Suriye'deki Rusya-Amerika restleşmesi ile uluslararası toplum, 1962'de yaşanan "Küba Füze Krizi"nden bu yana ilk kez iki süper gücün sıcak çatışmaya girebileceği bir savaş ihtimalinin endişesini yaşıyor.
Uluslararası toplum, 1962 yılının ekim ayında yaşanan
"Küba Füze Krizi"nden bu yana ilk kez iki süper gücün sıcak çatışmaya
girebileceği, dahası nükleer silahlara, karşılıklı güdümlü füzelere
başvurabileceği bir savaş ihtimalinin endişesini yaşıyor.
Talihsizlik o ki, bugün ne ABD'nin başkanlık koltuğunda
Kennedy oturuyor ne de Kremlin'e Nikita Kruşçev liderliğindekine benzer bir
yönetici sınıfı hakim. Suriye'deki kriz sürecinde Batı dünyasının lider
profilinin zemine yakın bir seviyede seyrediyor olması kaosu besleyen en önemli
faktörlerden biri. 1962 yılında ABD'nin casus uçaklarının Küba üzerinde yaptığı
uçuşlarda, Sovyetler Birliği'nin (SSCB), ABD'nin burnunun dibindeki bu ülkeye
orta menzilli füzeler yerleştirdiği tespit edilmişti. Dönemin Beyaz Saray
Danışmanı Henry Kissinger'ın, bu tespitte rolü olduğuna dair bir anekdot da
vardır. Kissinger, Küba'da inşa edilen üslere ait hava fotoğraflarında futbol
sahalarının varlığını, adada Sovyet askeri uzmanlarının bulunmasının bir delili
olarak sunmuştu. Füzeler ve Sovyet üslerinin varlığının tespit edilmesinin
ardından, ABD'nin Küba'ya karşı yürürlüğe koyduğu deniz ablukası 6 gün boyunca
tüm dünyaya bir nükleer savaş ihtimalinin kabusunu yaşattı.
Türkiye'deki ABD füzelerinin de pazarlık masasına dahil
edildiği müzakereler sonucunda, SSCB ve ABD, karşılıklı olarak Küba ve
Türkiye'deki füzelerini sökerek savaş tehlikesini bertaraf ettiler. Kısa vadede
Kennedy ve ABD'nin zaferi olarak görülen süreç, orta vadede SSCB'nin yoğun bir
nükleer silahlanma programını yürürlüğe koyarak, 1970'lerde geliştirdiği
kıtalararası balistik füzelerle, nükleer silahlanmada ABD ile dehşet dengesini
tesis etmesine yol açtı. Nükleer caydırıcılık üzerine kurulan bu denge, 1989
yılında Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla tek taraflı olarak bozuldu. Bugünlerde
ise Ukrayna'nın doğusundaki Donbas bölgesinden başlayıp, Kırım Yarımadası ile
Karadeniz'i kat eden ve Suriye'ye kadar inen yeni bir "Berlin
Duvarı"mız var. Bu duvarın inşası ise mart ayının ilk günlerinden itibaren
yaşanan gelişmelerle ivme kazandı. ABD ve Rusya'nın caydırıcılık arayışı,
Fransa ve İngiltere'nin benimsedikleri yeni rollere değer katma çabası ile
birleşince ortaya geçmiştekinden daha kalabalık ve karmaşık bir denklem çıktı.
Skripal krizi ve yaptırımlar
Uluslararası toplum yalnızca bir ay gibi kısa bir sürede
"Yeni bir Soğuk Savaş mı başlıyor?" sorusundan, "3. Dünya Savaşı
mı başlıyor?" sorusuna geçiş yaptı. Sürecin başrolünde ise bu defa nükleer
başlık taşıma kapasitesine sahip füzeler değil, kimyasal silahlar var.
Türkiye'nin Astana ve Soçi süreçlerine paralel olarak Afrin'de yürüttüğü Zeytin
Dalı Harekatı ile Suriye'de iç savaşın sona erdirilmesi ve barışın sağlanması
yönünde mesafe kat edilirken, 4 Mart tarihinde İngiltere'nin başkenti Londra
yakınlarındaki Salisbury'de belki de tarihin akışını değiştiren gelişme
yaşandı. Rusya askeri istihbarat servisinde görevliyken, İngiltere istihbarat
servisi MI6'ya bilgi aktardığı için 2006 yılında hapis cezasına çarptırılan ve
2010 yılında Viyana'daki casus takası ile İngiltere'ye gönderilen Sergey
Skripal, kızı ile beraber Salisbury'nin merkezindeki bir bankta bilinçlerini
yitirmiş halde bulundular. 6 Mart tarihinde baba ve kızın kimyasal silah
saldırısına maruz kaldıkları belirlendi. İzi sürülen kimyasal silahın yalnızca
Rus ordusunun envanterinde bulunan Noviçok olduğu iddia edildi. İngiltere'nin
Rusya'dan talep ettiği açıklama gelmeyince, mesele kısa sürede uluslararası bir
krize dönüştü. AB ve NATO ülkeleri, İngiltere'nin yanında saf tutarken
karşılıklı olarak yüzlerce diplomat sınır dışı edildi, St. Petersburg ve
Seattle'daki konsolosluklar kapatıldı. Bu krize, Rusya'nın 2016'daki ABD
başkanlık seçimine müdahalesini de ekleyen Washington yönetimi, Rusya Devlet
Başkanı Putin'in yakın çevresini hedef alan yaptırımlarına yenilerini kattı.
Uluslararası kamuoyunu "Yeni bir Soğuk Savaş mı
başladı?" sorusuna yanıt aramaya sevk eden bu gelişmenin dumanı henüz
tüterken, 4 Nisan'da Ankara'da düzenlenen üçlü zirve, en azından Suriye'deki
kaosun sona ereceği yönündeki ümitleri artırdı. Ancak Avrupa basınının
Türkiye-Rusya-İran üçlü zirvesine yönelik yorumları, yaklaşan kara bulutların
habercisiydi. Alman Der Spiegel'in zirve için "Ürkütücü İttifak"
başlığını atması, Suriye'de Türkiye ve Rusya'ya kaptırılan inisiyatifin batılı
başkentlerde meydana getirdiği tedirginliğin yansımasıydı. Aynı günlerde
uluslararası kamuoyu bir yandan da ABD Başkanı Trump'ın Ohio'daki mitingde,
"ABD askerlerinin Suriye'den çekileceği" yönünde verdiği mesajın ne
kadar gerçek olduğunu anlamaya çalışıyordu. Nitekim, Trump başkanlığının ilk
günlerinden bu yana olduğu gibi, Pentagon ve CIA bürokrasisinin kuşatması
altında bu açıklamasından da kısa sürede çark etmek zorunda kaldı. ABD
Dışişleri Bakanlığı önce "bu plandan haberimiz yok" dedi, ardından
Amerikan askerlerinin "bir süre daha" Suriye'de kalacağı hatta daha
fazla Amerikan askerinin bu ülkeye gönderilebileceği açıklaması yapıldı.
Trump-Macron-May-Netenyahu ittifakı
7 Nisan'da ise Salisbury'de Sergey ve Yulia Skripal'i hedef
alan kimyasal silah saldırısından yaklaşık bir bir ay kadar sonra, bu kez
Suriye'nin başkenti Şam yakınındaki Doğu Guta'da Esad rejminin yürüttüğü
operasyondan bir kimyasal silah saldırısı haberi geldi. Doğu Guta'da
muhaliflerin son dayanak noktalarından biri olan Duma'da helikopterden atıldığı
ve kimyasal silah içerdiği iddia edilen varil bombası sığınaklardaki 70'ten
fazla sivilin ölümüne yol açtı. Bu Esad rejiminin kimyasal silah kullandığı ilk
vaka değildi.
Esed ve yandaşları halihazırda 2011 yılından bu yana 200'den
fazla kimyasal silah ile saldırı vakasından sorumlu tutulmaktaydı. Bundan tam
bir yıl önce düzenledikleri bir kimyasal silah saldırısı ise ABD'nin
Akdeniz'deki filosundan fırlatılan 59 güdümlü füze ile cezalandırılmıştı. ABD
ordusu, 7 Nisan 2017'de kimyasal silah saldırılarında kullanılan mühimmat ve
uçaklara ev sahipliği yapan Şaryat Hava Üssü'nü hedef almıştı. Duma'da kimyasal
silah kullanılan yeni bir saldırı düzenlendiği haberi ile beklendiği şekilde
ilk harekete geçen ülke ABD oldu. Ancak geçen yıldan farklı olarak uluslararası
arenada söz sahibi olmak için her fırsatı değerlendiren Fransa Cumhurbaşkanı
Macron'u yanına almış olarak. Münbiç'te ve Fırat'ın doğusunda PKK/PYD'nin
partneri olarak sahneye çıkan, Türkiye ile terör örgütü arasında arabuluculuk
öneren Fransa, Esed'in askeri yollarla cezalandırılması konusunda ABD'nin
yanında yer alan ilk ülke oldu. Irak'ın işgali sırasında George W. Bush-Tony
Blair, Libya'da Kaddafi rejiminin devrilmesi sırasında Barack Obama-Nicolas
Sarkozy ikililerinin sahne almasına şahit olan uluslararası toplum, bu defa
yeni bir çatışmanın arifesinde Trump-Macron ikilisinin yükselişine şahitlik
ediyor. Bu ikiliye kısa sürede, topraklarında kimyasal silah kullanılan bir
suikast gerçekleştirildiği gerekçesiyle, Kremlin yönetimi ile köprüleri atan
İngiltere'nin Başbakanı May ve Suriye üzerinden İran'ın nükleer programını
nihai hedef olarak belirlenmiş olan İsrail de katıldı. Dahası İsrail, durumdan
vazife çıkartarak, 8 Nisan Pazar gecesi Suriye'ye saldırı konusunda elini çabuk
tuttu. 7 İran Devrim Muhafızının öldürüldüğü hava saldırısı Humus yakınındaki
Tayfur-4 Üssü'ne düzenlenirken, İsrail'in geçmiştekiler gibi resmi olarak
üstlenmediği bu operasyon, Rusya'nın Esed rejimine sağladığı askeri
garantilerin bir kez daha sorgulanmasına yol açtı.
Humus üzerindeki füze düellosunu ise Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'ndeki tasarılar düellosu takip etti. ABD ve Rusya'nın
sundukları karşılıklı tasarılar alışılageldiği üzere veto engeline takılırken,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bir kez daha mevcut yapısıyla uluslararası
krizleri önlemede yetersiz olduğunu ortaya koymuş oldu. Keza ABD'nin Birleşmiş
Milletler Temsilcisi Nikki Haley, henüz müzakerelerin başında, konseyden
istedikleri gibi bir sonuç çıkmaması halinde Esed rejimine karşı gerekenin
yapılacağını söylüyordu. New York'taki toplantının bürokratik bir mecburiyeti
yerine getirmekten ibaret olduğu böylece ilan edilmiş, askeri müdahalenin tek
seçenek olduğu ortaya konmuştu. ABD-Fransa-İngiltere ortak askeri müdahalesinin
kaçınılmazlığı netleşirken, Rusya, hava ve deniz gücünü, Doğu Akdeniz'den,
Kafkaslar'a, Karadeniz'den Baltık Denizi'ne kadar geniş bir alanda savaş
durumuna geçirdi. Kremlin yönetimi "Suriye'ye yönelik bir saldırının ciddi
sonuçları olacağı" yönündeki tehditlerini askeri hamlelerle desteklerken,
bir yıl önce olduğu gibi Esed rejiminin hava üslerinin vurulması üzerinden
pazarlık yürüttüğü ve bir uzlaşma sağlamaya çalıştığını değerlendirmek mümkün.
Ancak ne ABD ne de Fransa'nın bununla yetinmesi mümkün görünmüyor.
Macron fırsatçılığı
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Suriye'de yapacağı bir hamle
ile ülkesinin profilini yükseltmeye, Merkel'in Almanya'da azalan kamuoyu
desteği ile Avrupa Birliği'nde yitirdiği lider rolünü devralmaya kararlı
görünüyor. Macron'un Münbiç ya da Duma üzerinden kovaladığı fırsatçılık,
ABD'nin Suriye'deki dengeleri kendi lehine tesis etmesi için de bir kapı
açıyor. Aslında ABD ordusu Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM bu kapıyı
yaklaşık iki ay önce Esed rejimi Doğu Guta'ya kapsamlı bir saldırı başlatmadan
önce zorlamıştı. CENTCOM komutanları, Doğu Guta'ya yönelen Esed'in elindeki son
seçkin zırhlı birlikleri ve piyade gücünü vurmayı amaçlayan bir öneride
bulunmuş ancak bu teklif Beyaz Saray'dan kabul görmemişti. CENTCOM, bu
operasyona izin verilmesi halinde hem başkent Şam üzerinde baskı kuran
muhalifleri kurtarmayı hem de Esed rejminin gelecek adımlarında güneydeki Dera
ile doğudaki Deyr ez Zor'a yönelecek son nitelikli askeri güçlerini ortadan
kaldırmayı planlıyordu.
Benzer bir plan Libya'daki iç savaş sırasında yürürlüğe konmuş,
Muammer Kaddafi'nin Bingazi'deki muhaliflerin üzerine gönderdiği zırhlı
birlikler Fransız-Amerikan ortak operasyonuyla yok edildikten sonra
çatışmaların seyri, Kaddafi için telafi edilemeyecek şekilde değişmişti. Bu
planı Esed'in ordusunun son insan ve silah kaynağına karşı da uygulamayı
isteyen ABD ve Fransa Dera, Deyr ez Zor ve Fırat'ın doğusundaki askerlerini
güvence altına almayı, sahada Esed'i devirecek bir muhalif güç kalmasa bile en
azından bölünmüş bir Suriye'de dengeyi tesis etmeyi hedefliyor. Şimdi Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki veto savaşının ardından elimizde hala cevabını
arayan sorular var.
ABD-Fransa-İngiltere üçlüsünün kaçınılmaz olarak görülen
saldırısının şiddeti ne olacak? Rusya ve hatta İran bu saldırıya yanıt verecek
mi? Rusya'nın vereceği yanıt, 3. Dünya Savaşı'nı tetikleyecek boyutta olabilir
mi? ABD-Fransa ve İngiltere'nin, Rusya ve müttefiki Esed'in kimyasal silah
kullanımına karşı inşa ettikleri bu ittifakın yakın gelecekte başka hedefleri
olacak mı, kendilerine ait başka ajandaları var mı? Fransa'yı ve Cumhurbaşkanı
Macron'u küresel bir askeri güç ve Avrupa Birliği'nin yeni lideri olarak
parlatmaya hizmet edecek bu askeri müdahale, Macron'a beklediği kazancı temin
edecek mi yoksa Tony Blair gibi Irak'ın işgaline bahane olarak gösterilen ama
var olmadığı ispatlanan kimyasal silah stokları vakasında olduğu gibi siyasi
kariyerinin sonunu mu getirecek? İsrail bu kaostan faydalanarak ortamı İran'ı
vurmak için bir fırsat olarak değerlendirecek mi? Bugün tam göbeğinde bulunduğumuz
Suriye'deki son kriz, 1962'deki Küba füze krizi ile mukayese edildiğinde çok
daha karmaşık soruları ve aktörleri bünyesinde barındırıyor. Ancak her iki
krizin bir tek ortak noktası var, hem süper güçler hem de bölgesel güçler,
'Soğuk Savaş'ın bitimiyle oluşan boşlukta, kaynağını gerek nükleer, gerek
konvansiyonel caydırıcılıktan alan yeni bir denge arayışında. Bu arayışın
bedelini ise Suriye halkı, ülkeleri bir "no man's land"e dönüşene
kadar ödeyecek gibi görünüyor.
¹ No man's land: 1. Dünya Savaşı terminolojisi ile iki
düşman ordu arasındaki cephe hattında tarafların saldırıya maruz kalma
korkusuyla girmedikleri ve sahipsiz bıraktıkları alan.