya
suçlamalarda bulunuldu.”
Sanıyorum HDP “kendisine terör örgütüyle iltisak”
söylemlerine tepkili ama bunu sistemin ve geleneklerin gereğini getirerek,
“siyasi söylemlerle” dile getirmesi doğru olanıdır.
CHP grup başkan vekili Özgür Özel ise şöyle bir açıklama
yapmıştı:
“Burası yasama Meclisi’dir ve bugüne kadar yürütmenin başı
karşısında hiç ayağa kalkmadık, kalkmamak gerekiyor, artık tarafsız bir
cumhurbaşkanı yok.”
Eğer 81 milyonun devletin zirvesi tarafından ayrımsız
kucaklanması isteniyorsa Meclis’te temsil edilen partilerin milletvekilleri de
oy aldıkları milyonlarca seçmen adına bunun gereğini simgesel olarak
yapmalılar.
Ki...
81 milyonun “muhalefete oy vermiş” bireyleri için de
“kucaklayıcı” tavrın takipçisi olsunla