Filistin'de yaşanan trajedi karşısında Arap dünyasının “görüntüyü kurtarma amaçlı” gösterdiği cılız tepkiler bir yana, sergilediği sessizlik gerçekten dikkat çekici.
Bilindiği üzere, Filistinliler, kendilerine felâketten ve
acıdan başka bir şey getirmeyen ve o nedenle “Nakba” olarak isimlendirdikleri
İsrail devletinin kuruluş günü olan 14 Mayıs’ı (1948) her yıl protesto
gösterileri eşliğinde hüzünle anarlar. Bu yıl da, bu büyük felâketin 70.
yıldönümünde İsrail işgalini, Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönüş
hakkının inkârını, ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması kararının bu tarihte
hayata geçirilmesini ve Gazze’ye yönelik ölümcül ambargoyu protesto etmek üzere
14 Mayıs’ta Gazze-İsrail sınırında toplanan Filistinliler, İsrail güvenlik
güçlerinin acımasız kurşunlarına hedef oldular. Bu son katliam sonrasında 16
Mayıs itibariyle 63 Filistinli hayatını kaybetmiş, yaklaşık 2 bin 800 kişi
yaralanmış bulunmaktaydı. Nereden bakılırsa bakılsın silahsız protestoculara
yönelik bu katliam, bir “insanlık suçu” olup, İsrail’in bir “terör devleti”
olduğu gerçeğini bir kez daha göstermiştir.
Beklenebileceği gibi, Türkiye ve İran başta olmak üzere
uluslararası toplumun bir kısım üyeleri İsrail saldırganlığını kınadılar
ve/veya protesto ettiler. Türkiye ve Güney Afrika, bu ülkede görev yapan en üst
seviyedeki diplomatlarını geri çağırdılar. İngiltere, Almanya ve Belçika gibi
ülkeler ise bu katliama ilişkin uluslararası bir soruşturma komisyonu
kurulmasını talep etti. Bu arada olağanüstü toplantıya çağrılan BM Güvenlik
Konseyi’nde Kuveyt temsilcisi İsrail’in bu eylemini güçlü sözlerle eleştirdi ve
BM’nin bu katliamı soruşturmak üzere bir komisyon kurmasına ilişkin
kendilerinin hazırlamış olduğu karar tasarısının reddedilmiş olmasından duyduğu
üzüntüyü ifade etti.
Hem Amerikan büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması, hem
Gazze’de devam eden ölümcül abluka, hem de Gazze’de Nakba’nın yıldönümü
vesilesiyle düzenlenen protesto gösterileri sırasında yaşanan trajedi
karşısında Arap dünyasının –“zahireyi kurtarma amaçlı” gösterdiği cılız
tepkiler bir yana- sergilediği sessizlik gerçekten dikkat çekici. Şu anda
yaşananlar karşısında (Katar ve kısmen Kuveyt hariç) bilhassa Körfez
ülkelerinin ve Mısır’ın aldığı tavır, İsrail’in 2014’teki Gazze saldırısı
sırasında yaşananlarla büyük bir benzerlik gösteriyor. Körfez Arap ülkeleri ve
Mısır o zaman da İsrail saldırganlığı karşısında genel olarak üç maymunları
oynamayı tercih etmişti.
Bilindiği üzere, 2014 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında
gerçekleşen İsrail’in Gazze’ye yönelik topyekûn saldırısında, 2 bin 300’den
fazla Filistinli katledilmiş, 10 bin 600 Filistinli yaralanmıştı. O dönem,
Suudi Arabistan, bu korkunç saldırıya tepki vermek için üç hafta beklemişti.
Katar dışındaki diğer Körfez ülkeleri ve Mısır da, bu süreçte benzer bir
tepkisizlik içine girmişlerdi. Nitekim saldırı sonrasında, Körfez ülkeleri,
İsrail’i bu saldırganlığından ve işlediği insanlık ve savaş suçlarından dolayı
cezalandırmayı hedefleyen hiçbir girişimde bulunmadılar. Buna karşılık, söz
gelimi, bazı Latin Amerika ülkeleri ve İspanya, bu insani kriz karşısında
İsrail’e karşı daha güçlü siyasi ve diplomatik tepkiler verdiler. Aslında acı
olan şu ki, (Katar ve kısmen Kuveyt bir yana) Körfez ülkeleri ve Mısır epeyi
bir zamandır Gazze’yi nefessiz bırakmak için İsrail’le birlikte “görünmeyen”
bir ittifak içinde bulunuyor. Biraz da siyasi ilgisizliklerini telâfi için,
Körfez ülkeleri 2000’li yıllarda Filistin’e siyasi destek vermek yerine, kendilerine
yakın gördükleri aktörler eliyle Filistin’e para ve iaşe desteğinde bulunmayı
tercih ettiler.
Benzer sessizlik, ne yazık ki, bugün de mevcut. Gazze
katliamı ve ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması konusunda Suudi Arabistan ve
Mısır, yumuşak bir üslup içinde bu iki eylemi kınadılar; bunun ötesine ise
geçmediler. Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn, katliamı kınarken, Amerikan
büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması konusunda herhangi bir eleştiride
bulunmadılar. Buna karşılık, Umman, her iki konuda da tamamıyla tepkisiz kaldı.
Bu ülkelerin Gazze’de İsrail’in uygulamakta olduğu topyekûn ambargo karşısında
da genellikle sessiz ve sitemsiz kaldıkları biliniyor. Son olarak, Mısır’ın
Gazze’deki son katliam sonrasında Gazze’ye yardım götüren uçakların Mısır’a
inmesine izin vermediğini de belirtelim. (16 Mayıs 2018’te geçilen bir haber)
Hâsılı, açıkça görülüyor ki, bir iki istisna dışında Körfez’deki Arap rejimleri
ve Mısır, epeyi bir zamandır Filistin halkının özgürlük mücadelesinin yanında
değil karşısında yer alıyorlar; başka bir deyişle, bunlar şimdilerde Filistin
davasına ihanet etmekle iştigal ediyorlar. Peki, ama neden?
Birincisi, 2000’li yıllarda İsrail’e teklif edilen ve
Filistin halkının haklı taleplerini ancak “kısmen” karşılayan Arap Barış Planları
İsrail tarafından ısrarla ve inatla reddedilince, Körfez Arap ülkelerinde
Filistin’e ilişkin barış arayışlarının aslında nafile bir çaba olduğu kanaati
yerleşti. Başka bir deyişle, bu ülkelerde barışa ilişkin bir yılgınlık oluştu.
Şayet Filistin’de barış sağlanamayacak idiyse, bu durumda yapılması gereken, bu
krizin kontrol altına alınarak, başka Arap coğrafyalarına “sızmasını” önlemek
olmalıydı.
İkincisi, sözü edilen Körfez ülkeleri, kendi ülkelerindeki
en ılımlı olan İslami grupları dâhi baskı altına almış bulunmaktadır. Bu
rejimlerin ciddi bir özgüven sorunu yaşadığı açıktır. Bunların Filistin
sorununa ilişkin kaygıları iki anlamda çok kesif bir korkuya dönüşmüş
bulunmaktadır: Birincisi, Filistin mücadelesi epeyi bir zamandır, daha ziyade,
başta Hamas olmak üzere, buradaki “İslami hareketler” üzerinden yürümektedir.
Hamas, Müslüman Kardeşler hareketinin içinden çıkmış bir siyasi/askeri güçtür.
Müslüman Kardeşler bu rejimlerin en çok korktuğu muhalif harekettir. İkincisi,
Filistin sorunu ve Filistin halkının maruz kaldığı zulüm ve saldırganlıklar,
–başka Müslüman ülkelerin yanı sıra- Körfez ülkelerinde de rejim-karşıtı
muhalif İslami hareketleri güçlendirmektedir. O nedenle bu ülkeler Filistin
halkının İslami yönelimi çok belirgin olan haklı mücadelesini desteklemekte
giderek daha isteksiz davranmaktadırlar. Biraz da bu yüzden, bu rejimler kendi
halklarının Filistin davasına yakınlık hissetmesini engellemek için azami gayet
göstermektedir.
Üçüncüsü, hangi kıstas esas alınırsa alınsın, demokratik bir
meşruiyete sahip olmadıkları âşikâr olan Körfez ülkelerindeki monarşik
rejimlerin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma isteği ile kendi halkları
ve genel olarak Arap halklarının bu rejimlere ilişkin beklentileri arasındaki
makas açıldıkça, bu ülkeler ABD’nin ve İsrail’in “dış” desteği sayesinde ayakta
kalabileceklerini hesaplamaktadırlar. Kendi akıbetlerine ilişkin sürekli bir
korku içinde yaşayan bu hanedan rejimleri, halkları nezdindeki meşruiyetleri
arttırmak için siyasi açılımlar yapmak yerine, küresel hegemonik düzenin
“uysal” bir unsuru olmayı tercih etmiş bulunmaktadır. Daha da ötesi, sözü
edilen bu ülkelerin giderek hem Filistin halkına, hem de genel olarak bölge
ülkelerine/halklarına yönelik yaklaşımları İsrail’e benzemeye başlamıştır.
Gerçekten de, ABD ve İsrail’le (ikincisiyle genelde gizli saklı) zaman zaman
teşrik-i mesai yapan ve muhtemelen onlardan bazı “tavsiyeler” alan Körfez
ülkelerinin yöneticileri, bu iki ülkenin “devlet aklı”nı giderek içselleştirmiş
görünmektedir. Bu “akıl” ise kendi yemeğini pişirmek için başkalarını ateşe
vermekten çekinmeyen saf Makyavelist bir akıldır. Sözü edilen Körfez ülkeleri
ve Mısır artık başka ülkelerde darbe girişiminde bulunmaktan ya da bunları
desteklemekten oralarda kargaşa çıkarmaya kadar her türden kumpası çevirmeyi
bir “dış politika stratejisi” olarak benimsemiş görünmektedir. Bu güçler bugün
uluslararası hukuk normlarını hiçe sayarak güç yetirdiklerini tehdit ve şantaja
boğabilecek kadar gemi azıya almış durumdadırlar. Katar, biraz da bu kumpasçı
dalganın dışında kaldığından ve bölgenin toplumsal dinamikleriyle daha uyumlu
bir siyasi ve diplomatik duruşa sahip olduğundan, Körfez ülkeleri geçen yıl, bu
ülkeyi kelimenin tam anlamıyla “teslim almak için” ona karşı adı konmamış bir
“savaş” ilân ettiler. O halde, (bazı istisnalarla) Körfez ülkelerinin bir
süredir açıkça gözlenen bir “İsrailleşme” içinde oldukları, dünyayla
ilişkilerinde kendilerine İsrail’i (ve ABD’yi) örnek aldıkları ve o nedenle
uluslararası ilişkilerinde ahlaki ve normatif kaygıları bir kenara koydukları
rahatlıkla ileri sürülebilir. Kuşkusuz, başka topraklarda açık ve gizli
savaşlara destek vermek, örtülü operasyonlar gerçekleştirmek, iç savaş
kışkırtıcılığı yapmak, buralarda kargaşa meydana getirmek, başka ülkelerde
kendi süfli çıkarlarına hizmet edecek kişi ve grupları iktidara getirmek için
onlara parasal ve askeri destek vermek masraflı bir iştir. Biraz da bu yüzden,
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler şu anda dünyada kişi
başına en fazla askeri harcama yapan ülkeler arasında yer almaktadır.
Son olarak, Körfez’deki Arap ülkeleri, 2000’li yıllarda
öncelikli tehdit algılarını değiştirmişler, Siyonist saldırganlığı ve
yayılmacılığı bir kenara koyarak, onun yerine İran’ı ve “Şii yayılmacılığı”nı
öne çıkarmışlardır. Irak’ın 2003 yılında ABD tarafından işgali sonrasında,
İran’ın hem bu ülkede, hem de 2010’lu yıllarda Suriye, Yemen, Bahreyn ve başka
bazı Körfez coğrafyalarında ya doğrudan doğruya ya da iktisadi ve siyasi olarak
uzun bir süredir marjinal bir konuma itilmiş bulunan Şii azınlıkları harekete
geçirerek bölgesel nüfuz alanını genişletmiş olması, bunların “Şii hilâli”
takıntısını âdeta bir kâbusa dönüştürmüştür. Kendi kapalı düzenlerini tahkim
için bu rejimlerin “kullanıma müsait olan” ve kısmen de tarihi önyargılardan
beslenen “İran tehdidi” algısı, bu ülkelerin ve Mısır’ın, bölgedeki tüm değişim
taleplerini boğmayı hedefleyen ABD ve İsrail merkezli emperyalist yörüngeye
duhulü için bir bahane olarak zuhur etmiştir.
Arap dünyasının sessizliği, hiç kuşku yok ki, hayra alâmet
değil. Hele hele Körfez ülkelerinin bu sessizliği hiç değil…Aslında bu
tepkisizlik ve hatta teslimiyet görüntüsü, Mısır’ın yanı sıra, Körfez
coğrafyasındaki bir çok yönetimin “ihanet çığlığı” olarak okunması gereken bir
“sessizlik”...Mazlum Filistin halkı gibi, ümmetin diğer mensupları da bu
ülkelerin serencamını ibret ve öfkeyle izliyorlar…Sonu(cu)nu elbette merak
ederek!...