SADECE HAKİKAT VE GERÇEKLER
Ne Güzel yazmış yazan Yüreğimden geçenleri kaleme Almış
![]() |
Şükrü Alnıaçık Ortadoğu Gazetesi Köşe Yazarı |
Büyük fikir, edebiyat ve dava adamı Hüseyin Nihal Atsız'ın
"Türk Tarihi'nin sürekliliği" tezi, makul ve mantıklıdır.
Hatta Türk tarihçiliğini akademi dışından bu kadar etkileyen
başka bir Tarih tezi de yoktur.
Ord. Prof. Fuat Köprülü'nün, Osmanlı Müesseselerinin
"bizim olduğunu" ispatından beri, Türk Tarihçiliğinde
"iddialı" tez çalışmaları yoktur.
Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi değerli hocalardan da
birkaç küçük düzeltme dışında yeni bir iddia çıkmamıştır.
Ancak büyük dava adamı Atsız, tarihten milli ülküsüne dair
bir şeyler çıkarmayı genç yaşlarda kafasına koymuş olmalıdır.
Sonunda bunu başarmıştır. O'nun "hanedanlar değişir,
devlet tektir; Türk tarihi bir bütündür" tezi, sessiz sedasız da olsa
kabul görmüştür.
Mesela Türk Silahlı Kuvvetleri, bu konuda tavizsizdir. Kara
Kuvvetleri Komutanlığının, kuruluş yılını "MÖ: 209" olarak kabul etmesi,
merhum Atsız'ın hediyesi ve sadaka-i cariyesidir.
16 Büyük İmparatorluğun Türkiye Cumhuriyetine öncül
yapılması da Atsız'ın tezine uygundur.
Ancak, bu sürekliliğin bazı arızaları hatta olumsuz
tarafları da vardır.
Dedelerimizin ülkesi olduğu için daha yakından tanıdığımız
Osmanlı Devleti, 16 büyük imparatorluk listesinde yer alan devletlerden en az
üç tanesiyle önemli savaşlar yapmıştır.
Bu devletler, Akkoyunlular, Memlukler ve Timurlulardır.
Bu savaşlar, siyasi fırka ve mezhep fitnesiyle birlikte Türk
birliğini, Turan'ı geciktiren çatışmalardır.
Bunlar, süreklilikte yaşanan "arızalar"dır.
Bir de süreklilikten kaynaklanan sıkıntılar vardır.
Osmanlı devletinin varisiyiz, halefiyiz, amenna!..
Tamam, ama geçmişten kalan hastalıkları da taşımak zorunda
mıyız?
Mesela, hem içimizdeki Amerikan ajanlarından şikayet
ediyoruz; hem de Amerikalıların ABD dışında açtığı ilk misyoner koleji olan
Robert Koleji sırtımızda taşıyoruz.
O'nun devamı olan ve asla milli duyarlılığa uygun adam
yetiştirmeyen Boğaziçi Üniversitesini Türkiye'nin en iyi okulu olarak listenin
başında tutuyoruz.
Robert Kolej'in, Fransız, Alman, İtalyan kardeşlerini de yüz
yıldır okşayıp şımartıyoruz.
Sonra Anadolu'da bunların taklitlerini açıyor; oradan da
ikinci ve üçüncü karbon kopyalar yetiştiriyoruz!
Hatta kepli cüppeli mezuniyet balolarını, dünyada eşi
görülmemiş bir şekilde anaokuluna kadar indiriyoruz.
Sonra vatandaş "evladım böyle olmasın" diye bir
cemaate teslim ediyor, çocuk yine dönüp dolaşıp Amerikan ajanı oluyor!
Sebebi, Türk Milliyetçiliğinin1944'lerden beri içeriden ve
dışarıdan vurulmasıdır.
Dün gece Irak merkez ordusu İran destekli ve Türkmen
katılımlı Haşd-i Şabi milisleri eşliğinde Kerkük varoşlarında, Taze
Hurmatu'daydı.
Petrol tesislerinin ele geçirildiği, hava alanına saldırı
hazırlığı yapıldığı, peşmergenin alana çıkmayıp Kerkük sokaklarına dağıldığı
yani halkı canlı kalkan yaptığı sayfadan sayfaya dolaşıyordu.
Barzani de bölgeye, 700 HPG'li 1.000 PKK'lı, 1.500 PYD'li,
5.000 Peşmerge…
Ne bulursa sokuyordu.
Kerkük'teki Kürtler de yediden yetmişe elde silah
bekliyordu.
Twitter'da takipçi sayısı üç beş yüzü geçmeyen bir sürü genç
"Journalist" adı altında Kürtçü propaganda haberlerini dünyaya
yayıyordu.
Erşat Salihi, Türkmenlere adeta yalvararak "korkmayın,
namusunuz için silahlanın yerlerinizi koruyun" diye çağrıda bulunuyordu.
Hakkını yemeyelim gazetelerden bir tek Habertürk, dakikası
dakikasına haber güncellemesi yapıyordu.
Gerisi, karanlıklar içinde uyuyordu.
Dışişlerinden ilaç olsun diye bir "sessiz kalmayız"
duyurusu yapılmıyordu.
Hürriyet'e Milliyet'e baktım… Hani şu Osmanlı'dan kalma
Amerikan kolejlerinden yetişen gazetecilerin yaptığı işlere…
Hürriyet'in gündeminde Adnan Hoca'nın kedicikleriyle yaptığı
yat gezisi vardı!
Milliyet ise Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi'nin
"namus günüdür bugün" dediği dakikalarda:
"Ünlü oyuncudan üstsüz fotoğraf" haberini
paylaşıyordu.
Kerkük'te Türkiye'den başka herkes vardı.
Türkiye'nin sorumluluğundaki bir cinayet şebekesi olan PKK,
Kerkük'te Türkmenleri rehin almıştı.
Irak Başbakanı, PKK'nın Kerkük'e girmesini savaş ilanı
sayıyordu.
Türkiye uyuyordu!
Uyumayan bazıları da adeta kendilerine "zıbarın
yatın" dedirtiyordu.
İşte ben bunun modern bir cumhuriyet manzarası olmadığını
iddia ediyorum.
Önce kavm-i neciplere din-diyanetle, sonra gayrimüslimlere
istimaletle nihayet alayına mütegallibe tazyikiyle hoşgörü pompalamaktan yalama
olmuş yürekler, bize Osmanlı'dan kalmıştı.
Timur daha 1400'lerde Anadolu'daki bu aşırı hoşgörüden
şikâyet ediyordu.
Yıldırım'a bunun için kızmıştı.
Şehit kanıyla kazanılan hâkimiyetin bedeli bu kadar ucuz
olmamalıydı.
Sonunda Timur haklı çıkmış. Osmanlı Devleti, azınlık
ihanetleriyle parçalanmıştı.
Payitahtın "adam yetiştiren" okullarını düşman
rehin almış; "ajan yetiştiren" okullar yapmıştı.
Bu yüzden de milli duyarlılık Anadolu çocuklarına,
Ülkücülere kalmıştı.