BİZLER TÜRKİYE İÇİN VARIZ

Amacımız Bu ülkenin hepimiz için huzurlu ve yaşanabilir olması için yürütülen çabalara katkı sunmak.

Alevisiyle, Kürdüyle; gelenekselcisi, Atatürkçüsüyle; milliyetçisi, solcusuyla… Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz.

Bence, hepimiz daha iyi koşullarda yaşamayı hak ediyoruz.Daha onurlu, daha saygın, daha estetik, daha barışçı koşullarda birlikte yaşamak için bilgilendirme paylaşım yapıyoruz…

Günlük Haber Siyasi-Politik Yorum Platformu


Whatsapp ile paylaş

8 Aralık 2017 Cuma

Neden şimdi Kudüs?

Tamer Ashraf
11 Aralık 1917’de, Kudüs’ü işgal eden İngiliz General Allenby’nin Haçlı seferlerinin artık sona erdiğini söylediği rivayet edilir. Ortadoğu’da zaten her şey toz dumanken, Arapçanın Şam lehçesiyle ifade edersek “fevkanîn tahtanîn”, yani altüst olduğu bir kaos ortamındayken, Trump’ın Doğu Kudüs’ü de içine alacak şekilde İsrail’in başkenti olarak kabul ve ilanının, bir atom bombası etkisi yaratarak bölgenin kıyameti olabilecek, belki de Ortadoğu’da “büyük patlama”ya yol açacak bu açıklamanın, 1917 işgalinden tam yüz yıl sonra yapılması bir sembolizm içeriyor mu? Buna 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklerasyonunu’nun yüzüncü yıl dönümü ve 1967 Altıgün Savaşı sonucunda Doğu Kudüs’ün işgalinin 50. yıl dönümü sembolizmlerini de ilave edebiliriz. En azından Trump’ın bu sembolizmi idrak edebilecek rafine bir şahsiyet olmadığı hususunda hepimizin ittifak ettiği kesin gibi. Peki, öyleyse ne oldu da ABD başkanı bu günlerde böyle bir karar aldı?
Şayet sembolizm çok inandırıcı gelmiyorsa, Trump’ın seçim çalışmaları esnasında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını vadettiğini söyleyerek bu soruyu cevaplayabilirsiniz. Ama bu yanıt da “neden şimdi” sorusuna tatmin edici bir karşılık değil gibi.
Ne yüzüncü yıl sembolizminin ne de Trump’ın bu konuda söz vermiş olmasının, Kudüs’ün bugünlerde başkent olarak tanınması için yeterli sebep olmadığını düşünüyorsanız, cevabı daha derinlerde, son yıllarda Ortadoğu’da meydana gelen değişikliklerde aramamız gerekecek. Ortadoğu’ya bir bahar meltemi getiremeyen “Arap Baharı”nın, bölge sosyolojisinde mevcut canlı etnik ve mezhebi toplumsal fay hatlarını, bir daha onarılamayacak şekilde ayrıştıran bir depreme dönüştüğü çok açık. Şüphesiz bölge bundan sonra asla eskisi gibi olmayacak. Ancak bu kaostan sonra da şöyle veya böyle bir düzen kurulacak. ABD başkanının son Kudüs hamlesi ise bu kırık fay hatlarını darmadağın ederek kendi çevresinde yeni bir uydular düzeni yaratmaya yönelik bir çaba gibi duruyor. Ama tıpkı Barzani’nin referandum kumarında olduğu gibi, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimali, daha açık tabirle tüm Arap ve İslam dünyasını kaybetme riskini de içeriyor.
ABD Kongresi 1995 yılında aldığı bir kararla ABD büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını onaylasa da, ABD başkanları, durumun nezâketine binaen, altı aylık periyodlar halinde bu kararı erteliyorlardı. Peki, bugün ne oldu da ABD bu karardan tam 22 yıl sonra böyle bir işe kalkıştı?
ABD’nin özel olarak Suriye ve Irak’ta, genel olarak Ortadoğu’daki stratejik hataları, en nihayetinde Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak bölgede yapmış olduğu vahim hatalar zincirine bir yenisini eklemesiyle sonuçlanmakta. Terörizm ve radikallikle savaş adı altında Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkelerdeki devlet sistemlerinin çökertilerek fiilen bu ülkelerin bölünmesi, en çok ABD’nin bölgedeki rakipleri olan Rusya ve İran’a yaradı. Rusya Suriye’deki etkisini pekiştirip neredeyse batı Suriye’yi fiilen manda yönetimine dönüştürdü. İran ise Irak ve Suriye’de nüfuz kazanarak Lübnan ve Hizbullah vasıtasıyla karadan İsrail’e ulaşma imkanını yakaladığı gibi, Yemen ve Bahreyn gibi ülkeler yoluyla ABD’nin körfezdeki müttefiklerini muhasara ederek tehdit eder hâle gelmiş durumda. ABD, müttefiki ve stratejik ortağı Türkiye’yi Suriye meselesinde terk ettiği gibi, ülke için tehdit oluşturan PKK, PYD/YPG ve FETÖ gibi örgütlere destek vermek suretiyle bölgedeki en önemli müttefikini Rusya ve İran ile işbirliği yapmak zorunda bırakmış durumda. Buna bir de Körfez’de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından sıkıştırılan Katar’ı ekleyelim.
ABD, Ortadoğu’daki hatalı politikaları sonucunda oluşan Türkiye, Rusya, İran ve Katar bloğuna karşı, kendi liderliğinde Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ile Mısır ve İsrail’den müteşekkil bir blok oluşturmuş durumda. DEAŞ’ın alan hakimiyetinin bitmekte olduğu esnada atılan bu adım, Trump öncülüğünde ABD, Muhammed bin Selman öncülüğünde Suudi Arabistan (ve Körfez) ile İsrail arasında son dönemde ortaya çıkmaya başlayan mutabakatın bir ürünüymüş gibi görünüyor. Zira İran’ın son zamanlarda bölgede ele geçirdiği nüfuz en çok İsrail, Suudi Arabistan ve dolayısıyla ABD’yi tehdit ediyor.
Hem Hariri’nin Riyad’da istifaya zorlanması hem de Mahmud Abbas’ın Filistin yönetimi adına kabul edilmesi, imkansız şartlar ihtiva eden bir barış anlaşmasına zorlanması da bu mutabakatla açıklanabilir. Zira Abbas da son günlerde Doğu Kudüs yerine şehrin hemen güney doğusundaki Ebû Dîs kasabasını Filistin’in başkenti olarak kabul etmeye zorlandı. Sina’dan bir kısım toprağın Filistin yönetimine (muhtemelen tazminat olarak) verilmesiyle Mısır’ın da bu bloğun oluşmasında katkısının olması istendi. Mısır’ın çok yakın bir zamanda Kızıldeniz’deki iki stratejik adayı Suudi Arabistan’a vermesini de bu mutabakat çerçevesinde değerlendirelim. Muhtemelen Sisi de bu mutabakat sayesinde mali yardım ve siyasi destek almak suretiyle iktidarını pekiştirmek istemiştir.
Ancak evdeki bu hesap her zaman Ortadoğu çarşısına uymayabilir. Trump Kudüs’ü İsrail Başkenti olarak tanıyarak satrançtaki hamlesini yapmış durumda. Şüphesiz başta Türkiye olmak üzere Ürdün ve İslam dünyasından pek çok ülke bu karara büyük tepki gösterecek. Ama burada esas belirleyici olan Mısır ve Suudi Arabistan (Körfez) halklarının ve yönetimlerinin tutumları olacak. Mısır ve Suudi Arabistan halkları büyük bir tepki gösterirse, yönetimlerin buna karşı reaksiyonu Ortadoğu’da bütün düzeni değiştirebilir...
Son söz: Kudüs’e barış gelmeden Ortadoğu’ya barış gelmez.


Filistin toprakları üzerinde İsrail devletinin kurulmasına zemin hazırlayan "Balfour Deklarasyonu"nun üzerinden 100 yıl geçti.

Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, Siyonist hareketin önemli isimlerinden Baron Walter Rothschild'e 100 yıl önce bugün (2 Kasım 1917) yazdığı mektupta Filistin topraklarında Yahudilere bir "vatan" kurulmasını vadediyordu.
"Halksız vatana, vatansız halkı yerleştirme" söylemiyle yapılan kampanyalar çerçevesinde yazılan mektubun ardından tarihi Filistin topraklarına büyük bir Yahudi göçü başlatıldı.

Önce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan İngiltere, manda yönetimi öncesi süreçte işgal altında tuttuğu tarihi Filistin topraklarında bir İsrail devletinin kurulmasına uzanan yolu hazırlamış oldu.
Balfour'un 100 yıl önce yazdığı mektup ve ardından sürdürdüğü manda yönetimi ile Filistin topraklarını Yahudilere "vatan" kılan ve devlet kurmalarına yol açan İngiltere, 2012'deki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Filistin'in devlet olarak tanınmasına ilişkin oylamada ise çekimser oy kullanmıştı.
"İsrail devletinin kurulmasında sahip oldukları rolden dolayı gurur duyduklarını ve Balfour Deklarasyonu'nun 100'üncü yıl dönümünü gururla kutlayacaklarını" söyleyen İngiltere Başbakanı Theresa May'in ülkesi ise 100 yıl önce Filistin halkını yok sayarak 1948'de Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulmasına zemin hazırladı.

Balfour Deklarasyonu nelere yol açtı?

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour'un Birinci Dünya Savaşı'nın üçüncü yılında Siyonist hareketin önde gelen figürlerinden Rothschild'e hitaben yazdığı "Filistin topraklarında Yahudiler için bir vatan vadeden" mektup, tarihe "Balfour Deklarasyonu" olarak geçti. Deklarasyon, İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşı olarak görülüyor.
Rothschild ve Balfour arasında karşılıklı yazışmalar sonunda hazırlanan deklarasyon, İngiltere'nin savaşa yeni dahil olan ABD'de güçlü olduğuna inandığı Yahudi diasporasını etkilemeyi amaçlıyordu.
"Saygıdeğer Lord Rotschild, Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım." sözleriyle başlayan Balfour'un mektubu şöyle devam ediyordu:
"Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini hakları ile başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Balfour'un, "Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonu'nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım." sözleriyle son verdiği mektup, daha sonra İtalya, Fransa ve ABD'nin de desteğini almıştı.

Filistin topraklarına Yahudi göçü arttı

Mektubun yazıldığı 2 Kasım 1917 tarihinden bir hafta sonra basınla paylaşılan Balfour Deklarasyonu'na savaş sonunda Osmanlı Devleti'nin imzaladığı Sevr Anlaşması'nda yer verildi. Milletler Cemiyeti'nde 1922 yılında kabul edilen Filistin topraklarındaki İngiliz manda yönetiminin temelini de bu deklarasyon oluşturdu.
Balfour Deklarasyonu sonrasında İngiliz mandası altındaki Filistin'e 1920-1940 arası dönemde Yahudi göçü hız kazandı ve son olarak Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yönelik Nazilerin gerçekleştirdiği soykırım sebebiyle göç oranı giderek arttı.
Bu süreçte Filistinliler, topraklarındaki Yahudi nüfusun artışına karşı çıkmaya çalıştı. Ancak İngilizlerin manda yönetimini sonlandırarak Filistin'den çekilmesinin ardından, 1948 yılında Filistinlilerin Nekbe (Büyük Felaket) diye andığı İsrail devletinin kuruluşu gerçekleşti.
İngiltere Filistin'den çekildikten sonra İsrail devletinin kurulmasıyla işgal süreci daha da yoğunlaştı, yüz binlerce Filistinli yurtlarından sürüldü, büyük can ve mal kayıpları yaşandı.
Balfour'un öncülük ettiği süreçte tarihi Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devleti, yarısından fazlasını zorunlu göçe maruz bıraktığı Filistinlilerin halihazırda yaşadığı bölgelere hâlâ "halksız vatan" muamelesi yapıyor.
Balfour Deklarasyonu'nun 100'üncü yılında Filistinli mülteciler
Balfour Deklarasyonu'nun üzerinden bir asır geçmesine rağmen etkileri Filistinlilerin hayatında hâlâ hissediliyor.

Balfour Deklarasyonu sonrasında İsrail'in kurulması ile 1948'den itibaren topraklarını geride bırakarak göç etmek zorunda kalan ve bugün "Filistinli mülteciler" olarak tanımlanan kitle olaydan en fazla etkilenen kesim oldu.
Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, 2 Kasım 1917'de siyonist kampanyanın önemli figürlerinden Lord Walter Rothschild'e yazdığı mektupla ilan ettiği bildiri, İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşı olarak görülüyor.
Silahlı Siyonist çeteler, 1948'de Filistin'deki tarihi köylerden ve şehirlerden yaklaşık 957 bin Filistinliyi zorla göç ettirdikten sonra aynı yıl 14 Mayıs günü İsrail'in kuruluşunu ilan etti.
Geçen asrın ortalarında başlayan binlerce Filistinlinin topraklarından edilmesi faciası halen durmadı. Birçok Filistinli zorlu şartlarda yaklaşık 69 yıldır kamplarda yaşamaya devam ediyor.
Filistin nüfusunun yaklaşık yarısı mülteci durumunda
Bugün ise Filistin İstatistik Merkezine göre, Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyon 900 bine ulaşmış durumda, Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu (UNRWA) ise bu rakamın 5 milyon 300 bine yaklaştığını belirtiyor.
Filistinlilerin toplam nüfusu 12 milyon 400 bine tekabül ediyor, mülteciler ise bu rakamın neredeyse yarısını oluşturuyor.
Filistinlilerin yaşadığı BM tarafından yaptırılan kampların alanı ise nüfusun artmasına rağmen aynı kalıyor.
İsrail'in 2006'dan bu yana Gazze'de uyguladığı ambargo sebebiyle Gazze'deki mülteciler, insani krizle karşı karşıya kalırken BM'ye göre Gazze'deki nüfusun yüzde 80'i fakirlik ve işsizlik sebebiyle yaşamak için uluslararası yardıma muhtaç durumda.
Kamplardaki en büyük sıkıntı yoksulluk
Batı Şeria'daki Avrupa-Akdeniz Gözlemevi Müdürü Maha el-Hüseyni, Filistinli mültecilerin kamplardaki sıkı kısıtlamalardan dolayı yoksulluk ve işsizlikle boğuştuğunu söyledi.
Hüseyni "İsrail güçleri, Batı Şeria'daki Filistinli mültecilere karşı idari cezalar ve fiziksel şiddet gibi tehlikeli ihlallerde bulunuyor." dedi.
Lübnan'daki kamplarda yaşayan Filistinlilerin ise çok kötü koşullarda yaşadığını ifade eden Hüseyni, "Lübnan'daki kamplarda bulunan nüfusun yüzde 80'i, hükümetin mültecilerin çalışmaları konusundaki yasal kısıtlamalarından dolayı yoksulluk sınırının altında." diye konuştu.


google-site-verification: google2afd6f3c8ec4d6d7.html