Trump dönemi ABD dış politikasının nasıl şekillendiği, cevabı en çok merak edilen sorulardan biri olmaya devam ediyor.
Trump’ın bütünlüklü bir dış politikasının olmadığı, mevcut
güvenlik bürokrasisinin halihazırda yetersiz ya da başkan karşısında etkisiz
olduğu yönünde yoğunlaşan tartışmalar sürüyor. Atanamayan onlarca diplomat,
sadece bir yıldan biraz fazla görevde kalabilen bir dışişleri bakanı ve kaotik
yönetim, ABD devlet stratejisi hakkında kafa karışıklığını artırıyor. Trump’ın
günlük politikada bir silah gibi kullandığı alışılmadık siyasal söyleminin
abartılı ve aldatıcı yönleri de bu konudaki belirsizliği fazlalaştırıyor.
Bürokratik keşmekeşin üstüne kurumsal iç savaşı da ekleyince, anlama çabası
iyice zorlaşıyor. Öte yandan, eldeki nadir verilerden olan ve Trump yönetimince
geçtiğimiz aylarda açıklanan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin de dış
politika yapımı ve istikameti hakkında bir fikir verdiğini söylemek zor.
Dolayısıyla kesin kanaat belirtmek için elimizde yeterince belge/veri yok.
Bu tür durumlarda yazılı veya sözlü kaynaklara değil icraata
bakmak gerekir. Biriken icraatlarına baktığımızda, Trump dönemi ABD dış
politikası hakkında söylenmesi gereken ilk şey, karşımızda sanılanın aksine
izolasyoncu veya içine kapanan bir Amerika değil, bilakis mevcut hegemonyasını
koruyup kollamak adına uluslararası alanda çeşitli hamlelerde bulunan bir ABD
yönetimi var. Trump yönetiminin seleflerinden temel farkı şu: Hegemonyasını
korumak için yerleşik kural ve normlara uymayan, uluslararası toplumun rızasını
önemsemeyen, müttefiklerinin çıkarlarını gözetmeyen ve sırf maddi kazançlarını
artırmak adına her yolu mübah gören bir Amerika var artık.
Trump, kerhen kucağında bulduğu ABD’nin hegemonya siyasetini
ve dünya jandarmalığı “hizmetini” artık belli bir ücret/bedel mukabilinde
sürdüreceğini söylüyor; Çin, Kuzey Kore ve Rusya üzerinden pozisyon alıyor.
Katar krizi, uluslararası tüm itirazlara rağmen aldığı Kudüs büyükelçiliği
kararı, Suriye’deki askeri varlığı, Çin ile ticaret savaşları gibi dış politika
tercihlerinden de anlaşılacağı gibi, Obama döneminin aksine ABD dünyada çok
daha aktif. Peki, bu şaşırtıcı dış politika aktivizminin kaynakları neler?
Aktörler ve bağlantılar
ABD’de dış politika yapımı, teoride başkanın tasarruflarıyla
şekillenense de, 1970’lerde Vietnam savaşının bitişinden bugüne, başka etkili
aktörler de ön plana çıkmış durumda. ABD dış politikasında karar alma
mekanizmalarını etkileyen temel aktörler hükümet (başkan ve ekibi/Milli
Güvenlik Konseyi), formel siyasal kanallar (Kongre, Senato) ve hükûmetin görece
özgür dış politika yapımını etkileyen (ekonomik elit, mevcut bürokratik sınıf
gibi) aktörlerdir. Günümüz dış politika yapımını anlamak için, bu tarihsel ve
geleneksel denge siteminin yanına, Trump dönemine ait bir takım hususi
dinamikleri eklememiz gerekir. Bunlardan birincisi Trump’ın insan kaynakları
sorunu. Her ne kadar Trump her daim kendi dış politika ajandasını ortaya sürmek
istese de, boş duran bürokratik kadroları doldurma konusunda yaşadığı sorunlar
ve yetersizlikler elini kolunu bağlıyor. Çünkü dünya siyasetini yönlendirirken
ihtiyaç duyduğu tecrübeli insan kaynağını kendi parti tabanından değil, kariyer
diplomatlardan, lobilerden, bankalardan, hukuk firmalarından, şirketlerden ve
siyaset bilimcilerden seçmek zorunda kalıyor. Bu kesimlerin çıkarları ve dünyaya
bakışları farklılık gösterse de ortak bir ideolojik paydaları var: Liberal
siyasal çatı. Yansımasını demokrasi ihracı, serbest ticaret anlaşmaları, insan
hakları rejimleri gibi liberal değerler etrafında bulan bu çatıyla mücadele,
Trump’ın dış politikasını şekillendiren dinamiklerden biri.
Başka bir ifadeyle, Trump emrindeki uzman dışişleri
personelinden hiç memnun olmasa da mevcut askeri ve sivil devlet bürokrasisine
muhtaç. Trump yönetimi, dışişlerinde iki bakan yardımcısı (Sullivan ve
Goldstein) hariç, üst düzey görevleri yürütecek büyükelçi atamalarının çoğunu
hâlâ yapamadı. Elbette bunun bir sebebi Demokratların, Trump’ın adaylarını
onaylamaması. Ancak daha önemli bir sebebi de bizzat Trump’ın milli güvenlik ve
dış siyaset yapımını sahadaki kariyer diplomatlardan alıp güvenebileceği kesimlere
vermek istemesi. “Benim generallerim” dediği kişilerle çalışmayı tercih eden
Trump’ın Beyaz Saray özel kalem müdürü orgeneral John Kelly, eski Ulusal
Güvenlik Danışmanı tuğgeneral Herbert Raymond McMaster ve eski CENTCOM komutanı
orgeneral James Mattis bunlara örnek olarak anılabilir. ABD dış politikasının
genel hatları bu dar çekirdek kadronun tasarrufuna bırakılmış durumda. Bizi
ilgilendiren bir örnek vermek gerekirse, ABD’yle yaşanan vize krizi, sanılanın
aksine Trump’a rağmen değil, Trump’ın A-takımından McMaster ve Mattis’in
onayıyla meydana gelmişti. Türkiye ve İran’ı radikal ideolojilerin kaynağı
olarak zihninde mimleyen, İran’ı Ortadoğu'da istikrarın önündeki en kalıcı
tehdit olarak tanımlayan nispeten ılımlı Mattis, CENTCOM komutanıyken Obama’nın
İran politikalarını kamuoyu önünde eleştirmiş bir savaşçı “keşiş” idi.
Özetle, Trump dönemi ABD dış politikasını anlamak için,
Amerikan politik sisteminde karar alma mekanizmalarını etkileyen hegemonik
blokun sadece hükümet veya formel siyasal kanallardan oluşmadığını, ekonomik
elit ve mevcut bürokratik sınıf çıkarlarını kapsadığını görmemiz gerekir. Daha
somut söylemek gerekirse, askeri bürokrasi (Pentagon’un Irak-Suriye bölge
mümessilleri ve onların kalıplaşmış bazı davranışları), politik toplum (Kongre’deki
Çay Partisi ve Evanjelik temsilcilerin baskıları), yeni ekonomik elitlerin
(Kudüs kararında etkili Sheldon Adelson veya Cambridge Analytica’nın sahibi
Robert Mercer) ve sivil toplumun (Council on Foreign Relations ve Demokrasiyi
Savunma Kurumu gibi kuruluşların) Trump dönemi dış politika yapımını etkilediğini
söylememiz gerekir.
Parametreler ve örüntüler
Trump yönetiminde kristalize olmuş bir dış politika örüntüsü
veya “tarzı” bulmak zorsa olsa da, dünya siyasetinin muhtelif konu veya
alanlarında uygulanmak üzere, Başkan Trump ve Pentagon arasında (metazori) bir
iş bölümünden bahsedebiliriz. Bu iş bölümün en belirgin niteliği ideolojik ve
kurumsal aygıtlarla yürütülüyor olması. İdeolojik açıdan Trump ve yönetici
ekibinin paylaştığı zemin, ifadesini “Önce Amerika” söyleminde bulan (beyaz)
milliyetçi ideoloji. Bu ideolojik çerçeveyi kısmen paylaşsa da bazı alanlarda
onu sürecin dışına itebilen ve özellikle çatışma bölgelerinde, dış politika
yapımına ipotek koyan Pentagon bürokrasisinin etkisini unutmamak gerekir.
Başkanlık sisteminin kendisine verdiği siyasi imtiyazı kullanabildiği
zamanlarda, Trump’ın dış politika davranışlarında öne çıkan temel saik
ideolojik ve özünde Obama/Demokrat Parti dönemi dış politika tercihlerini
tahrip veya sabote etmeyi amaçlıyor. Küba ile ilişkilerde eskiye dönüş,
Venezuela’ya ve İran’a yeniden ambargo uygulama çabaları, Kuzey Kore ve Çin ile
ilişkilerde şahin politikalar ve Kudüs kararı gibi örneklerde, bu ideolojik
bakışın yansımalarını bulmak mümkün. Ancak konu çatışma bölgelerine gelince,
dış politika yapım sürecinde imtiyazlı konum, başta Pentagon olmak üzere
kurumsal aygıtlara geçiyor.
Bu geçiş kurumsal/bürokratik siyasetin gidişatına uygun,
ancak siyaseten beklenmedik bir sonuç üretiyor: Trump dönemi ABD dış politikası
Bush/Obama hegemonya siyasetini geri getiriyor. Yani, Trump dönemi sanılanın
aksine ABD’nin dünya siyasetinden elini ayağını çektiği değil, daha fazla
müdahil olduğu bir dönem oluyor. 2017’de nükleer silah modernizasyonu
programına trilyonlarca dolar aktarmayı düşünen, müttefikleriyle beraber
Asya-Pasifik’te yıllık ortalama 160 tatbikat yapan, Rusya’ya karşı Doğu Avrupa
ülkelerinin güvenliği için “Avrupa Güvencesi İnisiyatifi” adı altında binlerce
yeni askeri bölgeye gönderen, Ukrayna’ya tanksavar füze satışını onaylayan bir
dış politikası var, Trump yönetiminin. Geçtiğimiz günlerde Japonya’da
konuşlanmış 7. filoya ait 4 geminin, tarihte ilk kez fazla mesaiden dolayı
birbiriyle çarpışması, Trump dönemi dış politika aktivizmini anlatmak için
yeterli olacaktır.
Trump döneminde sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan bu dış
politika aktivizmini ideolojik ve kurumsal parametrelerle açıklamak daha
faydalı olacaktır. İdeolojik olarak beyaz milliyetçi bakışın yansımasını, Çin
ile ticaret savaşlarında veya siyasal İslam’ın taşıyıcısı olarak suçlanan
ülkelere karşı Amerika ve Suudi Arabistan yakınlaşmasında görebiliriz. ABD
Trump döneminde “Suudiler Ortadoğu’yu İranlılarla paylaşmalı” diyen Obama’nın
tercih ettiği Şii-Sünni güç dengesi politikasından, seçili bazı Sünni ülkelerin
İsrail lehine İran’ı sınırlama politikasına geçmiş bulunuyor. Hatırlamak
gerekirse, Obama döneminde ABD’nin sıklet merkezini Asya-Pasifik’e kaydırması
ve Suriye savaş alanından büyük ölçüde çekilmesi sonucunda, Ortadoğu’da manevra
alanı genişleyen İran bölgesel güç dengesini lehine çevirmesini bilmişti.
İran’ın özellikle devlet dışı aktörleri kullanarak başta Suriye ve Irak olmak
üzere tüm bölgede etkisini artırması, İsrail’in ve baş destekçisi Trump
yönetiminin dikkatinden kaçmamıştır. Kurumsal açıdan ise Suriye, Türkiye
(Trump’ın şahsi karşı hamlelerine rağmen) ve Rusya’nın dâhil olduğu dünya nüfuz
bölgelerinde ABD’nin askeri-sivil bürokratik hâkimiyetini gözlemlemek mümkün.
ABD dış politikasına daha pratik ve küresel bir düzlemden
bakarsak, ideolojik olarak 2016 Amerikan seçimlerine müdahale ettiği
gerekçesiyle tepki çeken Rusya Federasyonu, Beyaz Saray hariç diğer etkili tüm
dış politika elitlerinin (soğuk savaştan kalma) reflekslerini, yeniden
ateşlemiş görünüyor. Geçtiğimiz günlerde Rusya ile yaşanan siber savaş ve casus
krizlerinde, başta İngiltere Başbakanı Theresa May olmak üzere nerdeyse tüm
Batı kampının Rusya’yı hedef almasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. İran
ve Rusya’nın Ortadoğu politikalarından pek hazzetmeyen ve Suriye’de Astana
sürecinin karşısına ısrarla Cenevre sürecini çıkaran Pentagon’un da Rusya
karşıtlığını paylaştığı görülebilir. Türkiye’nin Rusya ve İran ile son
dönemlerde işbirliğini artırması, ABD’li ve Batılı dış politika elitlerinin
uzun yıllardır içinde yetiştiği ve büyük oranda Rusya ve İran karşıtlığına
dayalı ideolojik ve kurumsal kültürün dışına çıkmasından ötürü tepki çekiyor.
Özetle, aktif çatışma bölgesi olmayan ve kurumsal hafızanın
pekişmediği alanlarda Trump yönetiminin ideolojik tercihlerinin daha fazla öne
çıkmasını bekleyebiliriz. Aktif çatışma bölgelerinde ve bürokratik aktörlerin
uzun yıllardır baskın olduğu alanlarda ise Trump yönetimi ideolojik
tercihlerini ya ötelemekte ya da tamamen bir kenara bırakabilmektedir. Örneğin
İran’da baş gösteren hükümet ve rejim karşıtı gösterilere demokratik haklar
temelinde açıktan destek verip İran rejimi aleyhine pozisyon alırken, aynı
hassasiyeti Rusya’da Putin karşıtı gösteriler için göstermemektedir. Aktif
çatışma bölgesi olmayan ve dışişleri bürokrasinin hâkimiyetinin pekişmediği
İran ve Venezuela’ya ambargo, Küba’da ilişkileri tekrar dondurmaya yönelik
ideolojik tercihlerde bulan Trump, Suriye ve Irak’ta kurumsal tercihlerden yana
tavır almaktadır. Detayları başka bir yazının konusu olsa da, Trump’ın yeni ulusal
güvenlik danışmanı olarak general McMaster yerine avukat John Bolton’ı seçmesi,
bahsi geçen kurumsal parametrenin, ideolojiyle dengelenmesidir.