Ortadoğu bölgesi, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
egemen güçlerin çizdiği suni sınırlar nedeniyle yaklaşık 100 yıldır karmaşa ve
kaos içinde, iç savaşın yaşandığı bir bölge haline geldi. Osmanlı Devleti’nin
kaybettiği topraklar üzerinde kurulan Arap ülkeleri, egemen güçlerin çıkarları
baz alınarak yönetilerek günümüze kadar geldi. Batılı ülkeler, bu bölgede
kurdukları düzen ve statüko sayesinde seçtikleri liderlerle Ortadoğu’yu
sömürmeye devam ettiler.
Atadıkları kişiler; yani bu ülkeleri yöneten krallar, Batılı
güçlerin çıkarlarına ters hareket etmeye başladıkları zaman ise, bir şekilde
darbe ya da ölüm sonucu görevlerinden alındılar. Bahsi geçen darbelerin
örneklerine günümüzde hala şahit olmaktayız.
Arap Baharı ile Ortadoğu’da var olan düzen ve statükonun
değişmesi, Batılı devletlerin çıkarlarını zedelemedi değil. Mısır örneğine
baktığımızda bu durumu daha kolay anlaşılabilmektedir.
Arap baharı etkisi ile başlayan çatışmalar sonucunda yıkılan Hüsnü Mübarek iktidarının yerine gelen aşırı islamcı Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Mursi, Batılı devletler tarafından bir türlü hazmedilemedi.
Mısır’da, 3 Temmuz’da gerçekleşen ABD ve İsrail destekli cunta ile General Abdulfettah Sisi, iktidara el koydu. İşin ilginç yanıysa, bu cuntaya Suuidi Arabistan’ın gösterdiği destek oldu. Aslında 1975’ten sonra Suud krallarının, Amerikan eğilimli politikalar izlemeye başladığı ve bu durumun günümüze kadar da bu şekilde devam ettiği düşünülecek olursa Suudi Arabistan’ın gösterdiği desteğe şaşırmamak gerekir.
Arap baharı etkisi ile başlayan çatışmalar sonucunda yıkılan Hüsnü Mübarek iktidarının yerine gelen aşırı islamcı Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Mursi, Batılı devletler tarafından bir türlü hazmedilemedi.
Mısır’da, 3 Temmuz’da gerçekleşen ABD ve İsrail destekli cunta ile General Abdulfettah Sisi, iktidara el koydu. İşin ilginç yanıysa, bu cuntaya Suuidi Arabistan’ın gösterdiği destek oldu. Aslında 1975’ten sonra Suud krallarının, Amerikan eğilimli politikalar izlemeye başladığı ve bu durumun günümüze kadar da bu şekilde devam ettiği düşünülecek olursa Suudi Arabistan’ın gösterdiği desteğe şaşırmamak gerekir.
Peki 1975’te ne oldu? Suudi Arabistan kralı Faysal bin Abdülaziz, kendi yeğeni tarafından öldürüldü.
Kral Faysal bin Abdülaziz kimdir? 1964 yılında Suudi Arabistan
tahtına geçen Kral Faysal bin Abdülaziz İslam Birliği düşüncesine sahipti.
Suudi Arabistan’ın ve İslam Dünyası’nın liderliğini yapmak istiyordu. Bu çerçevede yaptığı Türkiye ziyareti de, bunun bir göstergesidir. “Panislamizm’’ düşüncesini yaymak amacıyla Irak, Suriye ve Mısır ülkeleriyle diplomatik ilişkiler kurmaya çalıştı.[1] İslam ülkeleri liderleri ile yaptığı görüşmelerin sonucunda İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasını sağladı.
Suudi Arabistan’ın ve İslam Dünyası’nın liderliğini yapmak istiyordu. Bu çerçevede yaptığı Türkiye ziyareti de, bunun bir göstergesidir. “Panislamizm’’ düşüncesini yaymak amacıyla Irak, Suriye ve Mısır ülkeleriyle diplomatik ilişkiler kurmaya çalıştı.[1] İslam ülkeleri liderleri ile yaptığı görüşmelerin sonucunda İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasını sağladı.
Kral bin Abdulaziz bu
dönemde batı karşıtı bir politika izliyordu. Bu onu 1973’te çıkan Petrol
Krizi’nin baş aktörü haline getirdi. Batılı ülkelerin özellikle Amerika’nın
Filistin meselesinde İsrail’i desteklemeleri de Batı karşıtı bir tutum geliştirmesinde
önemli bir faktördü.
Petrol Krizi’nin başlangıcına değinecek olursak, 1967’de
yaşanan 6 gün savaşından sonra 1969 yılının Ağustos ayında Mescid-i Aksa’nın
bir Yahudi tarafından yıkılması, Kral Faysal bin Abdulaziz’i çok üzdü.
Bu olaydan sonra yaptığı Ünlü Kudüs konuşmasında cihad çağrısında bulunarak şunları söylemişti:
“Kardeşlerim! Neden bekliyoruz?
Dünyanın vicdana gelmesini mi bekliyoruz?
Nerededir ki dünyanın vicdanı?
Mukaddes Kudüs’ü Şerif sizi çağırıyor.
Kendisini kurtarmanızı bekliyor.
Neden korkuyoruz?
Ölümden mi korkuyoruz?
Allah yolunda cihad ederek ölmekten şerefli ve daha faziletli ölüm var mı?
Ey kardeşlerim, bizim istediğimiz İslam Milliyeti ve İslami uyanıştır.
Milliyetçilik, ırkçılık veya bloklaşma değildir arzumuz. Çağrımız İslami çağrıdır.
Allah yolunda cihad etmeyedir çağrımız.
Dinimiz, inancımız, mukaddesatımız ve harimi İslâm içindir çağrımız.
Ne zaman ki hatırlasam Haremi Şerifimiz (Kudüs) ve mukaddesatımız işgal ve tecavüz altındadır ve aşağılanmaktadır ve orada günahla Allah’a isyan ve ahlaki çöküntüler sergilenmektedir; işte o zaman Allah’a halisane yalvarıyorum, eğer bana cihad etmek ve mukaddes topraklarımızı kurtarmak nasip olmayacaksa, beni bu dünyada bir an bile yaşatma.”
Bu olaydan sonra yaptığı Ünlü Kudüs konuşmasında cihad çağrısında bulunarak şunları söylemişti:
“Kardeşlerim! Neden bekliyoruz?
Dünyanın vicdana gelmesini mi bekliyoruz?
Nerededir ki dünyanın vicdanı?
Mukaddes Kudüs’ü Şerif sizi çağırıyor.
Kendisini kurtarmanızı bekliyor.
Neden korkuyoruz?
Ölümden mi korkuyoruz?
Allah yolunda cihad ederek ölmekten şerefli ve daha faziletli ölüm var mı?
Ey kardeşlerim, bizim istediğimiz İslam Milliyeti ve İslami uyanıştır.
Milliyetçilik, ırkçılık veya bloklaşma değildir arzumuz. Çağrımız İslami çağrıdır.
Allah yolunda cihad etmeyedir çağrımız.
Dinimiz, inancımız, mukaddesatımız ve harimi İslâm içindir çağrımız.
Ne zaman ki hatırlasam Haremi Şerifimiz (Kudüs) ve mukaddesatımız işgal ve tecavüz altındadır ve aşağılanmaktadır ve orada günahla Allah’a isyan ve ahlaki çöküntüler sergilenmektedir; işte o zaman Allah’a halisane yalvarıyorum, eğer bana cihad etmek ve mukaddes topraklarımızı kurtarmak nasip olmayacaksa, beni bu dünyada bir an bile yaşatma.”
Yaptığı bu çağrı dört yıl sonra cevap buldu ve 6 Ekim
1973’te Mısır ve Suriye kuvvetleri, İsrail’e saldırdılar (Yom Kippur).
Tahmin edilebileceği gibi, ABD ve Batılı devletler İsrail’i destekledi. Bunun üzerine Arap ülkeleri de ellerinde olan petrol kozunu kullanma kararı aldı.
Başta Suudi Arabistan ve onun lideri Kral Faysal’ın önderliğindeki Arap ülkeleri, Batı ülkelerine petrol ambargosu başlattılar ve kısa bir süre içinde büyük bir enerji krizi ortaya çıktı.
Tahmin edilebileceği gibi, ABD ve Batılı devletler İsrail’i destekledi. Bunun üzerine Arap ülkeleri de ellerinde olan petrol kozunu kullanma kararı aldı.
Başta Suudi Arabistan ve onun lideri Kral Faysal’ın önderliğindeki Arap ülkeleri, Batı ülkelerine petrol ambargosu başlattılar ve kısa bir süre içinde büyük bir enerji krizi ortaya çıktı.
Dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, petrol
krizini çözmek için Suudi Arabistan’a bir ziyaret gerçekleştirdi.
Amacı, Kral Faysal bin Abdulaziz’i ikna etmekti ama başarılı olamadı.
Henry Kissinger, kendi hatıratında Suudi Arabistan’a yaptığı ziyareti şu cümlelerle anlatmıştı: “Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona, uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz uluslararası fiyatından ücretini vermeye hazır olduğumuzu söyledim.
Kral gülümsemedi ve kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksâ’da iki rekat namaz kılmaktır! Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?
Amacı, Kral Faysal bin Abdulaziz’i ikna etmekti ama başarılı olamadı.
Henry Kissinger, kendi hatıratında Suudi Arabistan’a yaptığı ziyareti şu cümlelerle anlatmıştı: “Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona, uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz uluslararası fiyatından ücretini vermeye hazır olduğumuzu söyledim.
Kral gülümsemedi ve kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksâ’da iki rekat namaz kılmaktır! Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?
Aslında ikili arasında şöyle bir diyalog daha geçmişti ve
Kral Faysal, hafızalardan silinmiyecek
olan o meşhur sözü orada ifade etmişti.
Faysal, “İsrail’e destek olmaktan vazgeçerseniz, ambargo biter” dediğinde, Kissinger petrol kuyularını bombalama tehtidinde bulundu. Kral Faysal ise, bunun üzerine Kissinger’e tarihe geçecek şu cevabı verdi: “Tabii ki petrol kuyularımızı bombalayabilirsiniz. Fakat unutmayınız ki, biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşıyorduk, yine öyle yaşayabiliriz; ancak artık siz petrolsüz yaşayamazsınız.”
Faysal, “İsrail’e destek olmaktan vazgeçerseniz, ambargo biter” dediğinde, Kissinger petrol kuyularını bombalama tehtidinde bulundu. Kral Faysal ise, bunun üzerine Kissinger’e tarihe geçecek şu cevabı verdi: “Tabii ki petrol kuyularımızı bombalayabilirsiniz. Fakat unutmayınız ki, biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşıyorduk, yine öyle yaşayabiliriz; ancak artık siz petrolsüz yaşayamazsınız.”
Ünlü Fransız yazar ve Ortadoğu uzmanı olan
ThierryMeyssan’agore, Suud Kralı’nın yaptığı tam bir intihardı ve buna “Suudi
İntiharı” diyordu.
Tarihler 25 Mart 1975’i gösterdiğinde, Kral Faysal bin
Abdulaziz sarayında yaptığı bir halk görüşmesinde suikaste uğrayarak hayatını
kaybetti.[10] Kral Faysal’ın nasıl öldüğü ya da öldürüldüğü ile ilgili kesin
bir açıklama hala yapılabilmiş değil; fakat kesin olan şu ki, bütün oklar
Amerika’yı gösteriyor.
Suikasti gerçekleştiren kişi kralın yeğeni Faysal bin
Musad’tı. Faysal bin Musad, Amerika’dan yeni gelmişti. İlk başlarda hükümet
tarafından Musad’ın akli dengesinin yerinde olmadığı söylense de, daha sonra
yapılan muayenelerde aksi tespit edildi ve 18 Haziran’da Riyad Meydanı’nda
asıldı.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz ki; Kral Faysal bin
Abdulaziz’den sonra Suudi Arabistan’da
başa geçen krallar Amerikan eğilimli politikalar izlemeye başladılar.
Bugün Kral Faysal suikastinin korkusu ile yaşayan Körfez Emirlikleri ve Krallıkları’nın, uluslararası ilişkilerde izledikleri yol, ABD-İsrail çizgisi dışına çıkmamaktadır.
“Sarayında öldürülen kral” kâbusu onları gece gündüz takip ettiği için, iktidarlarına alternatif olacağını ve kendilerini tahtlarından edeceğini düşündükleri Müslüman Kardeşler’e karşı da büyük bir nefret beslemektedirler.
Bugün Kral Faysal suikastinin korkusu ile yaşayan Körfez Emirlikleri ve Krallıkları’nın, uluslararası ilişkilerde izledikleri yol, ABD-İsrail çizgisi dışına çıkmamaktadır.
“Sarayında öldürülen kral” kâbusu onları gece gündüz takip ettiği için, iktidarlarına alternatif olacağını ve kendilerini tahtlarından edeceğini düşündükleri Müslüman Kardeşler’e karşı da büyük bir nefret beslemektedirler.