![]() |
Tamer Ashraf |
İki hafta önce ABD'li yetkililerden oluşan küçük bir kafile,
Türk siyasetçilerle görüşmelerde bulunmak üzere Ankara'ya geldi. Tarafların
toplantılara yüksek bir hararetle odaklanmasına rağmen ortadaki tek somut
netice, önümüzdeki ay için kararlaştırılan, iki taraf arasındaki iletişim
güçlüğünü hafifletmek amacıyla doğrudan bir diyalog mekanizmasının
oluşturulması gibi görünüyor.
Bu tek gelişmenin haricinde, diğer meseleler son dört yılda
nasıl seyrediyorsa aynı şekilde devam ediyor gibi. Türk yetkililer, ABD'nin
PYD/PKK ile işbirliği içinde olmasını her Allah'ın günü eleştiriyor, ABD'li
yetkililer ise buna mukabil aynı sıklıkta ülkelerinin kendi kurumları
tarafından bile "terörist" olarak kategorize edilen bir örgütle
ilişkisini farklı göstermeye, karartmaya veya kaçamak cevaplarla konuyu
değiştirmeye çalışıyor.
Diğer ABD'li yetkililer, ve hatta CIA, PYD'nin PKK'nın bir
kolu olduğu gerçeğini ikrar etmiş durumdalar. Fakat ABD'li sözcüler veya diğer
bazı ABD'li yetkililer, Türk yetkililer ABD'nin PYD/PKK ittifakını eleştirdiği
zaman şok olmuş hatta kızmış numarası yapıyorlar. Türk kamuoyunun ABD'ye
yönelik öfkesi artarken ve Türkiye'nin ABD'nin niyetlerine yönelik duyduğu
güvensizlik derinleşirken, onların tek yaptığı, 'kızgın' ve 'bezgin' tonlarda
ses efekti üretmek. Başka ihtimallere kapı aralanmayacak derecede net bir
şekilde kendi yanlış yönlendirilmiş politikalarından kaynaklanan sonuçlar için
Türk basınını veya 'çöp adamları' suçluyorlar.
PYD/PKK, Türk toprak bütünlüğüne tehdit oluşturuyor
ABD'nin PYD/PKK ile işbirliği yapma ve ardında da bir
çalışma ilişkisi ve askeri ilişki kurma kararı, 2014 yılının sonlarına
uzanıyor. Bu kararın alınması, DEAŞ'ın, Türkiye sınırında bir kuzey Suriye
bölgesi olan Rojava'ya gerçekleştirdiği saldırı sırasında oldu; Türk hükümeti,
Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) silahlı milislerinin Rojava'ya
girebilmesi için Türkiye'den geçmesine dahi izin vermişti.
Obama yönetimi yetkililerinin anlamadığı şey, PYD/PKK'yla
ilişki kurmanın, Türk-Amerikan ittifakının temel taşlarından birinin altını
oyacak olmasıydı ki gerçekçi bir açıdan bakılacak olursa, 30 küsur yaşında ve
gözü romancılıkta olan biri (Ben Rhodes), Başkan Obama'nın dış politikadaki
başdanışmanı olursa, olacak olan da buydu.
Bu ittifakın en önemli temel taşı ise, Türkiye'nin -bazı
siyaset bilimcilerin tanımladığı gibi- bir "sınır ötesi
dengeleyici"ye duyduğu geleneksel ihtiyaçtır. On dokuzuncu yüzyılın
sonlarından itibaren, evvela Osmanlı, sonra da Türkiye Cumhuriyeti'nin
yetkilileri için temel bir endişe kaynağı, Osmanlı veya Türk egemenliğine
yönelik doğrudan tehditlere karşı bir 'dalgakıran' oluştururken, kendisi bir
taraftan ayrı bir tehdit oluşturmayacak bir Süper Güç müttefik bulabilmekti.
Türkiye en sonunda böyle bir müttefiki, İkinci Dünya Savaşı
sırasında ABD'nin şahsında buldu. ABD'li yetkililer ise, Sovyetlere bel
bağlanamayacağına ve onlarla uzun sürecek bir siyasi mücadelenin eli kulağında
olduğuna karar verdikleri 1946 yılına kadar, Türkiye'yle bir ittifaka ikna
olmadılar. SSCB ile sınır komşusu olan Türkiye, ABD için bir ‘öncephe
müttefiki’ olacaktı; bu meyanda da ABD, Türkiye'nin harap durumdaki ordusunu
ayakta tutup modernize edecekti. Soğuk Savaş süresince Türkiye'de çok sayıda
ABD askeri ve yetkilisi bulunsa da SSCB'nin teşkil ettiği çok daha büyük tehdit
ve ABD ile aralarındaki karşılıklı çıkarların son derece ortada olması Türkiye'nin
endişelerini yatıştırdı.
Bu durum Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra da değişmedi.
Kısa bir süreliğine zayıflatılmış olsa da Rusya, önceki üç asrın çok net bir
şekilde ortaya koyduğu gibi, Türk egemenliğine karşı uzun vadeli bir tehdit
olmayı sürdürecekti. Ve ABD bölgesel çatışmalara daha da derinlemesine dâhil
oldukça Türkiye'deki tesisleri ve askeri imkânları hayati bir unsur olmaya
devam etti.
2014 bir dönüm noktasıydı
Ancak, 2014 yılının sonundan bu yana durum değişti.
Özellikle de Moskova'nın (Obama yönetiminin eylemsizliği yüzünden) savaşın
tahrip ettiği Suriye'de artık tesis etmiş bulunduğu varlık açısından bakılacak
olursa, Rusya tehdidinin sürdüğüne şüphe yok. Fakat Obama yönetiminin ABD'yi
PYD/PKK ile bir ittifaka sokma tercihi, temel varlık sebebini Türkiye'nin
toprak bütünlüğünü tehdit etmeye istinat eden bir güçle ittifaka girmek
anlamına geliyordu. Yani, Obama yönetimi, Türk egemenliğine yönelik bir tehdide
destek vermeyi seçti.
Türkiye'nin durduğu noktadan bakılacak olursa, ABD'nin
PYD/PKK'yla yaptığı ortaklık, Washington'la stratejik bir ilişkiyi sürdürmenin
gerekçesini de eş zamanlı bir şekilde zaafa uğratıyor, zira ABD, haddizatında,
stratejik bir tehdit haline gelmeyi tercih etmiş durumda. ABD'nin böylesine bir
gafa nasıl olup da düşebildiğine dair tahminlerde bulunmak tarihçilere kalsın;
bizler şimdilik şöyle bir tahmin yürütelim: ABD'yi yürüdüğü yoldan saptıran
temel unsurlar politikaların bilgiden yoksun, yanlış bilgilere dayanan ve
basiretsiz (hatta miyop) bir şekilde oluşturulması ve ABD'nin bölgedeki kendi
müttefiklerine (baş harfi Türkiye) güvenme konusunda azimle sergilediği
isteksizlik olmuştur.
Gülen, Türk egemenliğine de bir tehdit
Ne yazık ki ABD'nin basiretsiz ittifak tercihleri, sadece
PKK meselesi ile sınırlı değil. 2013 yılının Aralık'ından sonra Türk iç
siyasetine rasyonel ve tarafsız bir gözle yaklaşma derdinde olanlar, Fethullah
Gülen kültünün Türk demokrasisine bir tehdit haline gelmiş olduğunu anladılar.
Temmuz 2016'da gerçekleşen başarısız darbe girişimi, -Gülen'in yardakçılarının
Türk ordusunun belli birimlerini darbe teşebbüsünde kullanmasıyla- zaten ortada
olan tehdit unsuruna bir de şiddet ve cinayet eklemiş oldu. Diğer bir tabirle
Gülen örgütü, Türk toplumuna ve Türkiye'nin demokratik yollardan seçilmiş
siyasi liderliğine yönelik doğrudan, şiddet içeren bir tehdit olarak
anlaşılmalıdır.
Herkesin farkında olduğu gibi, Gülen 1999 yılından bu yana
ABD'de ikamet ediyor. Bu da ABD'nin, Türk egemenliğine tehdit oluşturan
PYD/PKK'yla işbirliği yapmaya ek olarak ona yönelik diğer bir tehdidi de
(Gülen) barındırdığı anlamına geliyor. Ve bu gerçeğe rağmen ABD, Gülen'i
Türkiye'ye iade etmek için hiçbir somut adım atmış değil.
Bu konunun mantık açısından değerlendirilecek bir boyutu
daha var. Eğer ABD, Türk egemenliğine yönelik bir tehditle işbirliği, diğerine
de ev sahipliği yapıyorsa, o zaman Türkiye'deki askeri varlığı da potansiyel
bir tehdit olarak görülmeye başlanmaz mı? Kişisel olarak bunun böyle olmadığını
söyleyebilmek isterdim, ama ben seçim bölgesinden ve seçmenlerinin
hayatlarından ve refahından sorumlu bir Türk siyasetçi değilim. Hem sivil hem
de askeri kanattan Türk yetkililer için son beş senenin olayları, ABD'nin ülkedeki
askeri varlığını nasıl gördükleri konusunu ciddi şekilde karmaşık bir hale
getirdi.
Bu son olaylar ve muhtemel gelecek senaryoları, insanı, bir
anlığına Türk yetkililerin açısından bakılacak olursa, mantıken, Türkiye'de
konuşlu ABD kuvvetlerinin Türk egemenliğine bir tehdit oluşturduğu sonucuna
çıkartacaktır. Bu da bundan önceki 70 sene boyunca geçerli olan durumun, yani
ABD kuvvetlerinin Türk egemenliğinin garantörü olarak algılandığı senaryonun
artık temelden değişmiş olduğu anlamına geliyor. İnsan bu sonuca varınca ve
kendisini böyle bir sonuca götüren olayları ve mantığı gerçekten kavradığında,
o zaman Türk siyasetçilerin (ve vatandaşların) neden ABD'ye daha derinlemesine
bir güvensizlik duymaya ve yakın tarihteki ABD eylemlerine hararetli ve hatta
öfkeli tepkiler vermeye başladığını anlamaya da iyice hazır hale gelecektir.
Değişen stratejik perspektif
ABD eğer PYD/PKK ve Fethullah Gülen kültünün her ikisiyle
birden Türk egemenliğine doğrudan bir tehdit oluşturuyorsa, o zaman artık
Türkiye'nin 75 yıl önce bulduğu "sınır ötesi dengeleyici" değil
demektir. Bunun yerine ABD, 19.yy.da İngiltere ve Fransa'nın uhdesinde bulunan
ve Rusya'nın üç asırdır dâhil olduğu "doğrudan tehdit" kategorisine
adım atmış görünüyor. Bu aktörler [o zamanlar] Osmanlı'dan parçalar koparmakla
meşguldüler.
ABD şayet Türkiye Cumhuriyeti'nden de parçalar koparmaya
çalışan silahlı militan bir gruba destek oluyor ve halihazırda Türk devlet
kurumları üzerinde şiddet kullanarak nüfuz kurma teşebbüsünde bulunmuş dini bir
örgütü barındırıyorsa, ABD'li yetkililer artık Türklerin gözünde 19.yy.ın
İngiltere'si, Fransa'sı ve Rusya'sından farksız olduklarını anlamalılar. Bu
yüzden de vatandaşlarına karşı, demokratik yollardan seçilmiş temsilcileri
olarak mesul bulunan Türk siyaset yapıcıları, ya başka bir "sınır ötesi
dengeleyici" arayacak ya da meseleleri kendi ellerine alacaktır.
Bunun bir örneği, Türk devletinin modern silah gelişimi
konusunda kendi kendine yetebilmek için son on senedir gösterdiği çok ciddi
gayretlerdir. Daha geçtiğimiz hafta Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) silahlı,
sürücüsüz kara araçlarının PYD/PKK'yı Afrin'den sürme operasyonunda kullanıma
girmek üzere olduğunu duyurdu.
On dokuzuncu yüzyıldan beri Osmanlı Devleti ve Türkiye
sadece silah açısından değil, zabitlerinin taktik eğitimi açısından dahi büyük
ölçüde yabancı güçlere bağımlı olageldi. Ancak, son harekâtlarda, yani hem
Fırat Kalkanı hem de Zeytin Dalı'nda, silahlı dronlar gibi, neredeyse tamamen
Türk AR-GEsinin ürünü gelişmiş silahlar kullanıldı.
Fakat bundan daha da önemlisi, bu harekâtlar çok dikkatli
planlanıp icraya konulan ofansif hamleler olduklarından sadece yüksek derecede
etkili olmakla kalmayıp çok az sivil kaybına sebep oluyorlar. Yani, Türk askeri
planlamacıları ve subayları, kontrgerilla savaşı ve hatta kent savaşı konusunda
ABD'nin henüz sergileyemediği yetenekler geliştirmiş bulunuyorlar. Ve savaş
bittikten sonra Türk yardım görevlileri yerel halkın yaşamlarını ve
topluluklarını yeniden inşa etmeye başlayabilmesi için çabucak devreye
giriyorlar. Genel olarak, Türklerin yabancı silahlara, teknolojiye ve taktiklere
bağımlılığı hızla azalıyor.
Burada vurgulamak istediğim şu ki, hem mevcut hem de eski
ABD yönetimi bu yolu seçerek Türk sivil ve askeri yetkililerini bu yönde
hareket etmeye iten kararlar vermiştir. ABD'li yetkililer Türk vatandaşlarını
ve siyasetçilerini, ABD'nin hâlâ güvenilebilir olduğuna ve Türk egemenliğine
doğrudan bir tehdit teşkil etmediğine ikna etmek istiyorlarsa, farklı karar ve
eylemleri benimsemeliler.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler
yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
İSTANBUL - Dr. Adam McConnel
[1999 yılından bu yana İstanbul'da yaşayan Adam McConnel,
Sabancı Üniversitesi'nde Türk tarihi dersleri vermektedir. Tarih alanındaki
yüksek lisans ve doktora derecelerini de aynı üniversiteden almıştır.]