Trump’ın ABD elçiliğini Kudüs’e taşıma kararı, Filistin’i adım adım Yahudileştirme-İsrailleştirme sürecinin son merhalesinden ve “iki devletli çözüm süreci” illüzyonunun tabutuna son çivinin çakılmasından başka bir şey değil.
Trump’ın ABD elçiliğini Kudüs’e taşıma kararı, yaklaşık iki yüz yıldır devam eden Filistin’i adım adım Yahudileştirme-İsrailleştirme sürecinin son merhalesinden ve yıllardır dünya kamuoyuna sunulan “iki devletli çözüm süreci” illüzyonunun tabutuna son çivinin çakılmasından başka bir şey değil.
Bugünlerde Arap basınında Filistin ve Kudüs meselesi hâlâ
çoktan ölmüş (posthumous) Arap milliyetçiliği çerçevesinde ele alınıyor.
Halbuki aslen İskenderunlu olan Suriyeli meşhur romancı Hana Mina’nın “Nihâyetü
Racülin Şuçâ” (Cesur Adamın Ölümü) romanındaki kabadayı kahramanın çoktan
rahmet-i Rahman’a kavuştuğu gibi, seküler Arap milliyetçiliği ve Cemal
Abdünnasır, Hafız Esed ve Saddam Hüseyin gibi liderleri de uzun zaman önce
ahirete intikal ettiler. Tabii ki bütün şüpheli ölümlerden sonra bir otopsi
yapmak gerekir. Öyleyse seküler Arap milliyetçiliğini kim öldürmüştü? Arap
milliyetçiliğini öldürenler, ironik bir biçimde, birbirlerine kıyasıya hasım
olan İsrail ile seküler Arap milliyetçisi diktatörlerden başkası değildi. 1948
Nekbe (Büyük Felaket), 1967 Altıgün (Nekse, Kayıp) ve 1973 Ramazan (Yom Kippur)
savaşlarında Birleşik Arap ordularını her defasında mağlup eden İsrail, Arap
milliyetçiliğinin ölümünün de olağan şüphelisi. Ama bunda seküler Arap
milliyetçisi diktatörlerin halklarına yaptıkları zulmün de büyük payı var.
Dolayısıyla Filistin sorunundaki başarısızlık pan-Arap milliyetçiliğinin
ölümünün başlıca nedenlerinden biridir.
Filistin’de bu günlerde müteveffa olan iki devletli barış
sürecinin otopsisini yapmak da, Ortadoğu’da “sorunların anası” olarak kabul
edilen Filistin ve İslam dünyasının kalbi mesabesindeki Kudüs meselesinin
bundan sonra nereye evrileceği ve gerekli adımlar atılmazsa neler olabileceği
hakkında bize fikir verebilir. Filistin’de aslında iki devletli bir çözüm
süreci hiç olmadı. Filistin yönetimi işgal altındaki toprakların sadece yüzde
22’sinde, başkenti Doğu Kudüs olan ve Gazze ile Batı Şeria’dan oluşan iki
parçalı bir otonom yapıyı kabul ettiğinde dahi İsrail buna razı olmadı. Zira
İsrail “sıfır toplamlı oyun” (zero-sum game) oynuyor ve Filistin’in tamamını
istiyordu. 1993’te başlayan Oslo Süreci devam ederken, yüz binlerce göçmeni
istiap edebilecek yerleşim yerleri inşâ ediyor, Batı Şeria’daki Filistin
şehirlerini bu yerleşimler ve ırkçı duvarlarla muhasara ederek âdeta İsrail
denizinde birbirinden kopuk Filistin adalarına dönüştürüyor, hatta Doğu
Kudüs’te yerleşimler kuruyordu. Filistin yönetiminin efsanevi lideri Yaser
Arafat’ı Ramallah’ta abluka altına alıyor, Filistinlilerin tapu kayıtlarını
siliyordu. Filistinliler bütün bunlar yapılırken, en azından Arap dünyasının
kendilerini destekleyeceğini sandılar. Halbuki Arap dünyasında eskiden beri
“ABD elçiliğini ne zaman Kudüs’e taşıyacak” sorusuna “Suudi Arabistan kabul
ettiğinde, Mısır sustuğunda” cevabı verilirdi. İşte bu günler o günler. İsrail
seküler Arap milliyetçiliğini öldürdüğü gibi, şayet var olduysa, bu adımıyla
iki devletli çözüm sürecini de katletti.
Bu noktada can yakıcı soru şu: Peki bundan sonra kısa vadede
ne olur? Bu soruyu cevaplamak Filistin’in yakın geçmişini bilenler açısından
işten bile değil. Zira bunun benzerleri Filistin’de pek çok defa yaşandı.
Sadece çarpıcı bir örnekle yetinelim: İbrahimî dinlerin, yani Musevilik, Hıristiyanlık
ve İslam’ın ortak peygamberi Hz. İbrahim, oğlu Hz. İshak ile torunları Hz.
Yakup ve Hz. Yusuf’un eşlerinin kabirlerinin bulunduğu el-Halil şehrindeki
Halilurrahman camii, 25 Şubat 1994’te fanatik bir Yahudi olan Baruch
Goldstein’ın saldırısına uğramıştı. Goldstein namaz kılmakta olan Müslümanlara
karşı düzenlediği terör saldırısında 29 Müslümanı katletmiş, yüzlercesini de
yaralamıştı. Öldüren fanatik bir Yahudi, ölenler ise Müslümandı. Ama
cezalandırılanlar yine Filistinliler oldu. Cami önce güvenlik nedeniyle
kapatıldı, açıldığında ise üçte ikisi sinagoga çevrilmişti bile. Bugün
Müslümanlar bu kutsal mekanın kendilerine bırakılan kısmına bile güçlükle
girebiliyor.
Şayet bölgedeki ülkeler bugünkü parçalı ve birbirleriyle
mücadele eden yapılarını değiştirmeyip bir şekilde bütünleşmezlerse, zaten
Mescid-i Aksa’ya yönelik işgal girişimlerinde bulunan İsrail, yine böyle bir
güvenlik gerekçesiyle Mescid-i Aksa’nın bir kısmını işgal edecek ve Yahudilerin
ibadetine açacaktır. Daha da vahimini söyleyelim: Mescid-i Aksa’nın bulunduğu
tepenin altı arkeolojik kazılar nedeniyle tüneller açılmak suretiyle
oyulmuştur. Bölgenin bir gerçeği olan ve zamansal periyodu yaklaşmış bir
depremde (Allah korusun) Mescid-i Aksa hareminin bulunduğu tepe doğal
nedenlerle çökebilir ya da bu tünellere dinamit yerleştirmek suretiyle
(el-Halil terörist saldırısında olduğu gibi) çökertilerek “mabetleri” için yer
açılabilir. Unutmayalım ki Osmanlı devletinin temelleri de 19 yüzyılda bilimsel
arkeolojik kazılarla çökertilmişti.
Peki uzun vadede ne olur? 70. kuruluş yıldönümünü kutlayan
İsrail bugün Akdeniz ile Şeria (Ürdün) nehri arasında küçük bir alana sıkışmış
gibi görünebilir. Ama Ortadoğu’nun 5000 yıllık, İslamın yaklaşık 15 asırlık
tarihine baktığımızda, bölgede güçlenen devletlerin mutlaka bu gücünü izhar
edeceği ve genişleme istidadı göstereceği açıktır. Hele bir de Nil’den Fırat’a
vadedilmiş topraklar (arz-ı mev’ûd) “megalo idea”sına sahip İsrail söz konusu
olduğunda, güçlenen bir İsrail’in, bugün Filistin meselesini kaâle almayan Arap
devletleri aleyhine genişleme istidadı göstereceği kehanet olmasa gerek.
Peki çözüm nedir? Kısa vadeli çözüm, sorunu bir Arap/İslam
sorunu olmaktan çıkarıp bir insanlık sorununa dönüştürerek tepki göstermek ve
dünya kamuoyuna anlatmaya çalışmak, boykot etmek ve ekonomik ilişkileri
sınırlandırmak ve uluslararası sahada topluca mücadele etmek olabilir. Ama
bunun için de önce birlik olmak gerekir. Ancak uzun vadede tek çözüm, bölgedeki
etnik, mezhebi parçalı yapının bir şekilde ortadan kaldırılması ve bölge
ülkelerinin en azından birinin İsrail ve ABD ile başa çıkabilecek, en
asgarisinden caydırıcı olabilecek güce erişmesidir. Bunun şu anda bölgedeki en
büyük adayı ise tarihi derinlik, ekonomi ve nüfus gücünü haiz, İslam dünyasının
en gelişmiş ülkesi Türkiye’dir. Arap ve İslam ülkelerinin kamuoyları da aynı
kanaattedir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Türkiye’nin arzulanan caydırıcı güce
erişememesi için çabalar, bugün olduğu gibi, devam edecektir.
Yazıya yine anlamlı bir sözle son verelim: Çözüm, İsrail’in
kurucu başbakanlarından Golda Meir’in dediği gibi “güçlü olmaktan” geçiyor. Ama
güçlü olmak için önce birlik olmak gerekiyor. Zira işgalciler ancak güçten
anlar.