2019 öyle bir yıl ki, yerel seçim gündemine boğulmadan
etrafta neler olup bittiğini çok yakından takip etmek tercihten öte bir
zorunluluk haline dönüşmüş durumda.
Bugün, 31 Mart ve sonrası için Türk Amerikan ilişkilerine
dair bir 'Senaryo analizi' yapma niyetindeyim.
Önce, gözümüzün önünde gelişmekte olan bir takım meseleleri
veri olarak kabul edip öyle ilerleyelim.
Soçi’de yapılan Türkiye/Rusya/İran üçlü zirvesinin hemen
öncesinde, Ankara’daki ABD büyükelçiliğinden isminin verilmesini istemeyen
yetkili bir isim gazetecilere şöyle şeyler söyledi:
''Türkiye S-400 alırsa Patriot alamaz, F-35 programına
katılımı tehlikeye girer, ABD yaptırımlarına maruz kalabilir.''
Devamında Washington adına daha yukarılardan ve benzer
içeriğe sahip beyanatlar yapıldığına tanıklık ettik.
ABD Başkan yardımcısı Mike Pence, Münih Güvenlik Zirvesi’nde
''NATO üyesi müttefiklerimiz hasımlarımızdan silah satın almaya başladığı zaman
buna kayıtsız kalamayız'' dedi.
Bu sözlerin adresinin Türkiye olduğu apaçık meydandaydı.
Belli ki, Washington’da yeni bir tutum belirlenmiş,
Ankara’ya S-400 Hava Savunma Sistemi alınmaması için yapılmakta olan baskıların
ölçeğinin bir tık daha yukarı çıkarılmasına karar verilmişti.
Ağustos ayındaki Brunson krizinin fitilini ateşlediği için
Ankara’da kendisine hoş gözle bakılmadığını bildiğimiz Başkan Yardımcısı Pence,
bu sözleri sarf ettiği Münih Konferansı’na gitmeden bir gün önce Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan ile gizli kalmasını şart koştuğu anlaşılan bir görüşme yapmıştı.
Görüşmenin içeriği daha sonra basına sızdı.
Konu yine aynıydı.
Pence, Erdoğan’a bu defa Trump’ın selamını ileterek ''S-400
işinden vaz geçin'' demiş, Cumhurbaşkanı da bu talebi net bir şekilde
reddetmişti.
Soçi ve Münih zirveleri bitip herkes ülkene döndükten sonra,
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu defa ABD Başkanı Trump ile doğrudan bir telefon
görüşmesi yaptı.
Pence ile yapılan görüşmenin ortaya çıkardığı rahatsız edici
iklimin bu görüşmede kısmen bertaraf edildiğini, Erdoğan'ın ''Sayın Trump ile
yaptığımız görüşmelerde netice alabiliyoruz'' sözlerinden anlayabiliyoruz.
Yine kendi açıklamalarından öğrendik ki Erdoğan, 31 Mart
seçimleri sonrası Washington’a resmi bir ziyaret yapacak.
31 Mart sonrası gerçekleşecek olan bu gezinin ne kadar
kritik olacağını şimdiden öngörebiliyoruz.
Neden derseniz, S-400 meselesi için takvim, Nisan ayından
itibaren iyice sıkışmış olacak.
Rusya ile yapılan anlaşma doğrultusunda bu sistemin Temmuz
ayında Türkiye’ye nakledilmesi, Ekim ayı itibarıyla da hazır hale getirilmesi
bekleniyor.
Değeri bir milyon doların çok çok üstüne çıkmış olan soru bu
noktada karşımıza çıkıyor.
Türkiye, ABD’den gelen ve önümüzdeki aylarda yoğunlaşacağı
anlaşılan baskılar nedeniyle S-400 işinden vaz mı geçecek, yoksa bugünkü
pozisyonunu koruyarak direnmeye devam mı edecek?
S-400 için Washington’dan gelen baskıların yeni olmadığını
hepimiz biliyoruz.
Yeni olan durum, bu baskıların son haftalarda artık tehdit
boyutlarına da ulaşmış olması.
Amerikalılar, düne kadar genellikle “Bu işten vaz geçin”
deyip lafı orada bırakıyorlardı.
Ama şimdi, “Vazgeçmezseniz” ifadesinin içini dolduracak
türden beyanatlar ve telkinlerle Türk makamlarının karşısına çıkıyorlar.
Yukarıda atıf yaptığımız Ankara’daki ‘Üst düzey yetkilinin’
ifadelerinde de, Mike Pence’in sözlerinde de böyle bir ‘Yeni durumun’ söz
konusu olduğu ortada.
-Vazgeçmezseniz, Patriot görüşmeleri biter,
-Vazgeçmezseniz, F-35 işi yatar.
-Vazgeçmezseniz, yaptırımlarla karşılaşırsınız.
Amerikalıların dedikleri bu.
Artık tehdit boyutuna da ulaşan bu çağrıların Erdoğan’ın
kararlı duruşunu değiştireceğine dair ortada bir emare gözükmüyor.
Diğer yandan işin hakkaniyet boyutuna hiç girmiyoruz.
Öyle yapacak olsak, S-400 için ödenmiş olan paraların üstüne
de bir bardak soğuk su için anlamına gelen bu baskıları olsa olsa “Teksas
hukukuyla” Kovboy filmleriyle falan açıklayabiliriz.
Burası böyle olmakla birlikte, son derece kritik hale gelen
final anına yaklaşırken iki faktörün zorlayıcı etkisini göz ardı etmek de
mümkün görünmüyor.
Birincisi, ABD ile ilişkilere karşı duyarlılığı tecrübe ile
sabit hale gelen ekonomi ve piyasaların refleksleri.
Diğeri de 31 Mart seçimlerinden çıkacak olan sonuçlar.
Yerel seçimler iktidar değişikliği anlamına gelmese de,
dünyanın bütün demokratik ülkelerinde iktidar için bir güven ya da güvensizlik
sonucu üretir.
31 Mart’ı ‘Beka meselesi’ olarak gören görüşe gülüp geçerek
tepki verenler meselenin okumasını bir de buradan yapsalar çok iyi olur.